Dinimiz İslâm’a
göre, bu âlemden ölümle ayrılan bir kul’un son nefesini Allah diyerek vermesi,
pek muteberdir. Bu itibarla, çeşitli nedenlerle yapılan tüm dua ve niyazlarda, müminler
son nefeste Allah diyerek çene kapamayı nasip etmesi için Allah’a yakarıp dua
ederler.
Ömrünün önemli bir
kısmı savaşlarda ve cephede geçen Mustafa Kemal Atatürk, “Gazi’dir:” Ki gazi; şehit olmayı göze alarak, vatan millet
uğruna gayret mücadele eden demektir. Ve şehitliğe ait bütün değerlere gaziler
de mazhar olduğundan, şehitlik mertebesi hiç şüphesiz gazilerin de mertebesidir.
Bunu ifadeyle Hz. resulıllah (sav) efendimiz; “Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı
canı gönülden isterse, yatağında ölse dahi Allah onu şehitler derecesine
ulaştırır.” Diyor.
Ki bazı iddialara göre, yanlış tedavi
uygulamalarıyla yavaş yavaş öldürülen Atatürk; “şehit”lik mertebesiyle de şereflenerek son nefesinde, “ve aleykümselam” diyerek ruh’unu
Hakk’a teslim etmiştir. Bunu beyanla hadisi şerifte; “siz nasıl yaşarsanız öyle
ölürsünüz nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz” buyrulur. İslâm dini
esaslarına göre Atatürk; son derece muteber ve her müminin özenip gıpta ettiği
bir şekilde ölerek bu âlemden ayrılmıştır. Atatürk’ün ölümünün bu şekilde
Allah’ın “selâm” ismini zikrederek
gerçekleşmiş olmasını, bazı mahfiller Türk milletinden gizleyerek, “Atatürk
son nefesinde saat kaç” diyerek öldü demişlerdir.
Her yıl on
kasım olan ölüm yıldönümünde kimilerince samimiyet gözyaşlarıyla,
kimilerince ikiyüzlülük fışkıran nutuklarla anılan Atatürk’ün, böyle şanlı ve şerefli
bir şekilde ölmesi milletimizden gizlendiği gibi, Atatürk’ün gerçek kimliği bazıları
tarafından engellenerek milletimize tanıtılmadı. Ve Atatürk; Atatürkçü olduğunu
iddia eden bazıları tarafından leblebiyle rakı içen, başında melon şapka, frak
gibi kıyafetlerden başka kıyafet giymeyen, din’le iman’la hiçbir alâkası olmayan,
laikliği tam bir dinsizlik olarak yaşayan bir kişi olarak bu millete lânse
ederek gösterdiler.
Diğer taraftan bazı muhafazakâr ve dindar
olduğunu iddia edenler ise; gece gündüz içkiden başını kaldırmayıp her türlü
nefsani zevki sefa peşinde ömür tüketen. Müslümanlara her türlü eziyeti yapmayı
revâ gören. Ve bu asrın (yüzyılın) en büyük din düşmanı olarak Atatürk’ü ifade
ederler. Hatta bazı mahfillerde gizlice yapılan toplantılarda Atatürk’e ve onun
önderliğiyle kurulan cumhuriyete en galiz hakaretlerle aşağılayıp saldıran, Atatürk
ve cumhuriyete olan nefret ve kin’lerini din haline getirmiş olan bazı
kimselerin, bu tür söylemlerle millete tanıttıkları Atatürk ile gerçek
Atatürk’ün hiçbir alakası yoktur. Ki bu tanıtım ve ifadelerin hiç birisi Atatürk’ün
gerçek vasıflarını ifade etmeyen yalan, dolan ve iftira yüklü beyanlardır.
Atatürk’ü
tanıyabilmek, onun gerçek kişiliğini anlayabilmek için bir kimsenin deli olmayıp aklı başında olması yeterlidir.
Ve en evvela, İslam peygamberine vahiy olan Kur’anı Kerim’in tercümesini okumakla beraber, çok değil biraz da İslam
tarihini bilmesi kâfidir.
Bu gün yüzlerce Alim
tarafından Türkçeye tercüme edilen Kuranı kerim, Türkiye cumhuriyeti kurulana
kadar İngilizce, Fransızca, Rusça hatta Boşnakça vb. gibi diğer birçok dillere
tercüme edilmesine rağmen Türkçeye tercüme edilmemişti. Ve Elmalılı Hamdi
Yazır’ın Türkçe tercüme ve tefsir ettiği Kuranla, Müslüm’ün 13 cilt olan hadis
külliyatı Türkçeye, Türkiye cumhuriyeti kurulduktan sonra tercüme edilmiştir. Ve
milletimizin Kuran’ı ve Peygamber Efendimizin hadislerini anlayarak okuması
sağlanmıştır. Ki bu tercüme işlerine devletten bütçe ayrılmış olmasına rağmen Atatürk, kendi şahsi parasından vererek katkı
sağlamıştır.
Ayrıca Kuran’da çokça, sıklıkla bahsedilmesine
rağmen, bu gün hepimizin toplum olarak tam ilgi ve hasasiyet gösteremediğimiz yetimlerin,
öksüzlerin korunup gözetilmesi hususunda da Atatürk, tam bir Kuran mümini gibi hareket etmiş ve birçok yetimin
bakım ve eğitimini sağlamıştır. Ve bunları halka göstermeden gizlilik içinde yapmıştır.
Atatürk’ü
anlayıp tanımak için; asrısaadette Hz. peygamber efendimizin ve ashabının
uygulamalarına şöyle kabaca bakmak bile yeterlidir. Buna göre Hz. Muhammed,
(s.a.v) içinde bulunmuş olduğu toplumun kabileler, aşiretler tarafından
yönetilmesini Kur’an’ın; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git/onlara
danış/istişare et..” (Al-i İmran,
159) “işleri, yönetimleri aralarında bir
şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura, 38) emri gereğince
kaldırarak, kabile aşiret yönetimine son verip şurayı, yani halk meclisini kurmuş ve meclisin kararları
doğrultusunda yönetim oluşturmuştur. Ve yine Kuran’ın “Şu bir gerçek ki, Allah size,
emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde
adaletle hükmetmenizi emreder.”(Nisa-58)
buyruğu doğrultusunda, belli aşiret mensuplarına değil, liyâkata değer vermiş
ve her işe ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir. İşte
çok özet olarak ifade ettiğimiz bu değerler cumhuriyet ilkeleri olup, Hz. Resulullah
efendimiz bu esaslarla halkı yönettiği gibi Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman
ve Hz. Ali bu şekilde halkı yönetmişlerdir. Çünkü Cumhuriyet; belli bir
sınıfın belli bir kabile ve aşiretin yönetimini reddeden, halkın kendi
kendisini liyakatle, yani ehil olanlar ile yönetmesidir.
Hz. Resulullah Efendimizin
zuhuruna kadar aşiretler, kabileler ve onların reisleri toplumu yönetiyordu. Ve
onlar ne derlerse o oluyordu, kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah
vb. oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. Hz. Resulullah bu yönetim
şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan sopundan dolayı üstün
olmayacağını söyledi, her türlü emanetin ehil / layık olanlar tarafından tasarruf
edilmesini buyurdu ve uyguladı. Hz. Peygamber Efendimiz, bu uygulamalarıyla
cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı. Kendisinden
sonra halkı yönetecek olan emir veya reisi işaret ederek, şu sahabe veya bu
sahabe devletin reisi olsun demedi. Şurayı/meclisi, yani halkın ehil/layık
olanı seçerek emir el mümin’in, yani halkın başkanı olunmasını tavsiye ve
işaret etti. Halbûki o zaman Hz. Peygamber her kimi işaret etse idi,
tereddütsüz o kimse emir-el mümin yani devletin başkanı olurdu.
Hz. Peygamber
Efendimizden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, hatta Hz.
Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı, hep şura / meclis kararıyla olmuştur.
Bunların hiç birisi kendinden sonra oğlunu veya kardeşini veya soyundan geleni
tavsiye etmemiş ve emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat
etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir yapalım mı?”
diye sorduklarında, Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için yapmayın, layık ve ehil
ise öyle yapın.” demiştir.
Bu uygulama Muaviye emir/başkan oluncaya kadar devam
etmiştir. Ve Muaviye, Kur’an buyruğu olup Hz. Peygamberin uyguladığı şurayı/meclisi,
yani halka danışmayı kaldırarak oğlu Yezid’i
kendisinden sonra emir/padişah yaptı. Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber’in
apaçık uyguladığı şura/meclis mirasını, cümle ehl-i kemal olan sahabelerin ve
ehl-i irfanın itirazlarına rağmen Hz. Hasan’ın zehirletilerek, Hz. Hüseyin’in
ve Ehl-i Beytin kerbelâda şehit edilmeleri pahasına, şahsı ve kabilesinin/aşiretinin
menfaati için yıkıp iptal etti. Buna karşı gelenlerin kimilerini sürgün etti,
kimilerini de şehit etti.
Emevi’lerden sonra kurulan İslam devletlerindeki yönetim ve idareler,
genellikle kabile ve aşireti esas olan bir yapı üzerine kuruldu. Ve bu
uygulama, yaklaşık 1300 yıl, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar
devam etti. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ün emri ile TBMM dışına pankartlarla;
“işleri,
yönetimleri aralarında bir şuradır / aralarında istişare iledir…” Ve ‘Emanetin
ehillere verilmesi...’ mahiyetindeki ayetler ve hadisler asılarak, meclis’in
ve cumhuriyet sisteminin Kur’an emri ve Hz. resulullah efendimizin uygulaması
olduğu vurgulanmıştır.
Böylece Kur’an’ın
emri olup Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz.
Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı şura’ya/meclis’e yani halka danışarak,
herkesin seçme ve seçilme hakkının olduğu ve Muaviyenin yıktığı cumhuriyet idaresi; Mustafa kemal Atatürk’ün
liderlik yaptığı kadrolar tarafından tekrar Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile
kurulmuş oldu.
Bu itibarla Cumhuriyet; Kur’an emridir. Cumhuriyet Hz. Resulullah’ın (sav) mirasıdır.
Cumhuriyet Ehli Beytin, Evladı Resul’ün
davasıdır. Cumhuriyet Atatürk ve
arkadaşlarının Türk milletine hediyesidir.
Türkiye Cumhuriyeti
Devleti’ni kuran kadrolardan, başta 10 Kasım’da “ve aleykümselâm diyerek iman edenlerin gıpta ettiği bir şekilde bu
dünyadan bekâ’ya göçen Gazi Mustafa
Kemal Atatürk olmak üzere, cümlesinden Allah razı olsun, ruhları şad olsun.
Makamları peygamberlerin mukarriplerin sıddıkların şehitlerin rızıklandıkları makam
olsun. Vesselâm.
Nejdet Şahin
05 Kasım 2010 Cuma