21 Haziran 2011 Salı

Geldi Muhyiddin hakikat alem içre ağniya

Geldi Muhyiddin hakikat alem içre ağniya

Kapısında padişahlar oldular kul ve keda



Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi kastediliyor ki; Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra bu alemde zuhur eden irfaniyetin, hikmet ve kamalatın membaı arifler silsilesinin en parlak veli şahsiyetlerindendir. Ehl-i kemal ve ehl-i hakikat, kendisinden ve eserlerinden çok istifade etmişler ve etmektedirler. Onun eserleri ariflerin ve ehl-i kemalin baş tacı olup, ehl-i kemal kendisini “Şeyh-ül Ekber / Büyük Şeyh” olarak vasfetmişler ve vasfetmektedirler.

Peygamberlik üç türlüdür: Birincisi nebi, ikincisi resul, üçüncüsü ululazim peygamberlerdir. Nebi peygamber; sadece nebidir. Vahyin muhatabı olup; kendisine müracaat edenlere vahyi tebliğ ederek halkı irşad ederler. Ben nebiyim diyerek halka peygamberliğini açıkça ilan etmezler. Nebi peygamberler çok olup; aynı zamanda bir çok nebi olduğu gibi, bir aileden birkaç kişi de nebi peygamber olabilirler. Resul peygamberler ise; hem nebi, hem de resuldürler. Resul peygamberler kendisini gizlemez, açıkça peygamberliğini ilan eder ve ben Allah’ın resulüyüm, der. Hatta inkar edenlerle savaş dahi eder. Zamanında mevcut olan kitapla hükmeder ve dine bulaşmış olan fazlalıkları atıp, eksikleri tamamlarlar. Ululazim peygamberler ise; hem nebi, hem resul, hem de ululazim peygamber olup, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Resulullah Efendilerimiz gibi; kendisine kitap ve şeriat indirilen peygamberlerdir. Bunlar yaklaşık 600 senede bir gelirler.

Peygamberlerin varisi olan ilim sahipleri de üç sınıftır: Birincisi, nebi peygamberler mesabesinde olan veliler. İkincisi resul peygamber mesabesinde olan veliler. Üçüncüsü ise, ululazim peygamberler mesabesinde olan velilerdir. Nebi mesabesindeki veliler her devirde var olup, çokturlar. Aynı aileden ve aynı beldede birden fazla olabilirler. Resul mesabesinde olan veliler çok olmayıp nadirdirler ve dine sirayet etmiş olan hurafe, bidat, gelenek vb. dinden ayırarak, fazlalıkları çıkarırlar, eksikleri ise tamamlarlar. Her yüz yılda bir gelen müceddit / yenileyici bunlardan olup, bu veliler; Kur’an, vahiy ve Peygamber Efendimizin ahlakına uygun bir şekilde tebliğ ve irşadda bulunurlar. Ululazim peygamber mesabesinde olan veliler ise; her yüz yılda bir gelen mücedditlerdendir ki, bunlar yaklaşık 600 senede bir gelirler ve dine sirayet etmiş olan hurafe, bidat, eksik ve fazlalıkları dinin gerçeğinden ayırırlar. Bu velilerin dinin hakikati ile yaptıkları telkin ve irşadlarının tesirleri yüzyıllarca sürer.

İşte, Hz. Resulullah Efendimizden yaklaşık 600 yıl sonra Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri zuhur etmiş ve ehl-i kemal ve ehl-i hakikat üzerinde çok tesiri olmuştur. Ehl-i aşk kendisinden çok istifade etmişlerdir ve halen etmektedirler. Muhiddin Arabi Hazretlerinden yaklaşık 600 sene sonra ise Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri zuhur etmiş olup, zuhuru irşadıyla halen ehl-i aşkı ve ehl-i kemali aydınlatmaktadır. Allah bizleri de böyle velilerin irşadı himmetlerine mazhar kılsın.

Hasan Fehmi Hazretleri: “Ehl-i hakikat olan Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri, kemalat ve marifette çok zengindi. Kendisine zamanın padişahları, devlet reisleri biat etmişler, ona mürit olmuşlardır. Padişahların ona olan hürmeti, kölenin sahibine olan hürmeti ve bağlılığı gibiydi.” buyuruyor.



İlmi ağzından Resul’ün aldı ol alicenab

Eyledi ihsan ona ol Fahr-i Alem Mustafa



Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi gibi Hz. Resulullah’ın halifesi olan pirlerin süluku; bizzat Hz. Peygamber Efendimize olup, seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden görürler. Nitekim Hz. Pir Efendimiz de seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden görmüştür. Bu itibarla ‘Şeyh-ül Ekber, Resulullah Efendimizin yüce ihsanına mazhar oldu ve ilmi ol Resulün ağzından aldı.’ Buyruluyor. Yani Şeyh-ül Ekber, Hz. Resulullah’ın telkin ve irşadına mazhar oldu, demektir.



Rüşd-i alem oldu asrında bilenler bildiler

İstidadı tam olanlar eylediler iktida



Fehmi Efendi Hazretleri: “Şeyh-ül Ekber, yaşadığı çağda / zamanda en kemalatlı ve marifeti en yüksek olan büyük bir mürşiddi. Her kim onu bu vasıfları ile tanıdıysa, o yüce şahsiyetten istifade ettiler.” buyuruyor. Nitekim bizim de kanaatimiz aynı olup, Şeyh-ül Ekber’in yetiştirdiği halifelerin ve ehl-i kemalin gayretleriyle Osmanlı Devlet’inin kuruluşu sağlanmış ve Osmanlı Devletinin yapılanmasına sayısız fayda ve katkıları olmuştur. Şeyh-ül Ekber'in irşadına mazhar olan erlerin ve ehl-i kemalin irşadlarıyla yol göstermeleri; Osmanlı’nın yükselme dönemindeki fütuhat ve adaletle idaresinin manevi harcı olmuştur. Allahualem.



Ol güruh-ı akl olan sofular onu bilmedi

Ona zındıktır demekle düştüler hep mehlika



Kendisini ve bilgisini herkesten yüksek gören, kibirli ve enaniyet sahibi sofu kimselere, bu kendi halleri perde oldu da, o yüce şahsiyetteki kemalattan ve irfaniyetten istifade edemediler. Hatta zındık, dinden çıktı gibi gerekçelerle, Şeyh-ül Ekber’e eziyet ederek Şam şehrinde şehit ettiler. Bugün dahi bu aynen böyledir ki; ehl-i tevhid-i hakiki ve arifler, Şeyh-ül Ekber’den istifade ederler, cahil sofular ise, onu zındık vb. isimlerle vasıflandırarak, ondan ve eserlerinden istifade edemezler ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetinden mahrum, Hak’tan ise mahcup kalırlar.



Bahr-ı ahdardır makam-ı Hızr’a yoldaştır o pir

Nevm-i gafletten uyandırdı nice yüz bin Musa



Bahr-ı ahdar, yeşil deniz demektir. Yeşil, ilm-i marifetin rengidir ki, Hz. Şeyh-ül Ekber’in makamı, ilm-i marifet mazhariyetidir ve Şeyh-ül Ekber marifetullahın ummanı, denizi idi. Bir seyahatinde bir şahıs ile sohbet ediyor, fakat bir türlü o şahsı ikna edemiyor. Birden Hızır Aleyhisselam zuhur ediyor ve seccadesini açıp yerden yukarda, havada namaz kılmaya başlıyor. Şeyh-ül Ekber, Hızır’a niye böyle havada namaz kıldığını sorduğunda, Hızır cevaben: “Karşında her şeyi akılla anlamanın mümkün olduğunu iddia eden o şahsa aklın her şeye yetmediğini göstermek için böyle yaptım.” diyor. Bu olayı gören o inkarcı şahıs, ikna oluyor ve iman ediyor.

Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Şeyh-ül Ekber’in Hızır’la yol arkadaşlığı vardır. Nasıl ki, Hızır Hz. Musa’nın müşküllerini hallettiyse, Şeyh-ül Ekber de yüz binlerce kişinin müşküllerini hallederek, onları irşadıyla, gaflet uykusundan uyandırdı.” diyor.



Ab-ı hayat menbaıdır kendisi haydır müdam

Etti ihya dini ilmiyle yeniden ol sima



Ab-ı hayat ölümsüzlük içeceğidir. Onu her kim içerse, ebediyen ölümsüz olur. Hz. Pir Efendimiz “Ab-ı hayat, ab-ı tevhiddir.” diyor. Bu itibarla, tevhid-i hakikinin keşfine her kim mazhar olursa; o şahıs ölümsüzleşir, ebediyen diri olur.

Yunus Emre Hazretlerinin: “Yunus öldü diye sala verirler / Ölenler hayvandır, aşıklar ölmez.” dediği gibi, Fehmi Efendi Hazretleri de bu sırra işaretle, Muhiddin Arabi Hazretleri için ‘haydır müdam; yani her zaman, daima diridir.’ diyor. Çünkü insan-ı kamil makamı birdir ve değişmez. İnsan-ı kamil, her zamanda ve halen mevcut ve zahirdir. Vesselam.

Bahr-ı ilmine kayık salmak bana mümkün değil

Eyle himmet Fehmi’ye yolundayım çün bir feda



Şeyh-ül Ekber Hazretlerinin marifeti çok yüksek idi ve arifler onun marifetinden çok istifade ettiler ve etmektedirler. “Onun ilim denizinde yüzmek, bana mümkün değil.” diyerek Hasan Fehmi Hazretleri, tevazu gösteriyor, tenezzül ediyor. “Yolumuz Şeyh-ül Ekber’in yoluyla aynıdır, ben bu meslek-i Resul yolunun hizmetçisi, kölesiyim.” diyor ve Hz. Şeyh-ül Ekber'in ruhaniyetinden himmet, yardım istiyor.

Allah, bizleri de böyle ehl-i kemal ve ehl-i hikmetle arkadaş kılıp, himmetlerine mazhar etsin.




Bey’at-ı Hakk’ı Muhammed’den kılanlar merhaba

Bey’at-ı Hakk’ı Muhammed’den kılanlar merhaba

Buldunuz iman-ı kamil, cümle yaran merhaba



Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de: “O sana biat edenler var ya; onlar gerçekte Allah ile bey’atlaşıyorlar. Allah’ın eli onların elleri üstündedir. Kim ahdini / bey’atını bozarsa, döneklik ederse, kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Kim Allah’a verdiği sözde durursa, Allah ona büyük bir ecir / ödül verecektir” (Fetih, 10) Buyrmuştur. İşte bu ayet, ashabın Hz. Peygamber Efendimizle yapmış oldukları bey’atı, antlaşmayı beyan ediyor ve yapılan bu bey'atın, hakikatte Allah’la yapılıp, Allah’ın elinin onların ellerinin üzerinde olduğunu açıklıyor. Çünkü peygamberler aynı zamanda veli olup, onların fenafillah keşfiyle nispet varlıkları olmayıp; bekabillah mazhariyetiyle Hakk’ın, hidayet tecellilerinin en kemalli zuhuru olan insan-ı kamil olduğu gibi, nübüvvet mertebesiyle de, vahyin mazharı olup Allah’ın elçisidirler.

Kur’an’da “…Resulümüze düşen apaçık bir tebliğden başka bir şey değildir.” (Teğabün, 12) buyrulmuştur. Bu itibarla peygamberler, vahye tabidirler ve ancak kendisine vahyolunanı tebliğ ederler. Peygamberin yaptığı tebliğe her kim bu şuurla biat ederse, onun biatı hakikatte Allah’adır. Çünkü ayette “Resule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur…” (Nisa, 80) buyrulur. Peygamberlerin mazhariyeti vahyi tebliğ olduğundan, onların tebliğ ve telkini Allah’ın emir ve sözüdür. Bu itibarla vahyi, yani Allah’ın emir ve sözünü tebliğ edenle, Allah’ın emir ve sözünü kabul edenin yaptığı bey’atleşme, anlaşma; hakikatte Allah’la yapılmış olur. İşte bu aynı zamanda “Onlar gerçekte Allah ile bey’atleşiyorlar. Allah’ın eli onların ellerinin üstündedir…” ayetinin mahiyetidir. Vesselam. Onların ellerinin üstündeki el, Allah’ın elidir, demek ise şöyledir: El, kudretullahın mazharı olup, Allah’ın kudret eli onların ellerinin üstündedir, demektir. Çünkü kulun ellerinden zuhur eden her faaliyet, ancak Allah’ın kudretiyle açığa çıkar. Allah’ın kudreti olmadan hiç bir faaliyet olmaz. Bunun için imanın şartlarından biri, hayrın ve şerrin Allah’ın kudretiyle olduğuna iman etmektir. İster hayır olsun, ister şer olsun, her bir iş ve oluş; mutlaka kudretullaha muhtaçtır, kudret-i ilahi olmadan hiç bir iş ve oluş olmaz. Bey’atleşme de Allah’ın razı olduğu hayırlı bir faaliyet olduğundan, Allah’ın rızası ve kudret eli, Hz. Muhammed (sav)’le bey’atleşenlerin üzerindedir.

Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah Efendimizden görmüş olup, aldığı telkin ve tarifname bizzat Hz. Resulullah Efendimizdendir. Bu itibarla Hz. Pir, Resulullah Efendimizin halifesidir. Meslek-i Resul mürşid-i kamili ise, Hz. Pir’in halifesidir. Bu itibarla mürşid-i kamilin telkini, Hz. Muhammed (sav)’in telkinidir. Yani Hz. Peygamber Efendimiz ashaba nasıl telkin etmişse, kamilin telkini onun aynıdır.

Kim, meslek-i Resule dahil olup, mürşid-i kamilin emr-i ilahiden ibaret olan telkinine biat etmişse, o biat Hakk’a ait olup, Hz. Muhammed (sav)’le ashabın yapmış olduğu biatin aynıdır. Çünkü biat / anlaşma, emr-i ilahi olan telkine ve tarife riayet için yapılır. Hem mürşid hem de salik, telkin olan emr-i ilahiye riayet etmekle mükelleftirler. Eğer telkine riayet ederlerse, her ikisi de istifade ederler, riayet etmezlerse her ikisi de faydalanamazlar, zarar ederler. “Kim ahdini / bey’atini bozarsa, döneklik ederse; kendi aleyhine döneklik etmiş olur. Kim Allah’a verdiği sözde durursa Allah ona büyük bir ecir / ödül verecektir.” (Fetih, 10) Beyanındaki gibi bey'atleşenler; ahitleşmeye riayet etmez de verdiği sözde durmazsa, kendi nefsine kötülük etmiş olur. Her kim ki bey’atine sadık olursa, Allah ona iyilikler verir. Velhasıl Fehmi Efendi, bey’atını böyle bir anlayışla yapanlara hitaben “Bey’at-ı Hakk’ı Muhammed’den kılanlar merhaba / Buldunuz iman-ı kamil, cümle yaran merhaba!” diyor.

İman üç kısımdır: Birincisi, taklidi iman. İkincisi, istidlali / delilli iman. Üçüncüsü hakiki / kamil imandır. Taklidi iman, imanın en zayıfıdır, istidlali iman ulema-yı zahirin ve ehl-i tarikin imanıdır. Çünkü onlar isimlerini ve eserlerini Hakk’a delil yaparlar. Îman-ı kamil ise; arifin yani ehl-i kemalin imanıdır ki, bu iman-ı kamil, meslek-i Resule dahil olup, Muhammedi bey’atla mazhar olunan, telkine sadakatle bulunur. Yaran; dost, ahbap demektir.İşte Hasan Fehmi Hazretleri, kendisi gibi iman-ı kamile ulaşan, cümle ehl-i kemale ‘Merhaba!’ diyor.



Varis-i nebidir ol Nur Muhammed esfiya

Gün gibi doğdu bu alem yüzüne saldı ziya



Hadis-i şerifte “Alimler, nebilerin varisleridir.” Buyrulmuştur. Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri, Hz. Resulullah Efendimizin varisidir. Hz. Pir, seyr-i sülukun fenafillah mertebelerini Hz. Resulullah’ın misal-i vücudundan, bekabillah mertebelerini ise Hz. Resulullah’ın vücud-u unsurundan görmüş olup, vücudu Nur-u Muhammed (sav) zuhuruna da mazhar olduğundan, esfiyadır, yani tertemizdir. Hz. Pir’in şahsında zahir olan ruhaniyet ve kemalat, bu alemi, güneşin karanlığı aydınlatması gibi aydınlatıp parlatmış ve halen aydınlatıp parlatmaktadır.



Oldu imam ehl-i aşka verdi müezzin sala

Kıldılar dört farz namazı okudu gad efleha

Hz. Pir Efendimizin zuhurundaki meslek-i Resul telkin ve irşadı, Allah aşıklarının imamıdır. Müezzin ise, zamanın davetçisi olan kamil mürşiddir. Her ehl-i aşk, kamilin davetiyle o telkin olan imama uymuşlardır.Bunu beyanla Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadar’lı Hacı Kadir Bey “Hiç kimse, insanlığını davetsiz açığa çıkaramaz.” demiştir.

‘Kıldılar dört farz namaz, okudu kad efleha’ sözünün anlamı ise şöyledir: Kuranda “Kad efleha men tezekka ve zekerasme rabbihi fesalla. Nefsini / benliğini arındıran, gerçekten kurtuluşa ermiştir. O Rabbinin adını anmış / zikretmiş, namaz kılmıştır.” (A’la, 14–15) Buyrulur. Bu itibarla her kim ki, zamanın kamil mürşidinin irşadına mazhar olursa o, zikr-i daim ve ilm-i tevhidin keşfi irfaniyetiyle, gayriyet kirinden, yani gizli şirk pisliğinden arınıp tertemiz olur. Dört farzla, yani mürşid-i kamilin dört makam teveccühü telkiniyle, namazın hakikatine mazhar olur demektir.

Geçtiler zevk-i fenadan buldular zevk-i beka

Kıldılar vahdette namaz ettiler miraç Hakk’a



Hadis-i şerifte: “Müminin namazı miraçtır.” buyrulmuştur. Makamat-ı tevhidin fena makamları olan tevhid-i efal, tevhid-i sıfat, tevhid-i zat keşfi irfaniyetiyle, cehaletle var zannettikleri nispet varlıklarından arınıp geçenler; ölümsüzlüğe, yani ebediyet olan bekabillaha mazhar olurlar ve Hakk’a vasıl olup, hep Hakk’ı müşahede ederek, Hak’la ebediyet, yani beka bulur ve ölümsüz olurlar. İşte bu, kulun Rabbiyle vuslatı ve miracıdır.

Bu miraç, aynı zamanda, vakit namazlarının hakikati olan vahdet namazı olup, kulun “…Nereye dönerseniz Allah’ın yüzü oradadır…” (Bakara, 115) Kur’an beyanındaki gibi, kurb-u feraiz / farz yakınlık mertebesine ulaşıp, halkı batın ve Hakk’ı zahir müşahedesiyle, hep Hak görmesidir. Vesselam.



Sıdre-i münteha olmaz aşığa durak makam

Geçtiler kavseyne onlar ettiler canı feda



Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid'inde, Hz. Resulullah’ın miraca giderken yolculuğundan ve yol arkadaşlarından bahseder. Bu yolculukta Sidre-i Münteha’ya vardıklarında Cebrail’in Hz. Peygambere ‘Benim makamım burasıdır, buradan ileri gidersem baştan aşağı yanarım.’ demesine karşılık Hz. Resulullah Efendimiz:



Ta ezelden bana aşk oluptur delil

Yanar isem yanayım ben ey Halil



buyurur ve Refref isimli vasıtayla birlikte, Cebrail’in cesaret edemediği sidre-i münteha makamını geçerler.

Bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri de: “Aşık olanlar, sidre-i münteha makamında durmazlar. Onlar cesaret ve azimle, tevhid makamlarından bir makamın ismi olup, Kur’an-ı Kerim’de ‘Kabe Kavseyn’ olarak ifade edilen makama ulaşırlar ve zevklenirler.” Diyor.



Ol yüzü bedr-i münir ahz.eyledi şemsten ziya

Cümle erbab-ı ulumun kalbine verdi cila



Hz. Pir; ayın, güneşten olan parlaklığı ile gecenin karanlığındakilere yol göstermesi gibi, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle, cehalet karanlığındakilerin yolunu aydınlatmış, ehil olanların kalbini zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkin ve irşadıyla parlatmıştır. İşte Hz. Pir’den zahir olan kemalat aydınlığı ve ışığı, hidayetin baş mazharı olan Hz. Muhammed (sav) güneşindendir demektir.



Cilve-i maşuka sabretmek gerektir aşığa

Bir cefası içre Fehmi’ye gelir yüz bin sefa



Cilve-i maşuk, Cenab-ı Hakk’ın tecellilerinin nev’idir. Çünkü tecellide celal var, cemal var; kimi tecelliler nefse zor gelir. Fakat aşık olan kimse; gerek celal, gerekse cemal tecellilerin ilahi sevgiliden olduğuna, arif olduğu için sabreder. Kur'an’da “Dedi ki; ben içimi doldurup taşan hüznümü, kederimi ancak Allah’a arz ederim...” (Yusuf, 86) buyrulmuştur. Bu itibarla, aşığın ilahi sevgiliden başkasına yönelmemesi, onun sabrıdır. İşte böyle sabreden aşığa, yüce sevgili cemaliyle tecelli ederek, kayda gelmeyecek bir irfaniyet ve zevke mazhar kılar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Fehmi’ye bir cefası içre, yüz binlerce sefa gelir.” diyor.

Allah, her şeyin en iyisini bilendir.




Ya Rabbi beni ağyare saldırma

Ya Rabbi beni ağyare saldırma

Bu'd firkatin narına yandırma

Mutad et kalbimi zikrinle daim

Uyandır nevm-i gaflete daldırma



Ya Rabbi, beni ağyare saldırma… Ağyar; yardan, sevgiliden gayri olanlardır. “Ey Rabbim, senden gayrı olan şeylerle meşgul olmayayım, bu konuda bana yardım et.” demektir. Bu'd firkat narı; uzaklık, ayrılık ateşi demektir. Aşığın, maşukundan uzak ve ayrı kalması, aşığa nasıl azap ve ateş ise, aynı şekilde Rabbinden uzak ve ayrı kalması kulun ateşidir / narıdır. Bu itibarla “Ey Rabbim, senden uzak ve ayrı kalmak narı ile bende tecelli etme.” buyruluyor. Devamla “Mutad et kalbimi zikrinle daim / Uyandır nevm-i gaflete daldırma…” Yani “Ey Rabbim, benim kalbimi zikr-i daim zevkinin tadıyla uyandır, gaflet uykusunda olmayayım, daim zikrin uyanıklığını bana ihsan et.” demektir.



Bad-ı seher-i aşkını kalbimde

Estir erisin ol şirk-i hafiye

Şems-i hakikatin tığını saldır

Açılsın marifet gülün soldurma



Bad-ı seher-i aşk; sabah seherde esen latif ve tatlı yelin muhabbeti demektir. Mana itibariyle ise; zikr-i daim ve tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat keşfi irfaniyetinin kalbe yerleşmesiyle hasıl olan aşk-ı ilahiye beni mazhar kıl ki, şirk-i hafi yani gizli şirkten kurtulayım, demektir. Çünkü Hz. Resulullah Efendimiz: “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım.” buyurmuştur.

Hasan Fehmi Hazretlerinin, ilahi aşkla erisin dediği şirk-i hafiye, Hz. Resulullah’ın ümmeti için korkup endişe ettiği, gizli şirk işleyenlerden olmamaktır. Gizli şirkin çaresi tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Zikr-i daim uyanıklığıyla tevhid mertebelerinin irfaniyetine ulaşmayan kimse gizli şirkten arınmış olmaz. ‘Şems-i hakikat tığını saldır / Açılsın marifet gülün soldurma’ demek ise: Beni tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar kıl. Tevhid-i hakiki keşfi aydınlığıyla, enfus - afak her nereye baksam, Rabbimi müşahede etme marifetinin zevkine mazhar olayım, demektir. Çünkü ilm-i tevhidin marifeti haricinde kalan cümle anlayışlar fani, geçici olduğundan solar. Bu geçici olup solan anlayışlar, kulu Rabbine kavuşturmaz. Tevhid-i hakiki marifeti ise kulu Rabbine vasıl eder ki, bu vuslat ebedi, yani baki olup solmayan bir marifettir. Bu aynı zamanda meslek-i Resul irşadıyla hasıl olan Muhammedi bir kulluk olduğundan, bu kulluğun marifeti ebedi olup cümle alemlerde devam eder ve kul cümle alemlerde daima Rabbine vuslat zevkiyle yaşar.

Çünkü hadis-i şerifte: “Allah kuluna bir çok nimet verir fakat geri alabilir. İki nimet vardır ki, Allah kuluna verdi mi onları geri almaz. Geri almak, Allah’ın şanından değildir. Bu nimetlerin birincisi, kulun kalbi zikr-i daimle kuruldu mu onu bir daha durdurmaz, diğeri ise; Allah kuluyla arasındaki perdeyi kaldırdı mı, bir daha örtmez.” Buyrulmuştur.



Özümü özünden olduğun bildir

Sözümü sözünden olduğun bildir

Emraz-ı averi gözümden kaldır

Biri bir göreyim, iki sandırma



Kur’an-ı Kerim’de “…Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu kıvama erdirip içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 71-72) Başka bir ayette ise “…kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 9) buyrulmaktadır. Bu ayetlerin beyanından anlaşılacağı gibi, herkesin özü yani ruhu, Cenab-ı Hak’tan olup, Hakk’ın harici ve gayrısı değildir. Fakat insan cehaletle, kendisini Hakk’ın varlığından ayrı zanneder. Bu cehalet ve zanlardan kurtarmak için peygamberler, pirler; alimler insanlara tebliğ ve irşadda bulunurlar.

İnsanı bu cehalet ve zanlardan kurtaracak tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Ki, ancak tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşan kimse, kendi nefsinin, yani öz varlığının Hakk’ın gayrisi olmadığını müşahede eder ve kendi özü ile Hakk’ın özünün aynı olduğuna arif olur. İşte Hasan Fehmi Hazretleri, Beni öyle bir keşf-i irfaniyete mazhar kıl ki, özüm nasıl özündendir, sözüm nasıl sözündendir, ben bileyim.” diyor.

Emraz-ı aver; şaşılık hastalığıdır. Gözleri şaşı olan kimseler, gözlerinin kaymasından dolayı bir olan eşyayı, yani bardak, sandalye, masa vb. iki tane olarak görürler. Mana itibariyle şaşı olanlar ise, kendini, cümle varlığı ve eşyayı; Hakk’ın varlığının harici zannederek, Hakk’ın varlığından ayrı görür. Yani hakikatte tek olan varlığı ikileştirir. İşte Hasan Fehmi Hazretleri: “Ben senin varlığını, kendimin ve eşyanın varlığından gayrı, iki ayrı varlık olarak görmeyeyim. Bir’i bir göreyim, iki zannetmeyeyim.” diyor.

Çünkü Allah bütün mevcudatta ve malumatta, yani bilinen, görülen ve görünmeyen her yerde efal, sıfat ve zat tecellisiyle zahir olduğundan, Allah’tan başka bir varlık yoktur. Bunu beyanla Kur’an’da “…O’nun veçhinden / yüzünden başka her şey helaktadır, yokluktadır…” (Kasas, 88) Buyrulmuştur. Allahualem.



Hadis-i kudsinde kim buyurdun sen

Sevdiğin kuluna hep verirsin sen

Gözünden görmeye göz olursun sen

Bu zümre kullardan beni ayırma



Cenab-ı Hak, hadis-i kudside “Bir kulum bana nafilelerle öyle bir yaklaşır ki, onun görmesine göz olurum, işitmesine kulak olurum; yürümesine ayak, tutmasına el olurum. O benimle görür, o benimle işitir, o benimle yürür, o benimle işler.” Buyuruyor.

Fehmi Efendi Hazretleri, bu kudsi hadise atıfta bulunarak “Ey Allah’ım, beni de kudsi hadisinde bahsettiğin sana nevafille yakın olmuş kullarından eyle, beni o kulların irfaniyetinden ve onlarla arkadaşlıktan mahrum bırakma, ben o kullarınla daima beraber olayım.” diyor.



Sehab-ı cehlimi kaldır arada

Nur-ı irfan ziya salsın her yandan

Göreyim cemalin ben ben olmadan

Sözümü serab-ı zille kaydırma



Nasıl ki bulut güneşin ışığını engelleyip, gündüzü karartıyorsa; irfaniyetin aydınlığına da, cehalet bulutu engeldir. Çünkü cehalet, kulu ariflerden, ehl-i kemalden uzaklaştırarak, mürşid-i kamilin irfaniyetinden ve irşadından istifade edemeyerek cehlin karanlığında kalmasına sebep olur. İşte bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri “Cehalet bulutu aramıza girmesin, Rabbim ben daima seninle beraber olma irşadının aydınlığı içinde olayım ve göreyim cemalini, ben ben olmadan...” diyor.

Ehl-i tarikatın ve ehl-i zahirin en alimleri, bu alemde Hakk’ın isimleri, fiilleri, sıfatları ile zuhur ettiğine ve Allah’ın zatının mevcut olmayıp mevhum olduğuna inanarak, kendi varlıklarını Hak’tan ayrı zannederler. Bunlar, sıfatıyyun olarak da tabir edilir ki, bunlar makamat-ı tevhidin müşahedesinden mahrum olduklarından, kendi varlıklarını Hakk’ın varlığından ayrı bilir ve öyle inanırlar.

Hasan Fehmi Hazretleri “Ehl-i tarik ve ulema-i zahir gibi, seni kendi varlığımdan ayrı olarak bilmeyeyim; ben fenafillah yokluğu, hiçliğiyle nispet varlığım olmadan göreyim senin güzel yüzünü, cemalini...” diyor.

‘Gözümü serab-ı zille kaydırma’ demek ise: Serap, daha ziyade sıcağın harareti ile görünen su, yeşillik vb. hayaldir ki, karşıdan baktığında var zannedersin, fakat gider bakarsın ki biraz evvel görünenin aslı yoktur. Serap göz yanılması olup, aslı olmayan şeydir. İşte bu alemde ve cümle alemlerde Hak’tan gayrı görünen her şey seraptır. Aslolan Hak’tır, çünkü Hak’tan gayrı yoktur. İşte Hasan Fehmi Hazretleri “Benim gözümü serap olan gayriyete, senden başkasına kaydırma, ben Hak’tan gayri görmeyeyim.” diyor.

Vaslına muhabbet nimettir bana

Birliğe ulaşmak izzettir bana

Hicab-ı cenneti set çekme bana

Huri gılman ile beni kandırma



Bir kulun mazhar olacağı en yüce nimet, Rabbine vuslat etme sevgisidir, muhabbetidir. Çünkü ancak bu muhabbet, kulu, yaradılışının yüce gayesine, yani Rabbine kavuşturur. Mecnun’a ‘Hz. Ali mi haklı idi yoksa Muaviye mi?’ diye sorulunca, Mecnun cevaben: “Bütün güzellikleri kendisinde toplayan Leyla haklıdır.” diyor. Çünkü aşığa maşukunun muhabbetinden daha ziyade zevk olmaz. Onun için Fehmi Efendi “Hakk’a vuslat muhabbeti nimettir bana.” diyor. Kul için rütbelerin en yücesi, izzetlisi ise Rabbin katıdır. Yani makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kulun, Hak tecellisinde yok olup, Rabbine kavuşmasıdır. Bir kula bundan daha üstün bir makam olmaz. Bu itibarla ‘Hakk’a vuslat keşfiyle, birliğe ulaşmak izzettir bana’ buyrulmuştur.

‘Hicab-ı cenneti set çekme bana / Huri, gılman ile beni kandırma’ sözünün anlamı ise şöyledir:

Misal olunur ki, padişahın biri, cariyelerinden bir tanesini daha fazla sever, iltifat edermiş. Padişahın bu cariyeye olan iltifatı diğerleri tarafından kıskançlığa sebep olmuş ve dedikodular padişahın kulağına gelmiş. Padişah da, peki öyle ise diyor ve bir imtihan yapıyor: Bütün cariyeleri hazine odasına götürüp “Bugün benim ihsan, bahşiş günümdür. Herkes en çok neyi seviyorsa hazinemden onu alsın.” diyor. Bunun üzerine herkes, hazineden bilezik, taç, kemer, kolye vb. alıyor. Padişah “Herkes en sevdiğini aldı mı?” Diye sorunca, onlar da ‘Aldık.’ diyorlar. Fakat padişahın iltifat ettiği cariye hiç bir şey almamış. Padişah ona “Sen neden hiç bir şey almadın?” Diye sorunca, cariye cevaben “Ey Padişahım, ben senden başka hiç bir şeyi sevmiyorum. Sen, herkes sevdiğini alsın, dedin. Ben senin hazinelerini ve mülkünü değil, ancak seni seviyorum.” diyor. O zaman padişah diğer cariyelere dönerek “Benim buna iltifatımın sebebini şimdi anladınız mı?” diyor.

Bu itibarla, ehl-i ukbanın kulluk ve ibadetteki amacı, Allah’ın mülkü olan ahirette cennet nimetlerine mazhar olmak için olup; ehl-i tevhid-i hakiki ariflerinin kulluğunun amacı ise, bu alemde Rabbine vuslat edip, cümle alemlerde vuslattan ayrılmamaktır.

Fehmi Efendi Hazretleri, Cenab-ı Hakk’a hitaben: “Aramıza cennet, huri, gılman mülkün girmesin; beni hiç bir tecelli senin vuslatından ayırmasın.” diyor. Bu mevzuda, Yunus Emre Hazretleri ise:



Cennet Cennet dedikleri, birkaç evle bir kaç huri

İsteyene ver sen onu, bana seni gerek seni



buyurmuştur.

Mahvedip Fehmi’yi mahz-ı zat eyle

Bekada baki kıl, izzu cah eyle

Cemalin keşfedip dilküşad eyle

Hicr ile berzahta beni durdurma



“Benim cehaletle var zannederek, kendime nispet ettiğim varlığımı ve anlayışlarımı, mahvet. Yani fenafillah keşfi irfaniyetiyle nispet varlığım yokluğa ersin. Beni zat-ı ilahi vuslatına mazhar kılmakla şereflendir. Beka olan, senin ebedi varlığınla beni ihata edip sar. Güzel yüzün olan cemal güzelliklerinin keşfini bana ikram, ihsan et. Gönlüm senin güzelliklerinle mutlu ve coşkun olsun.” diyor. Berzah perde demektir ki “Seninle aramızda hicr (ayrılık) perdesi olmasın!” diyerek, Fehmi Efendi Hazretleri; bu ilahinin her beytinde yüksek bir irfaniyet ve kemalatla, alemlerin Rabbi olan Allah’a niyazda bulunuyor.

Allah, bu güzel duaların kabulü icabetine bizleri de mazhar etsin.

20 Haziran 2011 Pazartesi

GİRİŞ

Kur’an’da “Biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” buyrulur. (Tin, 4-5)
Niyazi Mısri Hazretleri:

Gökte uçar iken yere indirdiler
Çar anasır bendlerine vurdular
Nur iken adım Niyazi koydular
Ta ezelki itibarım kandedür?

Yine ehlullahtan Aşık Mustafa:

Beka-yı mülkünden eyledim teşrif
Bu dar-ı fenaya imtihan için.
Gece gündüz daim muradım budur
Cemal-i pakini anlamak için.

Demişlerdir.
İşte bu ve benzeri beyanlardan da anlaşıldığı gibi, yeryüzü olan bu imtihan alemindeki her insan; Hakk’ın varlığından yaratılmış olup, et ve kemikle bedenlenerek, bu imtihan alemine, yani yeryüzüne indirilmiştir. Bu yaratılış “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 4) beyanından anlaşıldığı gibi en güzel yaratılıştır.
İnsan, bedenlenip yeryüzüne gelince, kendi varlığının Hakk’ın varlığından ayrı olduğunu zannetti ve cehaletle varlığını kendine nispet ederek, asli hakikatini; cehlin ve zanların oluşturduğu nispet varlık kafesine hapsederek gizli şirk işledi. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz: “…Ümmetimin gizli şirkinden korkarım.” buyurmuştur.
İşte, kulun bu gizli şirkten kurtulması; tevhid kelimesini dil ile söylemekle yetinmeyip tevhidin hakikatine yükselmesini gerektirir ki, bunun başkaca bir çaresi yoktur. Çünkü bir kimse hangi ilimleri tahsil ederse etsin, eğer tevhid-i hakiki irfaniyetiyle makam-ı insanı bulup, insan-ı kamil olmamışsa; gizli şirkin ehlidir ve bilmeden cehaletle, Cenab-ı Hakk’ın kendindeki ve cümle eşyadaki varlığına ortaklık ederek gizli şirk işler. Kulun, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle gizli şirkten kurtulup kamil bir insan olması; ancak cümle eşyada mevcut olup, aynı zamanda kendi asli hakikati olan Rabbine vuslat etmesiyle mümkündür.
Bu itibarla kulun, Rabbine bu imtihan aleminde kavuşmasından daha ziyade onu mutlu edecek bir keyfiyeti olmaz. Çünkü bu keyfiyet, kulun yaradılışının yüce gayesine ulaşıp, cümle alemlerde Rabbine vuslat zevkiyle ebediyen var olmasıdır. Her insan, yaradılışının yüce gayesine yakınlaştığı nispette huzur ve mutluluğu bularak, cehalet ve zanlarından hasıl olan manevi hastalıklardan, rahatsızlıklardan ve gizli şirkten kurtulup felaha ulaşır. Bu da, Muhammedi bir kulluk mazhariyetiyle insanın yaratıcısına yani Rabbine kavuşup vuslat etmesiyle mümkündür.
Kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine vuslat kulluğuna ulaşmayan her insan; mevki ve makamı ne olursa olsun, hangi ilmin alimi olursa olsun, eksiktir ve insan-ı kamilin mazhar olduğu felah ve mutluluktan mahrumdur. Çünkü insanı Rabbine kavuşturmayan cümle anlayışlar “en güzel yaradılış” olan insanı sınırlayıp gayriyetin, yani Rabbinden başka olan heveslerin esiri ve mahkumu eder. İşte bu mahkumiyetten kurtulup, kulun yaradılış gayesine ulaşarak, ideal olan felah ve mutluluğa mazhar olması, eksiklerini giderip insan-ı kamil olmasıyla mümkündür.
Tevhid aydınlığı olan bu eser; okuyucusuna, insanın Muhammedi bir kullukla nasıl insan-ı kamil mertebesine ulaşacağını tarif eder.
Ayrıca bu eser, geçmişte ve günümüzde her zaman var olan, makam-ı insan kemalat ve marifetiyle uzaktan ve yakından hiç bir alakaları olmadığı halde, çeşitli organizasyonlarla halka “zamanın mürşidi, insan-ı kamili” gibi unvanlarla tanıtılarak; milletimizin Allah dostlarına duyduğu derin muhabbeti istismar eden, siyasi, ekonomik ve beşeri menfaatler sağlayan taklitçi, sahtekar ve nakıs mürşitler ile gerçek Allah dostu olan insan-ı kamili açık bir şekilde tanıtarak, bunları ayırt edebilmesini okuyucuya gösterir.
Bunun için, ehl-i kemalin buyurduğu gibi:

“Bu eser, su değildir fakat su arayana pınarı gösterir; ekmek değildir fakat aç olana fırını gösterir.”
Vesselam…

18 Haziran 2011 Cumartesi

ÖNSÖZ

Cenab-ı Hak; insanlığı, onların arasından seçtiği peygamberler vasıtasıyla uyarmış, insanların hakkında neyin iyi ve faydalı, neyin kötü ve faydasız olduğunu, peygamberlere yaptığı vahiyle bildirmiştir. Ahir zaman Peygamberi Hz. Muhammed s.a.v Efendimizin zuhuruyla, insanlığa peygamberlerin gelmesi tamamlanmıştır.
Hz. Resulullah Efendimizin bu alemden unsur bedeniyle ayrılmasından sonra tebliğ ve irşad; velayet yoluyla insan-ı kamil olan veliler tarafından ifa edilmiştir. Kıyamete kadar da edilecektir.
İnsan-ı kamil olan bu veliler, her zaman ve bu gün dahi, kamil olmayan, nakıs / eksik insanlar tarafından istismar edilmiş ve edilmektedir. Her köşede, bu şerefli irşad görevini yapan mürşid-i kamilin taklitçileri mevcut olup, Hak talipleri ve aşıklarının ilahi sevgiliye vuslat yolunun üzerinde oturup, onları şaşırtmaya devam etmektedirler. Unutulmamalıdır ki, gerçeği, hakikisi olan bir şey taklit edilir. Hz. Resulullah Efendimizin zuhurundan evvel, onun yaşadığı coğrafyada sahte peygamberlik vakası yoktu. Hz. Peygamber’in zuhur edip müminlerin teveccühüne mazhar olmasıyla beraber sahte peygamberler de çıktı ve halen çıkmaya devam etmekteler.
İşte velayetle irşad makamı olan mürşid-i kamil’lik; ehil olmayan sahte mürşidler tarafından, her zaman olduğu gibi bugün de suiistimal edilmeye devam ediliyor. Bunlar, çeşitli organizasyonlarla halka zamanın insan-ı kamili olarak tanıtılıp, siyasi, ekonomik vb. beşeri menfaatler sağlanıyor.
Mazhar oldukları kemalat ve marifet irşadıyla insanlığı aydınlatan Muhiddin Arabi, Mevlana Celaleddin, Hacı Bektaş, Yunus Emre, Hacı Bayram, Niyazi Mısri ve Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri... gibi mürşid-i kamil olan veliler zincirinin altın halkalarından biri olan Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretlerinin zuhuruyla özellikle Anadolu Melamiliği üzerinde derin tesirleri olmuş ve halen olmaktadır.
Hasan Fehmi efendinin dedeleri Aslen Bursa’nın tomat nahiyesindendirler. Rumelinin fethiyle ataları Rumeliye göçüp iskan olunmuştur. Atalarının kurduğu şimdiki Makedonya devletinin iştip vilayetine bağlı Muşansa köyünde 1885 yılında doğan Hasan Fehmi Tezdoğan Hazretleri, balkan harbinden sonra atalarının kurduğu yurdu bırakıp İzmir’e yerleşmiş ve 1951 yılında İzmir’de vefat etmiştir.
Şerhine memur olduğumuz Hasan Fehmi Tezdoğan Divanı’nın şerh edilmesi (açıklanması), 10 Ramazan’da başlayıp, dört ay sonra 09.02.2005 tarihinde tamam oldu.
Hz. Peygamber Efendimiz “Peygamberler günah işlemez fakat hata yaparlar.” Buyurmuştur. Peygamberler dahi hata yapabildiğine göre, bizlerin hataları kim bilir ne kadardır! Her tevil, tefsir ve tabir hataya ihtimalli olup, başka bir şekilde de yorumlanabilir. Biz mazhariyetimiz nispetinde gayret ettik ve bu Hasan Fehmi Divanı Şerhi, hatalarıyla doğrularıyla meydana geldi. Umarım ki, ehl-i aşka, meslek-i Resul-ü Melamiyye muhiplerine ve müntesiplerine faydalı olur.

Başta, yüksek ahlak ve kemalatı ile gece ve gündüz hiç üşenmeden bizlerin müşküllerini halleden, yetişmemde en büyük katkısı olup, madden ve manen elimden tutarak bugünlere ulaşmamda sayılamayacak kadar emeği ve fedakarlığı olan Demir Ali Serbest Efendi’ye;
Meslek-i Resul-ü Melamiyye ruhaniyetini, zevk ve neşesini Prizren’deki Abdülmalik Hilmi Hazretleri’nin tekkesinde irşad olup yetişerek, nasiplendiği bu yüce ruhaniyeti Salihli’ye taşıyıp bizleri de irşad eden mürşid-i kamil, Türk-İslam aşığı ve mücahidi Kemal Zurnacı Hazretleri’nin ve geçmiş bütün büyüklerimizin ruhaniyetine;
Ve cümle ehl-i zikre, ehl-i tevhide ithaf ediyorum.


ZİKRULLAH

 Hidayet yolunu gösteren kuranı, insanlığa inzâl edip indiren Allah’a hamd, Resul’u Hz. Muhammed’e ve ehl-i beyt’e selam olsun.
         “Kitaptan sana vahyedileni oku, namazı yerine getir. Çünkü namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki zikrullah en büyük ibâdettir.” (Ankebut, 45) vahiy buyruğu ile cenab-ı Hak, çok açık bir şekilde kuranın ayetlerini okumamızı, namazı kılmakla kötülüklerden korunacağımızı ve “zikrullah’ın en büyük ibadet” olduğunu net olarak ifade ediyor.
        Zikrullah’ın en büyük ibadet olması, dünya, berzah (kabir) ve ahiret âlemlerinde yapılabilir olmakla, cümle âlemlerde kul’u gafletten uyandırıp, rabbine kavuşma yolu / tariki olmasıdır. Çünkü Hakk’a kavuşma kemâli, kul’un yaratılışının en ulvi amacıdır. Bunu ifadeyle Kur’an’da “Ey insan, sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonun da ona kavuşacaksın.” (İnşikak- 6) Ve “Onlar, Rablerine kavuşacaklarını ve gerçekten O’na döneceklerini çok iyi bilirler.”(Bakara-46)Buyrulur.
        Bu itibarla, kul’u rabbine kavuşturan en büyük ibadet zikrullah nedir ve nasıldır? Sorusunu her müminin kendine sorması gerekir. Ki, bu soruya cevaben şöyle deriz;
        Günümüzde, müntesip ve taraftarları az veya çok bazı tarikat mürşid ve cemaat önderleri, kul’u yaradılışın yüce maksadı olan Hakk’a kavuşturan zikrullah diye kelime-i tevhidi, salâvatı şerifi, cenabı Hakk’ın esma-i hüsnasın’dan (güzel isimlerinden) filânca ismi, 99 luk, 500 lük, 1000 lik gibi tesbihlerle veya tesbihsiz şu kadar adet, başka güzel Hak ismini bu kadar adet çektirirler. Tekke, dergâh vb. ifadelerle kutsallaştırılan büyük kubbeli, çok şatafatlı mekânlarında özel kıyafetlerle zikir halkasını kurup, yüksek sesle bazı Hak esmalarını zikredip söylemeyi mensuplarına kendileri veya vekilleri telkin ederler. Bir de bu faaliyetleri kulluğun kemâli gibi teşhir ederler. Bu tarikat ve cemaat mürşit ve önderleri çok saltanatlı olup, çeşitli enformasyonla ulu seyyid veya şerif, zamanın insanı kâmil’i, büyük mürşit, zamanın efendisi, zamanın gavsı, asrın, hatta bin yılın en büyük üstâdı, müceddidi vb. vasıflarla halka ve kamuoyuna lanse ve enforme edilirler. Ki taraftarları çok kalabalık olmasına rağmen, kul’u Hakk’a kavuşma kemâline eriştiren “en büyük zikrullah ibadetini” bunların kendileri de bilmez.
       Bunların ve vekillerinin taraftar ve müridlerine yaptıkları tarif ve öğretiler, asla ve kat’a; kul’u Hakk’a kavuşturan “en büyük zikrullah ibadeti” değildir. Çünkü ünvânı ne olursa olsun, kendine bağlı tekke dergah vb. mekânları ve taraftarları ne kadar çok olursa olsun, Kalbi zikrullah’tan gafil olan bir mürşit, kendisi zikrullah telkin ve irşâdına muhtaçken, başkalarına zikrullah telkin edemez.
       Bunların kelime-i tevhid, salâvat ve esma-i hüsna’dan bazı isimleri anmak vb. şekildeki kulluk gayretleri, zikrullah değil, zikir olarak ifade edilir. Çünkü zikir, anmak demektir ve bir kimse tesbih çektiği zamanda, Hak sohbeti yaptığı zamanda, namaz kıldığı zamanda, hac yaptığı zamanda, kur’an okuduğu zamanda cenab-ı Hakk’ı andığı için, bu ve benzer ibadetler zikir’dir. Bunu beyanla bazı ayetlerde, namazdan kurandan vb. ibadetlerden zikir olarak bahsedilir. Ki, zikir olan bu ibadet ve kulluk gayretleri, çeşitli isimlerle vasfedilse de, kulu rabbine kavuşturan en büyük zikrullah ibadeti değildir.
      Kul’u kemâle ve Hakk’a kavuşturan zikrullah, yüce yaratanın kullarına vahiyle öğrettiği gibidir. Bunu ifadeyle Kuran’da; “...bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin. (Bakara, 239) Buyrulur ki, bu ve benzeri ayetlerden açıkça anlaşıldığı gibi zikrullah, filanca mürşidin, fişmanca hoca efendinin, seyyidin, şerifin vb. şu kadar bu kadar esma çektirmesi değil, Hakk’ın vahiyle tarif ettiği gibidir. Ve bir kul, ancak vahyin öğrettiği zikrullah mazharıyetiyle Hakk’a kavuşup insan-ı kâmil olabilir.
       Yaratan Allah, vahiyle öğrettiği zikrullahı ifadeyle; “…siz ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…” (Nisa- 103) Buyurur ki, bir kişi nefes alıp verdiği müddetçe ya ayaktadır, ya oturur, ya da yatar. Nefes alıp vererek yaşayan insanın ayakta olmak, oturmak ve yatmaktan başka bir hal ve pozisyonu olur mu? Olmaz. Bunun için, vahyin öğretisi ve buyruğu olan zikrullah, öyle adet ve sayıyla değil, her nefeste daim zikir’dir. Ki, bunu ifadeyle mevlidi şerifte;
“Her nefeste Allah adın de müdam..” buyrulur.
        Ki cenabı Hak, her nefeste zikr-i daim’le kendisinin anılmasını öğretip buyurduğu gibi, “Aklını işleten / gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken dâima Allah’ı zikrederler…”(Âl-i İmrân, 191) beyanıyla da; Ayakta, otururken ve yatarken her nefeste zikri daim mazharı gönül / kalp ehli kullarını bizlere örnek gösteriyor.   
       Ayrıca, “Gerçek mümin olanlar ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiğinde kalpleri titrer...” (Enfâl, 2) Ve “Onlar öyle insanlardır ki; Allah zikredilince kalpleri titrer…” (Hac, 35) Ve “Müminlerin kalpleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın/dikkat edin, kalpler; ancak zikrullah ile tatmin olur.”(Ra’d- 28) vahiy beyanları da, rabbin Allah adının, kulun kalbi ile zikretmesini açık ve net bir ifadeyle bizlere öğretiyor. Ki, ayette ifade edilen kalp, kan pompası olan kalp olmayıp manevi vücudun hasleti olan kalp’tir.
        Ve kalp, merkezi aza olmakla vücudun merkezidir. Allah adı ise, mertebe yönüyle rabbin tüm isimlerinin kaynağı olan ulûhiyet mertebesinin ismidir. Allah adı, isim yönüyle ism-i celâl’dir. Celâl yakıcı olduğu için zikir, Allah adı ve kalp ile yapılırsa ancak, kalp’teki Hak’tan gayrı muhabbetleri yakıp yok eder. Ve o kalp’te Allah muhabbetini hâkim ve galip kılar. Bu aynı, bir ülkenin tüm şehirlerinin başkentteki iktidarın hâkimiyetine girmesi gibidir. Ki, kul’un kalp başkentinde Allah zikri galip olursa, o kulun diğer tüm azalarında ve vücudunun tamamında hâkimiyet zikredilen Allah’ın olur. Ve diğer azalarıyla beraber kul’un bütün varlığı, kalp’teki zikrullah hakimiyetine girerek, Allah’a boyun eğer.
       Kalbi zikri daim’e mazhar bir kul, her nerede olursa olsun, her nereye dönerse dönsün her nefeste Allah’la beraber olur. Bunu beyanla pir seyyid Muhammed nur Hz.leri; “Zikri daim salik’inin kıblesi “seme vechullahtır.” (Bakara- 115) Çünkü o, nereye dönse hep Allah der” diyor. Yani kalbinde zikri daim olan kulun kıblesi, “Doğu da batı da Allah’ındır, yüzünüzü nereye çevirirseniz Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara -115) Ayet hikmetince, yüzünü çevirdiği her taraftır demektir.
       Buna göre Allah’ın vahiyle öğrettiği, (Bakara- 239) kulu yaradılış yüce gayesine ve insanı kâmil makamına eriştiren yol. (tarik) Ve “en büyük ibadet olan zikrullah;” “kalp” ile ve “Allah” adıyla “her nefeste” yapılan “zikri daim”dir.
       “…eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun.” (Nahl, 43) “…sorun zikir ehline, eğer bilmiyorsanız ” (Enbiyâ, 7) vahiy öğretisi ile buyrulduğu gibi zikri daim, tüm zamanlarda sahtesi, taklidi çok olan, fakat samimiyet ve sadakat’la arandığı zaman muhakkak, kesinlikle bulunabilen zamanın kâmil mürşidin’den tahsil edilir.
       Kâmil olan bir mürşidin kendisi, her nefeste daim zikre aşina olduğu gibi o,  kesinlikle Kur'an’a tabi olup onun vahiyle çelişen hiç bir itikad ve faaliyeti olmaz. Ve o, kur’an emir ve yasaklarından başka bir şey telkin ve tavsiye etmediği gibi, vahyin telkin ve târifiyle irşâd eder. Bunu ifadeyle Hasan Fehmi (Tezdoğan) Hz.leri;
         Fehmi, zikr-i Hakk’ı sen sanma öyle bulunur
         Ol bir pir’den mü’minin kalbine ilkâ olur diyor.
Yüce Allah her şeyi en iyi bilendir. Vesselâm.
                                                                                        Nejdet Şahin                     
                                                                                      15 Aralık 2010                          
                                                                                          Çarşamba 

ADEM as.

Hamd, alemlerin Rabbı ve cümle alemlerdeki her bir varlığı ve bu varlıklar içinde ademi kendine yeryüzünde halife yaratan Allaha mahsustur. Selama layık olan ise, yüce Allahın sevgilisi/habibi hz Muhammed s.a.v ve onun ehlibeytidir. O ehlibeyt ki nuru Muhammed mazharıyeti ve  Ademi kemalat ile cümle zamanlarda sağ ve mevcuttur. Mesleki Resulu melamiyenin irşad hizmetkarı ve Ehli beyti manevi olan, Ademiyetin günümüz nasiblilerinden, Kosava devletinin prezren şehrinde ikamet edip bu mazharıyeti ile etrafını aydınlatan, Abdullah Rahte efendinin tarafıma sorduğu sorulara mazharıyetimiz nisbetinde verdiğimiz cevaplardır.
1-Soru :.Ademin a.s. yaratılması nedir.
 Cevap : Ademin yaratılmasının sebebi, Adem a.s ile zahir olan insanı kamil marifeti ile Allah’ın kendi bilinmekliğine muhabbet etmesi, yani aşık olmasıdır.
2.-Soru Ademin yaşadığı Cennet nedir:
 Cevap :  Ademin Hava ile yaşadığı cennet Berzah cennetidir. Bu cennete bütün veliler fenafillah irfaniyeti ile dahil olduklarından bu cennete, velayet cenneti de denir. Bu cennet kulun kendi yokluğunda hep Hakk’ı müşahade etmesinden hasıl olan zevki ilahi ile zevklenmesidir. 
3-Soru: Ademin Yanlışa/hataya düşmesi/günah işlemesi (yasak ağaçtan yemesi) nedir:
 Cevap: Berzah Cennetinde ademe yasak olan ağaç gaflet ağacıdır. Adem bu ağaca yaklaşmakla emri ilahiyi çiğneyip günaha girdi. Bu ağaca adem ademliğiyle yakın olmaz, yani ademiyetle bu ağaca yaklaşılmaz. Onun için iblis evvela Havayı aldattı sonra Hava da ademe ben o yasak ağaçtan yedim hiçbir zarar görmedim dedi. Ve Ademde bunun üzerine ağaca yaklaşarak emri ilahiyi çiğneyip günaha girdi. Bunun anlamı ve izahı şöyledir: Pir seyyid Muhammad Nur Hz. leri “kul ulviyete yükselirse ruh, sufliyete düşerse nefs tabir olunur” buyurur. Ademi kemalat, ruh yani vahdeti icap eder. Hakka vuslat uyanıklığı ile Vahdete Ruha yükselmiş olan bir kul, Allahın emrini asla çiğnemez. Kul ancak sufliyete düşerse yani nefsi onda hakim olursa, o zaman iblis ona yaklaşabilir ve onu sapıttırır. Hava ise nefsi remzeder ki, bir kimse gaflet ağacına ancak, Hava olan nefsinin onda galip olmasıyla yaklaşır ve o gafletle günah işler, yani gayrıyete düşer ve Hak’tan perdelenir. Hak’tan mahçup/perdeli olan kimse Başkalarına ve kendine vücut nisbet ederek günah işler. Çünkü Hz. Resulullah s.av efendimiz ibni abbasa hitaben “vücut günahı hiçbir günahla mukayese edilmeyen bir günahtır “ buyurmuştur. İşte Ademin gaflet ağacına yaklaşması ile işlediği günah böyle bir günahtır.     
4-Soru: Meleklerin itirazı nedir:                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           Cevap: Meleklerin makam, Ademi kemalattan mahrum bir kemalattır. Fakat melekler insanın ve cin’lerin mazhar olduğu nefs’i tanıyıp bilirler. İşte melekler nefs’i tanıdıkları için insanın nefsine uyup “…fesat çıkaran kan döken…”(Bakara-30) bir varlık olduğunu bildiler ve itiraz ettiler. Bu itiraz meleklerin bilgilerinin nefsi tanıdıkları halde Ademi marifet ve kemalattan daha aşağı olmalarındandır.
5-Soru:. Meleklerin secdesi nedir:
  Cevap: Allahu taala meleklere allemal esmayı (alemlerin isimlerini) sorduğunda melekler bunu bilemediler, ve “ya rabbi senin bildirmediğin bir şeyi bilemeyiz” (Bakara-32) dediler. Ademe sorulduğunda ise Adem allemel esmayı okudu. Yani meleklere kendi mazharıyetlerinden haber verdi. İşte melekler kendilerinde olmayan bu Ademi kemalata secde etiller. Bu secde namazda yaptığımız secde gibi olmayıp o kemalatı kabul etmek ve ona tazim hürmet etmektir. Bu aynı bilgisiz kimsenin insanı kamil’in ilimini irfaniyetini kabul ederek ona saygı gösterip hürmet etmesi gibidir.  
6- Soru: .Adem a.s. topraktan yaratılması nedir:
 Cevap: Adem’in halkıyetinde/yartılışında üç özellik vardır. Birincisi Cenabı Hakkın Ademin bedenini çamurdan yaratıp iki eli ile düzeltmesidir. İkincisi Ademe kendi ruhundan üflemesidir. Üçüncüsü ise Ademe allemel esmayı öğretmesidir. Ademin çamurdan yaratılması, Ademin et ve kemiklerden oluşan bedeninin tabiata meyilli olarak yaratılmasıdır. Bu beden aynı zamanda Ademin bu yeryüzündeki elbisesi olup, Adem bu alemden göçtüğünde bu elbise aslına yani toprağa dönerek yine kabir/mezar çukurunda toprak olur. Ademin Hakk’ın İki eli ile yaratılması ise, Hakk’ın bir eli olan Celal ismine, diğer eli olan Cemal ismine Ademin mazhar olmasıdır. İşte Adem, bu Celal ve Cemali kendinde cem edip toplayan yegane kul olması itibarıyla Hakkın, yeryüzündeki Halifesidir. Bu Kemalat başka yaratılan hiçbir varlıkta mevcut değildir.
    Ademe Hakk’ın kendi ruhundan ruh üflemesine gelince. Hz. Pirin birinci kuşak halifelerinden olan kavadarlı Hacı kadir bey “Allah Ademe ruhundan üflemesiyle ona cemi ilimlerin keşfini öğretti “ diyor. Hakikatta ilim, Allahın zatına taaluk eden yani zatı ilahi ile irtibatlı olan ilimdir ki, bu ilim ancak Kamil bir mürşitten öğrenilir. Bu itibarla “ilmi tevhid ilimlerin anasıdır” demişlerdir. Çünkü her bilgi ve davranış ilmi tevhidle fayda verir. Eğer bir kimse Kamili mürşidden İlmi tevhidi tahsil etmedi ise o kişi, hangi ilimleri tahsil edip o ilimlerin alimi olursa olsun yaradılışının yüce gayesi olan Hakka vuslata eremez. Kendinde ve cümle eşyada mevcut ve zahir/apaçık olan Cenabı Hak’tan mahçup/perdeli olur. Böyle bir kul bu alemde Rabbından perdeli olduğu gibi ahirettede Rabbından perdeli olur ve Rabbını müşahade edemez. İşte Ademe Hakkın kendi ruhundan üflemesi o kulun, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk’ı müşahade etmesidir. Ademe allemel esmanın öğretilmesi ise Allahın, görünen ve görünmeyen cümle alemlerdeki tecellilerinin her çeşidine, cibiliyetine Ademin vakıf olmasıdır. Yani Uluhuyetin, Hakka ait olan ve Halka ait olan cümle isimlerle olan zuhurunu tanıması ve müşahade etmesidir. Adem işte bu allemel esme marifetiyle, meleklere alemlerin ve kendilerinin mazhariyetlerinden haber vermiştir. Velhasıl, Ademin yaradılışındaki üç özelliğin manası ve izahı böyledir.     
7-Soru: İblisin ateşten yaratılması nedir.
 Cevap: İblis, cin kavminden olan Can’ın çocuğudur. Aynı meleklerin nurdan, Adem’in suretinin topraktan yaratılması gibi Cinler, ateşten yaratılmıştır. İblisin atası olan Can çift cinsiyetli, yani hem erkekliği hemde dişiliği olan bir cin idi. Ve kendi erkekliği ile kendi dişiliğinin temasından hamile kalıp, iblisi doğurmuştur. Ve Böylece iblis zuhura gelmiştir. Bu itibarla, ehli kemal her kul insan olmakla yaradılışının yüce amacı olan Rabbına vuslat etmeye müsait istidatla yaratılmıştır demişlerdir. Fakat bu yüce amaca ulaşmak “Ey iman edenler Allah’tan korkun O na kavuşmaya/varmaya vesile arayın O nun yolunda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz”Maide(35) ilahi beyan gereği, ancak mürşidi kamil’in irşadı ile mümkündür. Çünkü ayette zikredilen “vesile” zamanın kamil mürşididir. Eğer bir kimse ben hiç kimsenin irşadına ihtiyaç duymadan, kendi kendime Rabbıma kavuşurum anlayışı ile hareket ederse o kimseden meydana gelen anlayışlar, hep zan üzere olup onu rabbından perdelemekle, onun iblisi olur ve onu Rabbın müşahadesinden mahrum eder. Böyle bir kimsenin kendi kendine, yani kendi aklım ve fikrim bana yeter, benim kimsenin irşadına ihtiyacım yok anlayış ve hali, iblisi doğuran can’ın durumu gibi olup, o kimseden hasıl olup doğan anlayış ve zan’lar, cehalet ve delalet üzere olan iblisliktir vesselam.      
8- Soru: Hz. Hava’nn yaratılması nedir.
  Cevap : Adem Ruh, Hava ise nefs mazharıyetidir. Niyazi mısri hz lerinin buyrduğu gibi “Nefs Ruh ile zindedir..” yani nefsi ayakta tutan Ruh’tur, Ruh olmazsa Nefste olmaz. Ruh cümle alemleri ve alemlerdeki her bir şeyi kendinden zuhura getiren Hakk’ın ikilik kabul etmeyen Vahdeti’dir/Bir’liğidir. Nefs ise kendine nisbetle varlığı olmamasına rağmen, kendine varlık vücut nisbet ederek Bir olan Hak varlığını ikileştirerek çoğaltandır. Bu itibarla kulun nefsi onun Hava’sıdır. Kulun nefsine uyması ise onu iblis ile arkadaşlığa götüren Hava’ya tabi olmasıdır. Kulun Ademiyete mazhar olması ise, kendinin ve cümle varlık aleminin ikiliğinden arınıp saflaşarak Ruh Bir’liğine, Vahdet’e yükselmesidir. Bu itibarla nefs Hava’sının kendine nisbetle vücudu olmayıp, Vahid/Bir olan Ruh’ Adem’in den zahir olması, Hava’nın Ademden yaratılmasıdır.
9 - Hava’nın Ademin sol tarafındaki kemiğinden yaratılması nedir.
  Cevap: Kulun günah ve haram işlemeye meyilli olması nefs’e mazhar oluşundandır. Şeyhül ekber Muhiddin Arabi hz. leri, “Ademiyet’in üstü gökleri ve ruh mazharıyetini, sağ tarafı Allaha itaatı, sol tarafı ise itaatsizliği remzeder” diyor. Kuranda ise: “Sizde üç sınıf olduğunuz zaman ki sağda sağın adamları ne mutludur onlar, solda solun adamları ne mutsuzdur onlar, önde olanlar (var ya) onlar öncüdürler.” (Vakıa 7-8-9-10) buyrulur. Bu ve benzer ayet beyanlarından anlaşıldığı gibi sol taraf itaatsizlerin itaatsizliklerinin açığa çıktığı taraftır. Bu itibarla Nefsin günah ve haram işlemeye meyilli ve müsait olmasından, Nefs Hava’sı Adem’in/Ademiyetin sol tarafından yaratılmıştır.
    


10- Soru: Adem ve Hava nın örtündüğü Cennet yaprakları nedir:
 Cevap : Adem Hava ile yasağı çiğnediklerinde “…çıplak kaldılar ayıpları kendilerine göründü ve bu ayıplarını cennet yaprakları ile örtmeye başladılar...” (Taha-121) Bu ayet beyanındanda anlaşıldığı gibi, Ademle Hava gaflete düşüp, Hak’tan perdelenerek Ruh Ademliğine hiç yakışmayan haller ve kendilerine nisbet’le davranışlar sergilediler. İşte Adem ve hava nın bu duruma düşmeleri onların, çıplak kalmaları ve ayıp yerlerinin görünmesidir. Bu mesele aynı zındıkların halidir ki, zındık kendi nefsini ifna etmeden nefsine Hak, Rab diyerek nefsi ile Allah’ı kayıtlar. Zındık Meclislerden ezberlediği ve ariflerden duyup okuduklarını taklid ederek eşya ile Hakkı kayıtlayıp eşyaya Hak dediği için küfr ederek günaha girer. Birde bu hal ve anlayışlarını bazı ayetler hadisler ve ariflerin kibar kelamları ile örtmeye kalkışırlar. Bunlar hakkında kuranda ; “…Kalbi eğri ve Bozuk olanlar kur’anın muhkem anlamı açık ayetlerini bırakıp müteşabih ayetlerini kalbindeki eğriliğe hastalıklara göre tevil eder…”( Ali İmran-7) Buyrulur. İşte zındıkların ayıp ve küfür üzere olan anlayış ve hallerini böyle ayet hadis ve ariflerin sözleri ile örtmeye çalışması Ademle havanın ayplarını cennet yaprakları ile örtmeleri gibidir. Çünkü ayetler hadisler ve ariflerin sözleri Rabbın katından olmak itibarıyla, cennet yapraklarıdır.   
11-Soru:. Ademin Cennet`ten kovulması /çıkması nedir.
  Cevap: Yukarıda beyan edildiği gibi Ademin girdiği cennet, berzah cennetidir. Berzah alemine bu imtihan yeri olup bu alemde yaşayıp ömrünü tamamalayan, ehli nefs dahil olur ve orada büyük kıyameti bekler. Bu bekleyiş ya cennet rahatlığı ile yada cehennem azabı ve rahatsızlığı ile olur. Berzah aleminin bir ismi de kabir alemidir ki, Hz peygamber ef. “sizin kabirleriniz ya cennet bahçerinden bir bahçedir yada cehennem çukurlarından bir çukurdur.” buyrurmuşlardır. Berzah alemi aynı zamanda Allah’ın mertebelerinden bir mertebedir. Bu mertebenin müşahadesine ariflerin mazhar olması ise küçük haşırdır, ki arifler bu mertebeye “ölmeden evvel ölünüz” Hadisi şerif sırrıyla dahil olup, bu berzah mertebesinin müşahadesiyle haşr olurlar. Bu küçük haşır olan berzah mertebesinden çıkış ise, ehli Hakk için terakki etmek olup, Hakkın kendi vahdetinden zuhura getirdiği varlıklar alemine, vahdetin kesretine yükselmesidir. İşte Adem a.s. gaflet ederek günah işlemesinden sonra, hemen toparlanıp “….Adem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır.” (Bakara-37) Beyan edildiği gibi, Allahtan af diledi ve Allah’ta Ademin tevbesini kabul edip, affetti ve onu terakki ettirerek berzah mertebesi cennetinden çıkararak kendi kesreti ile, yani vahdetin kesreti ile şereflendirdi vesselam
12-Soru: Ademin Yeryüzüne inmesi nedir.
 Cevap: Kuranda "Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak aşağıya inin. Belli bir süre kadar yeryüzünde sizin için bir bekleme yeri, bir nimet/bir yararlanma imkânı olacaktır." (Araf 24,25)Buyrulur. Üzerinde yaşadığımız ve yaratıcı tarafından imtihan edildiğimiz bu alem yeryüzüdür. İster peygamber ister veli, kim olursa olsun Adem suretinde bu aleme gelen herkes bu yeryüzünde ömrü müddetince imtihana tabi olarak yaşar. Bu yeryüzü alemine gelişimiz, bizim elimizde ihtiyarımızda değildir Allah tarafından yaratılarak bu aleme doğduk. Fakat bu alemde Ademi kemalata ulaşıp ulaşmamak bizim elimizde ve ihtiyarımızdadır. Her kim bu alemde peygamber varisi olan ehli kemali dinler de, zamanın mürşidi kamilinin irşadına mazhar olursa o kul Ademi kemalata, yani Ademiyet mazharıyeti ile yaradılışının yüce gayesine ermiş bir kullukla cümle alemlerde var olur. Her kim ki yaradılışının yüce amacına uygun bir kulluktan uzak bir yaşantıyla bu alemde var olursa o, bu alemde elde ettiği kulluk ile ebedi hayatını mahf eder ve Rabbından hicaplı perdeli bir kullukla var olur. İşte bu iki kısım yani Ademi kemalatı arayanların ve aramayanların hal ve davranışlarından hasıl olan zıdlıklar ve düşmanlıklar, yeryüzündeki Adem oğlunun ahvali olup onun imtihanıdır. İşte bunu beyanla ayette,  "Bir kısmınız bir kısmınıza düşman olarak aşağıya inin…” buyruluyor.
13-Soru: .Adem a.s. halifeliği nedir.
Cevap: Tikveş kavadarlı Hacı Kadir bey hz leri “Adem Allahın cem, hazretül cem ve cemmülcem zuhuruna halife oldu” buyurmuşlardır. Adem bu mazhar olduğu halifelik’le yeryüzünde, Allaha ve ahirete imanı, Allah’ın emir ve yasaklarını, hükümlerini ve meratibi ilahiyi tebliğle irşad ederek Allahın kullarını aydınlatıp, Allahın Rızası ve iradesi doğrultusunda bir kullukla yaşayıp var olur.

   
14- Soru İblisin cennet`ten kovulması nedir.
Cevap: Bu mevzu Kuranı kerimde  ”Andolsun ki sizi yarattık, sonra sizi biçimlendirdik, sonra da meleklere: "Adem'e secde edin" dedik. Onlar da secde ettiler. Ama İblis etmedi, secde edenlerden olmadı o.
Allah buyurdu: "Sana emrettiğimde secde etmeni engelleyen neydi?" İblis dedi: "Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın."
(Araf-11,12) “Buyurdu: Hadi, çık oradan! Sen kovulmuş birisin. Din gününe kadar lanetim üzerinedir." (Sad-77,78)  Ayetleriyle beyan edilir. Bu ayet beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi İblis, Hakk’ın “Ademe secde edin” emrine riayet etmeyerek isyan etti ve lanetlenerek, Allahın huzurundan kovuldu. İblisin huzuru ilahiden kovulmasının sebebi “Ademe secde edin” emrinin Allahın emri olduğu halde, Allahın bu emrine uymamasıdır. İblis bu emre uyacağı yerde, apaçık olan emri ilahiyi tevil ederek yorumladı ve ben ateşten, Adem ise topraktan yaratıldı, Ateş topraktan önce yaratıldığından önce yaratılan sonra yaratılana secde etmez, dedi ve Allahın emrini çiğnedi. Böylece Ademi kemalat’tan mahrum kaldı ve Allahın huzurundan lanetlenerek kovuldu.
 Bu mesele yakın manada şöyledir: Bir kimse Ademi kemalatın açığa çıktığı Kamil Mürşidin irşadına mazhar olduğu halde, Kamilin telkini olan emri ilahi’ye riayet etmezde, emri ilahi olan telkin ve nasihatlara uymayıp, onları tevil ederek ben daim namazdayım deyip beş vakit olan Allahın emrine uymaz, ben daim oruçluyum deyip Ramazan orucunu tutmazsa, benzer Allahın açık emirlerini tevil ederek riayet etmezse o kişi, Kamilin irşadı ile hasıl olan Ademiyetten ve Hakka vuslattan mahrum ve mahçup/perdeli olur. İşte o kişinin Rabbına vuslattan mahrum olması onun Rabbın huzurundan kovulmasıdır. Çünkü bu alemde Hakka vuslat ancak mürşidi kamilin telkin ve irşadıyla mümkündür. Ve bu alemde Hak’tan mahçup olan ahirette de Hak’tan mahçup olur. Bunu beyanla kuranda “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür”(İsra-72) Buyrulur. Yine bu konuda Kosovanın Rahoves şehrinde medfun Malik Hilmi Hz. leri   
Hakkı görmeyen
Oldu merdudan
Sakın ey ihvan
Olma şeytanan  Diyor.
Velhasıl, bir kişi zamanın Kamili’ni bulur ondan teveccüh görüp telkin aldığı halde telkine uymazsa, o kimse Ademi kemalata ulaşamaz ve Rabbı’na Kavuşmaktan mahçup ve mahrum olur. İşte Ademi kemalattan gafletle Rabbı’na vuslat mahrumiyeti, o kişinin Hakkın huzurundan kovulmasıdır vesselam.
15-Soru: Ebedi cennet/Yeryüzünde girilen cennet nedir:
 Cevap: Bu sorunun cevabı on yedinci sorunun cevabıyla beraberdir.
16.-Soru:``hep birlikte orada inin” demek nedir.
 Cevap: Bu sorunun cevabı on ikinci sorunun cevabının içinde verildi.
17-Soru:.Hz. Muhammed a.s. miraçta cennete girmesi nedir.
 Cevap: Hz. Muhammed s.a.v efendimizin miracı biri cismani diğeri Ruhani olmakla ikidir. Cismani miracı Bütün varlıkların tespihi o kudretdir ki, ayetlerimizden bazılarını kendisine gösterelim/kendisini ayetlerimizden bir parça olarak gösterelim diye kulunu, gecenin birinde Mescit-i Haram'dan, çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa'ya yürütmüştür. Hiç kuşkusuz, O'dur Semî' ve Basîr.”(İsra-1) Ayeti ile beyan edilen miracıdır. Ki bu miraç, sadece Hz. Muhammed s.a.v efendimize mahsus mucize olarak cismen gerçekleşen miraçtır. Ruhani miracı ise (Necm- 2…18 ) ayetlerinde beyan edilen miraçtır. Ki bu Ruhani miracı Hz Resulullah efendimiz yaptığı gibi, cümle peygamberler ve insanı kamil olan velilerde yaparlar.
   Ruhani miraç bu yeryüzü olan imtihan aleminde kulun, kendi nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbını müşahade edip Rabbına kavuşmasıdır. Bir kul ancak mesleki resulde meratibi ilahi irşadıyla kendinde ve cümle alemdeki Rabbına vuslat eder. Ki bu vuslat o kulun irfan cenneti olup, irfan cennetinde kul, daima Rabbın cemal müşahadesi ile zevklenir. İrfan cennetine bu alemde girenler, hangi alemde olursa olsunlar bir daha ebediyen bu cennetten çıkmaz, hep Rabbın müşahadesi ile zevki sefa sürerler. Meratibi ilahi irşadından mahrum olan müminler ise, bu alemde işledikleri güzel Salih ameller ile ahirette amel cennetine girip orada nefislerini cennetin huri gılman ve köşk gibi nimetleri ile lezzetlendirirler. Fakat bunlar irfan cennetinde Rabbın Cemal müşahadesinden mahçup ve mahrum kalırlar. Velhasıl Hz. Resulullah efendimizin ve cümle peygamber ve insanı kamil olan velilerin bu alemde, yani yeryüzünde girip dahil oldukları ve ebediyen çıkmadıkları cennet irfan cennetidir. Bu beyanlar ile on beşinci ve on yedinci sorular cevaplanmış oldu.
18-Soru: Hz. İdris  a.s. cennete girmesi, çıkması, ve yeniden girmesi nedir.
Cevap: Hz idris Cebraile beni cennete götürürmüsün dedi, Cebrail götürürüm fakat benimle beraber cennetten çıkman şartı ile dedi. Böylece anlaşıp beraberce cennete girip dolaştılar cennet nimetleri ile zevklendiler. sonra beraberce anlaştıkları gibi cennetten çıktılar. Cennetin kapsında hz. İdris makasımı unuttum, gidip alayım dedi ve cennete girdi bir daha çıkmadı. Bunun üzerine Cebrail cennete girip hz idrise, hani anlaşmıştık neden çıkmıyorsun dediği zaman idris, ben seninle girip çıkmak üzere anlaştım, ikinci defa girdiğimde çıkacağım diye sana söz vermedim dedi ve cennetten çıkmayıp cennette kaldı.
   Bu meslenin bu gün bize hitabı şöyledir: Hz Cebrail vahy getiren melek olup aklı Muhammed s.a.v mi remzeder. Muhamedi akıl mazharı ise zamanın Kamil mürşididir. Kamil bu mazharıyetle, salikle beraber meratibi ilahi yani Allahın makamlarını mütaala ve müşahade ederek salike yol gösterip irşad ederek onu aydınlatır ve bu esnada birlikte cennetül irfan zevki ile zevklenirler. işte bu hal idrisin Cebrail ile cennete beraber girmeleri ve cennetle zevklenmeleri gibidir. Salik irşad olup meratibi ilahiyi hatmedipte kamil bir insan olunca, artık cümle meratibi ilahi yani Allahın makamlarının keşfi marifetiyle zevklenir, ve bu ilahi zevk ile cennetül irfanda ebediyen kalır. İşte idrisin ikinci defa cennete yalnız giripte çıkmaması hatmül makamla insanı kamil olup, mürşidin irşadına ihtiyaç duymadan salikin irfan cenneti ile zevklenmesidir. Çünkü pir seyyid Muhammed nur hz leri “İlmin makam itibarıyla sonu vardır zuhur itibarı ile sonu yoktur” buyurmuşlardır. Ki Kamil mürşid irşadı ile hatmül makam olmak, ilmin sonuna ermektir. Velhasıl Kamil’le beraber onu irşadıyla Hakkın makamlarını salikin mütaala ve müşahade etmesi, cebraille beraber cennete girmektir, salik’in Hatmül makama ulaşıp insanı kamil keyfiyeti ile yaşaması, cennete girip bir daha çıkmamaktır vesselam.  
19- Soru:.Iblis esması arapça değil yabanci bir esma`dir:
Cevap: Olabilir
20.-Soru: Meleklerin secdesi namaz secdesi gibimi yoksa hürmet anlamındamı
Cevap: Bu secde namaz secdesi gibi olmayıp, Ademdeki kemalatı kabullenerek tazim ve hürmet etmektir.
21.-Soru: Adem a.s. mın meleklere esmayı bildirmesi-öğretmesi nedir:
Cevap: Adem as. Allemel esmaya mazhar olmakla Hakkın isimlerine, cümle alemlerin ve alemlerdikilerin isimlerine ve bu isimlerin mahiyetlerine vakıf oldu. İşte Adem as. Bu kemalat ile meleklere kendi varlıklarından haber verdi, ve onlara kendi varlıklarını öğretti. Bu kemalattan habersiz ve mahrum olan melekler, o kemalatın zahir olduğu Ademin üstünlüğünü kabul edip ona secde ettiler. Bu gün Dahi Ademi kemalatın mazharı olan İnsanı Kamil mevcut olup, onun mazhar olduğu ademiyet irşadı ile aydınlanan kimseler, Ademi kemalata saygı ve hürmet edip bu secdeyi yaparlar vesselam.  
22- Soru: Şeytan ve cinler nedir (cinlerin iyilerinin kötülerinin olması nedir).
  Cevap: Şeytanın yani iblisin mahiyeti yedinci sorunun cevabında izah edildi. Kuran’da "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım."Zariyat (56) Buyrulur. Ki, bu ve benzer ayet beyanlarından anlaşıldığı gibi Cinler, ateşten yaratılmış, mazharı latif olan mükellef varlıklardır. Yani cinler Allahın emir ve yasakları ile mükellef olup, bu emirlere yasaklara riayet edenleri olduğu gibi, riayet etmeyip isyan ederek günahkar olanları da vardır. Fakat cinlerin mükellefiyeti eksik bir mükellefiyet olup insan makamının aşağısıdır. Bunu beyanla kuranda Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin-4) Buyrulur. Bu itibarla cinler makamı insana yükselemezler ve insanın makamından gafildirler.
23-Soru: Kabil ve Habil ... (özelikleri ve birbirini öldürmeleri nedir)
 Cevap: kabil ve Habil Adem ile hava’nın iki çocuklarıdır. Bunlar Allaha kurban sıundular fakat, habilin kurbanı kabul oldu kabilin kurbanı kabul olmadı, bunun üzerine kabil habili hased etti ve onu öldürdü. Zahiren Ademin çocuklarının kıssası böyledir. Bu kuran kaynaklı kıssanın bugün bize hitab eden yönü ise şöyledir. Adem aynı zamanda manevi vücudun hasletlerinden olan “Kalp” mazharıyetidir. Kalp Ademin den nefs hava’sı sadır olur, nefs hava’sı da iki kısım tecelliyle doğar ki, bu iki tecelli birbirinin zıddı olan hidayet ve delalet yoludur. Hidayet yolu peygamberlerin ve müminlerin yolu, delalet ise iblisin yoludur. Bunlar birbirinin zıddı olmakla insanın kulluğuna tesir ederler. Bunların hangisi diğerini mağlup edip insanda hakim olursa, o kişiden hidayete yönelik veya delalete yönelik kulluk açığa çıkar. Hidayet kulluğunun cömertlik, yumuşak huyluluk, aşk, ilim gibi bir çok tesiri ve tacellisi olmakla beraber, bunları başı “kanaat”tır. Delalet kulluğunun da cehalet, gaflet, hırs, isyan gibi tesir ve tecellileri olmakla beraber, bunların başı “tamahkarlık”tır. İşte kalp Ademi ve nefs hava’sından doğup zuhura gelen ve bizim kulluğumuza tesir eden, bu iki birbirine zıt tecellinin hidayete yönelik olanı Habil, delalete yönelik olanı kabildir.
    Ademoğlunun mazhar olduğu Delalet Kabili’nin tamahkarlık edip hidayet Habili’ne galip gelmesi onu öldürmesidir. Çünkü bütün kötülüklerin önünde öncesinde tamahkarlık olur, sonra kıskançlık, hased, hırs vb. gelir ve o kul günaha girer. Habil ise hidayete yönelik olduğundan, kanaat ederek affedici, sabredici, ilimle meşgul olup, daima iyilikler üzere kulluk yapmaktır. Her zamandaki Adem oğlu yani her insan, yaradılışından kendisinde var olan potansiyelindeki Habil ve kabil hasletleri ile kulluk yapar. vesselam. 
24 - Soru: hased ilk günahmı
 Cevap: delaletin ilk tesiri “tamahtır” ki tamah hased ile aynı anlamdadır.
25- Soru: Iblis Ademe a.s. neden hased etti
  Cevap: tamahkarlık hased etmek gibi kötülükler, hepsi cehalet ve delalet olarak zahir olur ki, delaletin baş mazharı iblistir ve iblis cahildir. Bu itibarla Haset ve diğer cümle kötülüklerin temelinde iblislik vardır.
26-Soru:  Kabil Habile hased etmesi nedir.
 Cevap : Bu soru yirmi üçüncü sorunun cevabı ile cevaplandı
27-Soru: .Ademe ve Havaya emir verilmiştir/Ademin ve Havanın Emre uymaması nedir.
 Cevap: Adem ve Hava cennette iken Allahın yasakladığı “…şu ağaca yaklaşmayın..” emrini çiğnediler ki, yukarıda izah edildi.
28.- Soru: İblise ve Meleklere emir verilmiştir bu emre meleklerin uyup İblisin uymaması nedir.
 Cevap : Meleklere ve iblise verilen emir Ademe secde etmeleri emridir ki, bu emri melekler itaat ederek yerine getirdi, iblis itaat etmeyip isyan ederek Allahın bu emrine uymadı. 
29-Soru:. Kur`an`da ruh bedendeki dirilik kastedilerekmi zikredilmiştir. Cevap : Kuranda  “…ve insanın yaratılışına çamurdan başladı.Sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu. Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. Sizin için işitme gücü, gözler ve gönüller vücuda getirdi…” Secde(7-8-9) Buyrulmuştur. Bu ve benzer ayet beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, Ademoğlunun bedenindeki dirilik/hayat Ruhtandır. Çünkü Ruh, hayat sıfatı ile açığa çıkar. Hayat’ta olup yaşayan her insanın, yani Ademoğlunun bedeninde ilim, irade kudret işitmek görmek, kelam ve tekvin olan Allah’ın sıfatı subutiyesi mevcut olur. Bunu beyanla Hasan Sezai hz leri
Cümle sıfatı cem etti anda
Türlü cevherler koydu ol kanda
 Gözün aç sakın gezme yabanda
 Her ne dilersen dile Adem’den dile. Demiştir.
30-Soru: Her Adem oğlunda var olan bu sekiz sıfatı subutiye insan ölünce ne olur.
 Cevap: Her Ademoğlunda mevcut olan Sıfatı subutiye Allaha ait olup, sıfatların aslı nurdur. Ademoğlu ölümle bu alemden geçtiği zaman bu sıfatlar, o kul’un varlığı hakikatı ile berzaha ve ahirete intikal olur. Kul hangi alemde var olursa olsun, mazhar olduğu Allahın bu sıfatları ile, varlığı ebediyen devam eder. Ademoğlunun ölümü ile toprağa verilen, insanın hakikatı olmayıp onun topraktan yaratılan ve etinin kemiğinin oluşturduğu beden varlığıdır. Çünkü bedenin aslı toprak olup, beden aslı olan toprağa döner. Fakat Ademoğlunun hakikatının sonu olmayıp ebediyen devam eder. Vesselam.
 Mesleki Resulu melamiye mürşidi kamili olup, irşad hizmetini Kosava devletinin prezren şehrinde devam ettiren Abdullah Rahte efendinin şahsımıza tenezzül ve teveccüh ederek yöneltmiş olduğu, bu irfaniyet yüklü soruların cevaplanması hatalarıyla beraber tamam oldu. Unutulmamalıdır ki, her tevil tefsir ve yorum, muhkem olan ayetlere ve dinin temeli olan ahkamına ters düşmeden daha başka şekilde de tevil edilir, tefsir edilir ve yorumlanabilir. Herşeyi en iyi bilen Allahtır.     
                                                                          6 Nisan 2009 Pazartesi
                                                                                   Nejdet Şahin