21 Eylül 2011 Çarşamba

Çün bezm-i ezel açıldı bugün

Çün bezm-i ezel açıldı bugün   
Ol dost ile bayram oldu bugün
Aşıklara seyran oldu bugün
 
Nur Muhammed’in bendeleriyiz
Vahdet gülünün bülbülleriyiz

Bezm-i ezel; ruhlar aleminde ademoğlu ile Hakk’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar evet Rabbimizsin buna şahitlik ederiz…” (Araf, 172) sözleşmesi, ahitleşmesidir. Fakat ademoğlu bu aleme, yani yer yüzüne geldiğinde bu sözleşmeyi unuttu. İşte mürşid-i kamilin irşadı, ademoğluna bu alemde bu sözleşmenin tekrarını sağlar. Bu itibarla, bezm-i ezel açıldı, yani kamil mürşit teveccüh açtı ve aşıkların ders-i tevhidlerini değiştirip yeniledi. Cümle salikler, Hak aşıkları, yeni  müşahede ve irfana mazhar olup, ol dost olan Allah’la bayram ettiler. Cenab-ı Hakk'ın mertebelerindeki zuhuru müşahedesiyle neşelenip, zevklenmeleri, cümle ihvana, aşıklara bayram oldu, demektir. Nur Muhammed'in bendeleriyiz sözü ise:
20. yüzyıl müceddidi Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif ve zahir olan meslek-i Resul-ü Melamiye telkin ve irşadının tabileriyiz, kölesiyiz demektir. Vahdet  gülü ise ‘Bir’lik gülü demektir ki, vücud-u nur-u Muhammed (sav) mazhariyetidir. Çünkü gül, Hz. Resulullah Efendimizi remzeder. Nur-u Muhammed, evlad-ı Resul’le geçmişte ve gelecekte, yani her zamanda sağ ve mevcuttur. Meslek-i Resul-ü Melamiyye irşadıyla zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olan cümle ihvan, evlad-ı Resul’dür. Onlar tevhid-i hakiki irfaniyetiyle vahdete / bir’liğe ulaşmış olup, her zamanda ve zamanımızda, vücud-u Nur-u Muhammed gülünün aşıkları ve bülbülüdürler. Daha evvel de beyan edildiği gibi, Fetih suresinin son ayeti, evlad-ı Resul’den şöyle bahseder: “Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar inkarcılara karşı çetin, aşılmazdırlar. Kendi aralarında ve müminlere karşı yumuşaktırlar. Onlar secde ve rüku  ederler. Allah’tan bir lütuf ve hoşnutluk isterler. Görünüşlerine gelince yüzlerinde secde eseri / izi vardır. Biz bunu Tevrat’ta da aynı şekilde yazdık. İncil’de ise ekin filizi ile misallendirdik...” (Fetih, 29) buyrulur.
Tevrat, Peygamber Efendimizden yaklaşık 1200, İncil ise yaklaşık 600 yıl evvel inzal olmuştur. Demek ki ayette ‘Hz. Muhammed (sav) ile beraber olanlar’ olarak beyan edilenler, Peygamber Efendimizin unsur bedenle bu alemde zuhurundan evvel de vardılar, halen de mevcut olup, sonra da var olacaklardır. Bunların yüzlerindeki secde izi, kulun yokluk irfaniyetidir, yani fenafillah keşfidir. Meslek-i Resul-ü Melamiyye’de Melamilik, fenafillah olmak ve Hz. Peygamber Efendimiz'in  ahlakı ile ahlaklanmak olarak tarif ve telkin edilir.
Velhasıl, hangi ihvan Meslek-i Resul-ü Melamiye intisap eder de fenafillah  keşfi irfaniyetine mazhar olup, kötü ahlakı terk eder, güzel ahlaka sahip olup, Peygamber Efendimiz'in ahlakı ile ahlaklanırsa; o ihvan, evlad-ı Resuldür, manen ehlibeyttir. Çünkü, Hz. Peygamber Efendimiz “Selman benim Ehl-i Beytimdir / ev halkımdandır” ve “Selman bendendir; ben Selman'dan” buyurmuştur ki, bu beyanlara muhatap olan başka sahabeler de vardı. Selman-ı Farisi Hazretlerinin, Peygamber Efendimiz’le soyca herhangi bir akrabalığı yoktu. Çünkü Farisi, yani İranlı idi. Fakat Hz. Peygamberin onun hakkında “Ehl-i Beytimdendir / ev halkımdandır” ve “Selman bendendir ben Selman'dan” buyurmasının sebebi, İranlı bir göçmen olan Hz. Selman’da, eski cahiliye anlayış ve hallerinden eser kalmayıp yok oldu, Şimdi Selman’da görünen irfaniyet ve ahlak bana aittir, benim ahlakımdır, demektir. İşte Hz. Selman gibi Nur-u Muhammed mazharı olan kimseler, hangi soydan ve hangi zamanda olursa olsunlar, manen Ehl-i Beyt’tirler, evlad-ı Resul’dürler. Çünkü bunlar her zamanda mevcut olup, vücud-u nur-u Muhammed (sav) bunlarda zahir olur, vesselam.
‘Nur Muhammed’in bendeleriyiz’ demek ise, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif ve zahir olan meslek-i Resul-ü Melamiyye müntesibiyiz. Halk-ı alem bizi böyle görür ve bilir, fakat mana itibariyle biz, evlad-ı Resul’üz ve vahdet gülü olan Nur-u Muhammed’in bülbülüyüz, aşıklarıyız, demektir. Allahualem. 

Tesnim-i şarap mestanesiyiz      
Şem’a-i muhit pervanesiyiz
Esdaf-ı vücud dürdanesiyiz
      
Nur Muhammed'in bendeleriyiz
Vahdet gülünün bülbülleriyiz.

Tesnim-i şarap; cennet içkisidir ki, tesnim-i şarap mestanesiyiz demek; bu alemde meratib-i tevhid irfaniyetiyle, cennet’ül irfana dahil olup, irfan cennetinin zevkiyle sarhoş ve mest olduk, demektir. ‘Şem’a-i muhit pervanesiyiz’ demek ise: Bizim mekteb-i irfanda tahsil ettiğimiz ilim ve irfaniyet, hiç bir varlıkla kayıtlı ve sınırlı olmayan bir hudutsuzluktur, yani lamekan kemalatıdır. Bu, aynı güneşin ışığıyla her şeyi, her varlığı kuşatması gibidir ki, bizim pervane gibi tereddütsüz ve cesur olmamız, lamekan keşfiyle kavuştuğumuz Cenab-ı Hak’la, her yerde ve her varlığı kuşatmak marifetine mazhar olmamızdandır, demektir.
Esdaf-ı vücut dürdanesi ise, sedef ki denizde yaşayan ve içinden kıymetli taş, inci, mücevher çıkarılan sert kabuklu bir mahluktur. Dürdane ise, o sedefin içindeki kıymetli mücevherdir. Mana yönünden ise sedef, şeriat ahkamıdır ki, bizim kulluğumuzun zahiri yönü, Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle riayettir. Bizim şeriat ahkamına tabi olmakla beraber kulluğumuzun batıni yönü ise, tevhid-i hakiki irfaniyet ve kemalatı olan eşsiz kıymetteki mücevherdir, dürdanedir, demektir.

Saki-yi şarab ol Haydar Ali doldurdu bize
Cür'a-yı safi eyledi ebed mestane bizi
.......           
Nur Muhammed'in bendeleriyiz
Vahdet gülünün bülbülleriyiz

Hz. Ali velayet’in imamıdır. Bu itibarla Hz. Ali, Mürşid-i kamil’in ve cümle velilerin şahıdır, padişahıdır. Her irşad eden veli ve kamildeki velayet’te, Hz. Ali’nin marifeti haydardır, yani diri ve mevcut’tur. Bunu beyanla Kamil’in telkiniyle velayet mertebesinin irşadına mazhar olduk. O cura’yı safi olan, yani tertemiz olan velayet irşadıyla gönlümüzde Hak’tan gayrı kalmayıp tertemiz oldu velayet mertebesinin irfaniyet ve zevkiyle, ebedi sarhoşluğa ulaşıp, mestane olduk buyruluyor.

Nakşibendi’nin salikleriyiz        
Rif’at Melami havzeleriyiz
Seyyit  Ali'nin dervişleriyiz
    
Nur Muhammed'in bendeleriyiz
Vahdet gülünün bülbülleriyiz.

Nakşibendi saliki, gergefte / kasnakta nakış yapan kimse demektir. Nasıl ki nakış yapan kimse, gergefteki nakışın her bir ilmeğine, düğümüne vakıf olup tanıyorsa, meslek-i Resul-ü Melamiyye irşadına mazhar olan salik de, kendi nefsindeki ve cümle alemdeki her bir tecelliyi tanıyıp, her bir tecellide Rabbini müşahade edip O’nu seyreder, demektir.
Rıf’at Melami havzeleriyiz ve Seyyit Ali’nin dervişleriyiz... sözüyle; mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri, mürşidlik silsilesini beyan ediyor. Rıf’at Melami dediği Hz. Pir Efendimiz’in ilk halifelerinden olan İştip’li Hacı Salih Efendi’dir. Şiirlerinde “Rıfat” mahlasını, lakabını da kullanmıştır. Hacı Salih Efendi, bulunduğu İştip vilayetinin kadısı olup, rivayetlere göre Hz. Pir tarafından 19 yaşında mürşid tayin edilmiştir. Seyyit Ali ise, Hacı Salih Efendinin halifesi olup, Fehmi Efendi’nin de mürşidi olan Ali Rahmi Efendi’dir.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, nakkaşın ilmikleri tanıması gibi, bizim de cümle eşyada ve tecellilerde Rabbimizi görerek tanıma marifet ve kemalatımızın irşadı, Ali Rahmi, Hacı Salih Efendi ve Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri silsilesindendir diyor.

Ten Yakub’unun mahbublarıyız 
Can Yusuf’unun aşıklarıyız
Derde düşenin tabibleriyiz       
      
Nur Muhammed’in bendeleriyiz                      
Vahdet gülünün bülbülleriyiz

Hz. Yakup, oğlu Hz. Yusuf’u ararken diğer oğulları “Hala Yusuf’u anıp duruyorsun. Sonunda ya kederinden eriyeceksin yahut da helak olup gideceksin” (Yusuf, 85) diyerek Hz. Yakup’u tenkit ettiler. Hz. Yakup da onlara “Ben keder ve üzüntümü ancak Allah’a anlatırım. Ve ben Allah’ın yardımıyla bilmediğiniz şeyleri bilirim dedi.” (Yusuf, 86) Yani Hz. Yakub, onu kınayıp tenkit eden oğullarına, benim Yusuf’a olan sevgim ve onu arzu edip arayışım, hissiyat ve cehaletle olmayıp, Allah’ın bana bahşettiği nübüvvetin marifeti ve kemalatıyladır, diyor.
!Can Yusuf’unun aşıklarıyız’ demek ise: Hz. Yusuf, yaratılan en güzel insan olup, güzel insan sembolüdür. Hikmet ve mana yönünden ise Yakup ten, yani sureti remzeder. Yusuf’un güzelliği ise, ruh güzelliği olan, ikilik kabul etmeyen ‘bir’liktir. Yusuf, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle hasıl olan ruh güzelliğini remzeder. Ruh Türkçe ‘can’ demektir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Herkes ruhtan, candan bahsedip Allah’ı sevdiğini söyler, fakat bizim Allah sevgimiz, Hz. Yakup'un  Yusuf'u nübüvvet kemalatıyla sevmesi gibidir, cahillerin sevgisi gibi değildir.’ diyor. Çünkü cahil Hak'tan gafil olduğundan zanna tabidir. Kuran’da “…ve gerçekten zan, Hak’tan yana hiç bir fayda vermez.” (Necm, 28) Başka bir ayette ise “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu da şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez.” (Yunus, 36) buyrulur. Hakk'ı zanla sevenler gafildir. Cehlin ürünü olan zan, şüphe yüklü olduğundan her an değişebilir. İmam-ı Gazali Hazretleri bunlar hakkında “Cahiller Hak’tan gafil olduklarından, Hakk’ı sevmesini bilmezler, çünkü mecaz aşkta dahi bir güzelin güzelliği bilinmeden ve görünmeden ona aşık olunmaz, bir güzelin güzelliği bilinip ve görüldükten sonra ancak ona aşık olunur.” diyor ve devamla “Güzeller güzeli olan Allah, bilinip de görülmeden O’na aşık olunmaz.” buyuruyor.
Velhasıl cahil, kendinde ve cümle eşyada mevcut ve zahir olan Rabbinden gafil olduğu için, Hakk’ı sevmesini bilemez. Kulun Cenab-ı Hakk’ı sevmesi için, zikr-i daim ve meratib-i tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olması gerekir. Bu itibarla Hz. Yakup, oğullarına “Ben Allah’ın yardımıyla sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim, yani cahil değilim.” dedi. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim Allah’a olan aşkımız, cehaletle olmayıp, Hz. Yakup'un nübüvvet irfaniyetiyle Hz. Yusuf'a olan muhabbeti gibidir. Yani biz makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, ten Yakub’u olan suretlerde, Yusuf olan can / ruh güzelliğini görerek, O’na aşık olup, muhabbet ederiz.’ diyor ve devamla ‘Her kim böyle Yakup muhabbetiyle Yusuf derdine düşerse, irşadımızla onun derdinin tabibi ve devası oluruz.’ buyuruyor.

Ol kutb-ı cihan eyledi ayan          
Fakriyle fena bildirdi beyan
Tahsilde göründü cümle ayan

Nur Muhammed’in bendeleriyiz
Vahdet gülünün bülbülleriyiz

Kutup yıldızının gece yolculara yol göstermesi gibi, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, bizi cehaletin karanlığından, meslek-i Resul irşadıyla kurtardı. Hz. Peygamber (sav)'in “Fakirlik benim iftiharımdır” buyurup da iftihar ettiği fakirliğe, Hz. Pir’in himmeti olan meratib-i tevhid-i zat keşfi irfaniyetiyle mazhar olduk. Bu fakirliğe ulaşınca, Rabbimiz, cümle tecellide bize apaçık ayan oldu, gözüktü, demektir.

Aşk ile firak zevk ile sibak      
Bildirdi bize mecmu-yi kitab       
Talibi’ye çekmez dostu nikab 
 
Nur Muhammed’in bendeleriyiz
Vahdet gülünün bülbülleriyiz

Aşk, aşıkla sevgilinin firakından / ayrılığından hasıl olur. Zevk ise, aşıkla sevgilinin kavuşmasından / vuslatından hasıl olur. Kul olan aşıkla, ilahi sevgilinin ayrı kalmasından doğan aşk firakının / ayrılığının ne olduğunu ve aşıkla ilahi sevgilinin vuslat zevkinin sırr-ı mahiyetini, mecmu-yi kitap olan mürşid-i kamilin irşadıyla arif olduk, buyruluyor. Çünkü cümle kitaplarda her türlü ilimler vardır; ister dünyevi, isterse uhrevi olsun, bu ilimlerin anası ilm-i tevhiddir. Dünyaya ait ilimlerin kula faydası dünya ile kayıtlıdır. Ahiretle ilgili olan ilimlerin faydası ise, ahiretle kayıtlı olduğu için bu ilimlerin kula faydası hudutludur.
Fakat ilm-i tevhid irfaniyeti, kulu gerek dünya, gerekse ahiret olan cümle hudut ve kayıtlardan kurtarıp, Rabbine vasıl edip kavuşturduğundan,cümle ilimlerin anasıdır.Bu itibarla her bilgi ve anlayış, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kula hudutsuz, sınırsız fayda verir, fakat tevhid-i hakiki irfaniyeti olmazsa, cümle bilgi ve anlayışların faydası ya dünya, yada ahiretle sınırlı olur. Kitapların içinde nasıl ki ilim mevcutsa, ilimlerin anası olan ilmi tevhid irfaniyeti, mürşid-i kamilin telkin ve irşadında mevcuttur. Bu itibarla, mecmu-yi kitap, yani kitapların cemi, mürşid-i kamildir. Her kim ki kamilin irşadına mazhar olursa, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, kendinde, cümle eşyada ve alemlerde daima Rabbiyle vuslatta olup, Rabbinden gayrı görmez. Bu kemalat ve marifete mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri, dostum olan Allah, bana nikap/perde çekmez diyor. Çünkü; hadis-i şerifte ‘Allah kulunun kalbini zikrullahla kurdu mu onu durdurmaz, kuluyla arasındaki perdeyi açtı mı bir daha örtmez.’ buyrulmuştur. Allahualem..

Dersi Ahmed’den aldı ol Nur Muhammed pirimiz

Dersi Ahmed’den aldı ol Nur Muhammed pirimiz
Ondan okuduk bu ilm-i tevhidi her birimiz

Hz. Peygamber Efendimizin her bir isminin bir hikmeti vardır ki Ahmet ismi, Hz. Resulullah’ın ilm-i hakikatteki ismidir. Ders-i Ahmet ise, ilm-i hakikat dersi demektir ki; Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, ilm-i tevhid-i hakikiyi, bizzat Hz. Resulullah’tan tahsil etmiştir. Bu itibarla Hz. Peygamber Efendimiz, Ahmet ismindeki sırr-ı hikmetle Hz. Pir’in irşadında zahir olmuştur. İşte ‘Her salikin tahsiline gayret ettiği ilm-i tevhid-i hakikiyi, biz bu şuur ve anlayışla okuduk, idrak ettik.’ buyruluyor.
Ol gül-i hamraya bülbül nice olmaz aşıkan
Rayiha-yı rih-i Rahman onda aldı canımız

Hz. Peygamber Efendimiz “Rahman’ın kokusu Yemen’den geliyor.” Buyurmuştur ki, sahabeden Aliyyül Karani, o zaman Yemen’de idi. Ehl-i kemal, Aliyyül Karani Hazretlerinin zamanın gavsı olduğunu beyan etmişlerdir. Gavs kemalatı, cümle mülkü ve tecellileri ihata etmesi itibariyle Rahman mazharıdır. Rahman mazharının bir ismi de ‘kutup’tur ki, aynı kutup yıldızının gecenin karanlığındakilere yol gösterdiği gibi, Rahman mazharı olan Gavs, ehl-i aşka yol gösterir.
Gül-i hamra, kırmızı gül demektir. Renkler içerisinde kırmızı, ilahi aşka ulaşarak fenafillah irfaniyetiyle kulun nisbet varlığının yokluğa ermesini, gül ise Hz. Muhammed (sav)’i remzeder. Ki, Nur-u Muhammed mazhariyeti için aşıkların nispet varlığını fena edip, gül kokulu evlad-ı Resul’e karışarak evlad-ı Resul olmasıdır. Bu itibarla, evlad-ı Resul olup kırmızı gül gibi Ruh-u Muhammed kokan Pir Seyit Muhammed Nur Hazretlerini, ehl-i aşk olan bülbüller nasıl sevmesin ki? Cümle ehl-i aşkın canına ve canımıza, Rahman’ın kokusu bugün Hz. Pir’den geliyor, demektir. Çünkü, gavs kemaliyle zuhur eden Hz. Pir’in telkin ve irşadı, Hak taliplerine ve ehl-i aşka yol gösterip, onları ilahi sevgiliye kavuşturduğundan, ehl-i aşk, daima o irşaddan hasıl olan, irfaniyeti arayıp ondan gıdalanırlar, zevklenirler demektir. Allahualem.

Da’vet-i Rahman’ı duydu oldu gönül şadüman
Ol huzur-ı Hak’ta verdik sıdkile ikrarımız

Hz. Pir Efendimizin şahsında tasnif ve zahir olup, aynı zamanda davet-i Rahman olan, meslek-i Resul-ü Melamiyyenin telkin ve irşadına verdiğimiz ikrara sadık olmamızdan dolayı, gönlümüz ilahi sevgiliyle şenlenip şaduman oldu.

Ders-i  ilm-i ledünnü Ahmed’den aldık ol zaman
Nokta-yı Ali’ye vardı ilm ile irfanımız

Ders-i ilm-i ledün; ilm-i tevhid-i hakiki dersi demektir. İlm-i tevhid, Kur’an’da ledün olarak ifade edilir ki, ilm-i ledünü Ahmed’den almak, tevhid-i hakiki marifetine mazhar olmaktır. Nokta-yı Ali ise; Hz. Ali’nin “Sırr-ı ilahi Peygamberlere inen kitaplardadır, peygamberlere inen kitapların sırrı Kur’an’dadır, Kur’an’ın sırrı Fatiha’dadır, Fatiha’nın sırrı besmelededir, besmelenin sırrı B harfindedir; B’nin sırrı ise B’nin altındaki noktadadır. İşte o nokta benim. İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttı.” beyanındaki mana ve hikmettir.
Nokta, kalemin hiç hareket etmeden değmesiyle kağıdın üzerinde oluşandır. Sonra kalemin hareketi ile o noktadan harfler, rakamlar ve şekiller meydana gelir. Bunun için nokta, cümle harflerin ve şekillerin aslıdır. İşte cümle alemler ve varlıklar Hakk’ın zat-ı tekliğinin zuhuruyla oluşup meydana gelir. Cümle varlığın aslı, Hakk’ın zat-ı mevcudiyetidir. Bunu beyanla Hz. Ali  ‘İlim bir noktadır, cahiller onu çoğalttı.’ demiştir. Yani cümle varlık Allah’ın zat-ı mevcudiyeti olduğu halde, bundan gafil ve cahil olanlar, cümle varlığa, eşyaya nisbet vücut verip, gizli şirk işleyerek tek olan İlahi zat’ı çoğalttılar, demektir. İşte nokta-yı Ali’ye kulun ulaşması, ilm-i ledün yani tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat irfaniyetine mazhar olmasıyla mümkün olduğundan, Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hz. Resulullah’ın Ahmet ismindeki hikmet mazhariyetiyle, biz ilm-i ledüne / ilm-i tevhid irfaniyetine ulaştık ki, bu aynı zamanda nokta-yı Ali irfaniyetidir.’ diyor. Aynı zamanda nokta, Arap alfabesinde cümle harflere ses ve ahenk verir ki, nokta olmadan Arap alfabesindeki harfler, hiç bir anlam ifade etmez. Kur’an’daki Tevbe suresi ‘beraetün’ ifadesiyle başlar ki, bu ‘beraetün’ kelimesi besmelenin sırrını içeren “B” harfiyle başladığı için; Kur’an’ın sadece Tevbe suresi besmelesiz okunur. Nokta, Arap rakamlarında ise sıfırdır, sıfırı ifade eder. İşte her kim ki velayet sırrı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kamil bir insan olursa, o kulun kendi nispet varlığı kalmaz, sıfır, yani nokta olur.
Fakat insan-ı kamil, kemalatıyla cümle varlık ve eşyada mevcut olan Allah’ın zat-ı tecellilerini okuyup, Hak taliplerine ve aşıklarına da okutmasıyla, aynı zamanda cümle alemin ruhu ve ahengidir. Çünkü insan-ı kamilin var olması, Hakk’ın cümle kainat ve halkı yaratmasının amacıdır. Cenab-ı Hak “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık.” (Duhan, 38-39) buyurduğu gibi, hadis-i kudside “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” diyor. Velhasıl nokta-ı Ali’ye varmaktan maksat, sırrı velayet olan makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, insan-ı kamil olmaktır. Allahualem.

Şüphe ü şirk-i hafiden kurtulup bulduk eman
Korkma Fehmi, var iken  ol Mustafa sultanımız

Hz. Resulullah (sav) Efendimiz “Şirk iki türlüdür; biri açık şirktir; biri gizli şirktir. Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.” buyurmuşlardır. Kur’an’da ise ‘Allah’a şirk koşma. Çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.’ (Lokman, 13) buyrulur. Şirk, tevhidin zıddıdır. Şirk günahının, suçunun tedavisi ve ilacı ise tevhiddir. Kim kelime-i tevhide inanır da “Lailaheillallah muhammeden resulullah” derse, o kimse açık şirkten kurtulur; ilm-i şeriata göre mümin olur. Fakat böyle bir müminin gizli şirki devam eder. Çünkü kendi nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbini göremediği için, kendinin ve eşyanın nisbet vücudunu var zannederek gizli şirk işler. Her kim ki, kamil bir mürşidi bulup, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşırsa, ancak o kul kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbini görüp, Rabbine kavuşarak, hafi / gizli şirkten kurtulur. 
Eman, çare demektir. Hafi / gizli şirkin emanı/çaresi tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Hz. Peygamber Efendimizin isimleri içerisinde Mustafa isminin hikmeti, zat-ı ilahi tecellisi mazhariyetiyle olan bir arınmışlığı, temizliği ve safiyeti ifade eder. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle gizli şirkten kurtulup da zat-ı ilahi tecellisine mazhar olduğundan, Mustafa safiyetiyle olan bir kulluğa ulaşmış ki, Hz. Resulullah’ı Mustafa ismiyle anarak ‘Korkma Fehmi, var iken ol Mustafa sultanımız.’ diyor.


Cümle sevda-yı hakiki aşk-ı şinas geldiler

Cümle sevda-yı hakiki aşk-ı şinas geldiler
Bildiler bir gonca-yı hamra-yı gül şeydasıyız

Sevda-yı hakiki aşk-ı şinas; Gerçek sevgi, muhabbet mazharı olan ilahi aşk ehil ve mensuplarıdır. Gonca-yı hamra-yı gül, kırmızı gülün tomurcuğu demektir. Mana yönüyle ise kırmızı, ilahi aşk mazhariyetiyle kulun nisbet varlığından geçmesini remzeder ki, Hidayeti Nur-u Muhammed kırmızı gülün’ün goncasına bülbül olan aşıklar, ilahi aşk mazharıyetiyle o gül’ün goncasına, öz’üne mazhar olan Kamil’in etrafında toplandılar, demektir. Çünkü cümle ehl-i aşk olan veliler, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyeti olan bir kulluk irşadıyla zinde olup, arifane hayat yaşarlar ve makam-ı insana ulaşarak insan-ı kamil olurlar.
Kur’an’da “O peygamber, müminlere nefislerinden / öz benliklerinden daha dost, daha yakındır.” (Ahzab, 6) buyrulur. Başka bir ayette ise “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. ” (Nisa, 80) beyanı vardır. Cümle ehl-i aşk, Hz. Resulullah’ı bu ayetlerde beyan edildiği gibi kendi nefislerinden daha fazla severler ve Allah’a itaat şuur ve irfaniyetiyle Hz. peygambere tabi olup, Muhammedi tabiat ve ahlak üzere olan kulluk gayretiyle yaşarlar. Vesselam.

Devr-i inkılaba su-i fikrimiz yoktur bizim
Medeniyet aşığıyız cumhuriyet yariyiz

Osmanlı Devleti; Kur’an ve vahiyden kopuk, Hz. Peygamber Efendimizin ahlak ve öğretisinden uzaklaşmış olan sözde alimlerin, sözde dervişlerin ve mollaların gayretleri, tesir ve katkıları ile geri kalmış, dağılmış ve yıkılmıştır. Milli Kuvvetler ve Cumhuriyetin kurucu kadroları, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere; böyle ehl-i medrese ve ehl-i tekke olan din adamlarından çok zarar görmüşlerdir ve Türkiye  Cumhuriyeti Devleti hala görmektedir. Kur’an ve vahyin dışı olan bu zihniyet; Cumhuriyetin kuruluşunu engellemek için Haçlılarla dahi işbirliği yapmışlardır. Türkiye Cumhuriyetinin yıkılması için, bu gün dahi halen Haçlılarla işbirliği yapmaktadırlar. Onun için Cumhuriyetin kurucu kadroları bu meseleyi çok isabetli ve doğru bir teşhisle, eğitimde Osmanlı Devletini yıkan ezberciliği ve Arapçacılığı terk edip, yerine modern ve medeni dünyanın eğitim metotlarını uygulamış ve medreseleri, tekkeleri lağvetmiş, kapatmıştır.
Medresenin ve tekkenin Kur’an dışı hurafe yüklü faaliyetlerinden, şeyhlik, mollalık, hoca efendilik, mürşitlik, dedelik, babalık vb. unvanlarla, beşeri menfaat sağlayanlar, Cumhuriyeti ve inkılaplarını din dışı ilan etmişlerdir. Bunlar, cuma namazlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde geçerli olmadığını söylemişlerdir ve halen böyle söyleyenler vardır. Seksenli yıllarda büyük bir cemaatin lideri, gazetelere yaptığı beyanatlarda “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dar-ül harp (harp edilmesi gereken ve İslam diyarı olmayan bir ülke) olduğunu beyan etmiş ve günlerce gazetelerde yazı serisi olarak yayınlanmıştır. İşte bu zihniyet Osmanlı Devletini çökertmiştir. Bu zihniyet, bu gün İslam dünyasının gözbebeği olan, Kuran’ın tavsiyesine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına en uygun sistem olan cumhuriyetle yönetilen devletimizin en büyük düşmanı ve tehlikelerindendir. Çünkü bu ülkeyi din adına dar-ül harp ilan  etmek; bazı gafil şahıs ve gruplar tarafından, sanki küçük, önemli bir mesele değilmiş gibi görülür veya gösterilir. Fakat bu zihniyet, dar-ül harp ilanının arkasından verdiği fetvalarla, her Müslümanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıkılması için, cihat / mücadele etmesi gerektiği ifade edilir. Türkiye Devleti, dar-ül harp olduğu için, devlete vergi verilmemesi gerektiği söylenir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dar-ül harp olduğu için, devletten çalmayı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malını yemeyi, ganimet malı ve helal olarak görürler. Dar-ül harp olduğundan yalan söylemek günah olmaz deyip, cumhuriyetimizi savunan şahıslara, ilim adamlarına ve kurumlara çeşitli iftiralar atarlar ve türlü hile ve desiselerle din dışı ilan ederler. Bu zihniyet, dar-ül harptır diyerek faizcilik yapmayı, gerektiğinde içki içmek, zina yapmak, yalan söylemek gibi açık haram ve günahların helal olduğunu ilan ederler. Türk milletinin evlatlarına, kendi devletleri olan Türkiye Cumhuriyeti devletini düşman gibi gösterirler. Kendi devletlerini ayakta tutan kurumlarını hasım olarak gösterirler, özellikle yeryüzünde Hz. Peygamber Efendimizin ismi ile anılan yegane ordu olan, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Mehmetçiğe, bu milletin evlatlarını düşman hale getirirler.
Velhasıl bu zihniyetin, din adına yaptığı olumsuz faaliyetleri sayılamayacak kadar çok olmuştur ve halen olmaktadır. Halbuki bu gün yeryüzünde cumhuriyet olup da seçme ve seçilme hakkının her vatandaşına eşit bir şekilde verildiği, Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye cumhuriyeti devletinden başka bir İslam devleti yoktur. İslam dünyasında adı cumhuriyet olan devletler vardır. Fakat arka planında herkesin seçme ve seçilme hakkının olmadığı; ya aşiret, ya kabile veya bir diktatörlük mevcuttur. Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ve işleyişi, Kur’an’a, vahye ve Hz. Peygamber Efendimizin uygulamalarına en uygun olanıdır. Böyle olduğu için Türk milleti, bu gün İslam dünyası içinde her bakımdan en ileridir.
Zamanında Fehmi Efendi Hazretlerini ve ehl-i aşk olan arkadaşlarını, yukarıda evsafını belirttiğimiz, Kur’an ve Hz. Peygamber’in öğretisinden uzak, hurafeye tabi olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin düşmanlarından zannedip; tutuklamışlar ve ceza evine koymuşlar. Fakat sonra hakikat ortaya çıkar ki; Meslek-i Resul-ü Melamiyenin, yani Melamiliğin bu hurafe yüklü devlet ve millet düşmanlarından olmadığı anlaşılır ve serbest bırakılırlar. Fehmi Efendi Hazretleri, bunu beyanla ‘Devr-i inkılaba su-i fikrimiz yoktur, yani Cumhuriyet ve Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı bizim kötü bir niyetimiz yoktur.’ diyor ve devamla ‘Biz medeniyet aşığıyız, Cumhuriyet yariyiz. Yani medeniyetteki gelişmeye, terakkiye aşık olup, Türkiye Cumhuriyet’inin de yariyiz, sevdalısıyız, dostuyuz.’  buyuruyor. Bizim kanaat ve anlayışımız da bu yön ve istikamettedir.
Ki, Atatürk ilke ve inkılapları, cumhuriyet rejiminin devamını ve Türk Milletinin bütünlüğünü esas alır. Çünkü İstiklal Savaşı zaferle neticelenip Türkiye Cumhuriyeti devleti  kurulduktan sonra, sınırları dışında olan halkların, gerek iltica yoluyla gerekse mübadele / nüfus değişimleriyle Türkiye’ye kabul edilmelerinde ırk, soy farkı aranmayıp, sadece Müslüman olmaları dikkate alınmıştır. Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Kürt, Arap, Laz, Pomak, Yörük, Türkmen vb. halklar içinden ‘Eşhedüen Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu’ diyenler, yani sadece Müslüman olanlar, Türk milletini oluşturmuştur. Azınlık olarak ise, gayrimüslimler, yani Müslüman olmayan Rum, Ermeni, Yahudiler kabul edilmiştir. Hatta Anadolu’daki öz be öz Peçenek Türklerinden olanlar, Hıristiyan oldukları için Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk’ün sağlığında, bugün Moldovya’da halen yaşayan Hıristiyan Gagavuz / Gökoğuz  Türklerinin, müracaat ederek Türkiye’ye gelip yerleşme talepleri, Hıristiyan olduklarından kabul edilmemiştir.
Bugün ağızlarımızı doldurarak ‘Türk Milletinin nüfusunun % 99’nun Müslüman olduğunu’ söylüyorsak, bu Atatürk ve arkadaşlarının feraset ve gayretleriyle olmuştur. Bu itibarla Türk Milletinin aslını ve hamurunu ‘Lailaheillallah Muhammeden Resulullah’ imanıyla mümin olanlar, yani ehl-i tevhid olanlar oluşturur, vesselam.
Atatürk ilke ve inkılapları ise, Türk Milletinin birlik ve bütünlüğüne yöneliktir. Mesela, bazı kesimlerin hafife aldığı ve ‘gardırop devrimciliği’ diyerek alay ettiği kılık-kıyafet inkılabı, aşiretçilik, kabilecilik ve sülalecilik ifade eden giysilerin giyilmesini engellemeye yöneliktir. Yani filancaların, filanca oğullarının aşiret-sülale kimliğini ifade eden ve milletin bütünlüğüne zarar veren kılık-kıyafetleri kaldırıp, bunların yerine medeni dünyanın ahlaka uygun modern kıyafetlerini, herkesin giymesi özendirilerek, Türk milletinin bütünlüğü sağlanmıştır. Yine soyadı inkılabıyla, filanca fişmancaoğulları gibi aşiret, sülale yapılanmalarını ifade eden unvanlar yerine, her aileye bir soyadı verilerek millet bütünlüğü gözetilmiştir. Harf inkılabı ise; Türk Dünyasında alfabe birliğini sağlamaya yönelik olarak yapılmıştır. Velhasıl Cumhuriyet Devrindeki Atatürk ilke ve inkılaplarının daha bir çok yararıyla Türk Milletinin bütünlüğü ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin devamlılığı sağlanmıştır. Vesselam.
Melamilik, Cumhuriyet devri ilke ve inkılaplarıyla asla çelişmeyen, siyasi, ticari ve beşeri menfaat temin edilen bir meslek olmayıp, Kur’an ve vahiy ışığında, ahlak-ı Peygamber’den ayrılmadan kulun fenafillaha ermesidir. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi, Hz. Peygamber Efendimiz cahiliye Arap geleneği olan aşiret, kabile yönetimlerini ve saltanatı  kaldırıp, yerine şuraya, yani meclise danışarak meclisin önerdiği kişinin yönetimin başına getirilmesini uygulamıştır. Çünkü Kur’an’daki ”İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git.” (Al-i İmran, 159) “İşleri, yönetimleri aralarında bir şuradır.” (Şura, 38) “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara, ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) ayetlerinin de açıkça beyan ettiği gibi, Hz. Peygamber Efendimiz kendisinden sonra devleti idare edecek olanın halk tarafından seçilmesini, ehil olanların yönetime getirilmesini ve adaletle hükmetmesini tavsiye etmiştir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar buna riayet edilmiş, yönetime şuranın/meclisin yani halkın seçtiği ehil kimseler getirilmiştir.
            Fakat Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber Efendimizin tavsiyelerine riayetle seçkin sahabeler tarafından uygulanan; şuraya / meclise danışıp ehil olanın iş ve yönetim başına getirilmesi sistemini yıkmış ve kaldırmıştır. Aşiretçilik ve kabilecilik olan padişahlığı getirip, cahiliye Arap geleneğini ihya ederek oğlu Yezidi padişah veliahdı ilan etmiştir. Bu uygulamaya itiraz eden Peygamber Efendimizin emaneti olan Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt başta olmak üzere seçkin sahabeleri şehit etmiş, kimi sahabeleri ise sürgün etmiştir. İslam dünyasında daha sonra kurulan devletler de Kur’an’ın emir ve Peygamber tavsiyelerini değil de, Muaviye’nin kabile yönetimi kurallarına göre birer aşiret devleti olarak kurulmuştur.
            Bu aşiret yönetimi, ta Atatürk’ün liderliğiyle Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar devam etmiştir. TBMM’nin ilk açılışında, şura / meclis ile yönetime dair ayet ve hadisler, büyük pankartlarla teşhir edilmişlerdir. Velhasıl, Hz. Peygamber Efendimiz tarafından başlatılan Hz. Hasan’dan sonra kopan cumhuriyet yönetim şekli; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile tekrar başlamıştır, elhamdülillah. Bu beyitler Meslek-i Resul-ü Melamiyyenin yani Melamiliğin Türkiye Cumhuriyetiyle, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla çelişkisi olmadığı gibi, bunların yari, sevdalısı ve dostu olduğunu, beyan ediyor. Vesselam.

Suçumuz, tevhidi ifşa eylemekle mahkumuz
Cümle yaranla beraber bir yüzün meftunuyuz

Bir iftiracı tarafından şikayet edilerek, hapse atılan Hasan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim misyonumuz, tevhidin hakikatidir ki; bununla suçlanıp, mahkum olduk. Cümle yaran ve ehl-i aşkla ‘bir’ yüzün, yani vahit olan Hakk’ın aşıkları ve tutkunlarıyız.’ diyor.

Halk-ı alem gördüler surette bizi bir geda
Alem-i vahdet içinde cümlenin sultanıyız

Zahiren halkın gözünde ve anlayışında, biz hapishanede mahkum ve mahpus olup köle, esiriz. Fakat vahdet alemi olan Hakk’ın birliğini, cümle alem ve eşyanın mevcudiyetinde müşahede etmek irfaniyet ve kemalatının sultanıyız.’ buyruluyor.

Ol Muhammed Mustafa’nın ruhuna yüz bin sala
Kapısında biz fakr ü aciz ü biçareyiz

Hz. Peygamber Efendimize salat u selam etmek, Kur’an emridir. Ki, Kuranda “Allah ve melekleri, nebiye salat ederler. Ey iman edenler, siz de nebiye salat edin ve teslim olun.” (Ahzab, 56) başka bir ayette ise “De ki, hamd Allah’ındır, selam Allah’ın seçtiği kullarınadır.” (Neml, 59) buyrulmuştur. Ayette ifade edilen ‘Allah’ın seçtiği kullardan’ maksat; başta Hz. Muhammed (sav)’dir ve evlad-ı Resul’dür (Ehli beyt’tir). Bu itibarla salat ü selamın muhatabı Hz. Resulullah’la beraber ve Nur-u Muhammed (sav) mazharı olan evlad-ı Resuldür.
Salavat. Arapça “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammed ve ala ali Seyyidina Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala ali İbrahim, inneke hamidün mecid. Allahümme barik ala Muhammedin ve ala ali Muhammed, kema barekte ala İbrahime ve ala ali İbrahim, inneke hamidün mecid” olarak okunur. Yani “Ey Allahım, selamet ve esenliğe çıkar, bereketlendir; efendimiz Hz. Muhammed (sav) ve evlatlarını; nasıl ki Hz. İbrahim ve evlatlarını selamete çıkardığın ve bereketlendirdiğin gibi. Bunu icad edecek olan, yani zuhura getirecek olan sensin.” demektir. Burada ifade edilen Hz. İbrahim ve evlatlarının selameti ve bereketi, hanif yani tevhid selamet ve bereketidir.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ol Muhammed Mustafa’ya ve evlad-ı Resule, yüz binlerce salatu selam ederiz, Her mümin gibi biz de Nur-u Muhammed’in zuhuruna aciz ve biçare olduğumuzdan muhtacız.’ diyor. Çünkü, nur-u Muhammed mazhariyetiyle ancak evlad-ı Resul’e dahil olunur ki, Nur-u Muhammed mazhariyeti olmadan, makam-ı insan bulunmaz ve insan-ı kamil olunmaz, vesselam.

Meyhane-i Nur-ı Muhammed’den dolu peymaneden
Sundu aşıklara Fehmi ta ebed mestanesiyiz

Meyhane-i Nur-u Muhammed, meslek-i Resul-ü Melamiyye irfaniyeti zevkinin mevcut ve zahir olduğu meclis, demektir. Fehmi Efendi Hazretleri ‘Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olan Meslek-i Resul-ü Melamiyyenin irfaniyet ve kemalatı zevkiyle, gönül kadehimizi doldurduk. Bizim Hak aşıklarına ikramımız, gönlümüze doldurduğumuz bu marifet ve kemalattır.’ Diyor ve devamla ‘Bizim sarhoşluğumuz geçici değildir, biz ebediyen bu irfaniyet ve kemalatla sarhoşuz, mestaneyiz.’ buyuruyor. Çünkü bir kul Allah’a vuslat irfaniyeti zevkini tatmışsa, zevkullaha ulaşmış olur; zevkullah ise ebedidir.
Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Ervahi alemde saflar kuruldu

Ervahi alemde saflar kuruldu
'Elestü' hitabı nida olundu
Onda ikrar eden bunda bilindi

Allah Allah daim hu diyelim biz

Allah Allah daim Hak diyelim biz 

Kur’an-ı Kerim’de “Hani Rabbin, Ademoğullarından, bellerinden zürriyetlerini alıp onları nefislerine şahit tutarak sormuştu: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da: Evet Rabbimizsin, buna şahitlik ederiz. demişlerdi. Kıyamet günü ‘Bizim bundan haberimiz yoktu.’ dememeniz içindi.” (Araf, 172) “Allah, birbirinize düşman olarak inin aşağı, sizin için dünyada belli bir süreye kadar bir yer ve geçimlik vardır, dedi. Allah şöyle buyurdu: Orada yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve tekrar oradan diriltilip çıkarılacaksınız.” (Araf, 24-25) Buyrulmuştur. Ervah alemi, ruhlar alemidir. Ayetlerde beyan edildiği gibi, Cenabı Hak alem-i ervahta gelmiş geçmiş ve gelecek cümle insanların ruhlarını yarattı ve ‘elestü bi Rabbiküm / Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ diye onlara hitap etti, onlar da ‘kalu bela / evet, Rabbimizsin, buna şahitlik ederiz’ dediler. Sonra Cenab-ı Hak ruhlara, yeryüzüne inin dedi ve ruhlar bedenlenip suretlenerek bu aleme geldi ve kıyamete kadar da gelecektir. Fakat bu tabiat aleminin etkisi ve tesiriyle kul, ruhlar aleminde Rabbimiz tarafından yapılan hitabı, verdiğimiz sözü ve yaptığımız şahitliği unuttu.
İşte cümle peygamberlerin ve velilerin tebliğ ve irşadının gayesi, bu gaflet ve unutkanlıktan kulu uyandırıp, bu imtihan aleminde kulun Rabbine vuslat etmesi içindir. Bu vuslatın gerçekleşmesi için kulun, mürşid-i kamilin irşadıyla bu alemde ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabını işiterek ‘Evet, Rabbimizsin. Buna şahitlik ederiz.’ cevabını, marifet / kemalat mazhariyetiyle tekraren vermesi gerekir. Ancak o zaman bu hitabın, ikrar ve şahitliğin mahiyet ve hikmeti anlaşılır. Burada beyan edilen saflar, bu şahadet alemine mahsustur. Birinci saf peygamberlerin safıdır. İkincisi evliyanın safıdır. Üçüncüsü müminlerin safıdır. Dördüncüsü ise eşkıyaların safıdır. Elestü hitabını Cenab-ı Hak, peygamberlerin gavsının dilinden, birinci saftaki cümle peygamberlere yapar ve hitabı duyan peygamberler, evet derler. Evliyanın gavsından da ikinci saftaki evliyalara hitap eder ve hitabı işiten cümle veliler, evet derler. Evliyadan da, üçüncü saftaki müminlere yapar ve hitabı işiten müminler de evet derler. Dördüncü saftaki şakiler / isyancılar ise, hitabı duymadıkları halde müminleri takliden evet derler, vesselam.
Hz. Pir Efendimiz ‘Ruhlar aleminde kulun ilmi vardı, fakat marifeti yoktu. İlim, akılla tahsil edilir, marifet ise müşahedeyle elde edilir.’ diyor. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ruhlar alemindeki hitabın açığa çıktığı meclisin saflarını kurduk, her kim ruhlar aleminde muhatap olduğu ‘elestü’ hitabını, yani verdiği sözü ve şahitliğini tekraren ikrar etmek isterse, meclisimize gelsin ve ikrarını versin.’ buyuruyor.
“Allah Allah daim Hu diyelim biz Hak diyelim biz” demek ise şöyledir: Kuran’da ‘…unuttuğunda Rabbini zikret/an…’ (Kehf, 24) “Rabbini içten yalvararak ve gizlice sesini yükseltmeden sabah akşam zikret, gafillerden olma.” (Araf, 205) buyrulmuştur. Bu alemdeki gaflet ve unutkanlıktan uyanmak, zikrullahla mümkündür. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında beyan edildiği gibi, Cenab-ı Hak, isimlerinden ‘Allah’ ismiyle kendisinin zikredilmesini istiyor. Çünkü Allah, esma  itibariyle ism-i celaldir ve kulun gönlündeki gayriyet muhabbetini ismi celal tesiriyle giderir. Allah, makam itibariyle ise, uluhiyettir. Uluhiyet, cümle isimleri kendinde toplayan makam olması itibariyle Rab, Allah’tır. Rahman ve Rahim Allah’tır, Gaffar, Musavvir vb. cümle isimlerden, makam-ı uluhiyet büyüktür. Cümle isimler, ancak uluhiyeti açığa çıkarırlar. Kur’an’da  “İman edenlerin kalbleri Allah’ın zikri ile mutmain olur. Şüphesiz kalbler ancak Allah’ın zikriyle huzur ve sükun bulur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur.  Ancak mürşid-i kamilin telkin ve tarifiyle kulun kalbi zikrullahla şereflenir ve zikr-i daim mazhariyetiyle gafletten uyanır. Bunun için Fehmi Efendi Hazretleri: 'Her nefeste daima Allah diyelim.’ Diyor.
‘Hu ve Hak’ ise: Hu, gayb-ı mutlak hüviyet olan sırf zatı remzeder. Kalbi daim zikirle uyanmış olan kulun, makamat-ı tevhidin fena mertebelerinin keşfine ulaşıp, tecelli-i zat’a vuslat etmesinin irfaniyet ve kemalatıdır. Hak ise, tevhidin beka mertebelerinin marifetine mazhariyeti ifade eder. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bu alemde zamanın kamil mürşidi tarafından ‘elestü’ hitabının tekraren yapıldığı meclis kuruldu, gözümüzü açalım da ikrar verenlerden olup, her nefeste zikrullah uyanıklığıyla fenafillah ve bekabillah kemalatına ulaşalım.” diyor.


Bülbüllere açtı ilkbahar gülü
Aşıklara esti seherin yeli
Kuruldu muhabbet kadehler dolu

Allah Allah daim hu diyelim biz
Allah Allah daim Hak diyelim biz

Bülbül, zikr-i daimle makamat-ı tevhide istidat hazırlamış olan zikir salikidir. İlkbahar gülünün açması ise; Nur-u Muhammed mazhariyeti olan bir kullukla, salikin tevhid-i ef'al keşfi irfaniyetine ulaşmasıdır. Zahiren de, bülbüller seher vaktini sever ve seher yeli estiği vakitte çok öterler. Zikr-i daimle tevhide istidat hazırlamış olan Hak aşıklarına, tevhid-i ef'al’in keşfi irfaniyeti seher yelidir. Aşıklar tevhid-i hakiki müşahedesiyle zevklenmekten daha ziyade hiç bir şeyden keyif almazlar. Çünkü tevhid-i hakiki irfaniyeti, ilahi sevgiliyle aşığın buluşmasıdır. Kuruldu muhabbet kadehler doldu, demek ise: ‘Mürşid-i kamil teveccühü açtı; ihvana miktarına göre meratib-i tevhid tarif ve telkin ederek, ihvanların gönül kadehleri muhabbetullah, yani zevk-i ilahi ile doldu.’ demektir.
İçmişiz doluyu olmuşuz sekran
Fikrimizde yoktur cennet ve niran
Dilimizde ancak sohbet-i Rahman

Allah Allah daim hu diyelim biz
Allah Allah daim Hak diyelim biz

İçmişiz doluyu olmuşuz sekran: Tevhid-i sıfat mertebesi, makam itibariyle aşk makamıdır. Cennet ve niran ise; cennet ve cehennem demektir. Beytin manası şöyledir: Bizim kulluğumuz, ehl-i ukba gibi nefsimizi cehennemden halas etmek ve cennet-ül amele girip, nefsimizi amel cenneti nimetleri ile lezzetlendirmek için olmayıp, sohbet-i Rahman’dır. Yani insan-ı kamilin, aşık olanlara irfaniyeti ve kemalatıyla yaptığı sohbet ve irşadıdır. Rahman mazharı olan kamil mürşid, bize aşk mertebesini telkin ve tarif etti. Mevsuf olan ilahi sevgiliye kavuşmanın zevk ve sarhoşluğuyla sekran olduk.’ Demektir .

İçelim badeyi sarhoş olunca
Yakalım aşk odun suzan olunca
Yanalım yanalım ta kül olunca

Allah Allah daim hu diyelim biz

Allah Allah daim Hak diyelim biz


Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri; hakikate göre sarhoş kimseyi şöyle tarif etmiştir. “Bir kadeh içer ef'alini kaybeder; ikinci kadehini içer görüp işitmesini kaybeder; üçüncü kadehte ise kendini kaybeder.” diyor. En makbul cezbe, yani sarhoşluk; alem-i halk içinde Hakk'ı bulup, Hak’ta kendini kaybetmektir. O da ancak tevhid-i hakiki badesi, yani içkisinin sarhoşluğuyla olur. Tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle kulun, yokluğa / fenaya ulaşarak, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk'a vasıl olmasıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyet içkisiyle öyle bir sarhoş olalım ve aşk-ı ilahi hararetiyle öyle bir yanalım ki, nispet varlığımız Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinde fenaya ersin ve kül olsun.’ diyor.

Gelin ey kardeşler sürelim demi
Fırsat elde iken durmayın geri
Bize fayda vermez zahidin yolu

Allah Allah daim hu diyelim biz

Allah Allah daim Hak diyelim biz


Zahid, kendi halini beğenerek, fazla ibadetlerle meşgul olarak şekil-suret düzer, halk-ı alemi beğenmeyip herkesi eksik görür, yalnız kendini beğenir. Zahidin kulluğu ise; ehl-i ukbanın kulluğudur. Yani nefsini cehennemden halas edip amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmek kulluğudur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Gelin ey mümin kardeşler! Böyle zahidliğin faydası olmaz ve seni yaradılışının yüce gayesine, yani Rabbine kavuşturmaz. Sen aşk-ı ilahi içkisinden içerek aşk ehli ol ve zikr-i daimle makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaş.’ Diyor ve devamla ‘Ey ihvan, ey ruh kardeşim! Bu alem imtihan alemidir; zamanını, vaktini heba edip boşa harcama, meratib-i tevhidin irfaniyet ve zevkine ulaşma gayretinde ol.’ diyor.

Pir Seyyidimiz ol Muhammed Nur-i
Varis-i Resuldür gavstır zuhuru
Bize talim etti sırr-ı tevhidi

Allah Allah daim hu diyelim biz

Allah Allah daim Hak diyelim biz

Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Ehl-i Beyt’tendir, evlad-ı Resul’dür. Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul ise üçtür: Birincisi süveri Ehl-i Beyt, yani soy itibariyle olup, Pençe-yi Al-i Aba’dır. Yani abanın altındaki beş kişidir ki, bunlar Hz. Resulullah’la beraber, Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. İkincisi; manevi Ehl-i Beyttir. Hz. Peygamber Efendimiz’in “Salman benim Ehl-i Beytimdir.” buyurduğu gibi ‘Ebubekir benim Ehl-i Beytimdir.’ buyurmuştur. Hz. Peygamber, başka sahabeler için de ‘benim Ehl-i Beytimdir’ demiştir. Başka bir hadis-i şerifte ise “Selman bendendir, ben Selman'dan.” buyruluyor. Ki, Hz. Peygamber’in bu beyanı, Hz. Selman’da cehaletten eser kalmadı, onda zahir olan irfaniyet ve kemalat bana aittir, demektir. Selman-ı Farisi, Nur-u Muhammed’in mazharı olduğu için, Hz. Peygamber Efendimiz “Selman benim Ehl-i Beytimdir.” Demiştir .
Selman-ı Farisi gibi, Nur-u Muhammed mazharı olan başka sahabeler de vardı. Bunların Hz. Peygamber Efendimizle soyca herhangi bir akrabalığı olmadığı halde, onlar da evlad-ı Resul ve Ehl-i Beyt’tirler. Bunlara manevi ehlibeyt denir. Çünkü Nur-u Muhammed’in zuhuruna mazhar olmuşlardır. Bunlar her zamanda, yani tüm zamanlarda ve değişik ırklarda, soylarda mevcutturlar. Her insan manevi ehlibeyt, yani evlad-ı Resul adayı olup manevi ehli beyt olmaya müsait bir potansiyeldir.
Üçüncüsü ise; hem soyca, hem de manevi olarak Ehl-i Beyt yani evlad-ı Resul olmaktır. Bunlar, Hz. Peygamber’in halifesi olup; seyr-i süluku bizzat Hz. Resulullah’ın şahsından tahsil ederler. İşte müceddidler, yani yenileyiciler de bunlardandır. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, hem soy itibariyle, hem de manevi olarak evlad-ı Resul’dür, vesselam.
Hz. Peygamber Efendimizin üç vücudu vardır: Birincisi, vücud-u unsurudur ki; 1.400 yıl evvel Abdullah’tan olup Amine validemizden doğup zahir olmuştur ve 63 yıl yaşamıştır. İkincisi, vücud-u misalidir. Her kim rüyasında Hz. Peygamber Efendimizi görürse, vücud-u misaliyle görmüş olur. Hadis-i şerifte “Her kim rüyasında beni görürse, beni görmüş olur. Şeytan benim suretime, kılığıma giremez.” buyrulmuştur. Üçüncüsü ise, Hz. Resulullah’ın vücud-u nuraniyesidir. Bu itibarla zamanın gavsı müceddidi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, seyr-i süluku bizzat Hz. Peygamber Efendimizden görmüştür. Fena mertebelerini vücud-u misalinden telkin almıştır. Bekabillah mertebeleri olan, cem, hazret-ül cem ve cemm-ül cem makamlarını ise, vücud-u unsurundan telkin almıştır. Vücud-u Nur-u Muhammed mazhariyetiyle de şereflenip, Hz. Resulullah’ın halifesi olmuştur. Her zamanın piri, müceddidi; Hz. Resulullah’ın halifesidir. Kamil mürşit ise, zamanın müceddidi olan pirin halifesidir. Velhasıl Hz. Pir Efendimizin zuhuru, zamanın müceddidi olduğundandır. Yüzyıllardır devam eden çile, riyazat, taç, hırka vb. tarikat geleneklerini zuhur-u kemalatı ile kaldırmıştır. Zamanın alimleri, müderrisleri Hz. Pir’in kemalatından istifade etmişler ve ona biat ederek irşad olup aydınlanmışlardır.
Hz. Pir, o günkü devletin üst düzey bürokrasisinde etkili olmuş, şeyhülislamlar, yüksek rütbeli paşalar, hatta zamanın padişahı olan Abdülmecid dahi Hz. Pir’den telkin alıp seyr-i süluk görmüştür. Hz. Pir’in irşadıyla irfaniyete mazhar olan Padişah Abdülmecid, atalarının Niyazi Mısri’ye yaptıkları eziyet, sürgün ve zulümden dolayı Limni Adasına gidip, Niyazi Mısri Hazretlerinin türbesini tezyin etmiş ve ruhaniyetinden, ataları adına özür dilemiştir. Ve o zamanki Rusya muharebesini kazanmıştır.
Gavs; kesretin ve vahdetin marifetini kendinde toplamış olandır. Hz. Pir, gavs marifet ve kemalatıyla zahirdir, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Pir Seyyit’imiz Muhammed Nur, varis-i Resul'dür, Gavs'tır zuhuru. Bize talim etti sırr-ı tevhidi.’ diyor. Yani Hz. Resulullah  Efendimiz, Hz. Pir’in şahsında, meslek-i Resul’ün telkini ve tarifiyle zahir oldu ve biz de Hz. Pir’in halifelerinden sırr-ı tevhidi talim ettik ve etmekteyiz. Allahualem.

Gel ey Fehmi sen de Hakk’ı fikreyle
Uyandır kalbini daim zikreyle
Fenadan bekaya bir sefer eyle

Allah Allah daim hu diyelim biz
Allah Allah daim Hak diyelim biz

Kur’an-ı Kerim’de ‘Gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler / tefekkür ederler.’ (Al-i İmran, 191) buyrulur. Ehl-i kemal, bu ayeti delil göstererek, bir kimsenin Hakk’ı tefekkür etmesi için, kalbi zikr-i daime mazhar olması gerekir. Bir kalbte zikr-i daim yoksa o kimseden zahir olan fikirler, felsefe olur. Felsefede ise isabet olabilir de olmayabilir de. Fakat kalbi zikr-i daime aşina olan kimse, ilhama mazhar olup, onda fikrullah zahir olur, demişlerdir. Fehmi Efendi Hazretleri kendini muhatap ederek bizlere ‘Kalbinizde zikr-i daim ve fikrullah uyanıklığı olsun. Bu uyanıklıkla fena ve beka olan tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetine ulaşın, kalbiniz bu makamların marifet ve kemalatına mazhar olsun.’ buyuruyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

Mekteb-i irfana erdi yolumuz

Mekteb-i irfana erdi yolumuz            
‘Sümme dena fetedella’ okuruz
Şer’i paka var mıdır hilafımız?

Bir nazar et göresin erkanımız


Mekteb-i irfan; mürşid-i kamilin mazhar olduğu seyr-i sülukun telkin ve irşadıyla hasıl olan irfaniyettir. Kuran’da: “Sümme dena fetedella / sonra iyice yaklaştı ve sarktı...” (Necm, 8) buyrulur ki, bu ayetler Hz. Peygamber Efendimizin miraçta Hakk’a olan yakınlığını beyan eder.
Bu ayetlerin bu gün bize olan hitabı ise şöyledir: Ehl-i kemalin Hakk’a yakınlığı iki neşe ve hal iledir ki, biri ayette “sümmedena” olarak beyan edilen kurb-u feraiz, yani kulun Hakk’a farz yakınlığıdır. Bu yakınlıkta, kulun müşahedesinde kesret yani halk batın olup, Hak zahirdir. Diğer yakınlık ise, ayetteki “fetedella” beyanı olan kurb-u nevafil yani nevafil yakınlığıdır. Bu yakınlıkta kulun müşahedesinde vahdetin zuhuruyla hasıl olan halk kesreti zahir olup, Hak ise batındır. Bu yakınlık aynı zamanda, kulun vahdetin kesretini müşahede etmesiyle ulaştığı fark marifetidir. İşte ehl-i kemal olan ariflerin hali, ya vahdetin, ya da kesretin zahir olduğu bu hallerdir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim mekteb-i irfandaki tahsilimiz, tedrisimiz Kur’an’ın “sümme dena fetedella” beyanının sırr-ı mahiyeti olan, kulun Allah’a iki yakınlık halinin keşfi marifetidir.’ diyor.
Şer-i pak, dinin tertemiz olan şeriatı, yani zahir yönü demektir. Allah’ın, kulların yapmasından razı olduğu emirler ve yapılmasından razı olmadığı yasaklarıdır.
Şeriat ahkamını dört temel delil teşkil eder: Birincisi Kur’an’dır. İkincisi Hz. Peygamber Efendimizin sünnetidir. Üçüncüsü, icma-yı ümmettir, yani Kuran’a ve sünnete ters olmayıp, Kur’an ve sünnetle çelişmeyen alimlerin çoğunluk ittifakı ve toplumun genel kabulleri demektir. Mesela, Mevlid-i Şerif okunması gibi uygulamalardır. Dördüncüsü ise, kıyas-ı fukuhadır; yani alimlerin, hukukçuların Kur’an’la, sünnetle ve icma-yı ümmetle çelişmeyip, mukayeseyle toplumun ihtiyaçlarına göre verdiği fetvalarıdır.
Kamil olan bir mürşidin en evvelki telkini, Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riayet ve Hazreti Peygamber Efendimizin güzel ahlakıyla ahlaklanılmasıdır. Bu itibarla kamilin en evvelki telkini olan, pak tertemiz şeriat ahkamına riayet eden saliklerde ancak mekteb-i irfanın kemalat ve irfaniyeti hasıl olur. Yoksa bir salik tertemiz olan ahkamı şeriata uymazsa, o salikte mekteb-i irfanın kemalat ve marifeti asla hasıl olmaz. Bu konuda Niyazi Mısri Hazretleri “Hakikat nurdur, onun ziyasıdır şeriat / Ziya olmazsa nuru da yok bil / Hakikatin kıyasıdır şeriat.” diyor. Hz. Pir ise “Şeriatsız ne tarikat ne de hakikat olur. Şeriata muhalif olan tarikata ve hakikate dahi muhaliftir. Çünkü şeriat beyan-ı ilahiyedir.” buyurmuştur. Velhasıl Fehmi Efendi Hazretleri, bu beyitlerde meslek-i Resul-ü Melamiyye’ye şüpheyle bakanlara hitaben: ‘Zanla ve onun bunun lafıyla hareket etme, gel bizim hal ve anlayışımızı bize sorarak tetkik et, kafandaki zan ve müşküllerin çözülsün. Böylece Hz. Peygamber Efendimizin pak, tertemiz şeriatı ile hiç bir ihtilaf ve çelişkimizin olmadığını anlayıp görürsün.’ diyor.

‘Yezkürunallahe’ nin devranıyız
Her nefeste zikrinin agahıyız
Zatının şem’ine hep pervaneyiz
‘Fezküruni’ ayetin mazharıyız

Bazı kimselerin demesiyle veya herkesin kendine göre yaptığı tesbihat ve virdler vardır. Özellikle kamil olmayıp, geçmişteki ehl-i kemal büyüklerinin isim ve unvanlarıyla faaliyet gösteren nakıs / eksik mürşitlerin, önderlerin veya onların vekillerinin, çeşitli rakam ve adetle yapılmasını söyleyip telkin ettikleri virdler ve tesbihatlar vardır. Bunlar, yapılan bu tesbih ve virdlerin, kulu yaradılışının yüce maksadına ulaştıracak olan zikrullah olduğunu zannederler. Halbuki Kur’an’da “…bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin.” (Bakara, 239) Buyrulur. Cenab-ı Hak, kendisinin nasıl ve ne şekilde zikredilmesini, yani zikrullahın nasıl olduğunu bize Kur’an’ın “Ellezine Yezkürunallahe kıyamen ve ku’uden ve ala cünubühim…/ Onlar ayakta iken, oturur iken ve yatar iken Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran, 191). “…ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…” (Nisa, 103) ayetleri ile apaçık bir şekilde beyan ediyor. Bu itibarla Allah’ın Kur’an’da bu ve  benzeri ayetleriyle bize emrettiği zikrullah; ayakta, oturarak ve yatarak yapılan zikrullahtır. Yine Kur’an’ın, bize örnek olarak gösterip de methettiği ehl-i zikir; Allah’ı ayakta, oturarak ve yatarak yani her zamanda, her yerde, her pozisyonda ve her nefeste zikredenlerdir. Çünkü nefesi olupta yaşayan bir insan, ya ayaktadır, ya oturur ya da yatar. Başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Bunu beyanla Mevlid sahibi Süleyman Çelebi Hazretleri “Her nefeste Allah adın de müdam” buyurur. Velhasıl “yezkürunallahe” nin devranıyız, demek; Kur’an’da örnek gösterilen ehl-i zikrin meclisine dahil olup, Hakk’ın emri olan zikrullaha mazhar olduk demektir.
‘Zatının şem’ine hep pervaneyiz’ sözünden maksat  ise, zat-ı ilahiye vuslat keşfi irfaniyetinin talipleriyiz, demektir. Devranımız yani kulluk amacımız, zikr-i daim uyanıklığıyla Hakk’ın zatına vuslat etmektir. Bu yüce amaç doğrultusunda biz, pervane gibi fütursuz ve cesuruz, demektir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “fezküruni ezkürküm…/ siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim…” (Bakara, 152) buyuruyor ki, hangi kul zikr-i daime mazhar olursa, bu ayetin emrini yerine getirmiş olur. Ehl-i kemal “Zikrullah zakirde galip olursa, o galibiyette, zikreden, zikir ve zakir Bir olur.” buyurmuştur. Bu mevzu başka bir itibarla ise şöyledir, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kul, kendi yokluğunda zahir olan Rabbine kavuşursa, o kulun yokluğunda Hak zahir olur. Ki, yokluğuyla kul Rabbini, Rabbi ise tecellisiyle kulunu zikretmiş olur. Vesselam.

Şeş cihetten görünür dildarımız
Bahr-ı ummandan çıkar dürdanemiz
Nice keşf olur bizim esrarımız
Kenz-i mahfiden doğar irfanımız     

Kenz-i mahfi, gizli hazine demektir. Kudsi hadiste “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı yarattım.” buyrulmuştur. Hz. Pir, bu kudsi hadisi “Ben süver-i malumatla zahir idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.’ olarak yorumlamıştır. Yani Cenab-ı Hak, zahirde suretlerle biliniyordu, fakat tevhid-i hakiki irfaniyetiyle bilinmek istediği için, kendinin Hakk’el yakın bilinmekliğini halk ederek yarattı. Ki, bu yaradılış ehl-i tevhid-i hakiki ve onların keşfi irfaniyetiyle halen devam etmektedir.Yani bu yaradılma; zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i ilahinin keşfi marifetiyle bu alemde ve her zamanda olmaktadır. Bu itibarla ‘kenz-i mahfiden doğar irfanımız’ buyrulması; bizim irfaniyetle olan aydınlığımız, daim zikir uyanıklığı ve Allah’ın mertebelerinin müşahedesinden doğarak, hasıl olup yaratılır, demektir. 
Bu irfaniyet, çok kıymetli, eşsiz bir mücevherdir ki, bu mücevher ancak bahr-ı umman olan kamil bir mürşitte bulunur ve ancak onun irşadıyla zahir olup açığa çıkar. Büyüklerimiz “Hiç bir deniz, mücevherini dalgalarıyla kıyıya atmaz, fakat dalgıcın dalmasını da engellemez.” Demişlerdir. Yani bir mürşid eğer kamil ise, benim irfaniyetim şöyledir, ben kamilim, gelin sizi irşad edeyim gibi sözler söylemez. Kemalat ve marifetini bu şekilde açığa vurmaz. Ancak, dalgıcın dalarak denizden mücevher çıkarması gibi, Kamili bulan Allah dertlileri ve talipleri, ona müşküllerini sorar. Kamil de bu suallerin sorulmasını engellemeyip, marifetle o sorulara cevap verir. Ki, müşkülleri cevaplandığı nispette dertliler ve talipler aydınlanarak, tevhid-i hakiki irfaniyet mücevherine mazhar olup arif ve kamil bir insan olurlar. İşte bu irfaniyetten mahrum olanlar, kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan ilahi sevgiliyi asla göremeyip ehl-i kemalin esrarına.yani sırr-ı irfaniyetine ulaşamadıklarından ‘Nice keşfolur bizim esrarımız’,yani Kamil’in irşadına mazhar olmayanlar, Arif’lerin sırrını nasıl bilebilir buyruluyor.  
‘Şeş cihetten görünür dildarımız’ sözünün manası ise; Bahr-ı umman olan mürşid-i kamilin irşadıyla gönlümüzdeki ilahi sevgiliyi, bütün yönlerden ve cümle tecellide müşahede ederiz, görürüz, demektir.

Cümle esvat-ı huruf noktasıyız
Mevc-i derya katreler ummanıyız
Gökteki necm ü kamer envarıyız
Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız

Hazreti Ali (kv) “Sırr-ı ilahi, cümle peygamberlere inen kitaplarda mevcuttur. Kitaplardaki esrar Kur’an’da mevcuttur, Kur’an’ın esrarı Fatiha suresinde mevcuttur, Fatihanın esrarı Besmelede mevcuttur, Besmelenin esrarı “B” harfindedir “B” harfinin esrarı ise B harfinin altındaki noktadadır. İşte o nokta benim. İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” buyurmuştur. Eski Arap alfabesinde B harfi, altında bir nokta ile ifade edilir. Arap alfabesindeki diğer bir çok harfler noktalıdır. Kimi bir nokta, kimi iki nokta, kimi üç nokta, kimi içinde nokta, kimi dışında nokta vb. Velhasıl nokta olmazsa hiç bir harf okunmaz. Cümle harfler noktasına göre, bir ses olup Ahenkleşerek harf olur. Arap alfabesindeki nokta, Arapça rakamlarda ise sıfırdır. Sıfır, hiçlik ve yokluk ifade eder.
İşte nasıl ki bir nokta; sıfır, yani varlığı olmadığı halde cümle harflere ses ve ahenk vererek onların okunmasını sağlıyorsa, Allah’ın sırrı da, kendi nispet varlığı olmayan insan-ı kamil tarafından bilinir ve okutulur. İnsan-ı kamil, mevcuttaki Hakk’ın tecellilerini müşahede ederek arif olandır, ki o her bir surette, her bir tecellide Rabbini gören kuldur. O, insanın yaradılışının yüce gayesine, fenafillah ve bekabillah marifet ve kemalatıyla ulaşmıştır. İşte bu kemalat mazhariyetiyle Hz. Ali “Ben ‘B’ nin altındaki noktayım.” Buyurmuştur. Bugün dahi insan-ı kamilin kemalat ve marifetine her kim mazharsa, o noktadır, ve ancak o insan-ı kamil, cümle tecellide Rabbini görerek tanır ve tanıtır. Böylece noktanın cümle harflere ses vermesi gibi, kamil insan da marifetiyle cümle tecellilerin ahengi olur. Çünkü insan-ı kamil, eşya dediğimiz cümle varlıkta Rabbine kavuşmuş olup, Rabbini her tecellisinde görüp tanımasıyla, cümle eşyanın yegane ahengidir, vesselam.
İnsan-ı kamil, aynı zamanda cümle alemlerin de ruhudur. Nasıl ki kulun bedenini ayakta tutan, ona renk, ahenk veren can ise; bedenden canın ayrılmasıyla bedenin rengi ve ahengi kalmayıp çürümesi gibi insan-ı kamil, bu alemde olduğu müddetçe kıyamet kopmaz, ancak yeryüzünde insan-ı kamil kalmayınca o zaman kıyamet kopar ve cümle alem dağılarak ahenk bozulur. Çünkü insan-ı kamil, bu alemdeki cümle varlığın yaradılışının yüce gayesi olduğundan, her şey denilen cümle varlık, bu yüce gaye içindir. Yüce gaye olan insan-ı kamil bu alemde var oldukça, bu alem de onunla birlikte var olur. Bu itibarla kudsi hadiste Cenab-ı Hak “Her şey insan içindir, insan ise benim içindir.” buyurmuştur. Bunu beyanla zamanın insan-ı kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Cümle harflere, tecellilere ses, ahenk veren noktayız.’ diyor.
‘Mevc-i derya, katreler ummanıyız’ sözü ise: Denizin dalgasındaki damla gibiyiz, fakat bizim damlalığımızda büyük deniz, okyanus mevcuttur, demektir. İnsan-ı kamil unsur beden itibariyle bir çok varlıktan çok küçük olup, bu alemde bir damla gibidir. Fakat insan-ı kamil, fenafillah irfaniyetiyle yokluğa ulaşıp, bekabillah kemal-i tecellisine mazhar olduğundan, bu mazharıyetiyle cümle alemleri ve varlıkları kuşatan büyük denizdir. Onun kulluğu, cemiyet-i ilahiyi ve cemiyet-i Muhammedi’yi gönlünde toplayıp cem eden ademiyet kemalatıdır. Bu, aynı deniz damlasının kendine ait varlığı olmayıp da, denizin ve dalganın o damlada zahir olup gözükmesi gibidir.
‘Gökteki necm ü kamer envarıyız’ demek ise şöyledir: Hadis-i şerifte “Alimler gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyar iseniz doğru yola girersiniz.” buyrulur. Bu itibarla ay ve yıldızlar ışığıyla, nasıl ki gecenin karanlığını nurlandırıp aydınlatarak, gece yolculara yol gösterip menzillerine ulaşmalarını sağlıyorsa, ehl-i kemal de cehalet karanlığındakileri kemalat ve marifetle aydınlatıp onları irşad ederek yol gösterirler, ve kulun insan-ı kamil menziline ulaşmasını sağlar, demektir.
‘Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız’ sözüne gelince: Şems, güneş demektir. Kevkeb ise yıldız demektir. Güneş, Cenab-ı Hakk’ı, kevkeb ise insan-ı kamili remzeder. Nasıl ki yıldızın ziyası / ışığı kendinden olmayıp güneşin ışığını yansıtıyor ise, insan-ı kamilin irfaniyet ve kemalatı da kendinden olmayıp, Hakk’ın ona lütuf ve ihsanıdır. İşte kamil insan, Rabbin lütfu olan bu mazhariyetiyle halkı irşad ederek aydınlatır. Bunu beyanla mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim irşadımızda zahir olan marifet, güneş ışığının yıldızdaki parlaması gibi, Hakk’ın hidayetle olan ihsanı ve lütfudur.’ diyor.

‘Fakr u fahri’ devletinin fahriyiz
Fahr-i tammın izzetin sultanıyız
Cümle mevcud-ı vücudun varıyız

Talibi’yle yad olur elkabımız


Hazreti Peygamber Efendimiz üç defa tekrarlayarak “Fakirlik benim iftiharımdır” buyurmuştur. Birinci fakirlik nispet-i ef’al itibariyledir; ikinci fakirlik nispet-i sıfat itibariyledir; üçüncü fakirlik ise nispet-i vücud itibariyledir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hz. Peygamber Efendimizin iftihar edip, övündüğü bu fakirliği meslek-i Resul-ü Melamiyyede fenafillah makam ve devletiyle bulduk ve bu fakirlikle, yoklukla iftihar ediyoruz.’ diyor. Ve devamla, alemlerin iftiharı olan Hz. Resulullah Efendimizin övünüp, iftihar ettiği fakirlik; bizim en yüce makamımız olup, biz o fena / yokluk fakirliği olan kullukla, sultanız. Fakat cümle varlıkta tecelli-yi ef’al, tecelli-yi sıfat ve tecelli-yi zatıyla mevcut olan Cenab-ı Hak, kemaliyle, bizim fakirlik olan kulluğumuzda zahir olur, buyurarak hakikatteki kimliğini açıklıyor ve ‘Halk ise beni, ancak Talibi lakabımla, yani isim ve suretimle tanır.’ diyor.

Ariflerde ar olmaz hiç bir şeyden kahrolmaz

Ariflerde ar olmaz hiç bir şeyden kahrolmaz  
Kahrı lütfu bilmeyen hiç bir dem rahat olmaz

Ariflerde ar olmaz, sözüyle anlatılan şudur: Ar, perdedir ki, Cenab-ı Hak’la arifin arasında perde olmaz, demektir. Kur’an’da “Onlara enfus / kendinde ve afaklarında / kendinin haricinde ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, Hak ayan-beyan belli olsun / görünsün.” (Fussılet, 53) Buyrulur. Arif, bu ayette ifade edilen mana ve hikmete mazhar olarak, gerek enfusunda, gerekse afakında Hak’tan gayrı görmeyendir. Kur’an’da “İş ve oluşun tümü Allah’ındır…” (Ra’d, 31) “De ki; emir / iş ve oluş tümüyle Allah’ındır…” (Al-i İmran, 154) buyrulur. Başka bir ayette ise “Her şey yoktur, fanidir. Rabbin celal ve kerem yüzüdür var olan.” (Rahman, 26-27) beyan edilir. İşte bunlar ve benzeri ayetlerden anlaşılıyor ki; ister kahır, ister lütuf olsun, her bir tecelli Hak’tan gayrı olmayıp, Hakk’ın zuhurudur, yani Hakk’ın zat-ı tekliğinden celal ve kerem isimleriyle açığa çıkmasıdır. Kahır, ism-i celal tecellisidir. Kerem ise, ism-i cemal mazharıdır ki, lütuf’ta cemal tecellisidir. Bu itibarla bizim kahır ve lütuf olarak değerlendirdiğimiz olaylar,Rabbin celal ve cemalidir. Hakk’a arif olmayanlar, sen yaptın, yok şundan oldu, bundan oldu, falanca bunu dedi, şunu yaptı... zan ve anlayışıyla; cümle oluş ve faaliyetleri cehaletle Hak’tan gayriye nisbet ederek üzülür, kahrolur ve hiç rahat edemez.
Halbuki hayır ve şerrin Allah’ın kudretinden meydana geldiğine inanmak, imanın şartlarındandır. İşte kahır ve lütfun, hayır ve şerrin, Allah’ın kudretinden olduğunu bilmek için daim zikir ve ilm-i tevhid irfaniyetine mazhar olmak lazımdır. Ancak bu irfaniyetle kul, enfus ve afaktaki tecellinin Hakk’ın zuhuru olduğuna ve hayrın da şerrin de Allah’ın kudretiyle zahir olduğuna arif olur ve gayriyete kahır olup üzülmekten kurtulur. Vesselam .

Hak diyen gafil olmaz siler kalbin kir kalmaz

Kişi nefsin bilmezse ol Hakk’a arif olmaz


Her azamızın bir yaradılış sebebi vardır. Kalbin yaradılış sebebi ise, Cenab-ı Hakk’a mekan olmasıdır. Çünkü hadis-i kudside “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyrulmuştur. Her insanın kalbi, Hakk’ı misafir etmeye potansiyellidir. Fakat bir kalb, masiva / gayriyet sevgisiyle dolmuşsa, o kalb sahibi, Hak’ tan gafil olur. Kalbteki masiva, gayriyet sevgisi olan kir ve pisliği temizleyecek olan ancak kalbi zikirdir. Kur’an’da “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur. Dikkat edin / gözünüzü açın, kalbler zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Hz. Pir “Kalbi zikir; zikr-i daimi meydana getirir.” diyor. Her kim ki, zikr-i daime mazhar olursa, o kimse gafletten uyanır, gayriyet olan kir ve pisliğin muhabbetinden kurtulup, o kalbinde muhabbetullahın hakim olduğu bir uyanıklığa ulaşır.
‘Kişi nefsin bilmezse ol Hakk’a arif olmaz’ sözünden maksat ise şöyledir: Kulun Hakk’a arif olması için, nefsine yani kendisine arif olması gerektir. Hadis-i şerifte “Kim nefsini / kendini bilirse, o Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Kur’an-ı Kerim’de ise “Kendini / nefsini bilmeyenden başka kim İbrahim dininden / Hanif milletinden yüz çevirir….” (Bakara, 130) beyanı vardır. İbrahim dini, tevhid dini olup, Hanif ise tevhid ehli yani muvahhid demektir. İşte her kim ki, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kendini bilirse, o kimse Hakk’a arif olur. Her kim de daim zikirden ve makamat-ı tevhid irfaniyetinden mahrum olursa, o kendini / nefsini bilemediği gibi, Rabbini da bilemez, yani Hakk’a arif olamaz. 

Çağır Allah’ı seste Allah de her nefeste
Can bülbülü kafeste ötmeyince şad olmaz

Allah’ı sesle çağırmak, cehri, yani dille ve yüksek sesle zikir yapmaktır. Camilerde, tekkelerde ve umuma açık olan yerlerde cehri, yani dille, sesli olarak zikir yapılır. Dille yapılan cehri zikir, kulun yalnız dilini uyandırır, vücudun diğer azaları ise, zikirden gaflet eder. Fakat kalbi zikir, bütün azalara tesir ederek kulu gafletten uyandırır. Çünkü kalb, merkezi azadır, ki merkezin uyanmasıyla vücut kafesini oluşturan cümle azalar uyanır. İşte can bülbülü, kalbine her nefeste zikr-i daim yerleşmiş olan saliktir,ki salikin kalbi zikrullahla tatmin olunca,o muhabbetullahla zevklenerek mutlu ve şad olur, vesselam. Her nefeste daim zikir, kalbi zikirsiz hasıl olmayacağından, kalbi zikre gayret et ki; her nefeste daim zikire ulaş, buyruluyor.

Severim seni candan hiç çıkarmam gönlümden
Sana inanmayanlar iman-ı kamil olmaz

Zikr-i daim; masiva yani Allah’tan gayrı şeylerin sevgisini kalbten uzaklaştırır, yerine Allah muhabbetini hakim kılar. Fehmi Efendi bunu beyanla ‘Gönlümde daim zikirden hasıl olan muhabbetle seni seviyorum ve seni hiç gönlümden çıkarmıyorum.’ diyor. Çünkü daim zikre mazhar olan kul, her nereye gitse Allah der, nereye dönse Allah der ve hep Allah’ladır. Hz. Pir “Zikr-i daim, hacc-ı ekber ve cihad-ı ekberdir.” diyor. Daim zikirle, salikin gönlünde gayriyet / masiva muhabbetine yer vermemesi, cihad-ı ekberdir, yani büyük harptir. Salikin her nerede olursa olsun, her nefeste zikrullah mazhariyeti ise hacc-ül ekber, yani büyük hacdır. Çünkü hac, Beytullah’ı, yani evinde Allah’ı ziyarettir. Kalb Allah’ın evidir ki, kalbinde zikr-i daim olan kul, her nerede olursa olsun, her nefeste Allah’ı ziyarettedir, Vesselam.
‘Sana inanmayanın imanı kamil olmaz’ demek ise: Kamil mürşitten talim edilen zikr-i daime iman etmeyen kimsede, zikrullah uyanıklığı hasıl olmaz ve o kimse, tevhid-i hakiki irfaniyet ve kemalatına ulaşamaz, demektir. Böyle kimseler ancak laf üretir ve tevhidin lafzıyla, yani kelimesiyle meşgul olur. Velhasıl bir kimseyi iman-ı kamile götürecek olan mürşid-i kamil tarafından tarif edilen zikr-i daimdir. Bir kimse inanır da, kamilin zikr-i daim telkinine mazhar olursa, o kimsenin imanı, iman-ı kamile ulaşır. Eğer bir kimse zikr-i daim telkinine inanmazsa, o kimsenin imanı, iman-ı kamile ulaşmaz, demektir. Allahualem.

Senden gayrı yok mabed kıblem sensin her cihet
Huzurum ile’l ebed senden gayrı yar olmaz

Mabed, ibadet yapılan yerdir. Ehli kitap olan Hıristiyanlar kiliseye, Yahudiler havraya gidip, taç, hırka, cübbe gibi özel kıyafetler giyerek, tahtta duran, elinde asa, tütsü mum vb. şeyler olan din adamlarıyla ibadet yapabilirler.
İslam dininde ise, temiz olmak şartıyla, her yer mabettir. Yani bir Müslüman herhangi bir özel kıyafet giymeden, özel mekan gözetmeden, yeryüzünün her bir yerinde ibadetini yapabilir. Eskiden tekkelerde özel kıyafetler giyen ve başında taç, takke veya sarık, elinde asa olup da, post veya tahta oturarak zikir ve sohbet yapan şeyhler vardı. Bugün dahi bu geleneği, bazı nakıs / eksik, kamil olmayan mürşidler, şeyhler, cemaat önderleri veya onların vekil ve halifeleri devam ettiriyorlar. Bunlar özel kıyafetler içerisinde, özel mekanlarda faaliyet göstermektedirler. İbadetin ve zikrullahın, onların belirlediği özel kıyafetler ve özel mekanlarda yapılmasının gerekli olduğunu, hatta bu kıyafet ve mekanların haricinde zikir yapılamayacağını dahi ifade edenleri vardır. Bunlar, bir de bu hal ve tavırlarını, ilgi alanlarına, etraflarına bir kemalatmış gibi empoze etmektedirler.
Fakat kamil olan mürşitten kalbi zikir telkinini alıp zikr-i daime mazhar olanın, özel mabedi, özel kıyafetleri olmaz. O, yeryüzünün her neresinde olursa olsun, nefes alabildiği ve yaşadığı her yerde ve her nefeste zikreder. Onu hiç bir hal ve beşeri faaliyet, zikr-i daimden alıkoymaz. Hz. Pir’in “İki ayaklı tekke olunuz.” buyurduğu gibi, onlar iki ayaklı tekkedirler. Çünkü Kur’an’da “Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alışveriş onları Allah’ın zikrinden, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymaz…” (Nur, 37) Beyanı vardır. Bu itibarla zikr-i daim saliki, her nereye dönerse, Allah deyip de başka bir şey söylemediği için, daima Allah’la olur. Bunu beyanla Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Zikir salikinin kıblesi “semme vechullah”tır/Allah’ın yüzüdür.” diyor. Velhasıl zikr-i daime mazhar olan Fehmi Efendi, her nefeste ve her yerde ibadet, Allah’a kulluk yaptığı için ‘Senden gayrı mabedim yok, sen benim her tarafta, her cihette kıblemsin.’ diyor.
‘Huzurum ilelebet’ demek ise şöyledir: Hz. Pir “Zikr-i daim ehlinin imanı, iman-ı huzurdur.” buyurmuşlardır. Çünkü zikr-i daim, dünya ve ahiret dahil bütün alemlerde yapılabilen ve cümle alemlere mahsus olan büyük ibadettir. Bu itibarla Kur’an’da “Kitaptan sana vahyedileni oku, namazı yerine getir. Çünkü namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki zikrullah en büyük ibadettir…” (Ankebut, 45) buyrulmuştur. Namaz, oruç, hac, zekat vb. ibadetler, bu alemde ve unsur bedenle yapmakla yükümlü olduğumuz ibadetlerdir. Bu alemden göçüp de, unsur bedenimizden  ayrılmamızdan sonra bu ibadetler yapılmaz. Çünkü imtihan yeri bu alemdir. Her kim burada bu ibadetleri yaparsa, ahirette mükafat ve ecre mazhar olur, yapmazsa cezaya, azaba muhatap olur. Fakat zikr-i daim, cümle alemlerde yapılabilen büyük ibadettir.
Hadis-i şerifte “Allah bir kula bir çok nimetler verir fakat geri alabilir. İki nimeti vardır ki, bir kuluna verdi mi geri almaz. Bu nimetlerin biri zikrullahtır, hangi kulun kalbi zikrullahla kurulmuşsa onu durdurmak Allah’ın şanından değildir. Diğeri ise, kul ile arasındaki perde kalktı mı bir daha onu örtmek Allah’ın şanından değildir.” buyrulmuştur. Velhasıl her kim ki, zikr-i daime mazhar olursa, onun imanı, iman-ı huzurdur. Çünkü o, bu alemde ve cümle alemlerde, daim zikrullah uyanıklığıyla ebediyen, ilelebet Allah huzurunda olur. Vesselam.

Geldim vahdet ilinden zevki gitmez gönlümden
Ben bir garib bülbülüm kimse bana yar olmaz

Hadis-i şerifte “Gurbette garip olun.” buyrulmuştur. Garip, asıl vatanından ayrı olan kimseye denir ki, onun hali gurbetliktir. Allah, cümle halk-ı alemi zat-ı tekliğinden yaratmıştır. Bu itibarla yaratılmış olan her şeyin aslı Hakk’ın varlığı olup, Hak, her şeyin vatan-ı asliyesidir. İşte hadis-i şerifte ifade edilen, siz bu alemde yaşarken, Hakk’ın varlığından zahir olduğunuzu bilin ve asıl vatanınızın Cenab-ı Hak olduğunu bilerek yaşayın, demektir. İşte böyle bir irfaniyete mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Geldim vahdet ilinden, zevki gitmez gönlümden, ben vatanından ayrı bir garip bülbülüm, kimse bana yar olmaz.’ diyor. Zikr-i daimin zevki, vahdet ilinin zevkidir, yani zevkullahtır. Bir kimse vahdet zevkiyle bülbül gibi her nefeste Allah derse, onun halini kimseler bilmez ve kimse ona yar olmaz. Çünkü zevkullaha mazhar olanın vatanı da, dostu da, yari de, Allah’tır. Vesselam.

Ben Fehmi’yim ar etmem kuş gibi karar etmem
Bu kafesten uçarım hiç beni gören olmaz

Kuşların kararı, kapasitelerine göre belli bir yüksekliğe çıkabilmeleri ve belli bir mesafeye  kadar uçabilmeleridir. Kafes ise, kulun cehaletle var zannettiği cümle alemin ve kendi nisbet varlığıdır. Bu alemde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine kavuşmayan her kul, bu nispet varlık kafesindedir. Bunlar, bu alemdeki ve ahiretteki kulluğunu nefsinin tabiattan aldığı lezzetlerle kayıtladıklarından, bu alemde ve ahirette nisbet varlık kafesinde yaşarlar. Kulun cehaletle var zannettiği nisbet varlık zanları, onun kafesinin hudutları ve kararı, yani menzili olur. Bu itibarla bunlar nisbet varlık kafesinden çıkamazlar, makam-ı insana yükselemeyip, insan-ı kamil olamazlar. Böylece yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine vuslattan mahcup ve mahrum kalırlar.
Fakat her kim ki, mekteb-i irfana dahil olur da, kendine ve aleme, cehaletle nispet ettiği varlıklardan, zikr-i daim ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle kurtulursa; o nisbet varlık kafesinden çıkarak, ruha, yani ikilik kabul etmeyen Bir’liğe yükselir ve Rabbine vuslat eder. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Benim menzilim, kafesin içindeki kuşlar gibi belli mesafe ve mekanla kayıtlı değildir. Ben zikr-i daim ve meratib-i tevhid irfaniyetiyle cümle nispet varlık kafesinden kurtulup, Cenab-ı Hakk’ın hudutsuz, ebedi varlığına ulaştım, benim mazhar olduğum bu hal ve irfaniyet keyfiyetini, nisbet varlık kafesi içinde yaşayanlar bilemez, göremez.’ diyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.