11 Aralık 2012 Salı

NAMAZ ve ETTEHİYYATÜ’nün sırrı

Namaz/salat farziyeti ile insanın rabbine kavuşmasını buyuran Allah’a hamd: “Namaz müminin miracıdır”beyanıyla, müminlere Hakk’a vuslat/kavuşma yolunu gösteren Hz. Muhammed’e ve evladı resule selam ederiz.
Ey mümin kardeşim! Her gün beş vakittefarz / Allah’ın emri olarak yaptığımız ibadetArapça salât, Farsça namaz, olarak ifade olunur.Bilip arif olmak gerekir ki namaz,kulun miraca yükselerek Hakk’ın vahdetine/birliğine karışıp,bir ile bir olma merasimidir. Ve namaz; aslı itibarıyla iki rekâttır. Bunu ifadeyle İmamı Azam Ebu Hanife Hz. ne; “Kuran’da(Nisa-101 ayetinde)ancak savaşta kısaltılarak kılınabileceği ifade olunan namazı sen, yolculukta da kısaltılmasına hangi ayet hükmünce fetva veriyorsun” denildiğinde, İmamı Azam Hz; “ben yolculukta namazın kısaltılmasına değil, namazın aslı olan iki rekât kılınmasını ifade ettim” diye cevaplamıştır.Ki namaz, dört veya daha fazla rekât olarak kılınsa da, hep asıl olan iki rekât tekrar edilerek kılınmış olur.
Abdestsiz namaza yaklaşmamamızı ifadeyle de Kuranda; “Ey iman sahipleri! Namaza duracağınız zaman yıkayın: yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi; mesh edin: başlarınızı ve topuklara kadar ayaklarınızı. Eğer cünüp iseniz tam temizlenin. (Maide-6) Buyrulur. Yüce Allah bu vahiy beyanı ile “miraç”(kulun rabbine kavuşması) olan namaz öncesi,müminlere maddi manevi pislik ve kirlerden arınmalarını emrediyor.Ki su ile abdest almak, toprakla teyemmüm yapmak namazın farzlarındandır. Ve bir kul ilmi şeriata göre, zahiren su ile abdest almakla maddi kir ve pisliklerden arınarak temizlenir.İlmi hakikatyönüyle abdest,günah ve haram olan manevi kir ve pisliklerden insanı arındırdığı gibi, Hz. Muhammed’in; (sav) “Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım”dediği. Ve kuranda,“Ey iman edenler, müşrikler / Allah’a şirk koşanlar ancak bir pisliktirler / necistirler.(Tevbe-28)Diye ifade edilen gizli şirk (Allah’a ortak koşmak) pisliğinden de kulu arındırarak temizler. Ki,Şirkten başka olan günahı affedebilirim, şirki affetmem.” (Nisa- 48,116)Ayetler ifadesindende açıkça anlaşıldığı gibi şirk, cenabı Hakk’ın affetmediği bir günahtır.Abdestin hakikatine erişerek gizli şirkten arınıp temizlenen böylekâmil mümin bir kul, “Onlar namazlarında/salâtlarında daimdirler” (Mearic-23) ayeti hikmetince namazın hakikatine ulaşarak,daim namaza durur. Ve rabbine vuslat/kavuşma olan miraç keyfiyetini idrak eder. Ki bunu ifadeyle Yunus Emre Hz;  Aşk oldu imam bize gönül cemaat Kıblemiz dost yüzüdür daimdir salat (namaz)Diyor.
Daim namaz; Her gün beş vakit kılınan namazdaki kıyam, rükû, secde vb. faaliyetlerin hakikati irfanı ile kulun her an hemhâl olması. Ve aslı iki rekât olan namazın Hakikat-ı hikmetince kulun miraca yükselerek,rabbin katında rabbine vuslat/kavuşma zevkiyle her zamanda ve her mekânda rabbin birliğine/vahdetine karışıp,bir ile bir olmasıdır. Ki bunu ifadeyle ehli kemal; “Namazın birinci rekâtını kul yokluğuyla, ikinci rekâtını ise, kulun yokluğunda rabbin tecelli etmesiyle kılınır.” Demişlerdir.
Mümin kardeşim! Kurandaki;“Çünkü namaz müminler üzerine vakitleri belli bir farz olmuştur” (Nisa-103) ayeti vb. ayetler hükmünce,günde beş vakit kılınması farz olan her namazın ikinci rekâtınınsonunda, ilmi şeriata göre vacip ve sünnet olarak kabul edilen;“Ettehiyyâtülillâhivessalevâtüvettayyibât. Esselâmüaleykeeyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatüh. Esselamüaleyna ve ala ibâdillâhis-salihin.Eşhedüenlâ ilâhe illallah ve eşhedüenneMuhammedenabdühü ve resûlüh.” Duası okunur. Ki bu ettehiyyâtü duası, miraç’tarabbin katına yükselen Hz. Muhammed (sav) ile cenabı Hak arasındaki selamlaşmayı içerdiği gibi, Cebrail ve gök meleklerin ifadelerinden oluşur.Buna göre;zahiren, yani açık anlamı itibariyle bu duanın “Ettehiyyatülillâhivessalevatüvettayyibatükısmı;Her türlü ta’zim, hürmet, salavat, dua ve bütün iyilikler Allah’a mahsusturdemektir. Ve bu söz Hz.resulullah efendimizin sözü olup,Hadisi şeriftir.“Esselâmualeykeeyyühenebiyyü ve rahmetullahi ve berekatüh”kısmı ise,Ey peygamberim/nebim! selâmım, rahmetim ve bereketim sanadır, senin üzerine olsundemektir. Ve bu ifade cenabı Hakk’ın kelâmı olup,Hadisi kutsidir.“Esselamüaleyna ve alâibâdillâhis-salihin”kısmı; bu selamlaşma salih/iyi kullara da olsundemektir. Veresulullah efendimizin rabbi ile yaptığı bu karşılıklı selamlaşmayı işiten Cebrail meleğinin sözüdür.Eşhedüenlâilâhe illallah ve eşhedüenneMuhammedenabdühü ve resulüh” kısmıise;görüyor, müşahede ediyorum ki Allah’tan başka ilah yoktur. Görüyor müşahede ediyorum ki Muhammed Allah’ın elçisi ve kuludur.” Demek olup;Rabbi ile resulullah arasındaki selamlaşmayı ve Cebrail’i işiten gök meleklerinin şahadet sözüdür.
Ey mümin kardeşim!Buraya kadar zahir, yani açık anlamından bahsettiğimizettehiyyâtü duasının,bugün bize hitap eden leddûni hakikati ise şöyledir:
Ki “Ettehiyyâtülillâhivessalevâtüvettayyibât”ifadesi, miraçta cenâbı Hakk’ın“bana ne hediye getirdin”buyurmasına cevabenHz. resulullahın; “ya rabbi senin hazinelerin varlık hazinesidir, ben ise senin hazinelerinde olmayan yokluğumla geldim”diyerek; rabbini yokluğuyla selamlamasının hikmeti mahiyetini içerir. İlmi Hakikatgereğince bir mümin bu hadisi şerif olan “ettehiyyâtülillâhivessalevâtüvettayyibât” sözünüifade etmekle;‘Müşahade/şahitlik ediyorum ki cümle işler ve işlerim, cümle sıfatlar ve sıfatlarım, cümle varlıkların ve benim vücudu varlığım fenadır / yoktur. Benim ve tüm âlemin cümle işlerinde, sıfatlarında ve vücudu varlıklarında zatı ile mevcut olan sensin ey Allah’ım,’ şuur ve marifetiyle arif kâmil mümin yokluğuylaHakk’a hürmet ve tazim eder. Ve yokluk / fena kulluğuyla ulaştığı miraç keyfiyetiylekâmil bir mümin,rabbini selamlamış olur.Miraçta fena/yokluk irfanıyla kâmil müminin yaptığı hürmet, tazim ve övgüsüne karşılık yüce Allah; “Esselâmualeykeeyyühennebiyyü ve rahmetullahi ve berekatüh”(Hadisi kutsi)buyurarak,kendine nispet ettiğifiil, sıfat ve vücut  fenasıyla/yokluğuyla rabbine tazim ve hürmet eden kâmil müminin yokluğunda, ebediyeti olan bekâ keşfi irfan “selameti, rahmetve bereketiyle”tecelli eden (açığa çıkan) cenabı Hak;kâmil mümine rububiyetiile gözükerek,o kulunu selamlar.Ve aklı Muhammed Cebraili’ne mazhar olan kâmil mümin; “Esselamüaleyna ve ala ibâdillâhis-salihin.”Diyerek,miraçta rabbi ile kul arasındaki selamlaşmaya Salih/iyi kullarında mazhar olması gayretininikrârını ve niyazını yapar.Böylekâmil bir mümin,müteessir olup(tesir alıp)etkilendiği cümle kuvve vemelekeleri ile. Yani görmek, duymak, tatmak, koklamak ve dokunmak olan beşi zahir (dış); Akıl, idrak, hafıza, hayâl ve vehim olan beşi batın(iç) duyularıyla/hisleriyle; “Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedüenneMuhammedenabdühü ve resûlüh.”Şahadetini yaparak;“tevhidi hakiki irfanıylahâsıl olan yokluk/fena kulluğumun, zahir batın bütün hisleri/duyuları ile müşahede ederek şahitlik ediyorum ki, Allahtan gayrı varlık yoktur. Zahir batın bütün hislerimle/duyularımla müşahede ederek şahidim ki, âlemlerin rabbinden gayrı görmemek,MuhammedileşerekMuhammed-iyokluğa ulaşmakla mümkündür, der; Ve zahir (dış) batın (iç) melekeleri/kuvveleri ilerabbini ve nuru Muhammedi müşahede/şahitlikikrârını yapar. Vesonra o kâmil mümin kul her iki tarafa selam verir, yani bir selâmgaybâlemine, bir selam da suretler âlemine vererek, aslı iki rekât olan namazın hakikati hikmetine erişmiş bir marifetle, yeryüzünde ve tüm âlemlerde var olur. Vesselam.
Namazın ve ettehiyyatü duasının sırlarına dair açıklama, hatalarıyla beraber tamamlandı. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.
21-11-2012                
                                                                                      Çarşamba
Nejdet Şahin

21 Kasım 2012 Çarşamba

TEBBET SURESİNİN HİKMETİ


 Peygamberi Hz. Muhammed’e (S.A.V) vahiy ettiği Kuranı Kerim’le insanlara doğruluğu, hidayet yolunu gösteren Allah’a hamdolsun. Elçisi Hz. Muhammed’e ve ehli beytine selam olsun. Rabbim bizleri onların meclisinden mahrum kılmasın                                                                Beş ayetten oluşan Tebbet suresi Mekke’de inmiş olup şöyledir:

              BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

1-   Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu.

2-   Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.

3-   O, bir alevli ateşe girecektir / yaslanacaktır.

4-   Karısı da, odun hamalı/taşıyıcısı olarak.

5-   Boynunda/gerdanında sağlam bükülmüş bir ip olduğu halde…

     İsmi açıkça belirtilerek karısı ile beraber cehennemlik oldukları vahiy ile beyan olunan “Ebu Leheb ve karısını,” diğer azılı müşrik ve kâfirlerden ayıran en önemli özellik ve farklılıkları; bunların Hz. resulullah efendimize sosyal yönden çok yakın olmalarıdır. Çünkü Ebu Leheb Hz. Muhammed’in (s.a.v) hem amcası, hem resulullah’ın “Ümmü Gülsüm” ve “Rukiye” adıındaki iki kızının kayın babası olmasıyla dünürü, hem de dip komşusudur. Peygamber efendimize azılı düşmanlık yapan diğer müşriklerin, Ebu Leheb ve karısı gibi resulullah efendimize sosyal yönden yakın akraba olmayıp uzak olmaları, bu azılı müşriklerin düşmanlıklarını sınırlayıp kısıtlıyordu. Ki, o günkü toplum aşiretçilik esasların göre yönetildiği için, insanlar arasındaki münasebetlerde aşiretlerin gücü ve yapısı dikkate alınıyor ve ona göre davranılıyordu. Bu itibarla, azılı müşrikler resulullah efendimize her ne kadar düşmanca davransalar da, resulullah efendimizin mensubu olduğu aşiret yapısından ve akrabalarından korkup çekiniyorlardı. Ki bu korku ve çekince müşrik ve kâfirlerin resulullaha olan düşmanca faaliyetlerine bir sınırlama getiriyordu.

      Bu itibarla, resulullah efendimizin aşiret yapısı içinde amca ve dünür olmakla yakın akraba. Ayrıca dip komşu olmalarının da verdiği şımarıklık ve cüretle, (kendini bilmezlikle) resulullahın aşiret ve akrabalarından herhangi bir çekinme korku sınırı olmaksızın her fırsatta, gerek sözleriyle gerekse faaliyetleriyle pervasız ve patavatsızca, İslam’a ve Hz. Resulullaha Ebu Leheb ve karısının düşmanlık yapmalarını kolaylaştırıyordu.                                                                                         Bunu beyanla; Resulullah tebliğ ve irşat faaliyetleri yaparken resulullah’ın arkasında dolaşan Ebu Leheb; ‘ben bunun amcasıyım, ben bunu çok iyi tanırım, bunun dediklerine inanmayın, bunun sözleri  sihirlidir, büyülüdür, bu yalancıdır  gibi sözler sarfedip ‘resulullaha taş dahi atıp resulullahın kanını akıtıyordu.  Ve ‘resulullah efendimizin kapısının önüne ve geçeceği yollara Ebu Leheb’in karısı dikenler atıp,’ pervasızca patavatsızca resulullaha hakaretler ediyorlardı.                                                                              Ebu Leheb ve karısının, resulullah ile aynı aşiretten ve yakın akraba olmalarının verdiği şımarıklık ve cüretle, (kendini beğenmişlikle) her fırsatta bu ve benzeri şekilde resulullaha pervasız ve patavatsızca saldırmaları, Hz. Peygamber efendimizi ve o zaman sayıları çok az olan müminleri ziyadesiyle üzüyor ve derinden yaralıyordu.

      İşte böyle bir ortamda “Ebu Leheb’in elleri kurusun. Zaten kurudu.” Vahiy beyanı geldi. Ki bu ayet zahiren açıkça anlaşıldığı gibidir. Ve bu ayette Ebu Leheb’in İslam ve peygamber düşmalığı üreten “elleri”nin “kuruması” temenni olunuyor. Ve bu ayetlerin inzâl olmasından sonra Ebu Leheb, abuk sabuk sözler söyleyerek tutarsız hareketlerde bulunduğu için o toplumda itibarını kaybetmiş. Sözleri dinlenmeyip kimselere söz geçirememiş ve en yakınları dahi ondan uzaklaşmış olarak yaşamıştır. Ve bulaşıcı bir hastalıktan öldüğünde, hastalığı bulaşır endişesiyle cesedinin yanına günlerce yanaşılamadığı için, cesedi leş gibi pis koktuğundan, para ile tutulan kişiler tarafından ağaç dallarıyla itilip kakılarak cesedi bir çukura atılarak gömülmüştür. Böylece Ebu Leheb’in “elleri” ile şımarıkça azgınlıkla ürettiği islam ve Hz. peygamber aleyhindeki düşmanlık faaliyetleri, ayetteki “zaten kurudu” hükmüyle kuruyarak son bulmuştur.                                                                                                

        Ve “ Ona ne malı fayda verdi, ne de kazandığı.” Ayet beyanıyla da; O günkü toplumun en zengin dört kişisinden biri olan Ebu Leheb’in, mevki makam “mal” mülk “kazancının,”  bu imtihan âleminde dip komşusu ve yakın akrabası olan Allah’ın elçisine iman edip doğru yolu bulmasına ve hidayete ermesine, hiçbir “fayda” katkı sağlamadığı ifade ediliyor. Çünkü o toplumun en itibarlı ve en zenginlerinden olan Ebu Leheb’in, İslam ve resulullah efendimiz aleyhindeki faaliyetlerini dünyevi mevki makam ve servetinden mahrum kalma endişe ve gailesi oluşturuyordu. Ki bu değerler yeryüzü olan imtihan âlemine ait değerler olup, ölümle bu âlemden ahirete göçmesiyle her insan, bu dünyevi değerlerinden ayrılır. 

        Devamla;” O, bir alevli ateşe girecektir/yaslanacaktır. Karısı da, odun hamalı / taşıyıcısı olarak Boynunda sağlam bükülmüş bir ip olduğu halde… Buyrularak; Ebu Leheb’in ve karısının ebedi âlem olan ahirette de, yeryüzünde ürettikleri İslam ve resulullah düşmanlığı içeren faaliyetlerinden dolayı cehennem azabı görecekleri beyan ediliyor. Çünkü ahiret yurdunda, dünyevi mevki makam ve servetlerin hiç bir hükmü olmadığından bunların, ahirette de insana hiçbir faydası olmadığı gibi, insanı yaratılışının yüce gayesi olan kulun rabbin katına ulaşmasına da dünyevi değerler hiçbir katkı sağlamaz. Bunu ifadeyle kur’an’da: “Bir gündür ki o, ne mal, ne oğullar fayda verir. Yalnız kalb-i selimle Allah’a varan kurtulur.” (Şuara - 88, 89) buyrulur. Vesselam.

      Ey mümin kardeşim! Buraya kadar zahiri / açık anlamından bahsettiğimiz tebbet suresinin kıyamete kadar bize hitap eden ledduni hikmet yönü ile değerlendirilmesi ise şöyledir:                                         Yüce Allah insanlığı peygamber elçileri ve insanı kâmil olan veli elçileri ile uyararak hidayet yolunu gösterir. Ki bunu ifadeyle pir seyyid Muhammed nur Hz; “Hidayetin baş mazharı resulullah (S.A.V) efendimizdir. Resulullahın temsilcileri ise âlimler ve mürşidi kâmildir” buyurur. Kuran’ı kerimdeki; ”Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. O Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur…” (Ahzab-40) Beyan gereği peygamberlikle yapılan davet, tebliğ ve irşat Hz. Muhammed (S.A.V) ile son bulduğu için, resulullah efendimizden sonra kıyamete kadar tüm zamanlarda yapılan davet tebliğ ve irşat, âlimler ve mürşid-i kâmil olan veliler tarafından ifa edilir. Ki mürşidi kâmil; vücudu nur-u Muhammed mazharı olduğundan, mürşidi kâmilin irşadında nur-u Muhammed aydınlığı zahir olur. Bu mazhariyetle kâmil, insanlığa ruh-u Muhammed ile hayat vericidir. Ve kâmilin mesleki resul âli prensipler telkinine inananlar, kâmilin irşadıyla aydınlanıp Muhammedi kulluğa terakki ederek, Muhammedi kullukla hayat bulmuş olarak yaşarlar.

     Yeryüzü olan bu imtihan âleminde tüm zamanlarda velâyet irşadı yapan zamanın mürşidi kâmilinin faaliyetlerini, bazı kimseler tasvip etmeyip kâmilin velayet mürşidi kimliğini inkâr ederler. Ki bunlardan daha ziyade zamanın gavsı, efendisi, mücedditi, kâmili vb. ünvân ve vasıflarla halka tanıtılan nakıs (kâmil olmayan) mürşitler, tarikat cemaat önderleri ve taraftarları, kâmilin irşat faaliyetlerinden çok rahatsız olurlar.          Çünkü bu kısım tarikat ve cemaatların mensup ve önderleri, gelmiş geçmiş tüm peygamber ve insanı kâmil velilerin aşina olduğu mesleki resul seyri sülüku olan meratibi ilâhi (Allah’ın makamları) keşfi irfanı ile kendileri irşad olup aydınlanmadıkları için. Bunların yapılanmaları ve faaliyetleri ya siyaset, ya ekonomi veya dünyevi mevki makamdan oluşan beşeri menfaatler içerir.

       Bu itibarla, zamanın mürşidi kâmilinin mesleki resul telkininde zahir olup açığa çıkan ve hiçbir siyasi, ekonomik, beşeri menfaat içermeyen ruh-u Muhammed (S.A.V) irşadından, nakıs (kâmil olmayan) mürşitler, tarikat cemaat önder ve mensupları eksikleri yanlışları ortaya çıkar endişesiyle çok rahatsız olurlar. Ve bunlar, velayet irşadı yapan zamanın mürşidi kâmili aleyhinde kâmili aşağılayıp küçük gösterme, iftira atma vb. Faaliyetlerde bulunurlar. Ve kontrol ettikleri siyasi ekonomik mevki makam vb. güçleriyle zamanın kâmiline zülüm edip canına dahi kastederler. Aynı Niyazi Mısri Hz. nin sürgün edilip, İmamı azam, şeyhül ekber Muhiddin arabi, Seyyit Nesimi, Bedrettin simavi, Bosnalı Hamza bâli vb. ehli kemâl hazerâtlarının katledilip şehit edilmeleri gibi.

       Kâmil’in irşadındaki ruh-u Muhammed zuhurundan rahatsız olanların içinde öyle bir kişi vardır ki; Bu kimse, zamanın kâmil mürşidine gerek soy sop yönüyle akraba olması ile. Veya komşu hemşeri gibi ahbap olması ile. Veya kâmilin meclisini bularak ehli irfan arasına dâhil olmasıyla mürşidi kâmile sosyal yönden sureta çok yakındır. Ki bu kimse kâmile böyle yakın olmasına rağmen. Dünyevi mevki makam, siyasi, ekonomik vb. beşeri nefsani gaile ve endişelerle bu yakınlığını, kâmilde açığa çıkan ruh-u Muhammed irşadından aydınlanmaya dönüştüremediği gibi, kâmile sureta yakın olmasının verdiği şımarıklık ve cüretle, (kendini bilmezlikle) bu yakınlığını her fırsatta eksiğini noksanını aradığı kâmilin aleyhinde kullanır. Ve “ben bunun yakını olduğum için bunu iyi tanırım, bunun sözleri efsunludur, meclisindekileri büyülemiş, o’na itibar etmeyin, onun yaptıklarında isabet yoktur ’ vb. beyan ve faaliyetlerle kâmilin meclisine nifak sokmaya çalışır.                                                                                       İşte böyle sosyal yönden sureta kâmilin yakını olmasına rağmen, nefsinin hevasına (istek ve arzusuna) uyup kâmilin ruh-u Muhammed irşadından gaflet ederek. Sureta zamanın kâmiline yakın olmasının verdiği şımarıklık ve cüretle, (kendini bilmezlikle) pervasızca ve patavatsızca ruh-u Muhammed irşadıyla insanlığa hayat veren kâmilin ve meclisinin aleyhinde faaliyet üreten bir kimse, ledduni yönden zamanın “Ebu Lehebi” dir.

       Ayette beyan olunan “Ebu Lehebin karısı” nın anlamı ise; Her fırsatta kâmilin aleyhinde olan zamane Ebu Lehebi’ne uyarak, onunla beraber faaliyet üreten nefs ehli kimse demektir. Ki böyle kimseler zamanın kâmil mürşidine yakın olma “zenginliğinin”  değerini, kıymetini, kâmilin telkini irşadına olan inançsızlıklarından dolayı avantaja çeviremedikleri için, bu imtihan âleminde kâmilde zahir olan ruh-u Muhammed’e yakınlık “zenginliğinden faydalanıp” istifade edemezler. Ve bunlar ürettikleri faaliyetlerle, ruh-u Muhammed mazharı olan kâmile ve ehli irfan meclisine eziyet ederek,’ manevi evladı resulü ziyadesiyle / çokça incitip üzerler.’

        Ayette geçen “Ebu lehebin elleri” ifadesindeki hikmet ise şöyledir;   Nasıl ki göz görmenin, kulak işitmenin mazharı ise, kudret ve kuvvetle açığa çıkan işlerin mazharı el’dir. Ve Kudret / kuvvet olmadan hiçbir iş yapılamadığı gibi hiçbir söz de söylenemez. Ki iyi kötü her türlü iş ve söz faaliyeti, kudret ve kuvvetle zuhura gelir. Bu itibarla, kudret ile zahir olan kâmil aleyhindeki her türlü kötülük içeren sözleri Ebu Leheb’in bir elini, her türlü kötülüğü içeren faaliyetleri ise diğer elini olmakla, zamane Ebu Lehebinin ruh-u Muhammed mazharı olan kâmil aleyhindeki yaptığı işler ve söylediği sözler, “Ebu Leheb’in elleri”ni ifade eder.                                                                 

      Bunu beyanla; Ruh-u Muhammed mazharı zamanın kâmiline sureta yakın olmasına rağmen, kâmil aleyhinde ‘ben bunu iyi tanırım bunun sözleri doğru değildir, efsunludur / sihirlidir / büyülüdür. Bu sebepten meclisi ve insanları etkileyip tesir ediyor. Bunun yaptıklarında isabet yoktur’  Vb. faaliyetleri yapan zamane Ebu Lehebi’ne ve ona uyana. Kâmilden zahir olan ruh-u Muhammed irşadı hiçbir fayda sağlamaz. Ve böylesi cehalet “cehennemi ateşine yaslandığı” için “O,” kendini cehli cehennem ‘çukuruna iter’ ve azaba muhatap olur.

Mümin kardeşim! Uyanık olalım ki böyle bir kimse “boynundaki / gerdanındaki sağlam ip olduğu halde,” yani kafasındaki marifetullahtan mahrum, âli prensiplere uymayan “odun” gibi sabitleşmiş eleştiriye kapalı sapkın itikat ve anlayışlar olduğu halde, bu anlayışlarını ruh-u Muhammed mazharı kâmil ve meclisi aleyhine düşmanca  taşımak” la, cehalet cehenneminde “hamallık” yapar. Ve bu âlemde dâhil olunup girilen irfan cennetinden nasiplenip rızıklanamaz, vesselam.                                                                                                 Tebbet suresinin zahiri ve ledduni yönden yorumlanması 01-11- 2012 Perşembe sabahı tamam oldu. Her şeyi en iyi ancak Allah bilir. Velhamdülillahirrabilâlemin.     

                                                                               Nejdet Şahin

4 Ekim 2012 Perşembe

HAC İbadetinin şeriata ve hakikata göre açıklanması


Vahdetinden /Bir’liğinden cümle âlemleri ve âlemlerdeki her şeyi yaratan ve yarattıkları içinde, insanın kendisine kulluk yapmasına muhabbet edip âşık olan âlemlerin rabbi olan Alah’a hamdolsun. Resul’u Muhammed’e (s.a.v) ve ehlibeyte selam olsun. Onların meclisinden ayrı olmaktan rabbim bizleri muhafaza etsin.


       Hac; lügat anlamı itibarıyla hürmete ve tazime layık yerleri ziyaret demektir. Bu ziyaret esas itibarıyla yani farzıyet açısından değerlendirildiğinde hac; vakti içerisinde Arafat ismindeki alanda bulunmak ve beytullahı yani Allah’ın evini ziyeretle tavaf etmekten (kabenin etrafını yedi defa dolaşmaktan) ibarettir. Bu itibarla haccın farzı ikidir; Birincisi vakti içerisinde arafat’ta vakfe yapmak, ikincisi ise kabeyi tavaf etmektir. Hac hem bedenle hem de mal ile kulun ömründe bir defa yapması farz olan bir ibadet olup, yapılması kurandaki “Hac, malum / bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine farz kılarsa hacda kadına yaklaşmak, kötülüğe sapmak, kavga ve çekişmeye girmek yoktur…” (Bakara-197) ayet beyanı ile sabittir. Hac ibadetini ifa edebilmek için kulun beden sağlığının yerinde olması gerekli olduğu gibi mali, yani ekonomik açıdan zengin olması gerekir. Sağlığı ve ekonomik durumu elverişli olmayan kimselerin Hacca gitmeleri farz değildir.

   Haccı farz kılan yukarıdaki ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, hac ibadetinin vakti “malum / bilinen aylardadır.” İfadesi ile belirtilmiştir. Ki, bu malumunuz olup sizce bilinen hicri takvimin şevval, zilkade ve zilhicce aylarıdır demektir. Çünkü hac farz olmadan önce o toplum, şevval zilkade ve zilhicce aylarını haccın vakti zamanı olarak kabul edip bu üç ayda hac ibadetini yaptıkları için ayette, Haccın zamanı sizin malumunuz olan, yani sizce bilinen aylardadır, buyruluyor. 

    Bir çok âlimler bu ayların hac ayı olması hususunda görüş birliği içinde olup aralarında hiç bir ihtilafları yoktur. Ancak bazı mezhep âlimlerinin, bu hac aylarının şevval ayı ile başlayıp zilkade ayı ile devam ederek zilhicce ayı ile son bulmasında hem fikir olmalarına rağmen, hac vakti, hangi günde biter mevzusunda ihtilaf etmişlerdir. Yani haccın farzı olan Arafat vakfesini yapmanın, zilhiccenin hangi günü ile son bulduğu konusunda aralarında görüş farklılığı vardır. Buna göre, Hanefi mezhebi alimleri; Şevval, zilkade ayları ile en son zilhicce ayının onuncu gününe kadar, yani kurban bayramının birinci gününe kadar Arafat vakfesi yapılır demişlerdir. Şafi mezhebi âlimleri ise; şevval zilkade ayları ile en son zilhiccenin dokuzuncu gününe, yani kurban bayramının arefe gününe kadar Arafat vakfesi yapılabilir demişlerdir. Maliki mezhebindekiler; şevval zilkade ve zilhicce ayının sonuna kadar, yani kurban bayramından sonra da Arafat vakfesi yapılabilir buyurmuşladır.

Görüldüğü gibi şevval, zilkade ve zilhicce aylarının hac ibadetinin vakti olmasında mezhepler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ancak vaktin sonu, bitimi konusunda görüş ayrılığı vardır.

      Günümüzdeki uygulamada haccın vakti, bu üç ayların tamamında tatbik edilmeyip, bu ayların son gününe sarkıtılıp sıkıştırılarak uygulanıyor. Ki, bu uygulama geçmiş yıllarda o günün şartlarına göre doğru bir uygulama olmasına rağmen, bu günkü şartlara göre yanlış bir uygulamadır. Günümüzdeki bu yanlış uygulamanın geçmiş zamanlara göre doğruluğunun izahı şöyledir:

Eski zamanlarda modern ulaşım araçları olmadığından, hac yolculuğunun tamamı veya bazı bölümleri yaya veya at, deve, eşek ve katır gibi hayvanlarla yapılıyor ve aylarca sürüyordu. Bu sebeple dünyanın çeşitli yerlerinden hacca gelenlerin, Beytullah’ın/Allah’ın evi’nin olduğu Mekke şehrine intikallerindeki yolculuğun, yaya veya hayvanlarla yapılmasından veya doğal afet veya yol güvenlik sebeplerinden aksamalar yaşanıyordu. Bu sebeplerden dolayı o günkü amir ve idareciler, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen hac kafilelerini Mekke de, hac vaktinin sonu kabul edilen zilhiccenin dokuzuna kadar yani kurban bayramının arefe gününe kadar bekletiyorlardı. Ve o, son güne kadar mekke’ye ulaşıp gelebilenleri toplayıp güvenlik tedbirlerini de alarak, Mekke den yaklaşık 25 km uzaklıkta olan arafata vakfe yapmaya götürüyordu. Ve bu en son günde güvenlik tedbirleriyle arafata giden kafileye yetişemeyenler, haccın vakti geçtiği için hacı olamayıp, genellikle gelecek yılda hac yapmak üzere Mekke de bekliyor veya bekletiliyorlardı. Ve gelen yılda yine emniyet tedbirleri alınmış kafile ile hac ibadetini yapıp hacı oluyorlardı. Çünkü, eşkiyalar hac kervan ve kafilelerini basıp canlarına ve mallarına kast ettiklerinden, çöl şartlarında açık bir arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız veya gurup olarak asayiş tedbiri olmadan gitmesi, o günlerde çok tehlikeli olduğu için böyle bir uygulama o zamanlar için doğru ve isabetli bir uygulama idi.

   Tarihi gerçek olarak herkes bilir ki, yüce Türk milleti yüz yıllarca hac kervan ve kafilelerinin emniyetini sağlayıp hacılara zarar vermemeleri için, arap aşiret ve kabilelerine altını ve parayı hediye adı altında haraç olarak dağıtmıştır. Onbeşinci yüzyılın başından itibaran 1915 yılına kadar, 500 yıl düzenli bir şekilde her yıl hac mevsiminde, Edirne ve İstanbul dan altın ve değerli eşyalardan oluşan hediye ismi altındaki haracı götüren “sürre alayları” tertip edilerek, törenlerle uğurlanıp bu arap kabilelerine gönderilmiştir. Buna rağmen yine de bazen hac kervanları ve kafileleri baskına uğrayıp zarara görmüştür. Ki bu gün dahi Mekkeden 25 km uzak ve çölde açık arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız gitmesi, tehlikelidir. İşte bu ve benzer tarihi ve sosyal sebeplerden dolayı bu günkü haccın tatbik edilişi, geçmiş zamanlarda isabetli doğru bir uygulama olmasına rağmen bu günkü şartlarda da aynen cehaletle devam ettirildiği için, hac ibadeti insanların ölümü ve yaralanıp sakatlanması zulmüne dönüşmüştür. Bu yanlış ve doğru olamayan uygulama yüzünden zamanımızda, her hac döneminde ezilerek, çiğnenerek yüzlerce mümin hayatını kaybediyor. Bu ölümler ancak kitlesel boyutta olduğu zaman dünya kamuoyuna yansıdığından, her hac döneminde haccın yanlış tatbik edilmesi sebebiyle ölen yüzlerce kişinin ölümleri bilinmiyor ve duyulmuyor. Halbuki haccın tatbiki, kuranın açık beyanı olup, mezheplerin ve âlimlerin sadece son günü için ihtilafa düştükleri üç aya yayılarak uygulansa, hac’da her yıl yüzlerce mümin ezilerek ölmediği gibi, ülkemizde ve İslam ülkelerindeki hac kontenjan meselesi kökten hal olup, sağlığı ve ekonomisi düzgün olan her mümin Allah’ın farz kıldığı hac ibadetini rahatlıkla yerine getirir. Bu yanlış uygulamada ısrar edilmesi nedendir bilemem, fakat kuran dışı ve islamın ruhuna ters bir uygılama olduğu apaçıktır.

    Şeriat yönü ile hac ibadeti, İslam dünyası açısından sosyal, ekonomik, siyasi vb. zahiri çok faydalı toplumsal bir ibadet olması ile beraber, bu ibadeti ifa edenlere de sayısız olumlu tesir ve fayda sağlar. Ki bu hac ibadetinin zahiri yararları, konunun uzmanları tarafından her vesile ile çeşitli açılardan dile getirilmektedir.

        Ledduni hikmet yönü ile Hacc’ın değerlendirilmesi ise şöyledir: Hac, hürmete ve tazime layık olanı ziyaret olması itibarıyla Beytullahı, yani Allah’ın evini ziyarettir. Ki, bir eve ziyaret evin kendisi için yapılmaz, ancak o evin sahibine yapılır. Hakikata göre Allah’ın evini yani beytullahı ziyaret etmekten maksat, o evin sahibi olan Hakk’ın kendindeki ve cümle eşyadaki mevcudiyetini kulun müşahede etmesidir. Ki bu ziyaret Hakk’ın kendi vahdetinden yarattığı halk kesreti zuhurunu/açığa çıkışını müşahede yakınlığıdır. İşte böyle bir müşahede yakınlığıyla marifetullah zenginliğine mazhar olabilen bir kul ancak, Haccın ledduni hakikatına erişir. Ve Hakk’ın kesret/çokluk zuhuru evin’de, evin sahibi olan Hakk’ı müşahade tavafıyla, ledduni hakikat üzere haccı ifa eder.  

  Cenabı Hak Kuranı kerimde kullarını Hac ibadetini yapmaya davet ederek; İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar. (Hac-27)Buyurur. Ki bir kulun, Hakk’ın bu davetine icabet ederek hacı olabilmesi için, mikat mahalli denilen sınırda ihram giyerek “Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, innel hamde ve niğmete leke vel mülk, la şerike lek.”/ Allahım çağrına icabetle geldim emrine amadeyim, senin şerikin/ortağın yoktur, emrine amadeyim emret, hamd/öğünmek ancak sana mahsustur, nimeti veren sensin mülk senindir, senin şerikin, benzerin ve ortağın yoktur .” Diye telbiye getirerek, Hakk’ın hac davetine icabet irfanı ile Arafat vakfesine ulaşması, yani arifler arasına karışması icab eder.

   Ledduni hikmet yönü ile mikat mahalli, zamanın Mürşidi Kamil’ini bulup onun irşadına mazhar olmaktır. İhram giymek ise, kamilin irşadı ile kulun kendinin ve cümle eşyanın yokluğu/fenası keşfine ulaşmasıdır. İşte böyle yokluk keşfi irfaniyeti ihramını giyen kul, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” / çağrına icabet ederek geldim Allah’ım, yokluğa/fenafillaha ulaşmış kulluğumla ve cümle emrine ve yasaklarına riayetle emrine amadeyim.“lebbeyke la şerike leke lebbeyk” / tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanı ile vakıf oldum. Ki senin ortağın yoktur ve senden başka varlık olmaz şuuru ile sana amade geldim. “İnnel hamde ve niğmete leke vel mülk la şerike lek” / Senin ortağın ve senden gayrı bir varlık olmadığı için, medhedilip övülmeye ancak sen layıksın. Mazhar olduğumuz maddi ve manevi nimetler senden olup, hepsi senin tecellilerindir, diyerek. Böyle bir anlayış ve şuur telbiyesi ile kul, ariflerin Hakk’ın zuhurunda cem oldukları arafatı yani arifler otağını ziyaret ederek, o da ariflere karışıp hep Hakk’ı müşahade vakfesini yapar.

   Şeriata göre Arafat vakfesinin Cuma gününe denk geldiğinde yapılması Haccül ekberdir. (Büyük hac’dır) Ve Cuma günü vakfe yapanlara haccül ekber denir. Ki, Cuma kelime olarak toplanma yani cem olma demektir. Hakikat ta haccül ekber, kendinin ve cümle âlemin yokluğunda zahir olan hakkın tecellisinde kulun batın olmasıdır. Yani Arafat olan arifler otağını bulan kulun, Hakk’ın zuhurunda yokluğuyla batın olarak cem olması, haccül ekberdir.    

    Şeriata göre Zahiren yapılan hac’da, arafat vakfesini yapan bir kul, arafattan tekrar mekkeye gelir ve bu defa beytullahı örtüsü kalkmış olarak tavaf ederek, farz tavafını yapar ve hac ibadetini tamamlayıp hacı olur.

    Arafattan dönüşle beytullahı örtüsü kalkmış bir şekilde tavaf ederek haccı tamamlamanın ledduni hikmet yönü ile izahı şöyledir:

Zamanın mürşidi kamili’ni bulup, onun irşadıyla mikat mahalline ulaşarak, ihramın ve telbiyelerde ki yokluk/fena irfaniyetiyle Arafat vakfesine mazhar olan arif kuluna Rabbı, perdesini kaldırıp ona kesret alemindeki tecellilerle yüzünü göstermesidir. Ve bu müşahade ile o kul, cümle varlığın aslı olan yedi sıfatın cüz’üne mazharıyetle, kûl olan Hakk’ı yedi defa tavaf ederek haccül ekberi (büyük haccı) tamamlar.

       Tavafın yedi defa yapılmasının hikmeti ise, hakkın yedi sıfatı subitiyesine kulun kemal ile mazhar olması içindir. Çünkü Her insanda hayat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek, konuşmak ve kudret olan Allah’ın yedi sıfatı subutiyesi mevcuttur. Kul bilse de bilmese de bu sıfatlara mazhardır. Kulun bu mazharıyeti bilip arif olması için ondaki ilim sıfatının tevhidi hakiki ilmi ile şereflenmesi gerekir. Ki o zaman o kul sıfatların kemaline mazhar olur. İşte bu da mikat mahalli olan zamanın kamili mürşidinin irşadı ile mümkündür. Ve Kamil’in irşadıyla cümle varlığın aslı olan Hakk’ın sıfatlarının kemaline mazhar bir kul, cümle varlıktaki Rabbin zuhurunu, her yerde ve her zaman müşahade tavafını yaparak, Haccül ekber kulluğu ile her zamanda ve her âlemde var olur.

Haccın bazı zahiri uygulamalarına ve ledduni hikmetine yönelik değerlendirme noksanlarıyla beraber son bulmuştur. Her şeyi en iyi bilen yüce Allah’tır. Velhamdülillahirabbilalemin.


                                                                                       Nejdet Şahin

                                                                            20 Ramazan 2009 eylül

                                                                                            Salihli

13 Eylül 2012 Perşembe

KADİR SURESİNİN AÇIKLAMASI


Bismillâhirrahmanirrahim

 

1- İnna enzelna hu fi leyletil kadr.-Şüphesiz biz onu Kadir gecesinde indirdik.

2-Ve ma edrake ma leyletul kadr.- Kadir gecesini sana idrak ettiren / sana bildiren nedir?

3- Leyletul kadri hayrun min elfi şehr.-Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır.

4- Tenezzelül melâiketü verruhu fiha biizni rabbihim min külli emr.- Melekler ve Rûh, rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner.

5- Selamun hiye hatta matle’il fecr.- Bir selâm / esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, fecr / tan yeri ağarıncaya kadar!

      Beş ayetten ibaret ve Mekke’de inmiş olan Kadir suresinin ismi, içinde bahsedilen “Kadir gecesin” den gelir. Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kur'an, onda indirilmiştir... (Bakara- 185) Ayet beyanı gereğince, İslam dünyasında ramazan ayının Kadir gecesi; zat’ı ilâhiden levh-i mahfuza (muhafazalı levhaya) Kuranın cem / toptan olarak indiği gece olarak bilinir. Ve birçok hadisi şerif beyanı gereğince, ramazan ayının son on günü ve ramazanın yirmi yedinci gecesinin Kadir gecesi olduğu genel kabuldür. Ve ramazanın yirmi yedinci gecesinde zahiren çeşitli nafile ibadetler, vaaz, nasihat ve hayra yönelik faaliyetlerle İslam dünyasında Kadir gecesi kutlamaları yapılır.

       Hz. Resulullah efendimize vahyolan sure ve ayetlerin cem’i / toplamı Kuran’dır. Vahyin sure sure, ayet ayet değerlendirilmesi ise Furkan’dır. Ki bunu beyanla Ehl-i kemâl; “Kadir gecesinde Hz. Muhammed’in (s.a.v) gönlüne Kuran toptan indi, yirmi üç yılda cebrailin vahyetmesiyle Furkan olarak zahir oldu” demişlerdir.      

       Ledduni hikmet yönü ile Kadir suresinin değerlendirilmesi ise şöyledir: Cümle âlemleri ve varlıkları yüce Allah’ın 1- zat, 2- sıfat, 3-esma, 4- ef’âl, 5- asar / ahkâm olan beş tecellisi oluşturur. Ki zat tecellisi; Hakk’ın kendi ehadiyetinden / tekliğinden gayrıyı kabul etmeyen zuhurudur. Sıfat tecellisi ise; yüce Allah’ın hayat, ilim, irade. Kudret, sem’i, (işitmek / duymak) basar, (görmek) kelâm ve tekvin. (yaratma) olan sıfat-ı subutiye (sabit değişmeyen sıfatları) zuhurudur. Ve bu zuhuru ile cenab-ı Hak cümle mülk âleminin ve tüm faaliyetlerin aslı hakikatını oluşturur. Esma tecellisi; isimlerle olan zuhurudur. Ve bu zuhuru ile yüce yaratıcı cümle mülk âlemini oluşturur. Ef’al tecellisi; iş oluş amel faaliyeti ile olan zuhurudur. Ve açığa çıkan her türlü iş ve faaliyeti oluşturur. Asar / ahkâm tecellisi ise; hükmün, hüküm neticesinin zuhurudur. Yani halkıyetin / yaratılışın yüce gayesinin açığa çıkmasıdır. Ki rabbin bu beş tecellisinin mahiyeti, Hz. Muhammed’e (s.a.v) vahyolan sure ve ayetlerde mevcuttur. 

        Bu tecellilerin evvelinin ve aslının Hakk’ın zat’ı olması yönüyle, Hakk’ın zat’ı cümle tecellileri kendinde toplar. Bu itibarla, cümle tecellileri ve varlığı zat tecellisinin kendinde cem edip toplaması gibi, sure ve ayetleri içerdiği mana ve mahiyetleriyle beraber kendinde toplamasıyla Kuran, Hakk’ın zatı’nı temsil eder.

Kuranın rabbin zatı’nı temsilini ifadeyle ayette;“ İnna enzelna hu…-Şüphesiz biz O’ nu…” Buyruluyor ki bu ayetin Arapça ifadesinde geçen “Hu” ismi, zahiri anlamıyla O’ demektir. Fakat ledduni mana yönüyle “Hu” ismi; cümle tecellileri kendinde toplayan Hakk’ın gaybı mutlak hüviyeti olan zat’ını remz eder. Bunu beyanla pir seyyid Muhammed nur Hz; “Hu esmayı ilâhiyedir ve Hakk'ın gaybı mutlak hüviyetini ifade eder” diyor. Bu itibarla, ayette kadir gecesi inzâl olup indirilenin “Hu” olarak beyan edilmesi, Muhammed-i kulluğa ulaşmış insanın gönlüne Hakk’ın zatı’nı temsil eden Kuran’ın inzâl olup indirilmesidir.

       Hz. Resulullah efendimize vahyedilen Sure ve ayetlerin taşıdığı mana ve hikmetlerin sırrını kendinde toplayan Kuranın sırrı’na, insanı kâmil de mazhardır. Çünkü Hadisi şerifte “Kuran ve insan ikiz kardeştir” buyrulmuştur ki, doğuştan her insanda Kuran sırrı potansiyel olarak vardır. Fakat insanı kâmil’de Kuran sırrı faal ve aktiftir. Ve Kuran sırrı olan zamanın mürşidi kâmilinin telkiniyle, Hak talip ve âşıkları irşat olup aydınlanır. Ki kâmilin Kuran sırrı olmasını ifadeyle Seyfullah Nizam oğlu Hz:

Bu aşk bir bahri ummandır bunun haddı kenar olmaz

DELİL’İM SIRR’Î KURAN’DIR bunu bilende ar olmaz, der. (Delil; yol gösterici, mürşit demektir.) Kuran sırrı olan mürşidi kâmilin irşadı / aydınlatması, Hz. Âdem’den (as) beri cümle peygamber ve velâyet elçilerinin, mesleki resul telkini mazhariyetiyle devam edip açığa çıkar. Ve tüm zamanlarda var olduğu gibi kıyamete kadar yeryüzünde var olacak olan mürşidi kâmilin mesleki resul irşadına mazhar olmakla ancak, bir insan Muhammedi kulluk üzere yaşayıp, Kuran sırrına ulaşır.

       İşte böyle mesleki resul seyri süluku gören bir kul’un gönlünün, kendi ehediyetinden / tekliğinden gayrısını icap etmeyen Hakk’ın zat tecellisine mazhar olması, o insanın gönlüne Kuran’ın sırrının açılıp inzâl olması ve o kul’un Kadir gecesi idrâkına erişmesidir. Ki bunu ifadeyle ayette;

“1- İnna enzelna hu fi leyletil kadr.-Şüphesiz biz onu Kadir gecesinde indirdik.” Buyruluyor. Yani “Hu” isminin ifade ettiği Hakk’ın zat tecellisini temsil eden (sure ve ayetlerin hikmeti mahiyetini cem edip toplayan) Kuran sırrını, Muhammedi kulluğa erişen insanın gönlüne “Kadir gecesi” keyfiyeti olarak inzâl edip açtık, demektir. 

       Sonra;“2- Ve ma edrake ma leyletul kadr.- Kadir gecesini sana idrak ettiren / sana bildiren nedir?” Diye sual ediliyor ki, bunun cevabı şöyledir; “Kadir;” kelime olarak değerli kıymetli anlamındadır. “Gece” ise; görünen tüm renkleri, eşya ve varlıkları gecenin siyahlığıyla örtmesidir. Buna göre; gecenin siyahlığıyla tüm renkleri ve varlıkları örtmesi gibi, zat-ı ehadiyet (teklik) tecellisiyle Hakk’ın gayrıyeti ve ikilik kesretini (çokluğunu) örtmesinin idrâkı olan Kadir gecesi, çok değerli ve kıymetlidir. Ve zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla, yokluğunda zahir olan rabbin zat tecellisi mazhariyetiyle ancak, bir insan Kuran sırrına ve kıymeti ve değeri yüce Kadir gecesini idrâk eder.

      Devamla “3- Leyletul kadri hayrun min elfi şehr.-Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Buruluyor. Ki ayette beyan olunan “bin ay,” yaklaşık 83 yıl eder. Ve 83 yıl, bu imtihan âlemi olan yeryüzünde yaşayan bir insanın dolu dolu ömrüni ifade eder. Bu itibarla, imtihan âlemi olan bu yeryüzünde Kadir gecesi idrâkına erişmeden “bin ay,” yani dulu dolu bir ömür boyu yapılan her türlü ibadet ve kulluktan, mahiyeti yukarıda beyan edilen Kadir gecesi idrâkına ulaşmak, “daha hayırlıdır” demektir.

     “4- Tenezzelül melâiketü verruhu fiha biizni rabbihim min külli emr.- Melekler ve Rûh, rablerinin izniyle o gecede her iş için iner de iner. Burada beyan olunan “Rûh,” rabbimizin vahdet / bir’lik tecellisidir. Ve “Ruh” ikilik kesretini (çokluğunu) icap etmediği için, ayetteki “Ruh” beyanı vahdet-i vücut zuhurunu ifade eder. Yine ayette ifade olunan “Melekler” ise, rabbin tüm tecellilerini asla itiraz etmeksizin yerine getiren mahlûklardır / yaratıklardır. Çünkü melekler ancak emir olundukları görev üzere o emri yerine getirmesini bilirler, aksi olan o emri yerine getirmemeyi bilemezler aynı gözün görmekten, kulağın işitmekten başka bir şey yapmaması gibi.

“Meleklerin ve Ruh” un indiği “o gece” demek ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde et ve kemikle bedenlenip yaşayan bir insanın, manevi vücudunu rabbin katından ve rabbin müşahedesinden uzak ve ayrı koyan, tabiatın tesirindeki dünya ömrü gecesidir.

       Bu itibarla Kadir gecesi idrâk ve marifetine erişen bir kişi, insanı kâmil olarak Muhammedi kulluk üzere yaşar. Ve o, aynı “melekler” gibi yüce Allah’ın vahiyle olan emir ve yasaklarına kesinlikle mahakkak itaat ettiği gibi, O’nun kulluğunda vahdet-i vücud imanı olan “Ruh” hâkim olur. Ki böyle Kadir gecesi idrâkına ulaşan insanı kâmilin, yeryüzünde et ve kemikle bedenlenmiş olan kulluğunun içerik ve mahiyetini, melek ve ruh mazhariyeti oluşturur, demektir.

      “5- Selamun hiye hatta matle’il fecr.- Bir selâm / esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, fecr / tan yeri ağarıncaya kadar! Melekler gibi Allah’ın emir ve yasaklarına mutlak itaat. Ve ruh olan vahdeti vücut imanı mazhariyeti ve Kadir gecesini idrâk kemâli marifetiyle. “Selam / esenlik ve huzur” la, yeryüzünde tabiat tesirinde olan dünya ömrü gecesinde yaşayarak tüm zamanlarda insanı kâmil var olur. Bu var oluş; ta ki “Her nefis / benlik ölümü tadacaktır…” (Al-i İmran-185) hükmü ile tabiat tesirine mecbur ve mahküm olan bedeninden insanı kâmilin ölümle ayrılıp, rabbine vuslat sabahı olan fecr / tan yeri ağarıncaya kadar!”  devam ederek “sürüp gider,” buyruluyor.

      Kadir suresinin ledduni hikmet üzere olan yorumu / açıklaması hatalarıyla beraber tamamlandı. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır. Allah’a hamd resulu Muhammede ve evladı resule selam olsun, rabbim bizleri de Kuran sırrına erişmiş olan insanı kâmil kulluğuna mazhar kılsın. Amin.    

 

                                                                                    Nejdet Şahin                        

                                                                             05- 09 2012 Çarşamba      

                                                                                           Salihli

3 Eylül 2012 Pazartesi

TİN SURESİNİN zahir ve batın YORUMU


 Bismillâhirrahmanirrahim

 

1-Tine / incire ve zeytine and olsun / yemin olsun.

2- Turi sina’ya

3- Ve emin beldeye / şehre

4- Biz insanı, gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.

5- Sonra da onu aşağıların aşağısına reddettik / indirdik

6- Ancak, iman edip Salih / güzel ameller işleyenler müstesna. Onlar için kesintisiz / devamlı bir ecir / mükâfat vardır.

7- O halde / böyle iken sana dini ne tekzip ettirir / yalanlatır.

8- Allah hâkimlerin / hükmedenlerin en hâkimi değimli?

        Mekke’de inmiş ve sekiz ayetten ibaret olan tin suresinin zahiri / açık anlamı şöyledir: Kıymetine binaen yüce yaratıcı olan Allah, “tin”e / incir’e “zeytin”e “tur-u sina”ya ve “emin belde” ye yemin ederek. İnsanın yaratılmışların içinde “en güzel suretle,” yani en kemalâtlı bir yaratılış ve donanımla mukellef olarak yaratıldığını. Ve insanın yeryüzü olan bu imtihan âlemine suretlenerek mecburen “reddedildiğini / indirildiğini” beyan ediyor. Ve devamla, bu yeryüzü olan imtihan âleminde her kim “iman eder” de Allah’ın emrettiklerini yapmak, yasak ettiklerinden kaçıp sakınmak olan “Salih / güzel amelleri” faaliyetleri yaparsa onun, ahirette “kesintisiz ecirlere / mükâfata” mazhar olacağı ifade ediliyor.

“Allah indinde din islamdır…” (Ali İmran-19) beyanı gereğince bu şekilde iman ederek Salih / güzel amel yapıp işlemenin, yalanlanamayan islam dini’nin kendisi olduğu. Peygamber ve evliya elçilerin tebliğ ve irşadında açığa çıkan İslam dininin hükümlerini vahiyle Allah koyduğu için, “Allah hâkimlerin hâkimidir” deniliyor.

         Buraya kadar zahiri yönünden behsettiğimiz Tin suresi; Batın yönüyle ise birçok leddun-i hikmet yüklü anlamlar içerir.

Buna göre; cenab-ı Hak kıymet ve değerine işaretle üzerine yemin ettiği “tin / incir,” Hakk’ın zat-ı vahdet zuhurunu ifade eder. Ki incirin içindeki çekirdeğinin ve dışındaki kabuğunun birbirinden ayrılmadan bütün olarak yenilmekle rızık vermesi gibi, Hakk’ın zat-ı vahdet zuhuru bakâyı ruh tecellisidir. Ve bu tecelli Hakk’ın gayrısını icap etmediği için, ruh tecellisinde ikilik olmaz. Ve “tin / incir” ile beyan ettiği, ruh tecellisi olan bu mertebesinde cenab-ı Hak “ben” diye zuhur eder. Aynı “…ben senin rabbinim…” (Taha-12) gibi.

       Kıymetine binaen Hakk’ın üzerine yemin ettiği “zeytin” ise, içindeki / batınındaki çekirdeğiyle değil de zahiri olan dış yüzeyi ile yenilmekle rızık vermesi gibi, zeytin hikmeti itibarıyla yüce Allah’ın vahdeti zatından nefsi olan sıfatlarına, sıfatlarından da tecelli etmekle yarattığı kesreti (çokluk) halk zuhurunu ifade eder. “Zeytin” ile beyan ettiği bu mertebesinde vahdet-i zatı batın, sıfat olan nefsini ve halk kesretini zahir edip açığa çıkardığı için yüce Allah, “biz” diye zuhur eder. Aynı biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik” (Taha- 107) vb. ayetlerdeki gibi.

      “Turi sina;”  Hz. Musa’nın vahye mazhar olduğu dağ olması itibarıyla zahiren bir kıymet ve değer ifade eder.

Leddun-i mana yönüyle ise “turi sina,” hakiki / gerçek mümin olan kulun kalbinde yüce Allah’ın gerek ruh, gerekse kesret tecellilerindeki sırrının cemi’ni (toplamını) açarak tecelli etmesidir. Ve “turi sina” ile beyan ettiği bu mertebesinde yüce Allah, “ben” olarak ta “biz” olarak ta zuhur eder.

        Ayetteki “Emin belde” zahiren beytullahı (Allah’ın evini) ifade eder.

Ki ledduni hikmet yönüyle beytullah; Hakk’ın gayb-ı mutlak hüviyeti olan sırf zat zuhurunu remzettiğinden cenab-ı Hak, bu mertebesinde “Hu” ismiyle zuhur eder. Ki, bunu beyanla pir seyyid Muhammed nur Hz. “Hu esmayı ilâhiyedir ve Hakk'ın gaybı mutlak hüviyetini ifade eder” demiştir.    

        Bu itibarla; Kıymet ve değerine binaen 1- Tin / incir” ile ifade ettiği ruh mertebesine. 2- “Zeytin” ile ifade ettiği vahdetin kesreti mertebesine. 3- “Turi sina” ile ifade ettiği vahdet ve kesretinin cem-i zuhuru mertebesine. 4- “Emin belde” ile ifade ettiği sırf zat mertebesi üzerine cenab-ı Hak yemin ediyor. Ve zevâli olmayan bu beka mertebelerinin müşahedesine ulaşıp mazhar olan insanı kâmili yüce Allah; “en güzel biçimde yaratılış / yaratılmışların en güzeli” olarak beyan ediyor.

       Çünkü bu mertebeleri müşahedeyle mazhar olduğu marifet ve kemalât ile insanı kâmil; Hz. Âdem’den zamanımıza kadar insanlığı aydınlatmış olan cümle peygamberlerde ve velilerde zahir olan Allah’ın makamlarının tebliğ ve irşadının sırrını taşır. Ki işte bu taşıdığı emanet, insanı kâmili yaratılışın en güzeli yapar.

     Yeryüzü âlemi “aşağı” âlemdir. Ve insanın sureti yani et kemik olan bedeni de, yeryüzündeki kokmuş çamurdan yaratıldığı ve insanı tabiata bağımlı kıldığı için “aşağıdır.” Çünkü insanın mana yönüyle makamı yüksek olup rabbin katıdır. İşte tesiriyle insanı rabbin katından alıkoyarak tabiat âlemine mahküm ettiği için insanın sureti, yani et kemik olan bedeni, insanın mana yönünün aşağısıdır. Bunu ifadeyle Niyazi Mısri Hz:

Gökte uçar iken yere indirdiler

Çar anasır bentlerine vurdular (tabiatın 4 aslı olan hava su toprak ve ateşe hapsettiler)

Nur iken adımı Niyazi koydular

Ta ezelki itibarım kandedir. Diyor (Kandedir: nerededir, demektir.)

       Bu itibarla, taşıdığı Allah’ın makamlarının marifet ve kemalatı ile en güzel yaratılış olan insanı kâmilin yeryüzünde, suret / beden varlığıyla tüm zamanlarda var olması, insanı kâmilin 1- yeryüzü aşağılığına. 2-suret beden aşağılığı olmakla, “aşağıların aşağısına”  reddedilip indirilmesidir.

       Ki bu yeryüzünde geçmiş zamanlarda var olduğu gibi, kıyamete kadar tüm zamanlarda var olacak olan kâmil mürşidin telkini irşadına her kim “iman edip,” meratibi ilâh-i seyri süluku görür de “ameli Salih” olan Muhammedi kullukla yaşarsa. O kimse hudutsuz “bir ecre / ödüle” mazhar olur, yani rabbin katına yükselip rabbin bekasıyla beka bulur.

       Çünkü rabbin katına erişme ulu / yüce gayesiyle yaratılan her insan, ancak mürşidi kâmilin telkini irşadında zahir olan şeriat, tarikat, hakikat ve marifet ilimlerini kendinde toplayan İslam dininin zahir ve batınına tabi olmakla, yaratılışının yüce maksadına erişerek rabbin katına yükselip insanı kâmil olur.

        Bunu beyanla; İnsanı rabbin katına yükselten Mürşidi kâmilin telkini irşadında zahir olan şeriat, tarikat, hakikat ve marifet ilmi irfanından ibaret olan islâm “dinini sana kim yalanlatır.” Kim inkâr edip yalanlayabilir?

Her kim kâmil olan mürşidin irşadıyla Allah’ın makamları ve âli prensipler telkinine mazhar olursa o insan, görmek, işitmek, koklamak, dokunmak ve tatmak olan beşi zahir. Akıl, idrak, hayal, vehim ve hafıza olan beşi batın on duyuları / hisleri müşahedesiyle, Allah’ın cümle âlemlere ve eşyaya hükmettiğine nazar eder; Yani görerek, işiterek, koklayarak, dokunarak, tadarak ve akıl ederek, idrak ederek, hayal ederek, vehmederek, hıfzederek, yüce Allah’ın “hâkimlerin en hâkimi” olduğunu müşahede eder. Vesselam.

    Tin suresinin zahir ve batın yönüyle olan yorumu hatalarıyla beraber tamamlandı, her şeyin en iyisin ancak Allah bilir. 28 08 2012

                                                                                 Nejdet Şahin