21 Ekim 2014 Salı

BESMELE ve FATİHA SURESİNİN YORUMU

                                   Bismillahirrahmanirrahim

         Hamt / Öğünmek her şeyi kendi zatından zuhura getirerek yaratan ve zat-ı mevcudiyetinden gayrı hiçbir şeyin var olmadığı Allah’a aittir. Selam’a layık olan; yaratılanların en şereflisi olup, dünya ahiret cümle âlemler yüzü suyu hürmetine yaratılan habibullah  (Allah sevgilisi) Hz. Muhammed (sav) ve evlatlarıdır. O evladı resul ki, her zamanda ve halen sağ ve mevcut olup, Ruh-u Muhammed (sav) mazhariyetiyle insanlığı aydınlatırlar. 
        Kuranı kerimin en cemiyetli surelerinden birisi olan Fatiha suresi mealen şöyledir.

         Rahman ve Rahim Allah adıyla: 

        “1- Hamt âlemlerin Rabbi Allah’adır. 
          2- Rahmandır, Rahimdir O. 
          3- Din günün sahibidir O. 
          4- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
          5- Dosdoğru giden yola ilet bizi. 
          6- Kendilerine nimet sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin karanlık ve dalalete saplanmamışların yoluna.”

        Ehlulah, “Her kim fatiha suresini bir nefeste besmele ile beraber okursa o, felah bulur” buyurmuşlardır. Bu kibarı kelam batın ağırlıklıdır ki nefes, nefsin yani kişinin bu yeryüzü âleminde yaşamasının alameti olup nefes alıp verdiği müddetçe nefsin / kişinin diriliğine ve yaşadığına hükmedilir. Bunun için bu kibarı kelamda ifade edilen nefesten maksat, kulun yeryüzündeki ömrüdür. Ve her kim ömrü müddetince besmelenin ve Fatiha suresinin hakikati manasını idrak ederse o kişi, bu âlemdeki imtihanı kazanıp “felah bularak” ebedi kurtuluşa erer, demektir.  

                                BESMELENİN Açıklaması     

       Besmele; Tevbe suresi hariç kurandaki tüm surelerin ve Fatihanın başlangıcında okunur. Besmele Allah, Rahman ve Rahim isimlerinden oluşur ki bu üç isim, Allah’ın yani uluhiyetin cümle makamlarını kendinde toplayan isimlerdir. Bu üç isim; cümle âlemlerin ve yaratılmış olan her bir şeyin aslı hakikatini temsil ettiği için İslâm dini, her meşru faaliyetin
evvelinde besmele çekilmesini ön görür. Bunu ifadeyle Resulullah (sav) efendimiz, “Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve sonu güdüktür” demiştir. 
Kuranı kerimde “Biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve şu büyük Kur’an’ı verdik.” (Hicr-87) buyrulur ki, bu ayette beyan edilen “tekrarlanan yedi ayet”; insanlığa gelmiş ve sonuncusu Hz. Muhammed (sav) olan tüm peygamberlerin ve cümle insanı kâmil velilerin tebliğ ve irşadında açığa çıkan “yedi tevhit makamıdır.” Yani yüce yaratıcının her bir şeyi zuhura getirerek yarattığı Allah’ın yedi makamıdır/mertebesidir. İşte Bu Allah’ın yedi makamının müşahedesi, Mesleki Resul seyri sülukunda (salikin manevi yolculuğunda) üçü “Fenafillah” dördü “Bekabillâh” olarak tahsil olunan yedi tevhit makamı irşadıdır. Ki bu tevhit makamlarının irşadı, ancak zamanın kâmil mürşidinin telkini ile mümkün olur.

      Besmelede geçen Allah isminin iki yönü vardır, biri “makam-ı uluhiyet” yönü, diğeri ise “Celal” olan esma yönüdür. Ki Celal tecellisi yakıcı olup, kul’un cehil ve zanlarından hâsıl olan masivayı, yani kişinin Allah’tan gayrı zannettiği cümle varlıkları yakıp yok / fena eder. Ki böyle bir kul, kalbindeki Allah zikrinin uyanıklığı ve fenafillah makamlarının keşfi irfanı ile rabbimizin “…Allah’a şirk / ortak koşma, çünkü Allah’a şirk / ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman-13) Buyruğu ve Hz. Resulullahın “Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım” dediği gayriyet / masiva olan gizli şirk zulmünden arınır. Çünkü bir kimse, gizli şirk zulmünden ancak fenafillah makamlarının irşadına mazhar olmakla kurtulur. Ki, fenafillah keşfi irfanı aynı zamanda besmeledeki Celal olan Allah isminin taşıdığı mahiyettir.
      Besmeledeki Rahim isminin manası ise şöyledir: Rahim ismi “Cemal” mazharı olup, bekabillâh makamlarının müşahedesidir. Bekabillâh müşahedesine ise; kendine ve cümle âleme nispet ettiği gizli şirk olan varlıklardan kurtulan gerçek müminler bu yeryüzü âleminde ulaşırlar. Ki bunlar Rahim rahmeti mazhariyetiyle, kendi yokluklarında Allah’ın cümle tecellilerinin her çeşidinde Allah’ın hüsnü Cemali’ni (güzel yüzünü) müşahedeyle, Allah’la beka bularak ölümsüzleşirler. Bu itibarla, besmeledeki “ Rahim” ismi’nin mahiyeti, “bekabillah” keşfi marifetidir. Vesselam. 
      Besmeledeki Rahman ismi ise; “Allah ve Rahim” isimlerinin ceminden hâsıl olan “Kemâl’dir.” Ki bu Kemâl’in her bir tecelliyi ihata edip kuşatması ise “Rahman”lıktır. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerîm’de, “O Rahman olan arşı kuşattı…” (Taha- 5) buyrulur. 
Rahman kemaline ancak, üçü fenafillah dördü bekâbillâh olan tevhit makamları keşfi marifetiyle, insanı kâmil mazhar olur. 
İşte bu ve benzeri ilahi beyanlardan anlaşıldığı gibi İnsanı kâmilin, Allah ve Rahim isimlerinin mahiyetine dair müşahedesinden hâsıl olan marifet ve kemalâtıyla Hakk’ın her nevi tecellisini tanıyıp kuşatması, besmeledeki “Rahman” isminin sırrı mahiyetidir.
Velhasıl, Besmeleyi oluşturan üç isimden Celal mazharı olan “Allah” ismi fenafillâh’ı. Cemal mazharı olan “Rahim” ismi bekabillâh’ı. Kemal mazharı olan “Rahman” ismi ise, üçü fenafillah dördü bekabillah olan ve kuranda “tekrarlanan yedi ayet” (Hicir-87) olarak beyan edilen yedi “Makamatı tevhit” marifetine mazhariyettir. 
Besmelenin sırrı mahiyeti, ancak zamanın Mürşidi Kâmilinde ve onun telkini irşadında bulunur. İşte cümle surelerin ve Fatiha’nın evvelinde okunan Besmelenin kısaca mana ve hikmeti böyledir. Her şeyi en iyi Allah bilir.   

                         FATİHA SURESİNİN açıklaması

      Fatiha suresi’nın birinci ayetinde, “Hamt âlemlerin Rabbi Allah’a dır” beyanı vardır ki hamt, öğünmek methedilmek anlamındadır. Meratibi ilahi ise uluhiyetin / Allah’ın makamları olup Cenabı Hak, Zat’ı tekliğinden Allahlığına / uluhiyetine tecelli ederek uluhiyet makamlarıyla görünen ve görünmeyen cümle âlem ve varlıkları yaratır. Ve yarattığı cümle varlıkta “…O zâhirdir...” (Hadîd-3) beyanı gereğince mevcudiyetini zahir edip açığa çıkarır.  
Cenabı Hak uluhiyet makamı itibarıyla her bir isimden, yani gerek Hakk’a ait olan Settar, gaffar, kerim gibi isimlerinden, gerekse ağaç, taş, insan, hayvan gibi Halk’a ait olan isimlerden yücedir. Çünkü bu isimlerin hepsi uluhiyetin / Allah’ın zuhuru olduğundan, settar kimdir, Rahman kimdir, Gaffar kimdir diye sorulsa? Allah’tır, diye cevap verilir. Yine Halka ait olan taşı, bitkiyi, hayvanı, insanı yaratıp açığa çıkaran kimdir denilse? Yine Allah’tır diye cevaplanır.  
     Bu itibarla ayette beyan olunan “âlem,” uluhiyetten zahir olup açığa çıkan isim olup, ayetteki “âlemler” ifadesi ise tüm isimler tecellisi demektir. Ve cümle âlemler olan isim tecellileri uluhiyetten “Rab” ismi ile zahir olur. Yani cümle âlemler ve varlıklar, Allah’ın rab’lığı olan rububiyet ile açığa çıkarak gözükür. İşte bunu beyanla “Resulullah miraçta Hakk’ı baş gözüylemi, kalp gözüylemi gördü” diyen sahabelere hitaben, Hz. Ayşe validemizin “Hak Hakk’ı gördü” buyurmasını Pir seyit Muhammed Nur Hz.leri; “Hak, Rububiyetiyle Rububiyetini gördü” olarak beyan etmiştir.
       Bu itibarla Fatiha’nın birinci ayetindeki “Hamt âlemlerin Rabbi Allah’adır” beyanının manası şöyledir;  Uluhiyetinden rububiyeti ile zuhur ederek açığa çıkardığı cümle isimlerin / âlemlerin rabbi olan Allah,
uluhiyet makamı itibarıyla hamt edilip övülmeye yegâne lâyık olandır. Demektir.
      Fatiha’nın ikinci ayetinde “Rahmandır, Rahimdir O” Buyrulur. “Rahman,” umumun / genelin icadına mahsustur ki cenabı Hakk’ın Rahmanlığı;  cümle âlemlerdeki her bir tecelliyi kuşatarak umumun kemal bulmasıdır, yani her bir şeyin gıdalanıp zinde ve var olmasıdır. Aynı güneşin sıcaklığı ve aydınlığı ile sınırsız bir şekilde her bir şeyi ayırt etmeksizin ısıtıp aydınlatarak zinde kılması gibi Rahman rahmeti; cümle âlemleri ihata edip kuşatıcılığıyla bitkimi? Hayvan mı? İnsan mı? Kâfir mi? Mümin mi? olduğuna bakmadan yaratılan her şeyi ayırt etmeksizin kapsayan kemâldir.  Rahman tecellisi her bir şeyi kuşatıcı olmasıyla beraber, esma olması itibarıyla varlığı uluhiyetten olup Allah’ın Rahman ismiyle olan tecellisidir. İşte bunu beyanla Ayette, “O Rahmandır” Buyrulur. 
        Ayetteki “Rahim” İsmi ile ifade olunan rahmet ise, Rahman gibi umumi değil hususidir / özeldir. Bu özellik, yaratılmış olanlar içinde müminlere mahsus olan rahmettir ki bunu beyanla Kur’an-ı Kerîm’de, “O, müminlere karşı Rahîm’dir.” (Ahzâb-43) buyrulur. 
Rahim isminin müminlere has olan hidayetle zuhurunun baş mazharı, Hz. Muhammed (sav) dir. Ki bunu beyanla Kur’an’da “Ant olsun, içinizden size onurlu bir Resûl gelmiştir. Sizi rahatsız eden her şey O’nu da üzer, üstünüze çok hırslıdır / düşkündür. Müminlere Rauf ve Rahîmdir.” (Tevbe-128) buyrulur. 
Hz. Peygamber efendimiz bu mazhariyeti ile cümle âlemlerin hürmet ve hatırına yaratıldığı şahsiyet olan bir kuldur. Çünkü Cenabı Hak Hadisi Kutside ; “…bilinmekliğime muhabbet ettim (âşık oldum) halkı yarattım” buyurur ki, muhabbetin şiddetlisi Türkçe de aşk olarak ifade edilir. İşte yüce Allah’ın bilinmekliğine âşık olmasıyla yarattıklarının içindeki Hidayetin baş mazharı olan Hz. Muhammed kulluğu, yaradılış gayesinin en zirve kulluğu olduğu için cenabı Hak O’na âşık oldu ve “Habibim” (Sevgilim) dedi. Ve yüce Allah âşık olduğu Muhammed kulluğunu seyretmek için cümle âlemleri yarattı. Ki bunu ifadeyle rabbimiz “sen olmasaydın sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” (hadisi kutsi) buyurur. Bu itibarla, cümle âlemlerdeki yaratılmış olan her bir varlık var oluşunu, Hz. Muhammed’e (sav) muhtaçtır. 
Ki yeryüzündeki her insan Muhammed’i kulluğa yakın olduğu nispette yaradılış maksadına uygun kulluk yapar ve iman ederek mümin olur. 
Ve bir mümin; kulluğunu Muhammed’leştirdiği oranda Hakk’ın Rahim rahmetine mazhar olur ve onun kulluğunda Rahim rahmeti zahir olur. Bunu beyanla Arifi billâh Hasan Fehmi Hz. leri;      

“Rahimsin şüphe yok asla               
 Habibin oldu müsemma
 Onunla cümle arifler 
 Bulup tur sureti insan” diyor.

Ki, bu beyitte ifade edilen sureti insandan maksat, kişinin insanı kâmil mertebesine yükselerek Kâmil insan olmasıdır. Çünkü herkes yaradılış itibarıyla sureta insandır, fakat insanlar içinde her kim tüm zamanlarda vücudu Nur-u Muhammed’in zahir olduğu, “mesleki Resul” irşadına mazhar olursa, ancak o kimse İnsanı kâmil olur.
Velhasıl, Hz. Resulullah efendimizin baş mazharı olduğu hidayet-i nuru Muhammed kulluğu, insanı kâmilin marifetindeki Allah’ın rahmeti Rahim’likle olan tecellisidir. Rahim ismi de diğer cümle isimler gibi uluhiyetten, yani Allah’tan olması itibarıyla ayette, “…Rahimdir O” buyrulur.
        Fatihanın Üçüncü Ayeti ise; “Din günün sahibidir / Malikidir O.” Beyanıdır. Burada ifade edilen din günü, kıyametle açığa çıkan “Haşır” toplanma günüdür. Çünkü kıyamet cümle peygamberlerin tebliğ ve irşadında insanlığa haber verdikleri, fakat kimi insanların iman ettiği kimi insanların ise inkâr ettiği gündür. Ki, kıyametin kopmasıyla yeryüzünde hiçbir canlı kalmaz ve herkes kabir / berzah âleminde haşır olur, toplanır. Ve o haşırda herkese cenabı Hak; “Bu gün mülk kimindir?” (Mümin-16) diye sorar. Fakat hiç kimse bu soruya cevap veremez ve herkes öylece susup kalır. Ki yine cenabı Hak kendi sorusuna kendi, “Kahhâr olan Allah’ındır…” (Mü’min-16) diye hitap ederek cevap verir. Böylece cümle Mülkün sahibi/maliki olan Allah, herkesin yokluğunda kendi kendine cevap vererek cümle mülkün Maliki, yani sahibi olduğunu ilan eder. İşte bu gün kastedilerek ayette; “Din günün malikidir / sahibidir O” buyrulur ki, insanlığa gelen cümle peygamberlerin tebliğinde ölüm sonrası olan bu günden bahsedildiği için ayette, “Din günü” olarak beyan edilir. Allah u âlem.
     Buraya kadar bahsettiğimiz kıyamet ve haşır, umumi kıyamet ve Haşır dır. Ki bu âlemde yani yeryüzünde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan herkes, bu umumi kıyamet ve haşıra muhatap olacaktır. Ve buna inanmak İmanın şartlarındandır. 
Hz Peygamber efendimiz; “Hesap günü gelmeden hesabınızı görün” buyurmuştur ki, bu hadisin anlamı açık olup bu yeryüzü âleminden ölümle ayrılmadan evvel, ahirette görülecek hesabınızı bu âlemde görün demektir. Yine Hadisi Şerifte; “…Ölmeden evvel ölünüz. Sizin gibi yer içer gezer fakat ölmeden evvel ölmüş olanlardan birini size göstereyim mi, Ebu bekire Bakın o ölmeden evvel ölmüşlerdendir” buyrulur. 

Ehli kemâlden Şem-i Hz.leri;

“Mutu kablu ente mutu” (ölmeden evvel ölün)                                         
 Sırrına mazhar olan
 Haşrı neşri burada gördü(Haşır-toplanma, neşir- ahirette cennete cehenneme herkesin dağılması)
 Nefha-i sur vurmadan. Diyor. (nefa-i sur- İsrafil meleğinin kıyameti bildiren borusu )

Beyitteki “Mutu kalbe ente mutu” beyanı yukarıda bahsettiğimiz Hadisi şerifin Arapça ifadesi olup “ölmeden evvel ölünüz” demektir. Bu beytin manası, ‘Her kim bu alemde ölmeden evvel ölüm sırrına mazhar olursa, o kimse umumi kıyamet kopmadan, Haşır ve Neşir gününü burada yani bu yeryüzü aleminde görür demektir.’ 

Yine ehli kemal’den Niyazi Mısri Hz.leri;

“Men aref sırrına er ko gafleti (Men aref sırrı- kim kendini bilirse rabbini bilir) H.Ş 
Gör ne remz eyler bu insan sureti
Haşrı neşri hem tamuyu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul” Buyurur. 

 Beyitte geçen “Men aref” kelimesiMen arefe nefse fekat arefe rabbe / Kim kendini bilir o Rabbini bilir” Hadisi Şerifi olup, beytin manası şöyledir. Hz. resulullahın “Kim kendini bilir o rabbini bilir” beyanındaki sırra ulaşmana engel olan gafleti terk edip, “Kendini bilme” irfanı ile arif olursan. Ancak o zaman suret yönüyle küçük, fakat mana yönüyle büyük olan insanı tanırsın. Ve o zaman Haşır ve Neşir gününü, cenneti ve tamuyu (cehennemi) kendinde bulup müşahede edersin, demektir.
       İşte, bütün bu ve benzer beyanlardan anlaşıldığı gibi, Ölüm iki’dir. Birisi umumi ölüm, yani mecburi ölümdür. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185) âyetinin hükmüdür ki, doğan ve yaşayan her şeyin bir zaman sonra ölmesi, yani bu âlemden ayrılmasıdır. 
Diğer ikinci ölüm ise, ihtiyarî ölümdür ki bu ölüm; Yüce Allah’ın buyurduğu “…Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi / kendinizi öldürün. Bu yaratıcınız katında sizin için daha iyidir…” (Bakara-54) Ve Hz. Peygamber efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz.” beyanındaki ölümdür. 
Kulun bu ölümle ölüp veya ölmemesi kendi ihtiyarında olup, Kişi isterse ölmeden evvel ölür isterse ölmez. Bu ölüm, “Yeryüzündeki herkes / her şey fânidir, yokluktadır. Celâl ve ikram sahibi Rabbinin veçhi / yüzü bâkidir.” (Rahman-26,27) ayetlerinin Leddun-i mana ve mahiyetiinin açığa çıkarak kulun, Allah’ın makamlarını müşahede etmesiyle kendi yokluğunun (fenasının) irfanına ulaşmasıdır. Ki bu irfan ile kulun ölmeden evvel ölmesi onun hususi / özel kıyametidir ki, böyle bir kul ancak bu âlemde Hakk’a kavuşarak Hak’la var olur ve Hakk’ın bekasıyla beka bulur. İşte Hak’la beka bulma marifetine ulaşabilen kul, “Bugün mülk
kimindir? Kahhar olan Allah’ındır…” (Mülk-16) müşahedesiyle bu yeryüzü âleminde yaşarken Hak’la haşır olur. 
Bahsettiğimiz bu kıyamet ve haşır, özel haşır olup, umumi kıyamet ve haşır imanıyla çelişmez. Yani özel kıyamet ve haşır’ın Arifleri, kesinlikle umumi kıyamet ve haşır’ın zuhur edeceğine iman ederler. Bu itibarla gerek umumi, gerekse hususi olan haşır, cümle peygamberlerin  ve insanı kâmil velilerin tebliğ-i irşadındaki, “Din günü” dür. 
Bunu beyanla; Fatiha’nın üçüncü Ayetinde ifade olunan, din gününde, Allah’ın kendi mülküne sahip / Malik olmasının ve Allah’ın kendi sorusuna yine kendinin cevaplamasının sırrı mahiyeti, Allah’ın makamları olan tevhit makamları keşfi marifetine mazhar olanların kulluğunda kâmilen açığa çıkarak zahir olur. Vesselam.

Fatiha’nın dördüncü ayetinde, “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” Buyrulur: 
İbadet kulluk demektir ki, şeriata göre Hakk’a yönelik ve Hakk’ın emirleri yasakları ve tavsiyeleri olan cümle faaliyetler ibadettir/kulluktur.
Yine şeriata göre “yalnız senden yardım dileriz” beyanının anlamı; gerek faaliyetle, gerekse dil ile yapılan dua ve niyaz kulluğuyla Allah’a yönelip Allah’tan istenen yardımlardır. Çünkü cenabı Hak “…Dua edin bana cevap vereyim size…” (Mümin-60) ve “De ki Duanız olmazsa Rabbin size ne diye değer versin…” (Furkan-77) buyurur.    
Hakikate göre ibadet/kulluk ise; Hakk’ın zuhuru karşısında hâsıl olan yokluk/fena acziyeti olup kişi, yaptığı gayret ve ibadetle ancak acziyetin zirvesi olan kendinin ve âlemlerin fenasının/yokluğunun irfanına ulaşabilir. Bunu beyanla Hz. Ebu Bekir; “Hamt Allah’a dır ki, Allah kullara kendi acziyetlerini/yokluklarını itiraftan başka bir yol vermedi” buyurmuştur. Çünkü Kul yaratılmış olmakla, makamı uluhiyetin yani Allah’ın tecellisinden başka bir şey değildir. Cenabı Hak uluhiyet makamıyla görünen ve görünmeyen cümle âlemlerdeki her bir şeyin aslıdır. Ve her bir şey denilen cümle varlıklar uluhiyetin, yani Allah’ın makamından yaratılarak açığa çıkan isimlerden oluşur.
Bu yaradılış, Allah’ın Vahdet’i / Birliği dâhilinde şöyledir: Hakk’ın Ehat yani Tek olan Zat’ının Uluhiyet ile olan tecellisi, Allah’ın sıfat’ları esması ve efal’i ile dir. Allah sıfat yönüyle mutlaktır, esma ve efal yönüyle ise mukayyet yani kayıtlıdır. Sıfatlar batın, fiiller ise zahirdir. Allah batın olan sıfatlarından isimle tecelli eder ve isimler fiil ile zahir olup gözükür. Fiiller isimle buluşunca her bir fiil isimlenerek kayıtlanır ve böylece mukayyet olan tüm suretler ve cümle âlemler yaratılır. İşte bu suretlerle olan yaratılışa Halk denir. Ki, halkın cümlesi yaratılmış olmakla kuldur. Ve her kul mazhariyetine göre kulluğunu zuhura getirip meydana çıkarır.
Bu itibarla; Bir olan Allah, batın ve mutlak tecellisiyle Mabuttur, yani ibadet edilendir. Allah’ın zahir ve mukayyet tecellisi ise kulluktur. Ki kul
muhtaç ve aciz olup, mabuda ibadet ederek ondan yardım ister. Bunu beyanla, yapılan cümle kulluk/ibadet Allah’ın zahirinden yani mukayyetliğinden, batın olan mutlakıyetine olur. Vesselam. 
       Bu itibarla Uluhiyetin zahiri olan kulluk/ibadet, hakikatte yokluktur. Ki kâmil insan yokluğu ile rabbin makamlarını kemaliyle zuhura getirip açığa çıkardığı için onun kulluğu, Allah’a yardım etmektir. Bunu beyanla Kuranı kerimde; “Ey iman edenler Allah’ın yardımcıları olun Hani Meryem oğlu İsa havarilere Allah’a gidişte benim yardımcılarım kimdir? Demişti de, havariler: Biz Allah’ın yardımcılarıyız cevabını vermişlerdi…” (Saff-14) Ve “ …Havariler dediler ki: Biz Allah’ın yardımcılarıyız Allah’a iman ettik biz şahit ol biz Müslümanlarız” (Ali İmran-52) Buyrulur. 
Velhasıl Fatiha’nın “yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” ayet beyanındaki ibadet/kulluk, Hakk’a farz yakınlıkla hâsıl olan arifi billâh ibadettir/kulluktur. Bu kulluğu ifadeyle rabbimiz bir kutsi beyanın da; “Ve kulum bana, kendisine farz kıldığım şeyden bana daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşmaz.” (Hadisi kutsi) Buyurmuştur. Ki Kul aciz ve muhtaç, kulluk ise acziyet ve ihtiyaç icap ettiğinden Hakk’a arif bir kul, gerek haliyle gerekse diliyle daima Allah’tan yardım ister. Ve yokluğu ile rabbin makamlarının kemâlini zuhura getirmekle de, arifi billâh bir kul “Allah’a yardımcı” olur, demektir. Allah u âlem. 

    Fatiha’nın beşinci ayetinde; “Dosdoğru giden yola ilet bizi.” Buyrulur. Ki kurandaki “Şüphesiz Allah katında din ancak İslam’dır” (Ali imran-19) Ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, ayette ifade olunan “dosdoğru yol,” cümle peygamberlerin tebliğ ettiği İslam dininin “tevhit” yoludur. Çünkü her peygamber Allah katındaki İslam dinini tebliğ ettiği için onların tebliği hıristiyanlık Musevilik vb. şekilde isimlendirilse de, her peygamber tevhit dini İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Pir seyyit Muhammed nur Hz. “Tüm peygamberlerin hepsi hatmül makamdır” diyor. Ki peygamberlerin tamamı tevhit makamlarının keşfi kemâline mazhar olmuşlardır, demektir. 
Bu itibarla tüm peygamberler İslam dininin şeriatını temsil ettikleri gibi, İslam’ın batını olan yedi tevhit makamları keşfi irfanına da mazhar olmuşlardır. Ve peygamberler bu mazhariyetlerini ümmetlerindeki Hak yolcularına ve Hak taliplerine de tebliğ etmişlerdir. Ki bu tebliğin mahiyetini; mesleki resul seyri sülukunun cemiyeti ilâhi müşahedesiyle Allah’tan gayrı hiçbir şey hiçbir varlık yoktur. Ve cemiyeti Muhammed müşahedesiyle de, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir marifetiyle, vücudu nur-u Muhammed’e ulaşma kemalâtını içerir. İşte her kim kendi zamanındaki Allah elçisinden meratibi tevhit seyri süluku gördü ise o mümin, cemiyeti ilâhi ve cemiyeti Muhammed keşfi marifetiyle “Lailahe
illallah Muhammeden resulullah” kelimeyi tevhidinin hakikatine erişerek, “Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur Muhammed Allah’ın elçisidir müşahedesiyle İslam tevhidinin  kâmil ve “hakiki müminlerin”den (Enfal-2,4) olur. 
Her peygamber zuhur ettiği zaman Allah indindeki İslam tevhidini kâmilen tebliğ etmiştir. Bu tebliğ, tüm zamanlarda Muhammed (sav) kulluğuyla zuhur eden cümle peygamberler de, “Lailaheillallah İbrahim resulullah” veya “Lailahe illallah Musa resulullah” veya “Lailahe illallah İsa resulullah” olarak zahir olup açığa çıkmıştır. Ki bu peygamberler zahiren umum halk tarafından kendi isim ve ünvânlarıyla, yani “Âdem resulullah, İbrahim resulullah, Musa resulullah, İsa resulullah” vb. olarak tanınıp bilinseler de, her peygamber hidayeti nuru Muhammed mazharı kullukla peygamberlik yapmıştır. Ve her peygamber nuru Muhammed (sav) mazharı olduğuna kendisi arif olduğu gibi, kendi zamanlarındaki müminlere de bildirmişlerdir. Bunu ifadeyle Hz. Ebu Bekir; “Her peygamber kavmine Hz. Muhammedi bildirdi, fakat kimi iman etti kimileri iman etmedi” buyurmuştur. 
Bunu beyanla; zahiren umumi halk tarafından kendi isimi ile tanınıp bilinen tüm peygamberlerin tebliği hıristiyanlık, Musevilik gibi hangi isimle anılsa da, bu tebliğ olunan dinlerin içeriği İslam’dır. Ve insanlığa gelmiş tüm peygamberler hidayeti nuru Muhammed mazhariyetiyle, rabbimizin “Şüphesiz Allah katında din ancak İslam’dır” (Ali imran-19) olarak beyan ettiği Allah katındaki tevhit dini İslam’ı tebliğ ve temsil etmişlerdir. 
Son peygamber Hz. Muhammed’in (sav) zuhurunda da ona iman edenler olduğu gibi, onu inkâr ederek, cümle peygamberlerin irşadında zahir olan İslam dininin tevhit tebliğinden ve aydınlığından mahrum olmuşlar ve halen de olmaktalar. Bu kâfir ve müşriklerin büyük bir kısmı daha evvel zuhur eden Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya tabi olduklarını söyleyip, Hz. İsa ve Hz. Üzeyir’i ilahlaştırarak şirk ve küfür işlemekteler. Bunu beyanla Kuran’da; “Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur dediler; Hırıstiyanlar da Mesih Allah’ın oğludur dediler. Kendi ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da yüz geri çevriliyorlar” (Tevbe-30) Buyrulur. 
Velhasıl bugün, Hz. Resulullah efendimizin şahsında zahir olan İslam, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen, cümle peygamberlerin irşadında zahir olan “tevhid dini” İslam olup, Fatiha’nın beşinci ayetinde beyan edilen “Dosdoğru yoldur.”  Bu zamanda her kim “Eşhedü en lailaheillallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluhu” icmâli tevhit imanını diliyle ikrar edip kalbi ile tasdik ederse, o kimse doğru yol olan “tevhit dini” İslam içerisine girerek, açık şirk ve küfürden kurtulur. Fakat tevhit dini olan İslam’a dâhil olup ta, tevhit kelimesini sadece kalp ile tasdik dil ile ikrâr edenler, açık şirkten
kurtulup arınırlar. Fakat bunların, Hz. Resulullah’ın “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli olan şirkinden korkarım” beyanındaki “gizli şirki” devam eder. Ki bu gizli şirkten kulun kurtulması için, onu tevhidin hakikatine ulaştıracak olan “zikri daim uyanıklığıyla, tevhidi hakiki” ilmi irfanını tahsil etmesi gerekir. 
Bunu beyanla; İslam tevhidinin bir zahir şeriat, bir de batın hakikat yönü vardır. Tevhidin zahiri şeriat yönü şöyledir; her kim “Lailaheillallah Muhammeden resulullah - Allah’tan başka / gayrı ilâh yoktur Muhammed Allah’ın elçisidir” icmâli iman kelimesini kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar ederse o kimse, gayrı Müslüm olmaktan yani İslam dışı kalmaktan kurtularak İslam’ın şeriat tevhidi imanına mensup müminlerinden olur. Ki bu iman sahiplerini ifadeyle kuranda “mümin veya müminler” olarak bahsedilir.  
Tevhidin batın hakikat yönüne ise; tevhit makamları müşahedesi ile hâsıl olan tevhidi hakiki keşfi irfanıyla erişilir. Bu erişim, zamanın mürşidi kâmilinin daim zikir ve tevhit makamları irşadıyla, kâmil imana mensup olan hakiki / gerçek Mümin olmaktır. Bu müminler kuranda; “Hakiki / gerçek müminler” (Enfal-2,4) olarak ifade olunur. 
Bu hakiki müminlerdeki tevhidi hakiki irfanı, Daim zikir uyanıklığı ve Allah’ın makamlarının keşfi irfanıyla hâsıl olur ve ancak bu irfanla kul, İnsanı kâmil mertebesine ulaşır. Ki insanı Kamil, kendine ve cümle âleme nispet ettiği “gizli şirki” oluşturan varlıklardan fenafillah irfanıyla kurtulup Hakk’a vuslat etmiş, Bekabillâh Marifetiyle de Hak’la beka bulmuş kimsedir. İşte İslam’ın batın yönü olan ilmi hakikate göre, kulu gizli şirkten kurtaran “Daim zikir ve tevhidi hakiki” keşfi irfanı, “Dosdoğru yol” dur.
Bu kişiyi insanı kâmil marifetine ulaştıran ve “Dosdoğru” yol olan zikri daim ve tevhidi hakiki irfanı, ancak zamanın yaşayan Kâmili mürşidinden tahsil edilir. Çünkü nübüvvet, yani peygamberlikle yapılan tebliğ ve irşat sona erdiğinden, yeryüzündeki velayet tebliğ ve irşadı kıyamete kadar her zamanda yaşayan insanı kâmil veliler tarafından yapılır. Her kim kendi zaman diliminde yaşayan kâmil mürşidi bulmaz da, ‘ben şu kadar yıl evvel bu âlemden geçmiş olan falanca velinin mesela; Hz. Mevlananın, Hz. yunus emrenin, Hz. bahaddin nakşıbendinin, Hz abdülkadir geylani gibi, zamanlarında insanlığı irşat edip aydınlatmış olan velilerin yolundayım diyerek.’ Kendi zamanında yaşayan Kamil’in irşadına mazhar olmazsa, o kimse gizli şirkten onu kurtaracak olan zikri daim uyanıklığından ve tevhidi hakiki marifetinden mahrum kalır ki, “böyle olanların durumu aynı zamanın peygamberine değil de geçmişteki falanca peygamberin yolundayım diyenler gibidir. ” Bu itibarla, ayetteki kul lisanı ile yapılan,  “Dosdoğru giden yola ilet bizi.” Duası, Hakikatte “zikri daim ve makamatı tevhid yoluna ilet bizi” demektir.

       Fatiha’nın altıncı ayetinde; “Kendilerine nimet sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin karanlık ve şaşkınlığa / dalalete saplanmamışların yoluna.” Buyrulur ki, kulun mazhar olabileceği en âlâ “nimet,” yaradılışının yüce gayesine ulaşarak “insanı kâmil” olmasıdır. Çünkü Allah, yaratıcısını bulup yaratıcısına kavuşup vuslat etsin diye kullarını yaratmıştır. Bunu beyanla rabbimiz; “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık…” (Duhan-38,39) Buyurduğu gibi, kutsi beyanında ise; “Ben bir gizli hazine idim bilinmekliğime / arif olunmaklığıma muhabbet ettim / âşık oldum, halkı yarattım.” (Hadisi kutsi) Diyor. 
Yine kuranı kerimde “Ey mutmain olan nefis, dön Rabbine, Rabbin senden razı sen de ondan razı olarak gir Benim kulluğuma / kullarımın arasına, gir benim cennetime.” (Fecr-27…30) buyrulur. 
Yani, ey zikri daimle kalbi uyanarak “mutmain olan” ve tevhit makamları irfanıyla mevcuttaki rabbine vuslat edip kavuşan kulum, ulaştığın bu vuslat keşfi irfanıyla kâmil bir insan olarak “gir benim” arifi billâh ve Kâmil “kullarımın arasına.” Ki, senin yokluğa/fenaya ermiş kulluğundan “rabbin razıdır.” “Sen de” yokluğunda zuhur eden rabbin Beka tecellisinden “razı olarak, gir benim irfan cennetime” dâhil ol, demektir.
 Bunu beyanla, “gaflet” ve “cehaletten” arınarak İnsanı Kâmil mertebesi “nimetine” erişen bir kişi, rabbine vuslat keşfi irfanıyla bu âlemde cennet’ül irfana girer. Ve hangi âlemde var olursa olsun bir daha oradan çıkmayıp irfan cennetinde, daima rabbin hüsnü cemalini (güzel yüzünü) müşahedeyle zevklenir. Ki bu keyfiyete, ahiretteki amel cenneti nimetlerinden hâsıl olan lezzetler de dâhil dünyevi ve uhrevi hiçbir nimet emsal olamaz. Bunu beyanla Arifi billah Niyazi Mısri Hz.leri; 

Bu günkü cennetül irfana
Dâhil olsa uşşak       (uşşak- âşıklar)
Yarınki vaad olunan 
Huri ve gilmanı neylerler. Diyor. (Huri Gilman- Ahiretteki amel cenneti nimetleri ) 

Velhasıl Allah’ın kuluna sunduğu en âlâ “nimet” O kulun, insanı Kâmil mertebesine ulaşmasıdır. Çünkü bu mertebe “gazaba” muhatap olmayan, “sapkınlık ve delalete düşmemiş” olanların mertebesidir.
Ayette “Dalalete düşen ve gazaba uğrayanlar” diye ifade olunanlar; Açık zahiri anlamı itibarıyla Tevhit dini olan İslam dışı olan gayrı müslimlerdir. Ki bunlar, “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedüenne muhammeden abduhu ve resuluhu” kelimeyi şahadet icmâli imanı ile şereflenmemiş açık kâfir ve müşrik kimselerdir.  
Bir de; İslam dini çerçevesinde kelimeyi şahadet imanına mensup olmalarına rağmen, dalalet ve gazap ehli olanları vardır. Ki bunlar dalalet ve gazap ehli olmakla iki kısımdır: 
        Dalalet ehli olanlar: “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhu ve resuluhu. / Ben şahidim (Görüyorum) Allah’tan başka ilah yoktur şahidim (Görüyorum) ki Muhammed Allah’ın elçisi ve kuludur.” İman ve ikrarına mensup olmalarına rağmen, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbini, bu imtihan âleminde görünmezlik ve bulunmazlıkla kayıtlayıp tenzih ederek dalalete düşen “tenzihçilerdir.” Bunların en bilgilisi en üstünü Allah bu âlemde isimleri, fiilleri ve sıfatları ile zuhur eder, fakat Allah’ın zatı ötelerin ötesidir diyerek Allah’ın her yerde mevcut olan zat’ını, kendinin ve cümle eşyanın harici olarak mevhumlukla kayıtlayanladır. Bunlar Kuran kaynaklı olan ilmi şeriat, ilmi tarikat, ilmi hakikat ve ilmi marifet’ten, sadece şeriata yönelik zahir ilimlerle meşgul olup, bu meşguliyeti ile kendini kâmil insan zannederek, diğer ilmi tarikat, ilmi hakikat ve marifet ilminin cahili olmakla yanılmış ve “dalalete” düşmüş olan kimselerdir.
Bu “dalalet” ehilleri, şeriat imanına ve ameli Salih’e mensup olmakla, yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekle âlemi ahirette nefislerini / kendilerini cehennem azabından kurtarıp, amel cenneti nimetleri ile lezzetlenirler. Fakat kendilerinde ve cümle varlıkta mevcut olan Hakk’ın zatına vuslat zevki keyfiyetinden gafil ve mahrum olmakla, dünya ve ahirette rabbinden mahcup / perdeli kalarak hüzünlenir ve kederlenirler. Vesselam.
 Gazap ehilleri de; kelimeyi şahadet iman ve ikrarına mensup olmalarına rağmen, Hakk’ı yaratılmışa benzeten “teşbihçilerdir.” Bunlar daha ziyade bir mürşide giden ve tarikat ehli olduğunu iddia eden kimselerden olur. Bunlar genellikle mürşitlerini veya kendilerini ilahlıkla Rab’lıkla “teşbih” ederek (Allah’a veya rabbe benzeterek) açık şirk işleyenlerdir. Çünkü Mürşidini, kendini veya herhangi bir kimseyi Allah’lıkla, Rab’lıkla kayıtlamak aynı zamanda küfür olup kâfirliktir
Cahil ve Nakıs / eksik birçok mürşit, kendine tabi olan müritlerine, resmi veya hayali ile kendini râbıta yaptırır. Mürit de, bu rabıta ile mürşit bana nazar eder, beni olumsuzluklardan koruyup irfan sahibi yapar diye mürşidinden yardım himmet bekleyerek kendini heba eder. Pîr Seyyit Muhammed Nur Hz.leri; “Bu şekilde mürşidi râbıta yapmak küfürdür.” Diyor. Çünkü mürşidi resim veya hayâl ile râbıta yapmak şirk-i celîdir, yani Allah’a açıkça şirk, ortak koşmaktır. Ve yegâne affedilmeyen en büyük günahtır. Bunu beyanla Kur’an’da, “Şu bir gerçek ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder…” (Nisâ, 48-116) buyrulur. Başka bir ayette ise “…Allah’a şirk / ortak koşma, çünkü Allah’a şirk / ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) Beyanı vardır.
 Velhâsıl, İslam’ın iman şartlarından biri “Ve bil kaderi ve hayrihi ve şerrihi minallahu teâlâ - Hayır ve şerrin (iyiliklerin ve kötülüklerin) Allah’ın kudretinden / kuvvetinden olduğuna” iman etmektir. Ve kulun muhatap olduğu iyilik ve olumsuzlukları yaratan âlemlerin rabbi olan Allah olmasına rağmen: Müridini maddi manevi kötülüklerden koruyup iyiliklere ulaştıracağını beyanla bir mürşidin, fotoğrafı veya hayâli ile kendini müridine rabıta yaptırması “teşbih” tir. Yani o mürşidi Allah’a rabbe benzetip “teşbih” etmek olup açık şirk ve küfürdür.  
  Bu “teşbih”çilerden bazıları ise zındıklardır. “Zındık;” dinin zahir yönünü inkâr edip, şeriat ile kendini mükellef görmeyen, dinin batın yönü ile kul olduğunu iddia edendir. Bunların bazıları mürşidi kâmilin telkinine muhatap olmalarına rağmen, o telkinin irşat ve irfanına ulaşamazlar. Çünkü bunlar, kâmil’in telkinini imam edip de ona uyup riayet etmeyerek emri ilahîye uymazlar, Allah’ın yasaklarından kaçmazlar. Bunlar abdest, namaz, oruç vb. ibâdetleri ifa etmedikleri gibi, Allah’ın yasak ettiklerine de yanaşırlar. Bir de bu hâl ve davranışlarını âlem-i halka irfanmış gibi gösterirler. Âyetleri, hadisleri ve velîlerin sözlerini çeşitli tevillerle çarpıtarak abdestsizliği, namazsızlığı, oruçsuzluğu bir mârifet ve kemâlât olarak beyan ederler. ‘Ben daim namazdayım, daim oruçtayım, her daim abdestliyim...’ gibi ifadeleriyle, vakit namazlarını kılmayı, ramazan orucunu tutmayı gereksiz görürler. Bunları şeriat ehilleri ve avam tarafından yapılması gereken ibadetler olarak değerlendirip kendilerini mükellef görmezler. Bu zındıklardan bazıları ise, itikatları diğerleriyle aynı olduğu halde, namaz kılarlar. Fakat ‘Neden namaz kılıyorsun?’ diye sorulduğunda, ‘halk-ı âlem bir şey deyip tenkit etmesin,’ ‘taş attırmayayım’ diye kıldıklarını söylerler. İşte bunlar da aynen diğerleri gibi zındıktır. Çünkü zındıklık, amel de değil itikat’tadır. Bunlar, Kuran’ın beyanı ile “Kalpleri eğri ve bozuk olanlardır…” (Âl-i İmran-7) 
Zındıklar hakkında Pîr Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, “Bir taife var, onlara taife-yi batıniye tabir olunur. Kur'an’ı yalnız enfûsa hasrederler: Oruç dâhil Allah’ın farz ettiklerini ‘murat enfûsidir’ deyip zâhirini âfâkını inkâr ederler. ‘Cebrail, akl-ı Resuldür. İsrafil himmet-i Resuldür. Yoksa öyle Cebrail’in, İsrafil’in aslı yoktur, bunlardan gaye / murat enfûsi anlamlardır.’ der ve âfâkı inkâr eder. İşte taife-yi zındık gibi bunlar kâfirdir. Halbûki Kur'an’ı yalnız enfûsa hasreden küfreder.” buyurur.
Velhasıl, bu ve benzeri “teşbihçiler,” daim zikir uyanıklığından ve tevhidi hakiki keşfi irfanından mahrum ve sapık itikatlarıyla, “Gazap” ehilleridir. 
 Bunu beyanla; kalpteki zikri daim ve tevhit makamları keşfi marifeti ile ulaşılan İnsanı kâmil “nimetine” mazhar olup. Cehalet karanlığı ve şaşkınlığıyla Allah’ı “tenzih” ve “teşbih” eden “dalalet ve “gazap” ehillerinden olmamamız niyazını kul lisanıyla; “Kendilerine nimet
sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin karanlık ve dalalete saplanmamışların yoluna” ilet beyanıyla tamamlanan Fatiha suresi, aynı zamanda baştan sona kadar mükemmel bir duadır. Bu itibarla, tevhit dininin müminleri her fırsatta fatiha suresini okurlar ki, Fatihayı namazın her rekatında okumak bazıları tarafından vacip olarak, bazıları tarafından sünnet kabul edilmiştir.
Fatiha’yı anlatan o kadar çok beyan var ki, ehli kemâl Fatiha’yı anlata anlata bitirememişlerdir. Hz. Ali kv: “Fatiha suresini tefsir etsem yetmiş deve yükü cilt olur fakat yine de fatihanın tefsirini anlatamam” demiştir. Çünkü Fatiha suresi; makamı uluhiyetin, yani Allah’ın ve zuhurunun sırrını beyandır. Uluhiyetin/Allah’ın zuhuru, nihayetsiz olan kesret/çokluk âlemi olduğu için sınırlandırılamaz/  hudutlanamaz. Bu itibarla Hakk’ın ve cümle halkın sırrını içeren Besmele ve Fatiha suresi, ne kadar şerh edilip zahir ve batın yönüyle izah edilse de, yine anlatılmış olmaz. Allah her şeyi en iyi bilendir.  
 Besmele ve Fatiha suresinin yorum ve açıklaması, cümle hataları ile beraber Çarşamba günü 08 Ekim 2008 tarihinde tamamlandı.    

                                                                                        NEJDET ŞAHİN