31 Aralık 2015 Perşembe

GİRİŞ

       Abdulmalik Hilmi Hz.nin Osmanlı alfabesiyle yazılmış olan divanı, (şiir kitabı) Kemal zurnacı Hz.de mevcut iken. Kemâl efendi bu divanın Osmanlıcadan lâtin harflere çevrilerek, zaten bazı ilâhilerini / şiirlerini ezberden okuyan Hak âşıklarına ve Türk kültürüne kazandırmak amacıyla, o zaman genç bir akademisyen olan Sayın doç. Hüseyin özcan’a yüksek lisans tezi hazırlamak ve kitap olarak basılması için veriyor. Ve kitabın basılmasının yayınlanmasının maddi külfetini Kemal ef. Hz.nin kendisi üstlenmek üzere anlaşıyorlar. Benim Kemal efendinin bu teşebbüsünden haberim vardı. Fakat bu dünyadaki ömrü bu divanın basılmasına yetmeyen Kemâl ef. Hakk’a yürüdüğü için, bu kitabın hazırlanması yarım kalıyor. Hüseyin Özcan üstüne düşen görevi başarıyla yerine getirip yüksek lisans tezini hazırlayıp kabul ettirmesine rağmen kitap basılamıyor. 
          Bu faaliyetleri Kemâl ef. Hz. Kendisi yürüttüğünden, bizler bu teşebbüsün hangi aşamada olduğunu kemâl efendi Vefat ettiği için bilemiyorduk. Bir gün, bir resmi daire ziyaretinde kendisini gıyaben bildiğim fakat şahsen görmediğim genç akademisyen Sayın Hüseyin Özcan beyle karşılaştık. Ve Hüseyin Özcan bize eserin hazır olduğunu, Kemâl efendi vefat ettiği için maddi yetersizlikten basılıp kültür hizmeti veren kütüphanelere ve Türk dünyasına dağıtımının yapılamadığını söyledi. Bizler de acizâne bu hizmet için gerekli her türlü maddi imkânı sağlarız, yeterki Kemâl ef. İle olan anlaşmanız aynen tahakkuk edip tamamlansın dedik. Ve böylece Abdulmalik Hilmi divanı (şiir kıtabı) basıldı.
       Hüseyin özcan bey bu divanın (şiir kitabının) gerekli yerlere ulaştırılmasını sağladığı gibi, bizler de Batı Trakya Türklerinin şehit lideri Sayın Sadık Ahmet ve Sancak Türkleri meclis başkanı Sayın Süleyman ugylanin beylere. Ve Sadık Ahmet’in önerisiyle Türk tarihi araştırmaları vakfı ile temas kurup, bu kitabın Kemal ef. Hz.nin istek ve arzusu gereği, Türk dünyasına dağıtımının yapılması üzere gönderdik. Yurt içinde ve yurt dışında ulaşabildiğimiz Melami meşrebini devam ettiren gurup ve şahıslara da, divanı hediye ettik.
     Bu imtihan âleminde tanışmakla şereflenerek irşad olduğum kâmil mürşidlerden üzerimde en fazla etki ve tesiri olan olan Kemal ef. Hz.dir. Kemal ef. Abdulmalik Hilmi Hz.nin kendi imkânı ile yaptırdığı rahoves şehrindeki tekkede yetişip, yüksek derecede manevi eğitim alarak irşad olmuştur. Ve irşad olduğu bu eğitim ve ruhaniyet ile bizleri de irşad eden Kemal ef. Vasıtası ile bizler, Abdulmalik Hilmi Hz.ni ve onun ilâhilerini ve eserlerini tanıdık. Ayrıca Abdulmalik Hilmi’nin yaptırdığı tekke’de görevli son mürşidi kâmil olan Süleyman kolari Hz.nin, sohbetlerinde ilâhilerinden ve hikmetlerinden bahsetmesi de Abdulmalik Hilmi Hz.nin ruhaniyet ve kemalatından bizlerin haberdar olmamıza yardımcı oldu.
       Ve Abdülmalik Hilmi Hz.nin yüksek marifet ve kemalatını içeren, kur’an ve Muhammed-i kullukla ayniyet ifade eden ilâhilerini şerh edip açıklamaya kendimi memur hissederek çalışmaya başladım. Yüce Allahın yardımıyla bu çalışma, hata ve eksikleriyle beraber tamamlandı. Ve Abdülmalik Hilmi divanı şerhi / açıklamasını bitirmek nasip oldu.
        Bu çalışmalar esnasında iki defa rüyamda gördüğüm Kemal ef. Hz.nin uyarısına ve yardımına şöylece muhatap oldum:
Birincisinde “bana Abdülmalik divanını göstererek ‘bir daha gözden geçirmemi söyledi’, bunun üzerine neresinde hangi hata var dediğimde ‘yüz’ü gözden geçir dedi.’ Ve uyanınca yüzüncü sayfayı açtığımda hatayı gördüm ve gereken düzenlemeyi yaptım.
İkincisinde ise mütebessim güleç bir ifadeyle; “kitabı bitirdinmi? Dedi, bende bitirdim dedim, Arapçayı da yaptınmı? (arapça şiiri de açıkladınmı /şerh ettinmi) Dedi, bende Arapçayı da yaptım dedim, bunun üzerine sana mısırlı doktordan selam getirdim dedi. Ben de ve aleykümselâm dedim. Ve basılmış olan kitabın kapağını açıp genç ihvanlarımızdan Kadir Halıcıya, basılmış olan kitap kapağının iç tarafında ne yazıldığını okumasını söyledim. Kadir Halıcı bana ve Kemal efendiye hitaben; basım aşamasındaki yasal düzenlemelerden ve izinlerden bahsediyor, dedi. Bunun üzerine; bizim ticari bir amacımız olmadığı için bu düzenlemeler bizi bağlamaz dedim. Ve Kemal efendide beni tasdik ederek doğru söylüyor zaten liste yapıldı dedi.” Uykudan uyanınca divandaki Arapça olan kırkyedinci ilâhiyi gözden geçirdiğimde, bir beyitin yorumundaki fazlalığı gördüm ve gerekli düzenlemeyi yaptım, elhamdülillah.
Gayret kul’dan başarı ise Allah’tandır.  

                                                                               

ŞURÛ ETTİM BESMELEYLE EVVELÂ


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN



Bismillahirrahmanirrahim

Şurû ettim besmeleyle evvelâ
İsm-i zatıyla ediptir ibtidâ

      Şurû etmek: Başlamak,İbtida: Başlangıç,İsmi zat: Zat’ın adı / ismi demektir.
İsmi zat, besmeledeki Allah ismidir. Çünkü besmele, Cenab-ı Hakk’ın Allah, Rahman ve Rahim olan üç isiminden oluşur. Ve besmeledeki Allah ismi Hakk’ın zat tecellisini, Rahman ismi Hakk’ın sıfat tecellisini, Rahim ismi ise Hakk’ın fiil tecellisini remzeder. Bunu beyanla Malik EfendiHazretleri divanın evvel (ilk) şiirine besmeleyleşurû ettim(başladım) çünkü Hakk’ın ismi zat’ı besmelededir buyuruyor. Ve devamla cümle âlemler ve her bir varlık Hakk’ın zat-ı vahdetinden (birliğinden) yaratıldığı için Allah’ın zatı, cümle yaratılanların aslı ve ibtida/başlangıç noktasıdır. Ve Allah’ın zatı cümle yaratılmışların aslı ve başlangıcı olduğundan besmele, içerdiği ismi zat sırrı mahiyetiyle her meşru işin ibtidasıdır yani başlangıcıdır diyor.Bu itibarla her meşru faaliyetin evvelinde / öncesinde besmele çekilir çünkü Hz. Resulullah Efendimiz;
“Bismillahirrahmanirrahim ile başlamayan her iş ebterdir / kesiktir.” buyurmuşlardır.  


Kâinatın fatihidir besmele
Hem sıfat u zat u fi'ildir zahire

      Fatih: Açan, fetheden,Fetih: Açılma anlamında olup ehl-i kemal; “Büyük fetih cümle kâinatı fethetmek değil, insanın kendini / nefsini fethetmesidir.” buyurmuşlardır.
Ki cümle kâinatta ve kulun kendinde mevcut olmasına rağmen herkesçe müşahede edilemeyen Cenab-ı Hak, besmelenin içerdiği Rabbin zat, sıfat ve fiilkeşf-i irfanı ile kişiye fetholunarak açılıp zahir olur. Ve böyle bir insan besmelenin sırrı mazharıyetiyle, kendinin ve kâinatın fatihiolur. Bu itibarla besmelenin mahiyeti olan Hakk’ın zat, sıfat ve fiil keşf-i irfanının kul’da zahir olmasıyla kâinatın sırrı fetholduğu için, kâinatın fatihidir besmele, buyruluyor.

Besmeledir câmi-i cümle ulûm
Nokta-i vahdet rumûz-ı mübtedâ

      Ulum: İlimler,Nokta-i vahdet: Noktanın birliği,Rumuz: gizli anlamlar,Mübtedâ: başlangıç, evvellik demektir.
Besmele, cümle ilimlere cami olup kendinde toplar buyrulu-yor. Ki besmelenin tüm ilimleri cem edip toplaması, ilimlerin anası olan tevhidi hakiki ilimi irfanı ile anlaşılır. Çünkü ilim, Allah’ın sıfatı subutiyesindendir (Allah’ın sabit sıfatlarındandır) ve tüm sıfatlar gibi ilim sıfatı da zat-ı ilâhi tecellisi olduğundan hakikatta ilim, Allah’ın zatına taâlluk edip ilgilenir ise ilim kabul edilir. Eğer bir anlayış veya bilgi Hakk’ın zatı’na taâlluk etmiyorsa (Hakk’ın zatı ile ilgili değilse) o bilgi ve anlayış hakikatta zan’dır. Bunu ifadeyle Ku’ran-ı Kerim’de;“Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu da şu ki; zan, Hakk’tan hiç bir şey ifade etmez…” (Yunus, 36) buyrulur.
Besmelenin içerdiği tevhidi hakiki ilmi irfanı cümle sıfatlarda mefsuf olan zat’ı müşahede olduğu için ancak bu irfanla her nerede zuhur ederse etsin, tüm ilimler zat-ı mefsuf’un tecellisi olarak şuhut edilir. İşte bu itibarla besmele, cümle ilimlere cami olup kendinde toplar.
      Besmele aynı zamanda nokta-i vahdet’in (nokta birliğinin) cümle yaratılmışların nasıl mübtedâ (evveli) oluşunun rumuzunu da (gizliliğini) içerir. Ki nokta-i vahdet noktanın birliği anlamında olup nokta; kalemi hareket ettirmeden kâğıdın üzerine bıraktığımızda oluşur. Sonra kalemin hareketiyle diğer harfler, rakamlar, şekiller o noktadan zahir olup meydana gelir. Bunun için nokta, her harf rakam ve şeklin aslı ve evvelidir / öncesidir. Bu itibarla her harfin, rakamın veya şeklin meydana çıkıp oluşmadan önceki/evvelki hâlinin nokta olması gibi, cümle yaratılmış varlıkların aslı ve evveli olmakla Hakk’ın zat-ı, nokta-i vahdet’tir. Ki bu da ancak besmelenin içeriği olan ve Rabbin zatına taalluk eden tevhidi hakiki ilmi irfanı ile anlaşılır.
Bunu ifadeyle Hz.Ali (kv);“İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı.” buyurmuştur. Ki Hz.Ali (kv);İlim nokta idi...” demekle Hakk’ın zatı’na taâluk eden tevhidi hakiki ilim irfanını beyan etmiştir. Cümle yaratılan varlıkları nokta-i vahdet olan rabbin zatından gayrı zannederek, cehaletle masivaya, gayrıyete varlık nisbet edip“vahdet” (bir)olan Hakk’ın zatı’nı ikileştirip çoğaltanları ifadeyle de Hz. Ali (kv); “Cahiller onu çoğalttı.” buyurmuştur.
      Bu itibarla nerede zuhur ederse etsin tüm ilimlerin Rabbin sıfat tecellisi olma irfanını ve nokta-i vahdet olan zat-ı vahdetin / birliğin cümle yaratılanların aslı ve başlangıcı olma sırrını taşıyan besmele; cümle ilimleri cam-i (kendinde toplayan) olduğu gibi. Besmele, nokta-ivahdet olan Hakk’ın zatı’nın cümle yaratılanların aslı ve mübteda (evvel) oluş rumuzunu da (gizliliğini de) içerir, deniliyor.

Leb içinde sır olunmuş sır durur
Bunda bilindi nedir sırrı ama

Leb: Dudak, ağız,Leb içindeki sır: Müminlerin ağzı yani iki dudağı ile her meşru faaliyette okuduğu besmelenin taşıdığı sırdır.
Besmelenin sırrı mahiyeti ile ancak “sırrı âmânın ne olduğu bilinir, deniliyor. Ki bunu ifadeyle Ashab; ‘Ya Resulullah âlemler yaratılmadan evvel Allah nerede idi.’diye sorduğunda Hz. Resulullah Efendimiz cevaben; “Altı ve üstü boşluk olanmakamı âmâ da idi.”buyurdular. Başka bir beyanlarında ise Hz. Peygamber Efendimiz; “Allah vardı onunla başka bir şey yoktu.” buyurmuştur. Ki o mecliste bulunan Hz. Ali (kv); ‘Halen öyledir, halen öyledir.’ demiştir.
     Bu ve benzeri beyanlardan da anlaşılacağı gibi, âlemler yaratılmadan evvel Cenab-ı Hak makamı âmâ da’ yani mutlak olan zat-ı vahdet’inde idi. Ve Allah mutlak olan zat-ı vahdet’inden (birliğinden), mukayyet (kayıtlar) âlemini zuhura getirerek yaratmış ve halen yaratmaktadır. Bizim gördüğümüz bitki, toprak, insan, hayvan, rüzgâr vb. tecellilerle zuhura gelen tüm varlıkların her biri kayıttır. Ve bu varlıklar, Hakk’ın mutlak zat hüviyeti olan “makamı âmâ” tecellisiyle açığa çıkıp isimlenerek kayıtlar âlemi olan cümle varlıkları oluştururlar. Ki Allah’ın zatı tüm varlıklarda mevcut olduğu halde leb’ler, yani dudaklalarla / ağızlarla her fırsatta okunan besmele ile Rabbin ismi zikir edilmesine (anılmasına) rağmen Rabbimizin herkes tarafından müşahede olunmayış sırrı,“makamı âmâ” sırrıdır.
     Bunu ifadeylelebin yani iki dudağın arasındaki sır okunan besmeledir, besmelenin taşıdığı sır ile bilindi makamı âmâ sırrı’nın (gizliliğinin) ne olduğudeniliyor.

Sırr-ı zât mestur durur âdem ile
Hep celâlullah cemalidir bu nümâ

Mestur: Satırlanmış, satırlanarak açığa çıkmış, Nümâ: Gösteren, gözüken,Celalullah; Allah’ın Celal ismi,Cemal; Rabb’in güzel yüzü demektir.
Kur’an’da; “Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti / yüklendi çünkü o pek zalim pek cahildir.” (Ahzab,72) buyrulur ki, bu ayette ifade edilen ve insandan başka hiçbir varlığın yüklenemediği emanet, insanın mazhar olduğu Hakk’ın hayat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek, kelam ve tekvin olan sekiz sıfat-ı subutiyesidir.Allah’ın bu sıfatları cümle âlemde her bir varlıkta ve insanda muhakkak vardır. Ve her bir varlığı bu sıfatların zuhuru oluşturur ki her varlık, bu sıfatların tamamına değil bazılarına mazhardır. Mesela hayvanda hayat, işitmek, görmek, kudret, tekvin ve irade sıfatları olmasına rağmen ilim ve kelam sıfatları olmaz. Bitki de hayat, kudret ve tekvin sıfatları var olmasına rağmen ilim, irade, kelam, görmek, işitmek sıfatları olmaz. Toprak ve madende ise; sadece kudret ve tekvin sıfatları vardır, diğerleri yoktur. Fakat insan yani âdemoğlunda bu sıfatların tamamını kendinde cem edip toplayan yegâne yaratılmış olmakla göklerin yerin ve dağların kabul edemediği Allah emanetini insan / âdemoğlu kabul etmiş olur.
Âdemoğlu ister bilsin ister bilmesin tümüne mazhar olduğu bu sıfatlarda mefsuf olan Allah’tır. Yani bu sıfatların cem-i toplamıyla sıfatlanan ancak zat-ı ilah-i dir ve her bir sıfat, mefsuf olan zatı zuhura getirip açığa çıkarır. Ki bunu ifadeyle Niyazi Mısri Hz;

Her sıfat kim sende var izle anı
Gör ne sırdan feyz alır gözle anı
Erişince zatına özle anı
Gayre bakma sende iste sende bul, buyurur.

Bu itibarla sıfatı subutiyenin tamamına mazhar olan âdemoğlu, zat-ı mefsuf sırrını her an açığa çıkardığı içinsırr-ı zat mestur durur (satır satır açıklanır) âdem ile deniliyor. Ve devamında hep Celalullah ve Cemalidir nüma (açıklanan) buyruluyor. Yani âdemoğlu, eğer cümle ilimleri cem edip toplayan tevhidi hakiki ilmi irfanını tahsil ederse âdemiyete, âdemi kemalâta da mazhar olur. Ve âdem-i kemalât ile âdemoğlu potansiyelindeki zatı ilahi sırrını açığa çıkarıp, âdemiyet marifet-i irşadıyla insanlığı aydınlatır demektir.Ki Kur’an-ı Kerim’de; “iki elimle yarattığıma...”(Sâd,75) beyanındaki iki el, Rabb’ın Celâli ve Cemâli olup, Âdem’in Hakk’ın iki eli ile yaratılması ise Âdem’in, Rabb’ın Celâl ve Cemal tecelileri tesiri ile yaratılmasını ifade eder.
Bunu beyanla besmeledeki Allah, Rahman ve Rahim olan üç isimden Allah ismi, esma itibarıyla Celal’dir. Ve Celal ismi yakıcı olduğundanâdemi kemale erişme yolunda olan kulun kendine ve eşyaya nisbet ettiği gizli şirk olan varlığını yakarak onu, fenafillâh (Allah’ta yok olma) keşfine ulaştırır. Ve fenafillâh olan kulun nazarında zat’ı ilahiden gayrı bir şey kalmadığından o kul, âdemi safiyullah sırrına mazhar olur. Ve o kulun gayrıyetten arınmış safiyetine, ”Onu kıvama erdirip, içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 72) beyanı hikmetince Rabbin ruhundan ruh üflenir. Ve Rabbin ruhundan kendine ruh üflenen bir kul, ikiliği olmayan ruh vahdeti’ne / birliğine ulaşarak, vahdet-i Hak’la zinde olur.
      Besmeledeki Rahim ismi, esma itibarıyla Cemal tesiri ile zuhuru ifade eder. Ki Rahim mazharı olan ve Rabbin kendi ruhundan ruh üflediği bir kul, cümle âlemlerde ve her zamanda mevcut olan Rabbine vuslat ile (kavuşmakla) bekâ bulup, bekâbillah müşâhadesiyle ölümsüzlüğe yani ebediyete ulaşır. Bunu ifadeyle böyle rahmeti Rahim mazhariyetiyle ölümsüzlüğe erişmiş olan Yunus Emre Hz; 

Âşık yunus öldü diye salâ verirler
Ölenler hayvandır âşıklar ölmez. Buyurur.

      Besmeledeki Rahman ismi ise esma itibarıyla kemâl tesiri ile zuhuru ifade eder. Ki Rahman mazharı olmak, bir kulun fenafillâh ve bekabillâh mertebelerinin marifet ve kemalatına erişmesidir. Kulun bu erişimi aynı zamanda âdemi kemalata mazhar olmasıdır. Ki bu âdem-i kemalat irşadı ile ancak, her insanın / âdemoğlunun potansiyelindeki âdemliği aktif olur. Ve “Allah Âdem’e isimlerin tümünü öğretti…” (Bakara,31) beyanındaki hikmet icabınca böyle bir kul, isimlerin tümünün oluşturduğu cümle âlemlerin mahiyetlerini yerli yerinde tanıyıp arif olma marifetiyle, “…Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 30) beyanındaki hikmet gereğince yeryüzünde Rabbin halifesi olarak yaşar. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz;“Allah Âdemi Rahman suretinde yarattı.” buyurmuşlardır. Bunu beyan ileehli kemalin ulularından Niyazi Mısri Hz;

Âdemliğini her kim bulduysa odur âdem  
Yoksa görünen sûret bir gölge imiş ancak,der.

Bu itibarlazatı ilahi sırrı âdemde mesturdur durur, yani satır satır açıklanmaktadır. Hep Celalullah ve Cemal mazharı âdem-i kemalat telkin-i irşadıyla sırr-ızat nüma olur (gözükür) buyruluyor.  

Ba'i besmeledir Muhammed Mustafa
Nokta-i bâdır Ali'y-yü'l-Murtaza

Ba’i besmele: Besmeledeki B harfi,Nokta-i ba: Arap alfadesindeki B harfinin noktası,Aliyyül Murtaza: Hz. Ali (kv) demektir.
Bunu beyanlaB harfi, Arapça alfabenin ikinci harfidir. Elif harfi ise Arapça alfabenin birinci harfi olup elif, alfabedeki cümle harflerin aslıdır. Eğer elif olmazsa diğer hiçbir harf olmaz. Çünkü elif harfi yukarıdan aşağı düz bir hat’tır yani çizgidir ve bütün harfler elif’in eğrilmesi veya bükülmesiyle oluşur. Düz çizgi olan elif’in eğimleri kıvrımları diğer Arapça alfabeyi oluşturan tüm harfleri meydana getirirken, elif’in iki ucunun yukarı doğru kıvrılarak altına bir nokta konulmasıyla da, B harfi oluşup meydana gelir.Ki her harfi meydana getiren elif mana yönüyle mevcut olup görünen ve malûm olup görünmeyen cümle âlemlerin ve varlıkların aslı olan Allah’ı yani Hakk’ın uluhuyetini ifade eder. Alfabenin diğer tüm harfleri ise mana yönüyle uluhuyetin / Allah’ın zuhuru olan cümle yaratılmışları remzeder.
      B harfi de mana yönüyle uluhuyetin zuhuru olmakla baraber her bir şeyi yani yerlerdeki göklerdeki ve ikisi arasındaki cümle varlıkları kuşatıp ihata ederek kendinde toplayıp cem etmeyi ifade eder. Ki, bu ihatayla kendinde toplayıp cem etmek, yerdeki gökteki ve ikisi arasındaki cümle yaratılanlardaki Allah’ın / uluhuyetin her nevi tecellisini yerli yerinde tanıyarak müşahade etme marifet ve kemâlidir. Bunu ifadeyle Hz.Ali (kv); “İlahi sırlar peygamberlere inen kitaplardadır, peygamberlere inen kitapların sırrı Kur’an’dadır, Kur’an’ın sırrı Fatiha suresinde, Fatiha’nın sırrı besmelede, besmele’nin sırrı B harfinde, B nin sırrı ise altındaki noktadadır. İşte o nokta benim.” buyurmuştur.
Bu itibarla Tevbe suresi,Beraetün” ifadesiyle yani B harfi ile başladığından tevbe suresi besmele çekilmeden okunur. Ki tevbe suresinin dışındaki tüm sureler B harfi ile başlamadığı için tüm sureler, öncesinde besmele çekilerek okunur. Vesselam.
Hz.Resulullah (s.a.v) Efendimiz’in birçok lâkap ve ünvanları olmasıyla beraber Kur’an’da;Ahmed, Muhammed, Mustafa ve Mahmud isimleriyle de anılır ki bu isimlerin her birisinin ledduni hikmeti vardır. Buna göre Muhammed ismi; marifetullah mazhariyetiyle açığa çıkıp zahir olan kâmil kulluğu ifade eder. Mustafa ismi ise; Hak ve kul tecellilerini gönülde / kalpte cem etmekle hâsıl olan arınmışlığı ve safiyeti ifade eder. Ki bunu beyanla Malik Efendi Hazretleri, Allah’ın / uluhuyetin tüm tecellilerini müşahede marifetini kendinde toplayıp cem eden besmeledeki B harfinin remzettiği kemalat, Muhammed Mustafa kulluğunda mevcuttur diyor. Ve devamla Malik Efendi; Nokta-i bâ’dır Ali'yyü'l Murtaza buyuruyor ki B harfinin altındaki nokta, Hz. Ali’yi ifade eder demektir.
Bunu ifadeyleB harfinin remzettiği ilahi sırların bir kimsede açığa çıkmasıyla hâsıl olan aydınlık, Rabb’inin her tecellisini kulun yerli yerinde müşahade etme irşad-ı aydınlığıdır. Ki bu aydınlık ancak B harfinin noktasındaki sır mazharıyeti ile mümkün olduğundan Hz.Ali (kv); “B’nin sırrı noktasındadır.” buyurmuştur. Çünkü nokta, rakam itibarıyla sıfırdır. Ve sıfır, yokluk ve hiçlik ifade eder. İşte sıfır olan nokta; hiçliğiyle / yokluğuyla cümle harflerin, kendilerine mahsus olan ahenk ve ses ile ifade edilerek açığa çıkmalarını sağlar. Eğer arap alfabesindeki harflerde nokta olmamış olsa, hiçbir harf yazılarak kelime ve cümle oluşturamadığından yazılan yazılar bir anlam ve mana ifade etmez.
Bu itibarla B’nin sırrına eren bir kul, insanı kâmildir. Ve aynı sıfır olan noktanın diğer tüm harflere ses ve ahenk vermesi gibi insanı kâmil; kendinin ve cümle âlemin fenasında / yokluğunda zahir olan Rabb’in her tecellisini yerli yerinde müşahade kemalatıyla yerdeki, gökteki ve arasındaki cümle varlığın ahengi olur. Ve bu ahenk ile her bir varlık o insanı kâmilin tebliğ ve irşadında Rabb’ın cemalini (güzel yüzünü) müşahede olarak açığa çıkarak insanlığa ikram olunur. İşte bu itibarla velâyet irşadının imamı olan Hz. AliKerem Allahu veche’ yani Allah’ın kerem ikram edici yüzü nam ve ünvanıyla anılır. Ki bu ünvanındaki sırrını beyanla Hz. Ali; “…O nokta benim.” demiştir.
Velayet’le irşadın imamı / önderi olan Hz. Ali’nin bu misyonu kıyamete kadar yeryüzünde mürşidi kâmilin irşadıyla devam ettiği için, velayet irşadının her zamandaki ve bugünkü temsilicisi olan insanı kâmil, noktanın sırrına mazhar olmakla B nin altındaki nokta’dır. Ve B nin sırrı kâmil mürşidin irşadıyla zahir olup açığa çıktığı için zamanın kâmil’i cümle varlığın ahengidir.
      Bunu beyanlabesmeledeki B nin sırrı Muhammed Mustafa kulluk marifetindedir. B nin altındaki nokta ise tüm zamanlardaki velâyet irşadının imamı ve Aliyyül Murteza olan Hz. Ali’dir, buyruluyor.
Her kişiye lazım olur bilmeğe
Mebde'i ile hem meâdi canıma

      Mebde:Başlangıç,Meâd:Son, en son varılan yer demektir. Ki imtihan âlemi olan bu yeryüzüne doğan ve akıl baliğ olan herkes, nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmesi icab eder. Ki bunu ifadeyle Niyazi Mısri Hz;

“Kande gelir yolun senin
Ya kande varır menzilin
Nerden gelip gittiğini
Anlamayan hayvan imiş” der.

Kur’an’daki; “...Biz yalnız Allah’a ait’iz ve O’na döneceğiz.” (Bakara, 156) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi kulun Mebde’i yani başlangıcı Allah’tır. Meadı yani dönüşü de yine Allah’adır. Ki bu başlangıç ve dönüşün nasıl Allah olduğuna arif olunması, her kişi için mutlak lüzumluluktur (gerekliliktir) buyruluyor. Bunu ifadeyle Kemal Zurnacı Hazretleri;“Kulun nereden geldiği nereye gideceği ve kim olduğunun cavabı ancak, İslam dininin mümini olmakla bilinir.” demiştir.

Cennet-i mâna içinde yazılı
Mîm-İ besmeledir ridâ-i kibriyâ
                                                                
      Cennet-i mâna: İrfan cenneti, Mim: Arapça alfabedeki M harfi olup mim, manâ yönüyle Resulullah (sav) Efendimiz’i remzeder,Rida-i Kibriya: Büyük, ulu, yüce, örtü demektir. Ki mâna / irfan cennetinde ismi yazılı olan Hz. Muhammed’in (sav) sırrını içeriğinde taşıyan besmele, Resulullah’ı örten büyük yüce giysidir / örtüdür, deniliyor.
Bunu beyanla cennetler ikidir; biri âlemi ahiretteki amel cenneti, diğeri ise bu imtihan âleminde girilen irfan cennetidir. Bir mümin, bu yeryüzü olan imtihan âleminde işlediği ameli salih ile (iyi güzel sevap olan faaliyetlerle) ahiret âleminde amel cennetine girebilir. İrfan cennetine ise kâmil mürşidin telkini olan daim zikir uyanıklığı ve makamatı tevhid keşfi irfanıyla bu imtihan âleminde girilir.Bunu ifadeyle Niyazi Mısri Hz:

Bu günkü cennetül irfana dâhil olsalar uşşak (âşıklar)
Yarınki vaad olunan huri ve gilmanı neylerler, der

Huri-Gilman; amel cenneti nimetleridir ki ehl-i kemâl İrfan cennetini mana cenneti olarak ta ifade ederler.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri;“Resulullah Efendimiz’in nur-u vücudu, misâli vücudu ve unsuri vücudu olmakla üç vücudu vardır.” buyurur.
Bunu ifadeyle Hz. Resulullah’ın unsur vücudu; babası Abdullah’tan olan annesi Amine’den doğan ve 63 yıl bu yeryüzü âleminde yaşayan varlığıdır. Hz.Resulullah’ın misali vücudu, rüyada görülen vücudu olup bunu ifadeyle hadisi şerifte; “Kim beni rüyasında görürse beni görmüştür, çünki şeytan benim suretimde gözükemez.” buyrulur.
Resulullah Efendimiz Nur-u vücudunu ifadeyle ise; “Allah evvela benim nurumu yarattı.” buyurduğu gibi, diğer bir hadisi şerifte; “Allah evvela bir cevher yarattı o cevherden de âlemleri yarattı.” deniliyor. Ki ehli kemal bu hadisi şerifte ifade olunan ilk evvel cevherin Nur-u Muhammed olduğunu ifade etmişlerdir.
      Bu itibarla yüce yaratıcı olan Allah evvela Nur-u Muhammed’i (sav), Nur-u Muhammed’den de cümle varlık âlemini zuhura getirmiş ve halen getirmektedir. Ve cümle peygamberler Nur-u Muhammed’e mazhar olmuşlar ve kendilerine iman edenlere de Nur-u Muhammed’i tebliğ etmişlerdir. Bunu ifadeyle Hz. Ebubekir; “Tüm peygamberler Hz. Muhammed’i kavimlerine haber verdiler, o kavimler içinden bazıları buna iman ettiler bazıları inkâr ettiler.” buyurmuştur. Ki geçmişte, bugün ve kıyamete kadar yeryüzünde velayet irşadı yapan tüm mürşid-i kâmil’in tamamı nur-u Muhammed mazharı olup, bu mazhariyetlerini kendisinden talep eden hak yolcusu saliklere tebliğ ederler. Ve hak yolcusu olan salikler de hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle irfan / mâna cennetinde zevklenirler sefalanırlar.
      İşte bu imtihan âleminde kâmil mürşidin zikri daim ve makamatı tevhid irşadıyla girilen irfan / mâna cennetinde, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle zevklenip sefa sürmeyi besmelenin içermesini beyanla irfan / mana cennetinde yazılı olan Mim (M) harfinin remzettiği Nur-u Muhammed esrarı besmelededir deniliyor. Ve devamlabesmele Nur-u Muhammed sırrını içeren rida-i Kibriyadır (ulu, yüce, büyük örtüdür / giysidir) buyruluyor. Allahuâlem.  

On sekiz bin âlemin sırrı budur
Âlemi halk etmede hubb-ı Huda

      Hadisi kutsi de; ''Ben gizli bir hazine idim bilinmekli-ğimi muhabbet ettim / âşık oldum ve halkı halkettim.'' buyrulur. Bu kutsi beyanda, kendinin bilinmesine muhabbet edip âşık olduğu için yüce Allah, halkı halkettim / yarattım diyor. Ki bu halkiyet yani yaratılış şöyledir; Cenab-ı Hak kendi zatı ehadiyetinden sıfatlarına, sıfatlarından esmâya (isimlerine), esmâsından ef’aline tecelli ederek, ef’aliyle zahir olur. İşte bu zahir olup yaratılan cümle âlemler ve âlemlerdeki varlıkların tümü halktır. Halk denilen varlıkların her biri kendine ait bir isim tesiri ile zuhur edip açığa çıkmakla sayıya gelmeyen yani sayılamayan sonsuz kesret / çokluk âlemini oluşturur. Ki onsekiz bin âlem denilen işte bu nihayetsiz ve sayıya gelmeyen sonsuz hudutsuz varlıklar âlemidir.
Bunu beyanlahubbu hüda yani hidayete erdirici olan Allah, zat-ı tekliğinden muhabbetle / aşkla kesret âlemini her an zuhura getirip halk etmekde / yaratmaktadır. Bu yaratılış, onsekiz binâlem sırrı’dır, buyruluyor. 

Aşk ile yanmak gerekdir ey ahi
Aşk içinde bulunur zevk u safa

Ahi: Kardeş demektir. Ki "…Bilinmekliğimi muhabbet ettim / âşık oldum halkı yarattım."(Kutsi hadis) beyanı icabınca herkesin ezelinde doğuştan âşk vardır, aşkın olmadığı hiç bir kimse olmaz. Çünkü kimi para, kimi evlat, kimi mal, kimi tabiat, kimi siyaset, kimi spor, kimi güzel sanatlar vb. sevmesi gibi, her İnsan mutlaka bir şeylere muhabbet edip âşık olur. Eğer insandaki bu aşk olmazsa bunları sevebilirmi? Sevemez. İşte böyle herkeste doğuştan var olan bu âşk, mecâz / gayrıyet aşkı’dır. Ve bu mecaz gayriyet âşkı insana perde engel olur da o, Rabbı’na vuslat edemez. Halbûki muhabbet / aşk Allah’a olursa Allah aşkı, kulu yaradılış gayesine ulaştırıp Rabbine kavuşturur / vuslat ettirir. 
Bu itibarla böyle doğuştan her insanda var olan aşkın, ilâh-i aşka dönüşmesi gerekir. Ve bu dönüşüm ancak Mürşidi Kâmilin irşadı ile olur. Ki, kâmilin zikri daim ve makamatı tevhid irşadına mazhar olan bir kimsenin doğuştan kendinde var olan mecaz aşkı ilahi aşka tebdil olup dönüşür ve o kul, ilâh-i aşk mazhariyetiyle Hak aşığı olur.
      İlahi aşk, insanı Rabbin’den ayıran tüm masivayı / gayrıyeti yakarak o kulu Rabbi’ne kavuşturur. Rabbine kavuşup vuslata ulaşan bir kul zevk-i ilahi yani zevkullah ile safalanır, vesselam.

Tâd-ı aşkı bilmeyen hayvan durur
Ot ile yem yimeğe anlar seza

Seza: Lâyık, uygun,Hayvan; Hayatlı, yaşayan, canlı, diri,Hayvan durmak ise: Nefsinin tabiattan aldığı lezzetlerle diri olup yaşayan demektir.
      Hayvanın yaşamı / hayatı yemek, içmek, yavrularını doyurup sevmek, karşı cinse muhabbet etmek, yaradılışına uygun mutedil iklim aramak vb. ahvâl davranışlardan ibarettir. Ki bu âlemdeki her insanda ailesini sevip yavrularını büyütmek, karşı cinse muhabbet etmek, soğuktan ve sıcaktan etkilenmek vb. gibi hayvani hasletler vardır. Fakat kulun bu mazhar olduğu hayvani hasletlerinden başka insani yönü vardır: Ki bir kul insani yönüyle iman eder, Allah’ın razı olduğu kullukla yaşar, kelam ile konuşur, aklı ile ilim tahsil ederek terakki eder ve yaradılışının yüce gayesine ulaşıp Rabbine vuslat eder.
      Eğer bir kimse insani yönüyle yaratılışının yüce gayesi olan Rabbine kavuşma kulluğuyla değil, sadece tabiattan aldığı hayvani lezzetler için dünyada yaşarsa; meyveler, yiyecekler, içecekler, huri, gılman vb. cennet nimetleri ile nefsini lezzetlen-dirmek için ibadet / kulluk eder de bu ahvâl ve anlayışını da kulluğunun yüce gayesi yaparsa. Böyle bir kişi, mazhar olduğu hayvaniyetle dünya ve ahiret kulluğunu da hudutlamış (sınırlamış) olur. Fakat bir kimse doğuştan var olan nefsinin hayvani değerlere muhabbet etmesini Allah muhabbetine / aşkına dönüştürürse o kişi, bir kulun ulaşabileceği en yüce makam olan Rabb’in katına ulaşıp insan-ı kâmil olur.
     İşte bunu ifadeyle Malik Efendi Hazretleri; insan olduğu halde Allah’a kul olup ilah-i aşk zevkini tatmayan kimseler için, onlara ot yem yiyerek yaşayan hayvanlık vasfı sezadır (uygundur lâyıktır), diyor.

Üç hurufun sırrı oldu besmele
Biri hırka biri tac u bu rida

Üç huruf: Üç harf,Hırka: Vücudu örten giysi,Tac: Başa giyilen kıymetli süslü başlık,Rida: Vücudun üstünü, omuzları örten giysi demektir.
İnsan vücudunun / bedeninin alt tarafı nefsanî sufliyet (aşağılık) kulluğunu ifade eder. İnsan bedenin üst tarafı / baş tarafı ise, ruhaniyet mazharıyetiyle ulviyete (yüceliklere) erişme kulluğunu ifade eder. Ki bunu ifadeyle Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri;“Kul sufliyete düşerse nefs, ulviyete yükselirse ruh tabir olunur.” buyurur.   
Bunu beyanla hırka; zahiren kulun bütün vücudunu örten bir giysidir. Ledduni mana itibarıyla hırka, nisbet vücudun fenasında / yokluğunda tecelli eden Rabbin vahdet tecellisine gark olan kulluğun, vahdet-i Hak’la tamamen örtünmesini ifade eder.
Rida, zahiren vücudun üst tarafına giyilen giysi olup, ledduni mana yönüyle rida, mazhar olduğu marifetullah ile vahdetin kesreti müşahadesine ulaşmış kulluğu ifade eder.
Tac ise zahiren baş’a takılır. Ki ledduni mana yönüyle tac; gerek Hak vahdetini gerek kulluk kesretini gönlünde / kalbinde cem etme müşahade kemalatını ifade eder.
     Bu itibarla besmelenin içerdiği üç harf sırrının birihırka,biri rida, biri tac olduğu beyan ediliyor. Ki hırka vahdet-i ilahi’yi, rida kesret-i ilahi’yi, tac ise vahdet ve kesret zuhurunu gönülde / kalpte cem eden / toplayan kemalat mazharıyetidir. Allahuâlem.

Hırkada var üç ilim bil ey dedem
Biri sarı biri ahmer bir kara

      Sarı:Sarı,Ahmer: Kırmızı,Kara: Siyah rengi ifade eder. Bunu beyanla hırkanın remzetmiş olduğu, kulun yokluğunda / fenasında zuhur eden Hakk’ın bir’liği / vahdeti ile örtünmek keşf-i irfanına bir kimse, ancak Allah aşkıyla erişebilir. Ki Hak aşkının üç mertebesi vardır.
Bu üç mertebeyi beyanla Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri; “Aşkın üç mertebesi vardır. Birincisi; kulun zerresine varıncaya kadar maşukuna (ilah-i sevgiliye) yönelmesine aşk denir, bu hale ulaşana da âşık denir. İkincisi; zerresine varıncaya kadar maşukuna yöneldikten sonra âşığın kendinden geçmesine vahle denir. Üçüncüsü; zerresine varıncaya kadar maşukuna yönelip kendinden geçtikten sonra âşığın, maşukunu (ilah-i sevgiliyi) kendinde müşahede etmesine ise heyman denir.” buyurur. Ki bu aşk, vahle ve heyman olan üç aşk mertebesine bir kulun ulaşabilmesi, üç ilim irfan tahsili ile mümkündür.
Ki aşk mertebesine bir âşık; zikri daim ve tevhidi sıfat keşfi ilmi irfanıyla nisbet sıfat varlığını fena/yok ederek ulaşıp maşukuna (ilâh-i sevgiliye) yönelebilir. Ki ehli kemal bu tevhidi sıfat ilmi irfanını, sarı renk ile ifade etmişlerdir.
Aşkı vahle mertebesine bir âşık; nisbeti vücud-u varlığını tevhidi zat ilmi irfan zevki ile fenafillâh olarak kendinden geçmesiyle ulaşabilir. Ki ahmer (kırmızı) rengi, fenafillâh (Allah’ta yok olma) ilm-i irfan hâlini ifade eder.
Aşkı heyman: Aşığın nisbet varlığını fena ettikten sonra, yokluğunda zahir olan maşukunu (İlah-i sevgiliyi) aşığın kendinde müşahede etmesidir. Ve aşkı heyman mertebesine âşık; kurb-u feraiz (farz yakınlık) müşahedesiyle hâsıl olan ilmi irfanla ulaşabilir. Ki kara (siyah) renk, kurb-u feraiz müşahede ilm-i irfanını ifade eder. 
     Bunu ifadeyle Malik Efendi Hazretleri: hırka da olan üç ilmin biri sarı, biri ahmer (kırmızı), biri kara’dır (siyahtır) diyor.

Tacının dört terki dahi bilesin
Terk-i dünya birisidir terk-i ukba

Terk-i dünya: Dünya için kulluk yapmayı terk etmektir,Terk-i ukba: Ahiretteki amel cenneti nimetleri için kulluk yapmayı terk etmektir.
Taç, evvelki beyitin açıklamasında beyan olunduğu gibi vahdet ve vahdetin kesret-i müşahadesini kendinde cem edip toplayan kemalattır. Bir kişinin bu kemalata ulaşabilmesi için dört terk yapmasını bilmesi icabeder ki, bunların birisi terki dünyadır, birisi de terki ukbadır, deniliyor. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah;“Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram. Hakikat ehline ise, dünya ve ahiretin her ikisi de haramdır.” buyurmuşlardır.
      Dünya ehli: Akl-ı maaş kulluğudur. Aklı maaş olan bir kişi, menfaati için haramı helâlı gözetmeden bu yeryüzü olan imtihan âleminde yaşayan kimsedir. Ve böyle bir kimse bir iş yaparken sadece kâr, zarar, mevki, makam vb. dünya menfaatlerini düşünür. Ve böyle bir kişi Ahireti, yani öldükten sonra dirileceğini hatırına getirmeyerek yaşadığı için, “ahiret ona haram” olur.
Ahiret ehli: Akl-ı maad’dır; Akl-ı maad aynı zamanda ukba ehlidir ki, ukba ehli bu âlemdeki faaliyetlerini yaparken sadece dünya menfaatini düşünmez. O, ahireti yani öldükten sora dirileceğini gözeterek tüm işlerini haram-helal meşruiyetine göre yaparak yaşar. Ukba ehli günahlardan uzak, sevaba yakın olma gayretindedir. Ve böyle bir kişi; nefsini cehennem azabından koruyup, amel cenneti nimetleriyle nefsini lezzetlendirmek için kulluk yaptığından ona “dünya haram” olur.
Hakikat ehli: Akl-ı kül / akl-ı kâmil mazharıdır. Ve hakikat ehli olan bir kul, faaliyetlerinde haramı günahı asla işlemez. Ve aklı maaş olan ehli dünya gibi yaşamaz. O, Kur’an-ı Kerim’in emir ve yasaklarına şeriat ahkâmına kesinlikle riayet eder. Fakat bütün bunları, aklı maad olan ehli ukba gibi nefsini amel cenneti nimetlerinden lezzetlendirmek maksadıyla değil, Allah’ın emri olduğu için yapar. Çünkü ehl-i hakikat, kendinde ve cümle varlıkta mevcut olan Rabbine kavuşmuş olduğundan, onun nazarında Hak’tan gayrı olmaz. Bu itibarla ehl-i dünyanın sadece nefsin menfaati için olan kulluğu. Ve ehl-i ukbanın ahirette nefsini lezzetlendirmek için olan kulluk anlayışı hakikat ehlinde olmadığı için, hakikat ehline “dünya ve ahiret haram” olur.Çünkü akl-ı kâmil mazhariyetiyle dünya ve ukba sevdasını terk edip geçen ehl-i hakikat, günaha asla yanaşmaz. O, sevapları kesinlikle yapar. Fakat her işi / fiil’i gibi sevabı da Hakk’a nisbet ettiğinden hakikat ehli; her tecellide ilahi sevgiliyi müşahadeyle kâmil insan olarak Rabbin katında yaşar.
Bunu ifadeyle tac’ın remzettiği vahdet ve kesret tecellilerini gönlünde / kalbinde cem edip toplayan kemalata, yani İnsan-ı kâmil marifetine ulaşmak için yapılacak dörtterk’ten biri dünya kulluk ahvalini terk, ikincisinin ise, ukba kulluk ahvalini terk etmek olduğunun bilinmesi icabeder, deniliyor.

Terk-i hest birisine dediler
Terk-i terk oldu biri hem mahviya

      Terki hest: Gayrıyeti, masivayı terk,Terki terk:Terk edeni de terk etmek,Mahviya: Hakk’ın sırf zat tecellisiyle kulun fenaya / yokluğa ulaşarak mahv olması, demektir.
Bunu ifadeyle evvelki beyitte ifade edilen dört terk’in üçüncüsü terki hest; dördüncüsü terk-i terktir. Mahviya ise; Rabbin sırf zat tecellisiyle kulun silinip yokluğa erişip mahv olmasıdır, buyruluyor. Ki terk-i hest, fenafillâh keşfi irfanıyla kulun nisbet vücudu varlığını terk etmesidir. Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz İbni Abbas’a hitaben; “Vücudunu kayırma.”dediğinde İbn-i Abbas; “Ya Resulullah vücudum kusurmudur?” deyince Hz. Peygamber Efendimiz: “Vücudun en büyük günahtır. Onunla hiçbir günah kıyas edilmez.” buyurmuşlardır. Çünkü vücut günahı gizli şirktir. Ve hadisi şerifte;“Ben ümmetimin açık şirkinden değil, gizli şirkinden korkarım.” buyrulur.
      Bu itibarla gerek kelime-i şahadet gerekse kelime-i tevhid icmâli imandır yani toplu ve özet imandır. Ve açık şirk ehli olanlar; “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluh” kelime-i şahadetini getirrmemiş, tevhid imanı olmayan gayrı Müslim, yani İslam dışı olan kimselerdir. Bu açık şirk’ten kurtuluşun çaresi, “Lâilaheillallah Muhammeden Resulullah” icmâli iman olan kelime-i tevhid imanını kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar ederek, İslam dininin mümini olarak şeriat tevhidine dâhil olmakla mümkündür.
Gizli şirk ise; Kelime-i şahadet iman ve ikrârı ile İslam dinine mensub olan bir müminin, cehaletle kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabb’in vahdet-i vücud (bir vücut) olan varlığını, Rabbin gayrısına (masivaya) nisbet ederek yaratılmışlara Hak’tan ayrı vücut vermesiyle oluşur. İşte bu anlayış Hz. Resulullah’ın;“Onunla hiçbir günah mukayese edilmez. diye ifade ettiği “vücut günahı” olup, ümmeti için korktuğu “gizli şirk’tir”.Bu gizli şirk ve vücud günahından kurtuluşun çaresi ise, makamatı tevhid tahsili ile kelime-i tevhidin hakikatına fena-ı ef’al, fena-ı sıfat ve fena-ı zat şuhudu ile erişerek. Kendinin ve tüm eşyanın fenasında / yokluğunda kulun tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla Rabbine kavuşmasıyla mümkündür ki, bu aynı zamanda kulun fenafillâh olmasıdır (Allah’ta yok olmasıdır). Bunu ifadeyle Hz. Ebubekir; “Hamd Allah’a mahsustur, Allah kullarına kendi acziyetlerini (yokluklarını) itiraftan başka bir yol vermedi.” buyurmuştur.
Bu itibarla üçüncü terk olan terk-i hest, fenafillâh keşfi irfanı ile kulun kendine ve cümle âleme cehalet ve gafletle nisbet ettiği vücud-u varlığını terk etmesidir.
Dördüncü terk olan terk-i terk ise, terk edeni de, terk etmektir. Ki fenafillâh irfanına ulaşarak, yokluğunda ezel ve ebed olan bekâbillah tecellileriyle Hak’la ebediyen bekâ bulan bir kulun, fena / yokluk keşfi irfanını da Rabbin tecellisi olarak müşahade etmesi, terk-i terk’tir.
Bu terki terk marifeti; bekâbillah müşahedesiyle hâsıl olan mahv olup bu mahv; vahdetin kesreti olan kulluğun silinip yok olmasıdır. Ki ehli kemâl bunu, mahv-ı bekaolarak ta ifade ederler. Allahuâlem.

Yediye oldu bu sırlar müştemil
Bu durur cümle cihâz-ı evliya

Müştemil: içine alan,Cihâz-ı evliya: Evliya’nın aygıtı, çeyizi, marifeti anlamındadır. Kur’an-ı Kerim’de;“Biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve şu büyük Kur-an’ı verdik.” (Hicr, 87) buyrulur. Bu ayette ifade edilen ‘tekrarlanan yedi âyet’Rabbin yedi makamıdır. Ki bu makamlar, zamanın mürşidi kâmilinin üçü fena dördü bekâ olan yedi tevhid mertebesi telkini irşadıyla zahir olur. Ve Hz. Âdem’den bu zamana kadar gelmiş geçmiş cümle peygamberler ve insanı kâmil velîler, Rabbin bu yedi makamı olan yedi tevhîd mertebesi keşf-i irfânına mazhar olmuşlardır. Çünkü bir insan ancak bu yedi tevhîd makamlarının keşf-i irfânıyla insanı kâmil olur. Cümle Peygamberler, insan-ı kâmil içinden seçilir sonra vahye ve peygamberliğe mazhar olurlar. Bu itibarlaHicr87. âyetinde beyan edilen mana; “Ey Muhammed Biz seni, cümle insan-ı kâmil olan velîlerde ve peygamberlerde tekrarlanan yedi âyete, yani Rabbin makamları olan yedi tevhid mertebesine mazhar kıldık ve yüce Kur’an-ı sana vahyettik.” demektir. Onun için ehl-i kemâl;“Her şey değişir; fakat insanın makâmı değişmez.” demişlerdir. Çünkü makam-ı insan, yedi makamat-ı tevhîddir ve bir insan bu makamlarla insan-ı kâmil olur.
    Bunu ifadeyle bu ilâhinin birinci beytinden itibaren ifade olunan tüm sırları kuşatıp saran kemalat, cümle peygamberlerin ve evliyanın cihazı marifeti olan bu yedi’ dir: Yani meslek-i Resul’deki üçü fena, dördü beka olan yedimeratibi tevhid mazhariyetidir, deniliyor.

Hem ridânın otuziki rengi var
Anın ile zâhir oldu Hilmi'ya

Rida: Ruhaniyet ulviyetini/yüceliğini ifade eder,Otuz iki renk ise: Osmanlıca alfabenin otuz iki harfi demektir ki bu Osmanlı alfabesindeki otuz iki harfin yirmi sekizi arap harfi, dördü acem yani farsça harftir. Ve bunların toplamı otuz iki harf olup Osmanlı alfabesini oluştururlar. Bu otuz iki harflik Alfabeyi oluşturan her harf kendine ait olan bir özellik taşır. Ve bu özelliklerle harflerin bir araya gelmeleri kelimeyi, kelimelerin bir araya gelmesi cümleyi, cümlelerin bir araya gelmesi de yazıyı kitabı oluşturur. Yani kitaptaki yazıların bütün mana ve mahiyeti, harflerin kendine ait olan ahenk ses özellikleriyle açığa çıktığı için, her bir harf ayrı renk olarak ifade edilmiştir. Fakat harfler kelimeyi, kelimeler cümleyi, cümleler yazıyı kitabı meydana getirebilmelerini noktaya borçlu olup noktaya muhtaçtır. Çünkü eski Osmanlı alfabesinde aynı şeklin altında bir nokta olursa B, üstünde bir nokta olursa N, üstünde iki nokta olursa T, üstünde üç nokta olursa S harfini oluşturması gibi eğer harflerde nokta olmazsa, hiçbir harf okunmaz. Harf okunmadığı için kelime olmaz, kelime olmazsa cümleler olmaz, cümleler olmazsa yazı kitap olmaz.
      Kur’an-ı Kerim’de; “Yemin olsun tura. Satır satır yazılmış kitaba. Ki açılıp yayılmış ince deri üzerine yazılmıştır. (Tur, 1..3)buyrulur. Ki Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri; “Kitap üçtür, biri Kur’an ki mushafı şeriftir, ikincisi manayı Kur’an ki insandır, üçüncüsü tafsili Kur’an ki cümle âlemlerdir.” diyor. Allahuâlem bu ayetlerde ifade olunan ledduni manaya göre “tur”dan murat, kulun gönlüdür ve ‘manayı Kur’an olan insanı kâmili’ ifade eder. “İnce deri üzerine yazılan” ise, ‘Mushaf-ı şerif olan Kur’an’dır.’“Satır satır yazılmış kitap” tan murat ise cümle kâinat olan ‘tafsili Kur’an’dır.’
Bu itibarla cümle varlık âlemi, tafsili Kur’an olmakla bir kitaptır. Ki bu kitabın mahiyeti ise besmelenin içeriği olan uluhuyettir, yani Allah’tır. Kur’an’da; “…O zahirdir…” (Hadid, 3) Hadisi şerifte ise;“Rabbiniz apaçıktır onu örtecek bir şey yoktur.” buyrulmasına rağmen, her varlık ve tecellide mevcut ve zahir olan Rabbimiz, herkese görünmez. Ancak kâmil-i mürşidin zikri daim ve makamatı tevhid irşadı ile aydınlanan bir kul, her tecellide zahir / apaçık olarak Rabbini müşahade eder. Bu itibarla nasıl ki nokta cümle harfleri okutmakla tüm harflere ve kitaba ahenk veriyorsa, mürşidi kâmil’de cümle tecellilerde Rabbini müşahede irşadıyla kâinat kitabının her tecellideki mahiyetini açığa çıkarıp zahir ediciliğiyle, cümle varlığın ahengidir. Çünkü ancak kâmilin irşadıyla her bir tecellide mevcut olan Rabbin müşahedesine erişilir. 
     Bunu beyanla mürşid-i kâmil Malik Efendi Hazretleri; noktanın otuz iki harfe ses ve ahenk vererek zahir olması gibi, benim ridam (örtüm) olan kâmil mürşitlik irşadı marifetimde, cümle eşyada mevcut olan rabbin tecellilerini yerli yerinde müşahede etme ahenk ve irfanı zahirolup açığa çıkar, diyor. Allah her şeyi en iyi bilir.