ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Bismillahirrahmanirrahim
Şurû ettim besmeleyle
evvelâ
İsm-i zatıyla ediptir
ibtidâ
Şurû etmek: Başlamak,İbtida: Başlangıç,İsmi zat: Zat’ın adı / ismi demektir.
İsmi zat, besmeledeki
Allah ismidir. Çünkü besmele, Cenab-ı Hakk’ın Allah, Rahman ve Rahim olan üç
isiminden oluşur. Ve besmeledeki Allah ismi Hakk’ın zat tecellisini, Rahman
ismi Hakk’ın sıfat tecellisini, Rahim ismi ise Hakk’ın fiil tecellisini
remzeder. Bunu beyanla Malik EfendiHazretleri divanın evvel (ilk) şiirine besmeleyleşurû
ettim(başladım) çünkü Hakk’ın ismi
zat’ı besmelededir buyuruyor. Ve devamla cümle
âlemler ve her bir varlık Hakk’ın zat-ı vahdetinden (birliğinden) yaratıldığı
için Allah’ın zatı, cümle yaratılanların aslı ve ibtida/başlangıç noktasıdır. Ve Allah’ın zatı cümle yaratılmışların
aslı ve başlangıcı olduğundan besmele, içerdiği ismi zat sırrı mahiyetiyle her meşru işin ibtidasıdır yani başlangıcıdır diyor.Bu itibarla her meşru
faaliyetin evvelinde / öncesinde besmele çekilir çünkü Hz. Resulullah Efendimiz;
“Bismillahirrahmanirrahim ile başlamayan her iş ebterdir /
kesiktir.” buyurmuşlardır.
Kâinatın fatihidir besmele
Hem sıfat u zat u fi'ildir
zahire
Fatih: Açan, fetheden,Fetih: Açılma anlamında olup ehl-i kemal; “Büyük fetih cümle kâinatı
fethetmek değil, insanın kendini / nefsini fethetmesidir.”
buyurmuşlardır.
Ki cümle kâinatta ve kulun kendinde mevcut
olmasına rağmen herkesçe müşahede edilemeyen Cenab-ı Hak, besmelenin içerdiği Rabbin
zat, sıfat ve fiilkeşf-i irfanı ile kişiye fetholunarak açılıp zahir olur. Ve
böyle bir insan besmelenin sırrı mazharıyetiyle, kendinin ve kâinatın
fatihiolur. Bu itibarla besmelenin mahiyeti olan Hakk’ın zat, sıfat ve fiil keşf-i
irfanının kul’da zahir olmasıyla kâinatın sırrı fetholduğu için, kâinatın fatihidir besmele, buyruluyor.
Besmeledir câmi-i cümle
ulûm
Nokta-i vahdet rumûz-ı
mübtedâ
Ulum: İlimler,Nokta-i
vahdet: Noktanın birliği,Rumuz: gizli
anlamlar,Mübtedâ: başlangıç,
evvellik demektir.
Besmele, cümle ilimlere cami olup kendinde
toplar buyrulu-yor. Ki besmelenin tüm ilimleri cem edip toplaması, ilimlerin
anası olan tevhidi hakiki ilimi irfanı ile anlaşılır. Çünkü ilim, Allah’ın
sıfatı subutiyesindendir (Allah’ın sabit sıfatlarındandır) ve tüm sıfatlar gibi
ilim sıfatı da zat-ı ilâhi tecellisi olduğundan hakikatta ilim, Allah’ın zatına
taâlluk edip ilgilenir ise ilim kabul edilir. Eğer bir anlayış veya bilgi
Hakk’ın zatı’na taâlluk etmiyorsa (Hakk’ın zatı ile ilgili değilse) o bilgi ve
anlayış hakikatta zan’dır. Bunu ifadeyle Ku’ran-ı Kerim’de;“Onlar zandan başka hiç bir şeye
uymuyorlar. Doğrusu da şu ki; zan, Hakk’tan hiç bir şey ifade etmez…”
(Yunus, 36) buyrulur.
Besmelenin içerdiği tevhidi hakiki ilmi
irfanı cümle sıfatlarda mefsuf olan zat’ı müşahede olduğu için ancak bu irfanla
her nerede zuhur ederse etsin, tüm ilimler zat-ı mefsuf’un tecellisi olarak
şuhut edilir. İşte bu itibarla besmele, cümle ilimlere cami olup kendinde
toplar.
Besmele aynı zamanda nokta-i
vahdet’in (nokta birliğinin) cümle yaratılmışların nasıl mübtedâ (evveli) oluşunun rumuzunu da (gizliliğini) içerir. Ki nokta-i vahdet noktanın birliği anlamında olup nokta;
kalemi hareket ettirmeden kâğıdın üzerine bıraktığımızda oluşur. Sonra kalemin
hareketiyle diğer harfler, rakamlar, şekiller o noktadan zahir olup meydana
gelir. Bunun için nokta, her harf rakam ve şeklin aslı ve evvelidir /
öncesidir. Bu itibarla her harfin, rakamın veya şeklin meydana çıkıp oluşmadan
önceki/evvelki hâlinin nokta olması gibi, cümle yaratılmış varlıkların aslı ve
evveli olmakla Hakk’ın zat-ı, nokta-i vahdet’tir. Ki bu da ancak
besmelenin içeriği olan ve Rabbin zatına taalluk eden tevhidi hakiki ilmi
irfanı ile anlaşılır.
Bunu ifadeyle Hz.Ali (kv);“İlim bir nokta idi cahiller onu çoğalttı.”
buyurmuştur. Ki Hz.Ali (kv);“İlim
nokta idi...” demekle Hakk’ın zatı’na taâluk eden tevhidi hakiki ilim
irfanını beyan etmiştir. Cümle yaratılan varlıkları nokta-i vahdet olan rabbin
zatından gayrı zannederek, cehaletle masivaya, gayrıyete varlık nisbet edip“vahdet”
(bir)olan Hakk’ın zatı’nı ikileştirip çoğaltanları ifadeyle de Hz. Ali
(kv); “Cahiller onu çoğalttı.”
buyurmuştur.
Bu itibarla nerede zuhur ederse
etsin tüm ilimlerin Rabbin sıfat tecellisi olma irfanını ve nokta-i vahdet olan
zat-ı vahdetin / birliğin cümle yaratılanların aslı ve başlangıcı olma sırrını
taşıyan besmele; cümle ilimleri
cam-i (kendinde toplayan) olduğu gibi. Besmele, nokta-ivahdet olan Hakk’ın zatı’nın cümle yaratılanların aslı ve mübteda (evvel) oluş rumuzunu da (gizliliğini de) içerir,
deniliyor.
Leb içinde sır olunmuş sır durur
Bunda bilindi nedir sırrı ama
Leb: Dudak, ağız,Leb içindeki sır: Müminlerin ağzı yani
iki dudağı ile her meşru faaliyette okuduğu besmelenin taşıdığı sırdır.
Besmelenin sırrı mahiyeti ile ancak “sırrı
âmâ” nın
ne olduğu bilinir, deniliyor. Ki bunu ifadeyle Ashab;
‘Ya Resulullah âlemler yaratılmadan
evvel Allah nerede idi.’diye sorduğunda Hz. Resulullah Efendimiz
cevaben; “Altı ve üstü boşluk olanmakamı
âmâ da idi.”buyurdular. Başka bir
beyanlarında ise Hz. Peygamber Efendimiz; “Allah vardı onunla başka bir şey yoktu.” buyurmuştur. Ki o
mecliste bulunan Hz. Ali (kv); ‘Halen
öyledir, halen öyledir.’ demiştir.
Bu ve benzeri
beyanlardan da anlaşılacağı gibi, âlemler yaratılmadan evvel Cenab-ı Hak ‘makamı âmâ da’ yani mutlak olan zat-ı
vahdet’inde idi. Ve Allah mutlak olan zat-ı vahdet’inden (birliğinden),
mukayyet (kayıtlar) âlemini zuhura getirerek yaratmış ve halen yaratmaktadır.
Bizim gördüğümüz bitki, toprak, insan, hayvan, rüzgâr vb. tecellilerle zuhura
gelen tüm varlıkların her biri kayıttır. Ve bu varlıklar, Hakk’ın mutlak zat
hüviyeti olan “makamı âmâ” tecellisiyle
açığa çıkıp isimlenerek kayıtlar âlemi olan cümle varlıkları oluştururlar. Ki
Allah’ın zatı tüm varlıklarda mevcut olduğu halde leb’ler, yani dudaklalarla / ağızlarla her fırsatta okunan besmele
ile Rabbin ismi zikir edilmesine (anılmasına) rağmen Rabbimizin herkes
tarafından müşahede olunmayış sırrı,“makamı âmâ” sırrıdır.
Bunu ifadeylelebin yani iki dudağın arasındaki sır okunan besmeledir, besmelenin
taşıdığı sır ile bilindi makamı âmâ sırrı’nın (gizliliğinin) ne olduğudeniliyor.
Sırr-ı zât mestur durur âdem ile
Hep celâlullah cemalidir bu nümâ
Mestur: Satırlanmış, satırlanarak
açığa çıkmış, Nümâ: Gösteren,
gözüken,Celalullah; Allah’ın Celal
ismi,Cemal; Rabb’in güzel yüzü
demektir.
Kur’an’da; “Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve
dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o
emaneti kabul etti / yüklendi çünkü o pek zalim pek cahildir.” (Ahzab,72)
buyrulur ki, bu ayette ifade edilen ve insandan başka hiçbir varlığın
yüklenemediği emanet, insanın mazhar olduğu Hakk’ın hayat, ilim, irade, kudret,
görmek, işitmek, kelam ve tekvin olan sekiz sıfat-ı subutiyesidir.Allah’ın bu
sıfatları cümle âlemde her bir varlıkta ve insanda muhakkak vardır. Ve her bir
varlığı bu sıfatların zuhuru oluşturur ki her varlık, bu sıfatların tamamına
değil bazılarına mazhardır. Mesela hayvanda hayat, işitmek, görmek, kudret,
tekvin ve irade sıfatları olmasına rağmen ilim ve kelam sıfatları olmaz. Bitki
de hayat, kudret ve tekvin sıfatları var olmasına rağmen ilim, irade, kelam,
görmek, işitmek sıfatları olmaz. Toprak ve madende ise; sadece kudret ve tekvin
sıfatları vardır, diğerleri yoktur. Fakat insan yani âdemoğlunda bu sıfatların
tamamını kendinde cem edip toplayan yegâne yaratılmış olmakla göklerin yerin ve
dağların kabul edemediği Allah emanetini insan / âdemoğlu kabul etmiş olur.
Âdemoğlu ister bilsin ister bilmesin tümüne mazhar olduğu
bu sıfatlarda mefsuf olan Allah’tır. Yani bu sıfatların cem-i toplamıyla
sıfatlanan ancak zat-ı ilah-i dir ve her bir sıfat, mefsuf olan zatı zuhura
getirip açığa çıkarır. Ki bunu ifadeyle Niyazi Mısri Hz;
Her sıfat kim sende var
izle anı
Gör ne sırdan feyz alır
gözle anı
Erişince zatına özle anı
Gayre bakma sende iste
sende bul, buyurur.
Bu itibarla sıfatı subutiyenin tamamına mazhar olan
âdemoğlu, zat-ı mefsuf sırrını her an açığa çıkardığı içinsırr-ı zat mestur
durur (satır satır açıklanır) âdem
ile deniliyor. Ve devamında hep
Celalullah ve Cemalidir nüma (açıklanan)
buyruluyor. Yani âdemoğlu, eğer cümle ilimleri cem edip toplayan tevhidi
hakiki ilmi irfanını tahsil ederse âdemiyete, âdemi kemalâta da mazhar olur. Ve
âdem-i kemalât ile âdemoğlu potansiyelindeki zatı ilahi sırrını açığa çıkarıp,
âdemiyet marifet-i irşadıyla insanlığı aydınlatır demektir.Ki Kur’an-ı Kerim’de;
“iki elimle yarattığıma...”(Sâd,75) beyanındaki iki el,
Rabb’ın Celâli ve Cemâli olup, Âdem’in
Hakk’ın iki eli ile yaratılması ise Âdem’in, Rabb’ın Celâl ve Cemal
tecelileri tesiri ile yaratılmasını ifade eder.
Bunu beyanla besmeledeki Allah, Rahman ve
Rahim olan üç isimden Allah ismi, esma itibarıyla Celal’dir. Ve Celal
ismi yakıcı olduğundanâdemi kemale erişme yolunda olan kulun kendine ve
eşyaya nisbet ettiği gizli şirk olan varlığını yakarak onu, fenafillâh (Allah’ta
yok olma) keşfine ulaştırır. Ve fenafillâh olan kulun nazarında zat’ı ilahiden
gayrı bir şey kalmadığından o kul, âdemi safiyullah sırrına mazhar olur.
Ve o kulun gayrıyetten arınmış safiyetine, ”Onu kıvama erdirip,
içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad,
72) beyanı hikmetince
Rabbin ruhundan ruh üflenir. Ve Rabbin ruhundan kendine ruh üflenen bir kul,
ikiliği olmayan ruh vahdeti’ne / birliğine ulaşarak, vahdet-i Hak’la zinde
olur.
Besmeledeki Rahim ismi, esma itibarıyla Cemal tesiri
ile zuhuru ifade eder. Ki Rahim mazharı olan ve Rabbin kendi ruhundan ruh
üflediği bir kul, cümle âlemlerde ve her zamanda mevcut olan Rabbine vuslat ile
(kavuşmakla) bekâ bulup, bekâbillah müşâhadesiyle ölümsüzlüğe yani ebediyete
ulaşır. Bunu ifadeyle böyle rahmeti Rahim mazhariyetiyle ölümsüzlüğe erişmiş
olan Yunus Emre Hz;
Âşık yunus
öldü diye salâ verirler
Ölenler
hayvandır âşıklar ölmez. Buyurur.
Besmeledeki Rahman ismi ise esma itibarıyla kemâl tesiri ile zuhuru ifade eder. Ki Rahman mazharı olmak, bir
kulun fenafillâh ve bekabillâh mertebelerinin marifet ve kemalatına
erişmesidir. Kulun bu erişimi aynı zamanda âdemi kemalata mazhar olmasıdır. Ki bu âdem-i kemalat irşadı ile
ancak, her insanın / âdemoğlunun potansiyelindeki âdemliği aktif olur. Ve “Allah
Âdem’e isimlerin tümünü öğretti…” (Bakara,31) beyanındaki hikmet icabınca böyle bir
kul, isimlerin tümünün oluşturduğu cümle âlemlerin
mahiyetlerini yerli yerinde tanıyıp arif olma marifetiyle, “…Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara,
30) beyanındaki hikmet gereğince yeryüzünde Rabbin halifesi
olarak yaşar. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz;“Allah Âdemi Rahman suretinde
yarattı.” buyurmuşlardır. Bunu beyan ileehli kemalin ulularından Niyazi
Mısri Hz;
Âdemliğini
her kim bulduysa odur âdem
Yoksa
görünen sûret bir gölge imiş ancak,der.
Bu itibarlazatı ilahi sırrı âdemde
mesturdur durur, yani satır satır açıklanmaktadır. Hep Celalullah ve Cemal
mazharı âdem-i kemalat telkin-i
irşadıyla sırr-ızat nüma olur (gözükür) buyruluyor.
Ba'i besmeledir Muhammed Mustafa
Nokta-i bâdır
Ali'y-yü'l-Murtaza
Ba’i besmele: Besmeledeki B harfi,Nokta-i ba: Arap
alfadesindeki B harfinin noktası,Aliyyül Murtaza: Hz. Ali (kv) demektir.
Bunu beyanlaB
harfi, Arapça alfabenin ikinci harfidir. Elif harfi ise Arapça alfabenin
birinci harfi olup elif, alfabedeki cümle harflerin aslıdır. Eğer elif olmazsa
diğer hiçbir harf olmaz. Çünkü elif harfi yukarıdan aşağı düz bir hat’tır yani
çizgidir ve bütün harfler elif’in eğrilmesi veya bükülmesiyle oluşur. Düz çizgi
olan elif’in eğimleri kıvrımları diğer Arapça alfabeyi oluşturan tüm harfleri
meydana getirirken, elif’in iki ucunun yukarı doğru kıvrılarak altına bir nokta
konulmasıyla da, B harfi oluşup
meydana gelir.Ki her harfi meydana getiren elif mana yönüyle mevcut olup
görünen ve malûm olup görünmeyen cümle âlemlerin ve varlıkların aslı olan
Allah’ı yani Hakk’ın uluhuyetini ifade eder. Alfabenin diğer tüm harfleri ise
mana yönüyle uluhuyetin / Allah’ın zuhuru olan cümle yaratılmışları remzeder.
B harfi de mana yönüyle uluhuyetin zuhuru olmakla baraber
her bir şeyi yani yerlerdeki göklerdeki ve ikisi arasındaki cümle varlıkları
kuşatıp ihata ederek kendinde toplayıp cem etmeyi ifade eder. Ki, bu ihatayla
kendinde toplayıp cem etmek, yerdeki gökteki ve ikisi arasındaki cümle
yaratılanlardaki Allah’ın / uluhuyetin her nevi tecellisini yerli yerinde
tanıyarak müşahade etme marifet ve kemâlidir. Bunu ifadeyle Hz.Ali (kv); “İlahi sırlar peygamberlere inen
kitaplardadır, peygamberlere inen kitapların sırrı Kur’an’dadır, Kur’an’ın
sırrı Fatiha suresinde, Fatiha’nın sırrı besmelede, besmele’nin sırrı B
harfinde, B nin sırrı ise altındaki noktadadır. İşte o nokta benim.”
buyurmuştur.
Bu itibarla Tevbe suresi,“Beraetün” ifadesiyle yani B harfi ile başladığından tevbe suresi besmele çekilmeden okunur.
Ki tevbe suresinin dışındaki tüm sureler B
harfi ile başlamadığı için tüm sureler, öncesinde besmele çekilerek okunur.
Vesselam.
Hz.Resulullah (s.a.v) Efendimiz’in birçok
lâkap ve ünvanları olmasıyla beraber Kur’an’da;Ahmed, Muhammed, Mustafa ve
Mahmud isimleriyle de anılır ki bu isimlerin her birisinin ledduni
hikmeti vardır. Buna göre Muhammed ismi; marifetullah mazhariyetiyle açığa
çıkıp zahir olan kâmil kulluğu ifade eder. Mustafa ismi ise; Hak ve kul
tecellilerini gönülde / kalpte cem etmekle hâsıl olan arınmışlığı ve safiyeti
ifade eder. Ki bunu beyanla Malik Efendi Hazretleri, Allah’ın / uluhuyetin
tüm tecellilerini müşahede marifetini kendinde toplayıp cem eden besmeledeki B harfinin remzettiği
kemalat, Muhammed Mustafa kulluğunda
mevcuttur diyor. Ve devamla Malik Efendi; ‘Nokta-i bâ’dır Ali'yyü'l Murtaza buyuruyor ki B harfinin altındaki nokta, Hz. Ali’yi ifade eder
demektir.
Bunu ifadeyleB harfinin remzettiği ilahi sırların
bir kimsede açığa çıkmasıyla hâsıl olan aydınlık, Rabb’inin her tecellisini
kulun yerli yerinde müşahade etme irşad-ı aydınlığıdır. Ki bu aydınlık ancak B harfinin noktasındaki sır mazharıyeti
ile mümkün olduğundan Hz.Ali (kv); “B’nin
sırrı noktasındadır.” buyurmuştur. Çünkü nokta, rakam itibarıyla sıfırdır.
Ve sıfır, yokluk ve hiçlik ifade eder. İşte sıfır olan nokta; hiçliğiyle /
yokluğuyla cümle harflerin, kendilerine mahsus olan ahenk ve ses ile ifade
edilerek açığa çıkmalarını sağlar. Eğer arap alfabesindeki harflerde nokta
olmamış olsa, hiçbir harf yazılarak kelime ve cümle oluşturamadığından yazılan
yazılar bir anlam ve mana ifade etmez.
Bu itibarla B’nin sırrına eren bir kul, insanı kâmildir. Ve aynı sıfır olan
noktanın diğer tüm harflere ses ve ahenk vermesi gibi insanı kâmil; kendinin ve
cümle âlemin fenasında / yokluğunda zahir olan Rabb’in her tecellisini yerli
yerinde müşahade kemalatıyla yerdeki, gökteki ve arasındaki cümle varlığın
ahengi olur. Ve bu ahenk ile her bir varlık o insanı kâmilin tebliğ ve
irşadında Rabb’ın cemalini (güzel yüzünü) müşahede olarak açığa çıkarak
insanlığa ikram olunur. İşte bu itibarla velâyet irşadının imamı olan Hz. Ali‘Kerem
Allahu veche’ yani Allah’ın kerem ikram edici yüzü nam ve ünvanıyla
anılır. Ki bu ünvanındaki sırrını beyanla Hz. Ali; “…O nokta benim.” demiştir.
Velayet’le irşadın imamı / önderi olan Hz. Ali’nin bu misyonu
kıyamete kadar yeryüzünde mürşidi
kâmilin irşadıyla devam ettiği için, velayet irşadının her zamandaki ve
bugünkü temsilicisi olan insanı kâmil, noktanın sırrına mazhar olmakla B
nin altındaki nokta’dır. Ve B
nin sırrı kâmil mürşidin irşadıyla zahir olup açığa çıktığı için zamanın kâmil’i
cümle varlığın ahengidir.
Bunu beyanlabesmeledeki B nin sırrı Muhammed Mustafa kulluk
marifetindedir. B nin altındaki nokta ise tüm zamanlardaki velâyet
irşadının imamı ve Aliyyül Murteza
olan Hz. Ali’dir, buyruluyor.
Her kişiye lazım olur
bilmeğe
Mebde'i ile hem meâdi
canıma
Mebde:Başlangıç,Meâd:Son, en son varılan yer
demektir. Ki imtihan âlemi olan bu yeryüzüne doğan ve akıl baliğ olan herkes,
nereden geldiğini ve nereye gideceğini bilmesi icab eder. Ki bunu ifadeyle
Niyazi Mısri Hz;
“Kande gelir
yolun senin
Ya kande
varır menzilin
Nerden gelip
gittiğini
Anlamayan
hayvan imiş” der.
Kur’an’daki; “...Biz yalnız Allah’a ait’iz ve O’na döneceğiz.” (Bakara,
156) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi kulun Mebde’i yani başlangıcı Allah’tır. Meadı yani dönüşü de yine Allah’adır. Ki bu başlangıç ve dönüşün
nasıl Allah olduğuna arif olunması, her kişi için mutlak lüzumluluktur (gerekliliktir) buyruluyor. Bunu ifadeyle Kemal
Zurnacı Hazretleri;“Kulun nereden
geldiği nereye gideceği ve kim olduğunun cavabı ancak, İslam dininin mümini
olmakla bilinir.” demiştir.
Cennet-i mâna içinde
yazılı
Mîm-İ besmeledir ridâ-i
kibriyâ
Cennet-i mâna: İrfan cenneti, Mim: Arapça
alfabedeki M harfi olup mim, manâ yönüyle Resulullah (sav) Efendimiz’i
remzeder,Rida-i Kibriya: Büyük, ulu,
yüce, örtü demektir. Ki mâna / irfan cennetinde ismi yazılı olan Hz.
Muhammed’in (sav) sırrını içeriğinde taşıyan besmele, Resulullah’ı örten büyük
yüce giysidir / örtüdür, deniliyor.
Bunu beyanla cennetler ikidir; biri âlemi ahiretteki amel
cenneti, diğeri ise bu imtihan âleminde girilen irfan cennetidir. Bir mümin, bu
yeryüzü olan imtihan âleminde işlediği ameli salih ile (iyi güzel sevap olan
faaliyetlerle) ahiret âleminde amel cennetine girebilir. İrfan cennetine ise
kâmil mürşidin telkini olan daim zikir uyanıklığı ve makamatı tevhid keşfi
irfanıyla bu imtihan âleminde girilir.Bunu ifadeyle Niyazi Mısri Hz:
Bu günkü cennetül irfana
dâhil olsalar uşşak (âşıklar)
Yarınki vaad olunan huri
ve gilmanı neylerler, der
Huri-Gilman; amel
cenneti nimetleridir ki
ehl-i kemâl İrfan cennetini mana cenneti olarak ta ifade ederler.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri;“Resulullah
Efendimiz’in nur-u vücudu, misâli vücudu ve unsuri vücudu olmakla üç vücudu
vardır.” buyurur.
Bunu ifadeyle Hz. Resulullah’ın unsur vücudu; babası
Abdullah’tan olan annesi Amine’den doğan ve 63 yıl bu yeryüzü âleminde yaşayan
varlığıdır. Hz.Resulullah’ın misali vücudu, rüyada görülen vücudu olup bunu
ifadeyle hadisi şerifte; “Kim beni rüyasında görürse beni görmüştür,
çünki şeytan benim suretimde gözükemez.” buyrulur.
Resulullah Efendimiz Nur-u vücudunu ifadeyle ise;
“Allah evvela benim nurumu yarattı.” buyurduğu gibi, diğer bir hadisi
şerifte; “Allah evvela bir cevher yarattı o cevherden de âlemleri yarattı.”
deniliyor. Ki ehli kemal bu hadisi şerifte ifade olunan ilk evvel cevherin Nur-u
Muhammed olduğunu ifade etmişlerdir.
Bu itibarla
yüce yaratıcı olan Allah evvela Nur-u Muhammed’i (sav), Nur-u Muhammed’den de
cümle varlık âlemini zuhura getirmiş ve halen getirmektedir. Ve cümle
peygamberler Nur-u Muhammed’e mazhar olmuşlar ve kendilerine iman edenlere de Nur-u
Muhammed’i tebliğ etmişlerdir. Bunu ifadeyle Hz. Ebubekir; “Tüm peygamberler Hz. Muhammed’i
kavimlerine haber verdiler, o kavimler içinden bazıları buna iman ettiler
bazıları inkâr ettiler.” buyurmuştur. Ki geçmişte, bugün ve kıyamete
kadar yeryüzünde velayet irşadı yapan tüm mürşid-i kâmil’in tamamı nur-u
Muhammed mazharı olup, bu mazhariyetlerini kendisinden talep eden hak yolcusu
saliklere tebliğ ederler. Ve hak yolcusu olan salikler de hidayet-i Nur-u Muhammed
mazhariyetiyle irfan / mâna cennetinde zevklenirler sefalanırlar.
İşte bu imtihan
âleminde kâmil mürşidin zikri daim ve makamatı tevhid irşadıyla girilen irfan /
mâna cennetinde, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle zevklenip sefa sürmeyi
besmelenin içermesini beyanla irfan / mana
cennetinde yazılı olan Mim (M)
harfinin remzettiği Nur-u Muhammed esrarı besmelededir deniliyor. Ve devamlabesmele Nur-u Muhammed sırrını içeren rida-i Kibriyadır (ulu, yüce, büyük
örtüdür / giysidir) buyruluyor. Allahuâlem.
On sekiz bin âlemin sırrı
budur
Âlemi halk etmede hubb-ı
Huda
Hadisi kutsi
de; ''Ben gizli bir hazine idim
bilinmekli-ğimi muhabbet ettim / âşık oldum ve halkı halkettim.''
buyrulur. Bu kutsi beyanda, kendinin bilinmesine muhabbet edip âşık olduğu için
yüce Allah, halkı halkettim / yarattım diyor. Ki bu halkiyet yani yaratılış şöyledir;
Cenab-ı Hak kendi zatı ehadiyetinden sıfatlarına, sıfatlarından esmâya
(isimlerine), esmâsından ef’aline tecelli ederek, ef’aliyle zahir olur. İşte bu
zahir olup yaratılan cümle âlemler ve âlemlerdeki varlıkların tümü halktır.
Halk denilen varlıkların her biri kendine ait bir isim tesiri ile zuhur edip
açığa çıkmakla sayıya gelmeyen yani sayılamayan sonsuz kesret / çokluk âlemini
oluşturur. Ki onsekiz bin âlem denilen işte bu nihayetsiz ve sayıya gelmeyen
sonsuz hudutsuz varlıklar âlemidir.
Bunu beyanlahubbu
hüda yani hidayete erdirici olan
Allah, zat-ı tekliğinden muhabbetle /
aşkla kesret âlemini her an zuhura
getirip halk etmekde / yaratmaktadır.
Bu yaratılış, onsekiz binâlem sırrı’dır,
buyruluyor.
Aşk ile yanmak gerekdir ey
ahi
Aşk içinde bulunur zevk u
safa
Ahi: Kardeş demektir. Ki "…Bilinmekliğimi muhabbet ettim / âşık
oldum halkı yarattım."(Kutsi
hadis) beyanı icabınca herkesin ezelinde doğuştan âşk vardır, aşkın olmadığı
hiç bir kimse olmaz. Çünkü kimi para, kimi evlat, kimi mal, kimi tabiat, kimi
siyaset, kimi spor, kimi güzel sanatlar vb. sevmesi gibi, her İnsan mutlaka bir
şeylere muhabbet edip âşık olur. Eğer insandaki bu aşk olmazsa bunları
sevebilirmi? Sevemez. İşte böyle herkeste doğuştan var olan bu âşk, mecâz /
gayrıyet aşkı’dır. Ve bu mecaz gayriyet âşkı insana perde engel olur da o,
Rabbı’na vuslat edemez. Halbûki muhabbet / aşk Allah’a olursa Allah aşkı, kulu
yaradılış gayesine ulaştırıp Rabbine kavuşturur / vuslat ettirir.
Bu itibarla böyle doğuştan her insanda var olan aşkın, ilâh-i
aşka dönüşmesi gerekir. Ve bu dönüşüm ancak Mürşidi Kâmilin irşadı ile olur.
Ki, kâmilin zikri daim ve makamatı tevhid irşadına mazhar olan bir kimsenin
doğuştan kendinde var olan mecaz aşkı ilahi aşka tebdil olup dönüşür ve o kul,
ilâh-i aşk mazhariyetiyle Hak aşığı olur.
İlahi aşk, insanı Rabbin’den ayıran tüm
masivayı / gayrıyeti yakarak o kulu
Rabbi’ne kavuşturur. Rabbine kavuşup vuslata ulaşan bir kul zevk-i ilahi yani zevkullah ile safalanır, vesselam.
Tâd-ı aşkı bilmeyen hayvan
durur
Ot ile yem yimeğe anlar
seza
Seza: Lâyık, uygun,Hayvan; Hayatlı, yaşayan, canlı, diri,Hayvan durmak ise: Nefsinin tabiattan aldığı lezzetlerle diri olup
yaşayan demektir.
Hayvanın
yaşamı / hayatı yemek, içmek, yavrularını doyurup sevmek, karşı cinse muhabbet
etmek, yaradılışına uygun mutedil iklim aramak vb. ahvâl davranışlardan
ibarettir. Ki bu âlemdeki her insanda ailesini sevip yavrularını büyütmek,
karşı cinse muhabbet etmek, soğuktan ve sıcaktan etkilenmek vb. gibi hayvani
hasletler vardır. Fakat kulun bu mazhar olduğu hayvani hasletlerinden başka
insani yönü vardır: Ki bir kul insani yönüyle iman eder, Allah’ın razı olduğu
kullukla yaşar, kelam ile konuşur, aklı ile ilim tahsil ederek terakki eder ve
yaradılışının yüce gayesine ulaşıp Rabbine vuslat eder.
Eğer bir
kimse insani yönüyle yaratılışının yüce gayesi olan Rabbine kavuşma kulluğuyla
değil, sadece tabiattan aldığı hayvani lezzetler için dünyada yaşarsa; meyveler,
yiyecekler, içecekler, huri, gılman vb. cennet nimetleri ile nefsini lezzetlen-dirmek
için ibadet / kulluk eder de bu ahvâl ve anlayışını da kulluğunun yüce gayesi
yaparsa. Böyle bir kişi, mazhar olduğu hayvaniyetle dünya ve ahiret kulluğunu
da hudutlamış (sınırlamış) olur. Fakat bir kimse doğuştan var olan nefsinin
hayvani değerlere muhabbet etmesini Allah muhabbetine / aşkına dönüştürürse o
kişi, bir kulun ulaşabileceği en yüce makam olan Rabb’in katına ulaşıp insan-ı
kâmil olur.
İşte bunu
ifadeyle Malik Efendi Hazretleri; insan olduğu
halde Allah’a kul olup ilah-i aşk
zevkini tatmayan kimseler için, onlara ot yem yiyerek yaşayan hayvanlık
vasfı sezadır (uygundur lâyıktır),
diyor.
Üç hurufun sırrı oldu
besmele
Biri hırka biri tac u bu
rida
Üç huruf: Üç harf,Hırka: Vücudu örten giysi,Tac: Başa giyilen kıymetli süslü
başlık,Rida: Vücudun üstünü,
omuzları örten giysi demektir.
İnsan vücudunun / bedeninin alt tarafı nefsanî
sufliyet (aşağılık) kulluğunu ifade eder. İnsan bedenin üst tarafı / baş tarafı
ise, ruhaniyet mazharıyetiyle ulviyete (yüceliklere) erişme kulluğunu ifade
eder. Ki bunu ifadeyle Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri;“Kul sufliyete düşerse nefs, ulviyete
yükselirse ruh tabir olunur.” buyurur.
Bunu beyanla hırka; zahiren kulun bütün vücudunu örten bir giysidir. Ledduni
mana itibarıyla hırka, nisbet vücudun fenasında / yokluğunda tecelli eden Rabbin
vahdet tecellisine gark olan kulluğun, vahdet-i Hak’la tamamen örtünmesini
ifade eder.
Rida, zahiren vücudun üst
tarafına giyilen giysi olup, ledduni mana yönüyle rida, mazhar olduğu
marifetullah ile vahdetin kesreti müşahadesine ulaşmış kulluğu ifade eder.
Tac ise zahiren baş’a takılır.
Ki ledduni mana yönüyle tac; gerek Hak vahdetini gerek kulluk kesretini
gönlünde / kalbinde cem etme müşahade kemalatını ifade eder.
Bu
itibarla besmelenin içerdiği üç harf sırrının
birihırka,biri rida, biri tac olduğu
beyan ediliyor. Ki hırka vahdet-i
ilahi’yi, rida kesret-i ilahi’yi, tac ise vahdet ve kesret zuhurunu
gönülde / kalpte cem eden / toplayan kemalat mazharıyetidir. Allahuâlem.
Hırkada var üç ilim bil ey
dedem
Biri sarı biri ahmer bir
kara
Sarı:Sarı,Ahmer:
Kırmızı,Kara: Siyah rengi ifade
eder. Bunu beyanla hırkanın remzetmiş olduğu, kulun yokluğunda / fenasında
zuhur eden Hakk’ın bir’liği / vahdeti ile örtünmek keşf-i irfanına bir kimse,
ancak Allah aşkıyla erişebilir. Ki Hak aşkının üç mertebesi vardır.
Bu üç mertebeyi beyanla Pir Seyyid Muhammed
Nur Hazretleri; “Aşkın üç mertebesi
vardır. Birincisi; kulun zerresine varıncaya kadar maşukuna (ilah-i sevgiliye)
yönelmesine aşk denir, bu hale ulaşana da âşık denir. İkincisi; zerresine
varıncaya kadar maşukuna yöneldikten sonra âşığın kendinden geçmesine vahle
denir. Üçüncüsü; zerresine varıncaya kadar maşukuna yönelip kendinden geçtikten
sonra âşığın, maşukunu (ilah-i sevgiliyi) kendinde müşahede etmesine ise heyman
denir.” buyurur. Ki bu aşk,
vahle ve heyman olan üç aşk
mertebesine bir kulun ulaşabilmesi, üç ilim irfan tahsili ile mümkündür.
Ki aşk
mertebesine bir âşık; zikri daim ve tevhidi sıfat keşfi ilmi irfanıyla nisbet
sıfat varlığını fena/yok ederek ulaşıp maşukuna (ilâh-i sevgiliye) yönelebilir.
Ki ehli kemal bu tevhidi sıfat ilmi
irfanını, sarı renk ile ifade etmişlerdir.
Aşkı vahle mertebesine bir âşık;
nisbeti vücud-u varlığını tevhidi zat ilmi irfan zevki ile fenafillâh olarak
kendinden geçmesiyle ulaşabilir. Ki ahmer (kırmızı) rengi, fenafillâh
(Allah’ta yok olma) ilm-i irfan
hâlini ifade eder.
Aşkı heyman: Aşığın nisbet varlığını
fena ettikten sonra, yokluğunda zahir olan maşukunu (İlah-i sevgiliyi) aşığın
kendinde müşahede etmesidir. Ve aşkı heyman mertebesine âşık; kurb-u feraiz
(farz yakınlık) müşahedesiyle hâsıl olan ilmi irfanla ulaşabilir. Ki kara (siyah) renk, kurb-u feraiz müşahede ilm-i irfanını ifade eder.
Bunu ifadeyle Malik Efendi Hazretleri: hırka da olan üç ilmin biri sarı,
biri ahmer (kırmızı), biri kara’dır (siyahtır) diyor.
Tacının dört terki dahi
bilesin
Terk-i dünya birisidir
terk-i ukba
Terk-i dünya: Dünya için kulluk yapmayı
terk etmektir,Terk-i ukba: Ahiretteki
amel cenneti nimetleri için kulluk yapmayı terk etmektir.
Taç, evvelki beyitin
açıklamasında beyan olunduğu gibi vahdet ve vahdetin kesret-i müşahadesini
kendinde cem edip toplayan kemalattır. Bir kişinin bu kemalata ulaşabilmesi
için dört terk yapmasını bilmesi icabeder ki, bunların birisi terki dünyadır,
birisi de terki ukbadır, deniliyor. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah;“Dünya ehline ahiret haram, ahiret ehline dünya haram. Hakikat ehline
ise, dünya ve ahiretin her ikisi de haramdır.” buyurmuşlardır.
Dünya ehli: Akl-ı maaş kulluğudur. Aklı maaş olan
bir kişi, menfaati için haramı helâlı gözetmeden bu yeryüzü olan imtihan
âleminde yaşayan kimsedir. Ve böyle bir kimse bir iş yaparken sadece kâr,
zarar, mevki, makam vb. dünya menfaatlerini düşünür. Ve böyle bir kişi Ahireti,
yani öldükten sonra dirileceğini hatırına getirmeyerek yaşadığı için, “ahiret
ona haram” olur.
Ahiret
ehli: Akl-ı
maad’dır; Akl-ı maad aynı zamanda ukba
ehlidir ki, ukba ehli bu âlemdeki faaliyetlerini yaparken sadece dünya
menfaatini düşünmez. O, ahireti yani öldükten sora dirileceğini gözeterek tüm
işlerini haram-helal meşruiyetine göre yaparak yaşar. Ukba ehli günahlardan
uzak, sevaba yakın olma gayretindedir. Ve böyle bir kişi; nefsini cehennem
azabından koruyup, amel cenneti nimetleriyle nefsini lezzetlendirmek için
kulluk yaptığından ona “dünya haram” olur.
Hakikat
ehli: Akl-ı kül /
akl-ı kâmil mazharıdır. Ve hakikat ehli olan bir kul, faaliyetlerinde haramı
günahı asla işlemez. Ve aklı maaş olan ehli dünya gibi yaşamaz. O, Kur’an-ı
Kerim’in emir ve yasaklarına şeriat ahkâmına kesinlikle riayet eder. Fakat
bütün bunları, aklı maad olan ehli ukba gibi nefsini amel cenneti nimetlerinden
lezzetlendirmek maksadıyla değil, Allah’ın emri olduğu için yapar. Çünkü ehl-i
hakikat, kendinde ve cümle varlıkta mevcut olan Rabbine kavuşmuş olduğundan,
onun nazarında Hak’tan gayrı olmaz. Bu itibarla ehl-i dünyanın sadece nefsin
menfaati için olan kulluğu. Ve ehl-i ukbanın ahirette nefsini lezzetlendirmek
için olan kulluk anlayışı hakikat ehlinde olmadığı için, hakikat ehline “dünya
ve ahiret haram” olur.Çünkü akl-ı kâmil mazhariyetiyle dünya ve ukba
sevdasını terk edip geçen ehl-i hakikat, günaha asla yanaşmaz. O, sevapları
kesinlikle yapar. Fakat her işi / fiil’i gibi sevabı da Hakk’a nisbet
ettiğinden hakikat ehli; her tecellide ilahi sevgiliyi müşahadeyle kâmil insan
olarak Rabbin katında yaşar.
Bunu ifadeyle tac’ın
remzettiği vahdet ve kesret tecellilerini gönlünde / kalbinde cem edip toplayan
kemalata, yani İnsan-ı kâmil marifetine ulaşmak için yapılacak dörtterk’ten biri dünya kulluk ahvalini
terk, ikincisinin ise, ukba kulluk ahvalini terk etmek olduğunun bilinmesi icabeder, deniliyor.
Terk-i hest birisine
dediler
Terk-i terk oldu biri hem
mahviya
Terki hest:
Gayrıyeti, masivayı terk,Terki terk:Terk edeni de terk etmek,Mahviya:
Hakk’ın sırf zat tecellisiyle kulun fenaya / yokluğa ulaşarak mahv olması,
demektir.
Bunu ifadeyle evvelki beyitte ifade
edilen dört terk’in üçüncüsü terki hest; dördüncüsü terk-i terktir.
Mahviya ise; Rabbin sırf zat
tecellisiyle kulun silinip yokluğa erişip mahv olmasıdır, buyruluyor. Ki
terk-i hest, fenafillâh keşfi irfanıyla kulun nisbet vücudu varlığını terk
etmesidir. Bunu beyanla Hz.
Resulullah Efendimiz İbni Abbas’a hitaben; “Vücudunu kayırma.”dediğinde
İbn-i Abbas; “Ya Resulullah vücudum
kusurmudur?” deyince Hz. Peygamber Efendimiz: “Vücudun en büyük günahtır. Onunla hiçbir günah kıyas edilmez.”
buyurmuşlardır. Çünkü vücut günahı gizli şirktir. Ve hadisi şerifte;“Ben ümmetimin açık şirkinden değil, gizli
şirkinden korkarım.” buyrulur.
Bu itibarla
gerek kelime-i şahadet gerekse kelime-i tevhid icmâli imandır yani toplu ve
özet imandır. Ve açık şirk ehli olanlar; “Eşhedüenlailaheillallah
ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluh” kelime-i şahadetini
getirrmemiş, tevhid imanı olmayan gayrı Müslim, yani İslam dışı olan
kimselerdir. Bu açık şirk’ten kurtuluşun çaresi, “Lâilaheillallah Muhammeden Resulullah” icmâli iman olan
kelime-i tevhid imanını kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar ederek, İslam
dininin mümini olarak şeriat tevhidine dâhil olmakla mümkündür.
Gizli
şirk ise;
Kelime-i şahadet iman ve ikrârı ile İslam dinine mensub olan bir müminin,
cehaletle kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabb’in vahdet-i vücud (bir
vücut) olan varlığını, Rabbin gayrısına (masivaya) nisbet ederek yaratılmışlara
Hak’tan ayrı vücut vermesiyle oluşur. İşte bu anlayış Hz. Resulullah’ın;“Onunla hiçbir günah mukayese edilmez.” diye ifade ettiği “vücut günahı” olup, ümmeti için korktuğu “gizli
şirk’tir”.Bu gizli şirk ve vücud günahından kurtuluşun çaresi ise, makamatı
tevhid tahsili ile kelime-i tevhidin hakikatına fena-ı ef’al, fena-ı sıfat ve
fena-ı zat şuhudu ile erişerek. Kendinin ve tüm eşyanın fenasında / yokluğunda
kulun tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla Rabbine
kavuşmasıyla mümkündür ki, bu aynı zamanda kulun fenafillâh olmasıdır (Allah’ta
yok olmasıdır). Bunu ifadeyle Hz. Ebubekir; “Hamd Allah’a mahsustur, Allah kullarına
kendi acziyetlerini (yokluklarını) itiraftan başka bir yol vermedi.” buyurmuştur.
Bu itibarla üçüncü terk olan terk-i hest,
fenafillâh keşfi irfanı ile kulun kendine ve cümle âleme cehalet ve gafletle
nisbet ettiği vücud-u varlığını terk etmesidir.
Dördüncü terk olan terk-i terk ise, terk edeni de, terk etmektir. Ki fenafillâh irfanına
ulaşarak, yokluğunda ezel ve ebed olan bekâbillah tecellileriyle Hak’la
ebediyen bekâ bulan bir kulun, fena / yokluk keşfi irfanını da Rabbin
tecellisi olarak müşahade etmesi, terk-i terk’tir.
Bu terki terk marifeti; bekâbillah
müşahedesiyle hâsıl olan mahv olup
bu mahv; vahdetin kesreti olan
kulluğun silinip yok olmasıdır. Ki ehli kemâl bunu, mahv-ı bekaolarak ta
ifade ederler. Allahuâlem.
Yediye oldu bu sırlar
müştemil
Bu durur cümle cihâz-ı
evliya
Müştemil: içine alan,Cihâz-ı evliya: Evliya’nın aygıtı, çeyizi, marifeti anlamındadır. Kur’an-ı
Kerim’de;“Biz sana tekrarlanan yedi
âyeti ve şu büyük Kur-an’ı verdik.”
(Hicr, 87) buyrulur. Bu ayette ifade edilen ‘tekrarlanan yedi âyet’Rabbin yedi makamıdır. Ki bu makamlar,
zamanın mürşidi kâmilinin üçü fena dördü bekâ olan yedi tevhid mertebesi
telkini irşadıyla zahir olur. Ve Hz. Âdem’den bu zamana kadar gelmiş geçmiş
cümle peygamberler ve insanı kâmil velîler, Rabbin bu yedi makamı olan yedi
tevhîd mertebesi keşf-i irfânına mazhar olmuşlardır. Çünkü bir insan ancak bu
yedi tevhîd makamlarının keşf-i irfânıyla insanı kâmil olur. Cümle Peygamberler,
insan-ı kâmil içinden seçilir sonra vahye ve peygamberliğe mazhar olurlar. Bu
itibarlaHicr87. âyetinde beyan edilen mana; “Ey
Muhammed Biz seni, cümle insan-ı kâmil olan velîlerde ve peygamberlerde
tekrarlanan yedi âyete, yani Rabbin makamları olan yedi tevhid mertebesine
mazhar kıldık ve yüce Kur’an-ı sana vahyettik.” demektir. Onun için ehl-i
kemâl;“Her şey değişir; fakat insanın makâmı değişmez.” demişlerdir.
Çünkü makam-ı insan, yedi makamat-ı tevhîddir ve bir insan bu makamlarla
insan-ı kâmil olur.
Bunu ifadeyle bu ilâhinin birinci beytinden itibaren ifade olunan tüm
sırları kuşatıp saran kemalat, cümle peygamberlerin ve evliyanın cihazı marifeti olan bu yedi’ dir: Yani meslek-i Resul’deki üçü
fena, dördü beka olan yedimeratibi
tevhid mazhariyetidir, deniliyor.
Hem ridânın otuziki rengi
var
Anın ile zâhir oldu
Hilmi'ya
Rida: Ruhaniyet ulviyetini/yüceliğini
ifade eder,Otuz iki renk ise:
Osmanlıca alfabenin otuz iki harfi demektir ki bu Osmanlı alfabesindeki otuz
iki harfin yirmi sekizi arap harfi, dördü acem yani farsça harftir. Ve bunların
toplamı otuz iki harf olup Osmanlı alfabesini oluştururlar. Bu otuz iki harflik
Alfabeyi oluşturan her harf kendine ait olan bir özellik taşır. Ve bu özelliklerle
harflerin bir araya gelmeleri kelimeyi, kelimelerin bir araya gelmesi cümleyi,
cümlelerin bir araya gelmesi de yazıyı kitabı oluşturur. Yani kitaptaki
yazıların bütün mana ve mahiyeti, harflerin kendine ait olan ahenk ses
özellikleriyle açığa çıktığı için, her bir harf ayrı renk olarak ifade
edilmiştir. Fakat harfler kelimeyi, kelimeler cümleyi, cümleler yazıyı kitabı
meydana getirebilmelerini noktaya borçlu olup noktaya muhtaçtır. Çünkü eski
Osmanlı alfabesinde aynı şeklin altında bir nokta olursa B, üstünde bir nokta
olursa N, üstünde iki nokta olursa T, üstünde üç nokta olursa S harfini
oluşturması gibi eğer harflerde nokta olmazsa, hiçbir harf okunmaz. Harf
okunmadığı için kelime olmaz, kelime olmazsa cümleler olmaz, cümleler olmazsa
yazı kitap olmaz.
Kur’an-ı Kerim’de; “Yemin olsun tura. Satır satır yazılmış
kitaba. Ki açılıp yayılmış ince deri üzerine yazılmıştır. (Tur, 1..3)buyrulur. Ki Pir Seyyid
Muhammed Nur Hazretleri; “Kitap üçtür, biri Kur’an ki mushafı
şeriftir, ikincisi manayı Kur’an ki insandır, üçüncüsü tafsili Kur’an ki cümle
âlemlerdir.” diyor. Allahuâlem bu ayetlerde ifade olunan ledduni manaya
göre “tur”dan
murat, kulun gönlüdür ve ‘manayı Kur’an
olan insanı kâmili’ ifade eder. “İnce deri üzerine yazılan” ise, ‘Mushaf-ı şerif olan Kur’an’dır.’“Satır satır yazılmış kitap” tan
murat ise cümle kâinat olan ‘tafsili Kur’an’dır.’
Bu itibarla cümle varlık âlemi, tafsili Kur’an
olmakla bir kitaptır. Ki bu kitabın mahiyeti ise besmelenin içeriği olan
uluhuyettir, yani Allah’tır. Kur’an’da;
“…O zahirdir…” (Hadid, 3)
Hadisi şerifte ise;“Rabbiniz apaçıktır onu örtecek bir şey yoktur.” buyrulmasına
rağmen, her varlık ve tecellide mevcut ve zahir olan Rabbimiz, herkese
görünmez. Ancak kâmil-i mürşidin zikri daim ve makamatı tevhid irşadı ile
aydınlanan bir kul, her tecellide zahir / apaçık olarak Rabbini müşahade eder.
Bu itibarla nasıl ki nokta cümle harfleri okutmakla tüm harflere ve kitaba
ahenk veriyorsa, mürşidi kâmil’de cümle tecellilerde Rabbini müşahede irşadıyla
kâinat kitabının her tecellideki mahiyetini açığa çıkarıp zahir ediciliğiyle,
cümle varlığın ahengidir. Çünkü ancak kâmilin irşadıyla her bir tecellide
mevcut olan Rabbin müşahedesine erişilir.
Bunu beyanla mürşid-i kâmil Malik Efendi Hazretleri; noktanın otuz iki harfe ses ve ahenk vererek
zahir olması gibi, benim ridam (örtüm)
olan kâmil mürşitlik irşadı marifetimde, cümle eşyada mevcut olan
rabbin tecellilerini yerli yerinde müşahede etme ahenk ve irfanı zahirolup açığa çıkar, diyor. Allah her
şeyi en iyi bilir.