10 Aralık 2016 Cumartesi

Tevhid Aydınlığı HASAN FEHMİ DİVANI şerhinden/açıklamsından seçmeler (4)


Mervan kimdir? Muaviye kimdir? Yezid kimdir?

EYÜP SULTAN Hz. İstanbula nasıl geldi?



Muhammed birliğe edince sala

Ali Zülfikar’ı saldı dört yana

Ol gürüha dahil buldular felah



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Herdem gönlümdeki mihmanım Ali



Cenab-ı Hak, insanların içinden seçtiği elçiler vasıtasıyla kullarını uyararak, iyiyi ve kötüyü haber verir. Bu elçilik, nübuvvet/peygamber elçiliği ve velayet elçiliği olarak zahir olup tahakkuk eder. Peygamberlerin sonuncusu, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed (sav)’dir, kıyamete kadar başka bir peygamber gelmeyecektir.

Velayet yoluyla irşat ise, her zamanda yapılmıştır ve yapılmaktadır. Velayet elçiliğiyle olan irşada nübüvvet-i teşri’a denilmiştir. Bu irşad, makam-ı nübüvvetin, peygamber varisi olan ilim sahibi veliler tarafından açıklanmasının, tebliğ ve irşadıdır. Çünkü hadis-i şerifte “Alimler nebilerin varisidir.” buyrulmuştur. Başka bir beyanında Hz. Resulullah “Allah beni nurundan; müminleri de benim nurumdan yarattı.” diyor. Ki bu yaradılış, Hakk’ın zat-ı ehadiyet nurundan zuhura getirdiği, bu alem-i kesretteki hidayet tecellisinin baş mazharı Hz.Muhammed, ve nuru Muhammed mazharı olan kamil mürşit ve alimlerdir.

Bu itibarla kamil mürşit, irşadını hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetle yapar ki, tüm zamanlardaki kamil mürşid olan velilerin imamı Hz. Ali’dir. Hz. Ali’ye tabi olan kamilin irşadı ise, Zülfikar olan marifet kılıcıyla cümle cehalet ve zanları keserek, makamat-ı tevhid marifetiyle salikleri aydınlatmaktır. Bu irşad halen zamanın mürşid-i kamili tarafından, insanın var olduğu her yerde ve her alemde yapılmaktadır ve yapılacaktır. İşte her kim ki, kendi zamanındaki kamil mürşidin irşadıyla makam-ı velayetin keşfi irfanına ulaşırsa, o ebediyen kurtuluşa erip felah bulur.

Medet, imdat dilemek, yardım istemek demektir. Kamil mürşid, Hz. Peygamber Efendimizin baş mazharı olduğu hidayet nurunu temsil eder ve nur-u Muhammed’le saliklerin, taliplerin ve aşıkların imdadına yetişip, onları irşad ederek aydınlatır. Bu itibarla kulun medeti, yani yardımı Nur-u Muhammed’dir. Bir kimse, Nur-u Muhammed’e ancak kamil mürşidin irşadıyla mazhar olur. Bu mazhariyetle kul, velayet şehrine dahil olup, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesinin aydınlığına kavuşur. Böyle arif ve kamil bir kulun, her an gönlündeki mihmanı, misafiri Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet keşfi marifetidir.



Hakikat şehrinde durduk namaza

Aşıklar kıblesi ‘semme vechullah’

Dört tekbirle cümle uyduk imama



Medet ya Muhammet şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Hz. Peygamber Efendimiz “Namaz müminin miracıdır.” buyurmuşlardır. Vakitlerle kılmamız emir ve farz olan namazda kıbleye, yani Beytullah’a yönelmemiz ve namaz esnasında Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmamamız, ilm-i şeriata göre miraçtır. 

İlm-i hakikate göre miraç; namazın iç yüzü, mahiyetidir. Bu mahiyet kulun Rabbine kavuşup, Rabbini müşahade etmesidir. Hakikat şehri, meratib-i ilahinin dört teveccühle ulaşılan mertebesidir ki, o mertebeye ulaşan kulun müşahedesinde Hak’tan başkası olmaz. Kur’an’ın “Feeynema tüvellu fe semme vechullah / Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanındaki  mazhariyetle, hakikat şehrine dahil olan kul, hep Hak’la olup Hak’tan başka görmez. İşte bu müşahede ve ahvâl hakikat şehridir. Bu hakikat şehrine meslek-i Resul’ün dört teveccühüyle, yani dört telkiniyle ulaşılır ki, beyitte ifade edilen dört tekbirden maksat budur. Bu şehrin imamı ise, tabi olunup uyulan Al-i prensipler telkinatıdır. İşte ilahi aşk mazhariyetiyle bu makama ulaşan kulun müşahedesinin yönü, yani kıblesi ‘semme vechullahtır ki, o her nereye dönüp yönelse Allah’ın vechini görür. 



Muhammed’e Kur’an indirdi Allah

‘La taknetu’dedi ‘min rahmetillah’

Biz mahrum olmayız şahımız penah



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Kur’an-ı Kerim’de “kul ya ı’badiyellezine esrafu ala enfüsihim lâ taknatu min rahmetillahi, innallahe yağfirüzzünube cemiia, innehü hüvelğafurürrahim. Ve eniibuu ila rabbiküm ve eslimu lehü min gabli en ye’tiyekümül’azabü sümme la tünsarun. / De ki; ey kendilerinin / nefislerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder, şüphesiz ki O çok affedicidir, çok merhametlidir. Size azap gelip çatmazdan evvel Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.” (Zümer, 53-54) buyrulmuştur. Bu ve benzeri ayet beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi Allah, kullarını kendisinin razı olduğu bir kullukla, Rabbine yönelmesi ve O’nu bulup O’na vasıl olması için yaratmıştır. Kulun Allah’ın razı olduğu bir kullukla meşgul olması kendinin / nefsinin menfaatinedir. İnsanın, yaratılışının amacı olan Rabbini bulup Rabbine kavuşması, kendisi için en büyük rahmettir, iyiliktir. Tersini yapar da İnsan bu imtihan aleminde Allah’ın razı olmadığı bir kullukla meşgul olursa, kendisine en büyük kötülüğü ve zulmü yapmış olur. Bu itibarla her İnsan, Allah’ın rahmetine kavuşma ve kendine zulüm etme potansiyeline, yeteneğine mazhardır.

İnsan son nefesine kadar, Allah’ın rahmetine kavuşabilir, çünkü İnsan, Allah’ın rahmet ve iyiliğine kavuşup kavuşmamasını, bu imtihan aleminde yaptığı kulluğuyla kendisi belirler, vesselam.

Keremallahu veche’ Allah’ın kerem, ikram yüzü demektir. Bu ikram, kulun mazhar olabileceği en yüce rahmet ve iyilik olan Allah’ın cemaline kavuşmasıdır. İşte cümle sahabeler içerisinde ‘keremallahu veche’ unvanı sadece cümle velilerin imamı olan Hz.Ali için kullanılır. Hz.Ali’nin ‘Keremallahu veche’ yani Allah’ın kerem yüzüne mazhar olması, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesi irşadıyla ancak, kulun Allah’ın cemalini görüp ona vasıl olmasındandır. Hz. Ali’ye tabi olan her zamandaki mürşid-i kamilin velayetle olan telkin ve irşadı da, kulu cemal-i ilahiye vuslat ve müşahede ikram ve rahmetine kavuşturur. Bu itibarla cümle insanı kamil veliler, cemal-i ilahi ikramına mazhar olmuşlardır. Bir kulun bu imtihan aleminde mazhar olabilecek olduğu en yüce rahmet işte bu ikrama mazhar olmasıdır.

Çünkü Allah, kullarını kerem yüzünü bulup, cemaline kavuşsunlar diye yaratmıştır. Her İnsan bu alemde son nefesine kadar bu rahmete kavuşabilme potansiyeliyle yaratılmış olduğu için, veliler şahı Hz. Ali’ye  tabi olan, Allah’ın cemalini ikram ettiği mürşid-i kamili bulduk. Onun irşadı olan makam-ı velayet irfanıyla, Allah’ın cemaline kavuşma ikram ve  rahmetinden asla ümit kesmeyiz, deniliyor.



Ehl-i Beyt’i kasteyledi ol Mervan

Susuzluktan şehid oldular sıbyan

Aşıklar ciğerin kıldılar büryan



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Mervan adındaki şahıs, Emir-el Mü’minin Hz. Osman (ra)’ın katibiydi. Zamanın Mısır valisi, zalim birisi olup halka zulüm ederdi. Halk, valinin zulmünden bıkmıştı ve Medine’deki Emir-el Müminin Hz. Osman’a  valiyi şikayet  etmek üzere bir heyet gönderdiler. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi seçkin sahabeler toplanıp Mısır’dan gelen heyeti dinlediler ve onları haklı bularak Mısır valisini azledip, onun yerine Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’i Mısır valisi olarak tayin ettiler.

Mervan, Hz. Osman’ın seçkin sahabelerle beraber aldığı bu kararı beğenmeyip, Mısır Valisi’ne bir mektup yazar ve mektupta “Yeni vali olarak Mısır’a gelen Hz. Ebubekirin oğlu Muhammed ve maiyetini gelir gelmez öldür.” Der ve mektuba da  Hz. Osman’ın mührünü basar. ‘Mektubu bir göndericiye teslim eder ve ‘Bu mektup devlet sırrıdır, bunu çabuk Mısır valisine götür.’ der. Mektubu Mısır’a götüren görevliyle vali olarak yeni atanan Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed, yolda bir konaklama esnasında karşılaşırlar. Hareketlerinden şüphelendikleri görevlinin üzerini ararlar ve Mervan’ın yazıp Hz. Osman’ın mührü ile mühürlediği mektubu bulurlar. Mektubu okurlar ki, kendilerinin öldürülmelerini yazıyor ve mektupta Emir-el Müminin Hz. Osman’ın mührü var. Oradan hemen Medine’ye geri dönerler ve seçkin sahabelerle görüşüp, Hz. Osman’a ‘Bu mektubu sen mi yazdın?’ diye sorarlar. Hz. Osman ‘Ben yazmadım ve göndermedim. Fakat mühür benimdir, benden habersizce mührümü kullanmışlar.’ der. Ve mektubun Mervan tarafından yazıldığı anlaşılır. Valinin değiştirilmesini isteyen Mısırlılar ve Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’in de bulunduğu heyet, Emir-el Müminin Hz. Osman’dan, Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini isterler. Hz. Osman ise ‘Mahkeme edelim ve öyle cezalandıralım.’ der. Ve çıkan arbedede Hz. Osman Kur’an okurken Mısırlılar tarafından şehit edilir.

Velhasıl Mervan denilen bu şahıs, Muaviye’nin akrabası olan ve çok tehlikeli fitneci ve münafık birisi idi. Bulunmuş olduğu mevki ve makamı her zaman evlad-ı Resul, Ehl-i Beyt aleyhinde kullanmış olan, Ehl-i Beyt aleyhinde yalana dolana baş vuran fitne başlarından birisiydi. Onun gibilerinin ürettiği fitne, Ehl-i Beyt’in Kerbela’da susuzluktan çoluk çocuk demeden şehit olmalarına sebep olmuştur. Aşıkların ciğeri yanmıştır.

Böyle Mervanlar her devirde olmuştur ve halen de vardır. Bunlar, yani bu Mervan misyonu, bulunmuş oldukları beşeri mevkileri, makamları, daima Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul aleyhine kullanmış ve halen de kullanmaktadırlar. Bu Mervan misyonu, Şeyh-ül Ekber  Muhiddin Arabi Hazretlerini, Nesimi Hazretlerini ve daha nicelerini şehit etmişlerdir. Niyazi Mısri Hazretlerine, Mervan evladı ve Muaviye-Yezid zürriyeti olan Kadızadeler, çok zulüm ettiler ve nice evlad-ı Resul’ü işkence ve zulümle şehit ettiler. Bu gün dahi etmektedirler.

Kadızadelerin fikir babası, bugün Ödemiş ilçesinin Birgi beldesinde mezarı türbe haline getirilen İmam-ı Birgivi’dir. Onun öğretileriyle nice velilerin kanı akıtılmış ve evlad-ı Resul-ü manevi işkence görüp şehid edilmiştir. Hadis-i şerifte “Her peygamberin bir firavunu vardır, benim firavunum ise Ebu Cehil’dir.” Buyrulmuştur. Her peygamberin firavunu olması gibi, her zamanda ve bu gün dahi, evlad-ı Resul’ün de Mervan’ı, Muaviye ve Yezid’i vardır. Evlad-ı Resul her zaman diridir, çünkü kevsere mazhardırlar. Vesselam.



Ol Yezid Muaviye etti hıyanet

Ederiz canına binlerce lanet

Şehid oldu imamlar koptu kıyamet



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümde mihmanım Ali



Muaviye kimdir? Muaviye’nin babası Süfyan, annesi ise Hz. Hamza’nın şehid edilmesinden sonra ciğerlerini söktürüp yiyen Hind’dir. Muaviye, bazı tarihçilere göre Mekke’nin fethedilip Mekkeliler teslim olduktan sonra Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür. Mekke’nin fethi miladi 630’dur. Hz. Peygamber Efendimizin bu alemden geçmesi ise miladi 632’dir. Yani Mekke ay hesabı ile Hz. Peygamber’in vefatından bir buçuk sene evvel fethedilmiştir. Bu itibarla Muaviye, Hz. Resulullah’ın nübüvvetini tamamlamasına 1,5 yıl kala Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür.

Muaviye için ‘vahiy katibi’ derler ki, bu yalandır. Çünkü Muaviye Müslüman olduğunda Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamberliği aşağı yukarı tamamlanmıştı. Muaviye’nin annesi, babası ve bazı yakınlarının ömrü hayatları Hz. Peygamber’le muharebe ve mücadele etmekle geçmiştir. Müslümanlar güçlenip de Mekke feth edilip Mekkeliler teslim olmak mecburiyetinde kalınca, bunlar Müslüman oldular veya öyle göründüler. Bunlar Peygamber Efendimiz ile yaptıkları muharebe ve mücadelede, başta Hz. Hamza olmak üzere bir çok Müslümanı şehit ettiler ve kendileri de çok kan kaybettiler. Onun için Kerbela faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezid Bedir’de kaybettiklerimizin intikamını aldık, kanları yerde kalmadı.” demiştir.

Hz. Ali, Emir-el Müminin olduğu zaman Muaviye Şam’da vali idi. Hz. Ali, devletin başı olarak Şam valisini değiştiriyor, Muaviye’nin yerine başkasını vali olarak atıyor. Fakat Muaviye bu karara ve emre uymayıp devletin reisi ve Emir-el Müminin olan Hz. Ali’ye isyan ediyor.

Hz. Ali hakkında Hz. Resulullah Efendimiz “Alemlerin Rabbi olan Allah, benim mevlamdır / dostumdur, ben kimin mevlası isem Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali'ye düşman olan ise bana düşmandır. Ruhu ruhumdur, kanı kanımdır, cismi cismimdir. Ey insanlar, size iki emanet bırakıyorum. Birisi Kur’an, diğeri Ehl-i Beyt’imdir. Bu emanetlere sarılın ki, bunlar cennetin Kevser havuzunda buluşurlar.” buyurmuştur. Peygamber Efendimizin bu ve benzeri bir çok apaçık beyanları ile kıymeti ifade edilen veliler şahı Hz. Ali’ye karşı Muaviye, bazı olayları bahane ederek, kendi aşiretinden ve bir çokları da Hıristiyanlardan oluşmuş bir ordu topladı. Kur’an  sahifelerini mızraklarının uçlarına taktırıp Kur’an’ı ilk defa siyaset ve şahsi çıkar için kullandı. Kendi devlet başı olunca Ehl-i Beyt’e ve seçkin sahabeye çok zulüm etti. Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeyi sürgün edip, göçe zorladı.

İşte o göç neticesiyle Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeler, Türk yurtlarına göç ederek, Türk Milletine Medine misyonunu, yani ruh-u Muhammed’i  taşıyıp getirdiler.

Muhammedi ruh mazhariyetiyle Türk Milleti, Muhammed  isminin kısaltılmışı olan ‘Mehmet’ ismini alıp, milletler içerisinde Hz. Muhammed’in ismiyle anılan yegâne millet oldu. Asker ve ordusu ise, Mehmetçik / Muhammedçik ismiyle yeryüzünde yegane anılan ordu oldu. Türk milleti Kur-an’ı ve İslam’ı kendi hayat nizamı haline getirip, milli kültür ve örfüne, geleneğine kilimin ilmiği gibi işleyip Kur’an ve İslam’la yaşadı ve yaşamaktadır.

Hz. Peygamber Efendimizden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar, devlet başkanı; Kur’an’ın emri olan “İşlerini şura ile yaparlar…’ (Şura, 38) ve “Kuşkusuz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) Buyruğu ile hareket edildi ve ehil olan her kim ise onlar, devlet başkanı yani Emir-el Mümin oldu, mevki, makam sahibi oldu. Hatta Hz. Ali’ye yaralı iken, henüz şehid olmadan evvel ‘Hz. Hasan’a biat edelim mi?’ diye sordular. Hz. Ali cevaben “Hayır, benim oğlum olduğu için biat etmeyin, ancak o makama ehilse ve ehil olana biat edin.” dedi. İşte dört halife ve Hz. Hasan’ın devlet başkanı olması, şura ile yani Meclis kararıyla ve ehil olmalarındandı. Bu yönetim cumhuriyet idaresi idi.

Hz. Hasan istifa edip de Muaviye devletin başı olunca kendisi ile antlaşma yapıldı ki, Muaviye’den sonra yine şuraya / meclise danışılıp, ehil olan devletin başına getirilecek şartı kondu ve bu şekilde antlaşıldı. Fakat Muaviye bu antlaşmaya uymayıp bozdu ve cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği, aşiretçiliği ihya edip diriltti ve oğlu Yezid’i padişah yaptı. Şura / meclis kararıyla emanetin ehil olana verilmesi kuralını çiğneyerek iptal etti, yani cumhuriyeti yıktı. Ondan sonra gelen padişahların da işine geldiği için, bu padişahlık olan aşiret yönetimi, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Yani Peygamber Efendimizle başlayıp, dört halife ve Hz. Hasan dönemine kadar devam eden ve Muaviye’nin yıkıp ortadan kaldırdığı, emr-i ilahi olup meclise / şuraya danışmak olan cumhuriyet yönetimi, 1923’te ancak tekrar Türk milleti, tarafından Atatürk’ün liderliğinde kuruldu ve inşallah kıyamete kadar devam edecektir.

İşte Muaviye'yi, yok vahiy katibi, yok efendim büyük sahabe gibi gösterenler, onun yaptığı ihaneti görmezden gelip, kıytırık kelimelerle, mesela ‘Hz. Ali muhakkak haklı idi, fakat Muaviye de haksız değildi.’ gibi ifadelerle Muaviye'yi aziz tutanlar, o padişahlık sisteminin devamını kendi kabile ve aşiretinin menfaat ve bekası için, Muaviye'yi büyük ve aziz göstermişlerdir. Uydurma hadislerle yüzyıllardır İslam alemine yalan söylemişler ve zulüm etmişlerdir.

Bunlar halen misyon olarak devam ediyor ve her fırsatta Cumhuriyet ve kurucusu olan Atatürk’e düşmanlık yapıyorlar. Her fırsatta bugün dahi Ehlibeyt’e evlad-ı Resule saldırıyor ve hor görüyorlar. Ne yazık ki, bazı ehlibeyti temsil iddiasında olan kurumlar, tarikatlar, şahıslar; Muaviye geleneği olan babadan oğula soy takibi ile intikali, çelebilik, babalık, dedelik vb. isim ve ünvanlarla halen devam ettiriyorlar.

Medine-i Münevvere’de Mescid-i Şerif yapılırken Hz. Resulullah Efendimiz, sahabeyle birlikte kerpiç taşırdı. Sonra ashaptan Ammar İbni Yaser çıkıp “Ya Resulullah, senin kerpicini dahi ben taşırım, sen taşıma.” dedi. Hz. Resulullah da kabul etti. Diğer sahabeler birer kerpiç taşırken Ammar İbni Yaser iki kerpiç taşırdı. Sonra Hz. Resulullah Ammar İbni Yaser’in üstünde kalan tozu toprağı sildi, oradaki kalabalık olan sahabenin gözü önünde ve hepsinin duyacağı şekilde “Senin şehadetin, taife-yi bagiye (asiler, isyancılar) tarafından olacaktır. Sen hak, doğru tarafına çekeceksin, onlar ise batıl tarafına çekecektir.” buyurdu. Ve sonra aynen öyle oldu, Ammar İbni Yaser, Hz. Ali tarafında yer aldı ve Muaviye taraftarlarınca şehid edildi, vesselam.

Yezid kimdir? Yezid Muaviye’nin oğlu ve veliahdı olup, Muaviye’den sonra gelen Emevi Devleti’nin başı, padişahıdır. Yezid kötü olduğu için hiç kimse evladına Yezid ismini takmayıp, Yezid ismiyle isimlendirmez. Kur’an’da: “Peygamberlik yapmamdan dolayı sizden herhangi bir ücret istemiyorum, ancak benim yakınlarımı sevmenizi istiyorum…” (Şura, 23) buyrulur. Bu ayetteki yakınlarımdan maksadın Ehl-i Beyt olduğu, hadis-i şerifte beyan edilmiştir. İşte Kur’an’ın sevmemizi istediği, Hz. Peygamber’in ‘Size emanet ediyorum.’ dediği Ehl-i Beyt’i, evlad-ı Resul’ü işkence ile şehit eden bu şahıs, sahabeye de bir çok zulüm yapmış, eziyet etmiştir. Yezid saltanatı zamanında “Oğlan kardeşin, kız kardeşiyle evlenmesi caizdir. diye ferman yazdı. Hangi ulema “Kardeşin kardeşle evlenmesi caiz değildir.” der ise katletti. “Ehl-i Beyt’e kim muhabbet ederse onu dahi katledin”, dedi. Yezid’in yaptığı zulümler ciltleri dolduracak kadar çoktur, saymakla bitmez.

Fakat yapılan bu zulümler, maalesef medrese ve bazı ulema-i zahir tarafından hafif, vaka-i adiye gibi gösterilmiş veya zulmün boyutları gizlenerek olduğu gibi söylenmemiştir. Hizmet ettikleri devlete, padişaha siyaseten yakın olmak ve menfaatlenmek için Muaviye ve Yezidin yaptığı zulmün dehşetini ve boyutlarını çarpıtarak, yalan rivayetlerle sanki zulmün sahibi başkası imiş gibi veya ‘O kadar da değil canım, Muaviye  ve Yezid’in siyaseten de olsa haklı tarafları vardır. Onlar da sahabedendir, onların makamları yüksek olduğundan aralarındaki ihtilafa bizim aklımız ermez.’ gibi yalanları söylemişlerdir. ‘Evliyanın en büyüğü, Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’den daha aşağı derecededir.’ uydurmalarıyla, Muaviye ve Yezid’i neredeyse haklı idiler noktasına kadar getirmişlerdir. Emevilerin bazı zalim padişahlarını İslam için fetih yapan kahramanlar olarak lanse etmişlerdir. Seçkin sahabelerin onlar ile beraber olduğunu ima eden yalan rivayetlerle desteklemişlerdir.

Bunların en çarpıcı olan yalanlarından birisi de ‘Hz. Peygamber’in evinde misafir olduğu sahabe Eyüp Sultan Hazretleri, yaklaşık yüz yaşlarındayken Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte İstanbul’a geldiler ve Eyüp Sultan Hazretleri, Emeviler’le beraber surlara hücum ederken şehit oldu.’ yalanıdır.

Prizren Rahoves’teki Melami tekkesinde yüksek bir eğitim alan ve 1950’li yıllarda Salihli’ye yerleşip, bizlere Muhammedi ruhaniyeti taşıyan Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Hazretleri: “Tarih iki türlüdür: Biri yazılı tarihtir,  diğeri ise rivayet tarihidir. Rivayet tarihine göre, hicrette Resulullah Efendimizin evinde misafir kaldığı sahabe olan Hz. Eyyüb-el Ensari, Yezid ve Emevilerin Kerbela’daki Evlad-ı Resul katliamından, Hz. Hüseyin’in iki kızı olan Zeynep ve Rukiye’yi kaçırıp kurtarmış. Fakat Yezid, evlad-ı Resul olan kızları ondan istiyor ve Eyüp El Ensar da kızları alıp Kuzey Afrika üzerinden o günkü İspanya kralına sığınıyor. Kral, Hz. Peygamberin arkadaşına hürmet ediyor, fakat Emeviler Hz. Eyüp El Ensar’ın izini bulup, İspanya kralından kendilerine teslim edilmesi için baskı yapıyorlar. Kral da, Hz. Eyüp El Ensar’a “Ben bu baskılara daha fazla dayanamam, seni teslim etmek zorunda kalırım. Sen Bizans devletine sığın, o devlet güçlüdür, seni korur.” diyor. Ve Hz. Eyüp, iki küçük peygamber torunu olan kızları alıp Bizans’a yani İstanbul’a gidiyor. Bizans kralından da hürmet görüyor, Bizans’ta Peygamber torunu olan kızlarla yaşıyorlar. Fakat zamanla kızlar büyüyüp ergenliğe erişince Kral, Hz. Eyüp’e “Bu kızları Bizanslı erkeklerle evlendirelim.” diyor. Bunun üzerine Hz. Eyüp sıkıntı ve müşküle düşüyor. Bir tarafta evlad-ı Resul, nesl-i Peygamber, diğer tarafta kendilerini Emevilerin şerrinden koruyan, barındıran, iyilik eden de olsa gayrimüslimler. Kraldan düşünmek için biraz müsaade istiyor. Ve bu esnada kısa aralıklarla 40 gün içinde Hz. Zeynep ve Hz. Rukiye vefat ediyorlar. Ve şimdiki Koca Mustafa Paşa semtinde olan kabirlerine Hz. Eyüp el Ensari tarafından defnediliyorlar. Daha sonrada Hz. Eyüp vefat ediyor ve onu da surların yanına defnediyorlar. İstanbul’un fethinde kabri bulunup şimdiki Eyüp Sultan Türbesi olarak tezyin ediliyor. Ve Türk milletinin gönlüne ve vatanına kavuşuyor.” buyurdular.

İşte Kemal Efendi Hazretlerinin anlattığı rivayet budur. Ve “Aksini iddia edenlere sorun bakalım: Koca Mustafa Paşa semtinde türbeleri bulunan Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiyye, oraya nasıl gelmişlerdir?” dedi.

İşte Yezid ve Emevilerin yaptığı zulümleri gizlemek için, medresenin yazılı tarihlerindeki düzmeceye göre ‘Yaklaşık yüz yaşındaki Eyüp El Ensari Hazretleri, Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte geldi ve surlarda şehid oldu.’ demişler ve halen demekteler. Böyle diyenlere biz de soralım: Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiye, İstanbul Koca Mustafa Paşa semtine nasıl geldiler? Elbette Yezid ve Emevi zulmünden kaçarak geldiler. Vesselam.

Hz. Resulullah Efendimiz rüyasında Ümeyye oğullarının, yani Muaviye zürriyetinin, Mescid-i Nebevi’nin minberine bevlettiğini yani işeyerek pislettiğini gördü. Bunun üzerine Kur’an’ın “…sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o soyu/ağacı da insanları deneme / imtihan dışında bir sebeple göndermedik…” (İsra, 60) ayeti inzal oldu. Ve Resulullah Efendimizin rüyasını Cenab-ı Hak, vahiyle tabir ederek, rüyada gördüğünün lanetlenmiş soy olduğunu beyan etmiştir. İşte bu kuran beyanı itibarıyla, cümle ehl-i kemal, Muaviye’ye ve Yezid’e lanet ederler. Bizler de, bugün dahi var olan bu Muaviye ve Yezid misyonuna lanet edip, onların hile ve şerrinden Allah’a sığınırız. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Muaviye de, Yezit de ihanet edip hain olduklarından, Muaviye’nin de Yezid'in de canlarına binlerce lanet ederiz.” diyor.



Hasan’la Hüseyin ciğerpareler

Aşıklar kalbinde açtı yareler

Tabibler bu derde bulmaz çareler



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Herdem gönlümdeki mihmanım Ali



Muaviye, devletin başına emir olunca, Hz. Hasan’ın karısına ‘Sen, emir karısıydın, Hasan’ı öldürürsen, seni alıp tekrar emir karısı yaparım.’ diyerek aldattı ve Hz. Hasan'ı karısına zehirleterek şehid ettirdi. Sonra bu kadın Hz. Hasanı öldürdü diyerek, onu da öldürttü.

Muaviye'nin, oğlu Yezid’i veliaht emir ilan etmesine, Hz. Hüseyin itiraz etti. ‘Muaviye ile Hz. Hasan arasında yapılan anlaşmanın gereğine uyulup, şurayı yani seçici meclisi kurmalarını ve Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın seçilmelerindeki gibi, şuraya yani seçici meclisin kararına uyalım ve ehil olanı seçelim, şura kimi seçerse onu devletin başı yani Emir-el Mümin yapalım.’ dedi. Zaten Muaviye’yle Hz. Hasan, Muaviye’den sonra şuraya gidilmesi, yani meclisin seçtiği kimsenin devletin başına getirilmesi şartıyla anlaştığı için, Hz. Hasan devlet başkanlığından istifa etti ve yerini Muaviye'ye bıraktı. İşte Hz. Hüseyin bu anlaşmayı kastetti ve Yezid’in oldu bittiyle ilan edilen emirliğini, padişahlığını kabul etmedi.

Kufe tarafındaki halk, Hz. Hüseyin’i devletin başına ehil olanı seçmek için, şurayı kurmaya, yani seçici meclise başkanlık yapmaya davet etti. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, bütün maiyeti ve ehlibeytle yani kadın, çoluk çocuk hep beraber Kufe’ye doğru Medine'den yola çıktılar. Bazıları, Hz. Hüseyin’in halife olmak yani emir-el müminin olmak için yola çıktığını söylerler. Bu asla kesinlikle doğru değildir. Dava; halifelik, emirlik olsaydı; ağabeyi Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin, tartışmadan kolayca emir-el mümin, yani devlet başkanı olurdu. Bu itibarla Hz. Hüseyin’in, yani Ehl-i Beyt’in davası,kuran emri olan şurayı / meclisi toplayıp, meclisin kararıyla emanetin lâyık olana, ehline verilmesi davasıdır. İşte bu meclisi toplamak için yola çıkan Ehl-i Beyt, Kerbela mevkiine gelince Yezid'in adamları tarafından kuşatıldılar. Hz. Hüseyin: ‘Bizden ne istiyorsunuz? Bırakın (seçici şurayı yani meclisi toplamak için) Kufe’ye gidelim.’ dedi. ‘Olmaz.’ dediler. Hz. Hüseyin ‘Peki, geri Medine'ye dönelim.’ dedi. Yine ‘olmaz’ dediler. O zaman Hz. Hüseyin: ‘Peki bizden ne istiyorsunuz?’ dedi. Onlar: ‘Yezid'e biat etmenizi, Yezid’in emirliğini, padişahlığını tanımanızı istiyoruz. Yoksa sizi öldüreceğiz. Ya Yezid’e biat ya da ölüm.’ dediler.

Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid’e biat etmedi. Kadın, çoluk çocuk hepsi birden işkenceyle kılıçtan geçirilerek şehit edildiler. İşte seçme ve seçilme hakkı olan seçici meclis ve şuraya, yani cumhuriyet idaresine Ehl-i Beyt, böyle değer verdi ve vermektedir. İşte bu beyitler bunu beyan ediyor. “Ehl-i Beyt’in katliamından ve onlara yapılan zulümden, ehl-i aşk, her zaman ve bugün dahi mahzundur, dertlidir.” buyruluyor.



Ali'nin şöhreti denildi Haydar

Marifet kılıcı ismi Zülfikar

Bu esrarda Fehmi eyledi ihbar



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Haydar, diri olan ve atılgan aslan anlamındadır. Ve Hz. Ali (kv) Haydar’dır, bugün dahi onun misyonu diridir. Çünkü makam-ı velayetin mürşid-i kamili ve Evlad-ı Resul’ün ilm-i marifet kılıcı olan Zülfikar’la, cehl-i münafık olan Mervanlığa, cehl-i Muaviye isyancılığına ve cehl-i Yezid zalimliğine karşı diri olup, Haydar’dır.Yani aslanlar gibi her nefeste, gerek kendi nefsimizde gerekse afakta, evlad-ı Resul’ün, cihad-ı ekberle mücadelesi devam etmektedir ve edecektir. Evlad-ı Resul her zamanda, bugün ve yarın da, ahirette de Haydar olup, diridir.

Allah, bizleri ve cümle ihvanı, Evlad-ı Resul’den ayırmasın. Amin.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------


14 Ekim 2016 Cuma

MUHARREM AYI, KERBELA, ŞEHİTLER ŞAH-I HZ. HÜSEYİN

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamt, resulü Muhammed Mustafa’ya (sav) ve evlatlarına / ehli beytine selâm olsun. O evlâdı resul ki, her zamanda mevcut ve sağ olup insanlığı aydınlatmaktadırlar.
        Yüce Allah’ın Kuran’daki; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git / onlara danış / istişare et...” (Al-i İmran-159) Ve “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura-38) Beyan ve buyruğu gereğince Hz. Muhammed; insanların kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini kaldırıp “şurayı / meclisi”, yani halkın meclisini kurmuş ve o meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur.
        Yine “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa-58) Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber Efendimiz; belli aşiret mensuplarına değil liyâkata yani işin ehli olan kişilere değer vermiş ve her işin başına ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir.
        Çünkü Hz. Resulullah’ın zuhuruna kadar aşiret, kabile reisleri toplumu yönetiyor ve onlar ne derlerse o oluyordu. Aşiret reislerinin kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, Allah’ın emri doğrultusunda bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan, aşiretinden dolayı üstün olmayacağını ilan etti. Ve her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurduğu gibi, kendisi de bizzat uyguladı. Ve böylece Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı.
        Bu uygulama Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı müddetince devam etti. Ve bunların hiç birisi, kendisinden sonra oğlunu kardeşini veya kendi aşiret ve soyundan geleni kendi yerine emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir seçelim mi”? Diye sorduklarında Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için seçmeyin, lâyık ve ehil ise öyle seçin” demiştir.
        Bu itibarla şuranın / meclisin, yani halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçmesiyle emirül Mümin’in (devlet başkanının) tespit edilmesi, yüce Allah’ın kuran kaynaklı açık emri olduğu için Hz. Resulullah Efendimiz; kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir / başkan şu veya bu kişi olsun demedi. Halbûki o zaman, Hz. Peygamber kendisinden sonraki emir / başkan olarak hangi sahabeyi ifade etse idi o kimse tereddütsüz emirül mümin, yani devletin başkanı olurdu.
        Halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçme uygulaması, Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ki, Allah’ın emri olan ve Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı seçici halk şurasını / meclisini Muaviye kaldırıp lâğvettiği gibi; ehli kemal ve ehli irfan olan sahabe ve müminlerin itirazlarına rağmen Muaviye, oğlu olan Yezit’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Ve Resulullah Efendimizin kaldırdığı cahiliye geleneği olan aşiretçiliği kabileciliği tekrar ihya edip diriltti. Muaviye; buna karşı gelen Resulullah’ın sahabelerini ve müminlerin kimilerini şehit, kimilerini de sürgün ettirdiği gibi, Hz. Hasan’ı da karısına zehirlettirdi.
        Bu şekildeki oldubitti ile Muaviye oğlu Yezit’in emir / padişah olmasını kabul etmeyen küfe halkı, emir el mümini (müminlerin reisini) seçmek üzere toplayacakları halk meclisine başkanlık yapması için, Hz. Hüseyin’i küfe şehrine davet ettiler. Ve Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin can mal güvenliğini sağlamayı da taahhüt ettiler. Fakat küfeliler, maalesef bu taahhütlerini yerine getiremediler. Ve Hz. Hüseyin’le beraberindekiler, toplanacak olan halk meclisine başkanlık (reislik) etmek için Medine’den küfeye giderken kerbelâ mevkiinde, Muaviye’nin padişah olarak atadığı oğlu Yezit’e bağlı zorba katiller tarafından şehit edildiler.
        Kısaca özetlediğimiz ve İslâm dünyasında derin bir üzüntü ve keder hisleriyle malûm olan bu kerbelâ hadisesi, çok kimselerce çok değişik açılardan değerlendirilmiş ve hâlen de değerlendirilmektedir.
        Günümüzde de her hicri takvim yılının muharrem ayında bu kerbelâ hadisesi çeşitli etkinliklerle yâd edilip anılmakta, oruçlar tutulup, perhizler yapılıp, aşure dağıtılarak ziyaretler yapılmakla beraber, Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edilişleri vaazlar ve sohbetler yapılarak tekraren hatırlatılır. Ayrıca, küfe halkının Hz. Hüseyin’e yaptıkları koruma taahhütlerini yerine getirememe üzüntüsüyle kendilerini döverek / dövünerek yas etmelerini, günümüzde de bazı müminler devam ettirerek kendilerini dövüp kendilerine eziyet edip kanlarını akıtmak gibi abartılı yas törenleri de düzenlerler.
        Bazıları ise; Camilerde vaaz-ı nasihat edip Cuma hutbelerinde hutbe verirken, sanki bu yas törenlerine alternatif olarak, ‘Hz. Âdem’le Havva validemiz muharrem ayında Arafat ta buluştular; Hz. Nuh tufandan bu muharrem ayında kurtuldu; Yunus as. Balığın karnından bu ayda karaya çıktı’ vb. gibi peygamber kıssalarını ön plana çıkarıp, kerbelâ hadisesinden de etliye sütlüye dokunmadan kısaca bahsederler. Bunlar vaazlarında, o zaman Şam şehrinde vali olan Muaviye’nin emirül mümin Hz. Ali’ye isyan eden bir asi olmasını; Muaviye’nin Hz. Hasan’ı karısına zehirleterek öldürüp şehit ettiren bir azmettirici olmasını da söylemedikleri gibi; “De ki bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura- 23) Kuran beyanı ile yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ehli beyti Hz. Hüseyin ile beraber katledenlerin baş katilinin Muaviye oğlu Yezit olduğundan da hiç bahsetmeden, güya kerbelâyı da kısaca anlatıyorlar.
        Maalesef günümüzde baktığımızda, her hicri yılın muharrem ayında Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edildiği kerbelâ etkinliği olarak müşahede edilen manzara, aşağı yukarı böyledir. Oysa kerbelâ hadisesinin zahiri ve tarihi yönü haricinde leddûn-i manevi yönüne bir bakılsa, nice hikmetler olduğu müşahede edilir. Ki biz kerbelâ hadisesini leddûn-i hikmetleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.
        Buna göre; rivayet olur ki, Hz. Ali ile Hz. Fatma ilmi tevhidi hakikiden, yani tevhidin hakikat yönünden bahisle kendi aralarında sohbet ederken, onları dinleyen oğul Hz. Hüseyin; “Ey benim anam babam siz ne konuşuyorsunuz ki ben dinlediğim halde hiçbir şey anlamıyorum”.  Deyince Hz. Ali; “biz annenle bir ilim tahtında ki buna kuşdili derler. Bu lisanla konuştuğumuz için sen konuştuklarımızı anlamadın. Eğer bu ilmi öğrenmek istersen dedene (Hz. resulullaha) git bu durumu söyle” diyor. Ve rivayet olunur ki Hz. Hüseyin ağlaya ağlaya resulullah efendimize gidip durumu anlatınca Hz. peygamber; “var babana selâmımı söyle sana bu Kuşdili olan ilmi öğretsin” buyuruyor. Ve babasına gelen Hz. Hüseyin selâmı söyleyip keyfiyeti anlatınca Hz. Ali, teveccüh açıp bir defa da mesleki resul seyri süluku’nun tamamını Hz. Hüseyin’e telkin edip onu irşat ediyor.
        Hz. Ali’nin kuşdili olarak ifade ettiği ilim, tevhidi hakiki ilmi irfanı olup bu ilim kuranda; “leddun ilmi” (Kehf-65) olarak beyan edilir. İmi leddûn açısından muharrem ayı; Hz. Ali’nin imamı olduğu velâyet makamını remzeder. Leddun-i yönden kerbelâ: İnsanı velâyet makamı keşfi irfanına eriştiren mesleki resul seyri sülukunu ifade eder. Ledduni açıdan Kerbelâ da şehit olmak ise: Velâyet irşadı ile şehitlik mertebesine ulaşmayı remiz eder.  
        Kuran’ı Kerim’de şehitlik mertebesini ifadeyle, “Ant olsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha hayırlıdır. Ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah’ta / Allah katında Haşr olacaksınız / toplanacaksınız.” (Ali imran-157,158) Buyrulur ki bu kuran beyanından açıkça anlaşıldığı gibi şehitlik; Allah yolunda ölenler ve öldürülenler olmakla iki kısımdır;
        Buna göre “Allah yolunda öldürülenler; kılıç şehidi olup, bu şehitler din vatan uğruna canını feda edip öldürülerek şehitlik makamına yükselenlerdir.
        “Allah yolunda ölen” şehitler ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde “ölmeden evvel ölenlerdir.” (Hadisi şerif) Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, “İnsanlar gaflettedir öldükleri zaman uyanırlar.” deyince, meclisteki bazı sahabelerin; “Ya Resulullah ölümle uyanacağımız gafletten kurtulmak için ne yapalım?” sorularına cevaben Hz. Peygamber Efendimiz; Ölmeden evvel ölün. Sizin gibi yer, içer, gezer fakat ölmeden evvel ölenlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir’e bakın o, onlardandır.” Buyurmuşlardır.
        İşte her kim bu imtihan âleminde “ölmeden evvel ölürse” o, Şah’ı Hz. Hüseyin olan şehitler katına / mertebesine yükselir. Çünkü şehit, şahit olmak demek olup, bu şahitlik kul’un kendinde ve cümle eşyada mevcut olan “Allah’ta / Allah katında Haşır olması, toplanmasıdır.” (Ali imran-158) Ve insanın rabbin cemalini müşahede ederek şahit olmasıdır. Bu şahitlik / şehitlik için, zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla Hz. Ali’nin imam olduğu velâyet mertebesi keşfi irfanına ulaşmak icap eder. Ki buna ulaşmak için Kerbelâyı remiz eden fenafillâh makamlarının fenayı efal, fenayı sıfat ve fenayı zat keşfi irfanıyla kulun kendine nispet ettiği varlığını fena edip yokluğa eriştirmesi gerekir. Ve her kim nispet varlığını fenaya / yokluğa eriştirirse o kişi, Hz. Ali’nin “kuşdili” dediği tevhidi hakiki irfanına, yani tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla rabbine kavuşup, rabbin vahdet-i cemaline şahit / şehit olur. Ve “ölmeden evvel ölen” şehitlerle beraber Hz. Hüseyin’in şah ve sancaktarı olduğu şehitler mertebesine dâhil olur.
        Bu itibarla şehitler şahı Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut etmek, muharrem ayında peygamber kıssalarını anlatmak, perhizler yapmak veya kendini dövmekle değil, şehitlik makamına yükselerek şehitler Şah’ı Hz. Hüseyin sancağı altına dâhil olmakla mümkündür.
        Bunun için bir insan; leddun-i yönden muharrem velâyet irşad-ı aydınlığına kerbelâ seyri süluku ile erişip, ölmeden evvel ölürse ancak şehitlik makamına yükselir. Ve Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut eder. Vesselam. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.
                                                                                                                                                     
                                                             Nejdet Şahin                                    

                                                 25Aralık2010 cumartesi

27 Eylül 2016 Salı

Tevhid aydınlığı HASAN FEHMİ divanı şerhin’den seçmeler (3) -Kamil olmayan (nakıs) mürşidler ve cemaatlar hakkında

Hakikat mürşide eyle intisab
Bulasın dermanı derdin içinde
Ehl-i kemal; “Her köşede mürşidim diyen çoktur, lâkin binde birinin irfanı yoktur.” demişlerdir. Hz. Mevlana ise “Her beyaz elbise giyeni doktor sanma, kasaplar da beyaz elbise giyer.” buyurmuştur. Hz. Pir Efendimiz “Hakk’ı bulmak kolaydır, lakin bulduranı bulmak zordur.” diyor. Hakiki / gerçek mürşit hususunda Bahaeddin Nakşibend Hazretleri “Hakiki mürşit ile nakıs / eksik mürşit arasındaki fark şudur ki; eksik / nakıs mürşit müridini kendine bağlar, kamil mürşit ise müridi Allah’a bağlar.” buyurmuştur. Bu itibarla eksik / nakıs mürşit pek çoktur. Çeşitli nam ve isimlerle anılırlar. Bunların faaliyetleri ise müritlerine esma çektirip, fazla ibadet yaptırmak, rüyalarını tabir ederek kendisini rabıta yaptırmak. Yani müridin, fotoğrafıyla veya hayalen mürşidinin suretini gözünün önüne getirmesidir. Müridinin beşeri işleri dahil, başarılarının kendisinden olduğunu ima edip söylemek veya bazılarına söyletmek yoluyla onu inandırırlar. Müridin başarısızlıklarının ise kendi sadakatsızlığından olduğunu, mürşidine sadık olsa idi bu başarısızlığın olmayacağını, mürşidinin nazar edip müridi her zaman her yerde gördüğünü ve onu kötülüklerden koruduğunu telkin ederek; siyasi, ekonomik, beşeri mevki ve makam menfaati sağlar.
Bazısı da şekil, suret düzüp, sakal bırakıp sarık sararak, cübbe, Hicaz fistanı giyerek, kendilerini yaşadıkları toplumdan farklı gösterirler. Özellikle ekonomik ve siyasi menfaat sağlayanları ise, Cumhuriyete, laikliğe, Atatürk’ün devrim ve ilkelerine olan düşmanlıklarını, kinlerini din haline getirmiş olup, cumhuriyet ve kurucusu ile uğraşıp, ona düşmanlığı dava, cihat, hizmet vb. isimlerle vasıflandırarak yüce bir gaye edinirler. Bu uğurda gayrimüslimlerle dahi ittifak etmekten çekinmezler. İslam dinine en fazla hizmet etmiş ve evrensel / cihanşümul din haline gelmesinde en büyük etken olup, Hz. Peygamber Efendimizin “Mehmet (Muhammed)” ismi ile anılan ve ordusu Mehmetçik (Muhammedçik) olan, Kur’an’ın ve Hz. Peygamber Efendimizin methine, övgüsüne mazhar olmuş Türk milletinin evlatlarını kendi devletlerine hasım ve düşman ederler.
Bunlar çeşitli ünvan ve isimlerle faaliyet gösterip; hizmet, dava, burs, kurs deyip fakirliği öne sürerek halkı soyarlar. Fakirin, yoksulun, garibin zengindeki hakkı olan zekat, kurban, sadakalar vb. yardımları kendi organizasyonlarına kanalize edip aktararak, zekat ve yardımın fakire, yoksula gitmesini engelleyip fukaraya zulüm ederler. Kur’an’da “Gördün mü o dini yalan sayanı, işte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı özendirmez o, vay haline o namaz kılanların ki namazlarında gaflet içindedir onlar. Onlar riyaya sapandır, onlar gösteriş yaparlar ve onlar yardıma, zekata engel olurlar.” (Maun, 1…7) buyrulmuştur. İşte Maun suresinin bu ayetleri bunların tarifini en güzel bir şekilde yaparak bize bildiriyor. Bu saymış olduğum ahvâl ve vasıfların hepsi veya bazıları eksik / nakıs mürşitlerin, tarikat ve cemaat önderlerinin faaliyet ve vasıflarıdır. Vesselam.
 Bazıları da, Ehl-i Beyt sevgisi ile dolu olduklarını söyleyip, abdestsizliği, Kur’an’ın açık emrine rağmen namazsızlığı, oruçsuzluğu vb. Allah’ın açık emirlerine riayet etmemeyi, bir marifet, kemalat gibi teşhir ederler. Muaviye’nin kurmuş olduğu babadan oğula geçen saltanatı, şeyhlik, post sahipliği, dedelik, babalık, çelebilik vb. isimler altında soyundan gelene intikal ettirerek; Ehl-i Beyt’i şehit eden lain ve zalimlerin geleneğini yüz yıllardır devam ettirirler. Hz. Mevlana’ya Şemsi tebriziyi şehid edenlerin içinde olan oğlu Alaeddin için, “Alaeddin senin oğlun değil mi?” diye sorduklarında Hz. Mevlana “Benim oğlum soyumdan gelen değil, yolumdan gelendir.” buyurmuştur. Eğer soya itibar edilmiş olsaydı, Kur’an’ın Tebbet suresinde cehennem ehli olduğu açıkça beyan edilen Ebu Leheb, Hz. Peygamberin amcası olup; Ebu Leheb’in utbe ve uteybe adındaki iki oğlu da Peygamber efendimizin damatları idiler ki, bunlara itibar edilirdi. Hz. Ali (kv) Şah-ı Velayet ünvanını, Hz. Peygamber Efendimize damat olup, soyca akrabası olduğu için almadı. Hz. Peygamber Efendimize ilk iman edenlerden olduğu ve Hz. Peygamber’in yolunda yürüyüp, kendisinde Ruh-u Muhammed kemaliyle zahir olduğu için velilerin şahı, imamı oldu ve Hz. Peygamber’in alenen bir çok methine ve takdirine mazhar oldu. Velhasıl Ehlibeyt yolunda olduğunu iddia edip faaliyet gösteren eksik, nakıs mürşitler ve önderler, cehaletle yoldan gelene değil soydan gelene itibar ederek; dedelik, babalık, çelebilik, şeyhlik vb. ünvanlarla saltanatını devam ettirerek, beşeri olarak menfaatlenirler. İmam-ı Ali Keremullahu Veche’nin sabah namazında mescitte şehit edildiğini görmezden gelip, mescitlerin varlığına karşı olup muhalefet ederler.
Velhasıl yetersiz, nakıs mürşidin vasıfları o kadar çok ki, saymakla bitmez. Hakiki mürşit ise Hakk’ın emrini, vahyin ışığında ve denetiminde telkin eder. Her şeyin ve müridin asli cevheri olan Cenab-ı Hakk’a vuslat yolunu gösterir. Kamil mürşidin siyasi, ekonomik, beşeri hiç bir menfaati olmaz, vesselam. 
İşte Fehmi Efendi Hazretleri bu beyitlerde bizlere hitaben, ‘Hakiki mürşide, yani kamil mürşide git, onu bul ve onun irşadına mazhar ol. Rabbine kavuşma derdin, o zaman sana derman olur.’ diyor.

Tac u tahttan geçelim keçe külah nidelim
Nurdan hırka giyelim Lailaheillallah

Tac u taht, keçe külah; bunlar eskiden tekkelerdeki dervişlik ve mürşidliğin nişan ve alametleridir. Orada mürşidler özel kıyafet giyer, özel oturaklarda, yani tahtta postta vb. otururlardı. Halen günümüzde bu tekke geleneğini sürdürenler vardır. Bu zevatın itibar ve kıymetleri, başındaki taç, takke, sarık ve oturdukları post, minder, taht icazet vb. dir.
Bunların mensupları ilme, irfana ve kemalata kıymet vermezler. Tacı kim giyip, başına sarığı kim sarmışsa, tahtta / postta kim oturmuşsa ona biat ederler. O biat ettikleri mürşitlerinden, şeyh ve liderlerinden yanlış işler, cehalet vb. şeyler zahir olsa dahi itiraz etmezler. İtirazı taca, taht’a ve makama saygısızlık veya sadakatsizlik olarak değerlendirirler. İlme ve irfana kıymet vermediklerinden onların mürşitleri, kendine biat edenlerin bu körü körüne teslimiyetlerini, biatlerini istismar ederek, maddi, siyasi ve ekonomik vb. beşeri menfaat temin eder.
Bu tür uygulamalar, İslam dininin hem zahirine, şeraitine, hem de hakikatine terstir. Dinimiz, ilme değer verilmesini ister. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer, 9) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz: “Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen, ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” buyurmuşlardır. Yine Kur’an-ı Kerim’de emanetin ehline verilmesi emredilir. (Nisa, 58) Bu emanet ilim emaneti de olur, başka emanetler de. Bunu beyanla Hz. Pir Efendimiz “Tevhid gibi emanet olmaz.” buyurmuştur.
Melamiler, ehl-i hakikat olup, taç, külah, sarık, post, taht, diploma, icazet gibi şeylere bakıp da insana değer vermezler. Melamiler, ancak insandaki ilim ve irfana değer verirler. Onlar “Hikmet, müminin kaybolmuş kendi malıdır.” Hadisi şerifi doğrultusunda hareket edip ilim ve irfanı nerede bulurlarsa, o kemalat ve irfaniyete hürmet ederler. Kişinin adı, ünvanı ne olursa olsun. Hz. Ali’nin dediği gibi ‘Söyleyene değil, söylenene bakarlar.’
Ehl-i tevhid-i hakiki olan Melamiler, surete yani özel kıyafete, post’a, taht’a itibar etmedikleri gibi, bunlardan bir medet de beklemezler. Sohbet ve zikir etmek için tekke, zaviye gibi özel mekan aramazlar. Çünkü, onlar daim zikir ehli olduklarından, her nefeste ve her yerde zikrederler. Sohbet ve muhabbetlerini ise gerek kahvehanede, gerek işyerinde, gerek kaldırımda yapıp, ilim ve irfaniyetin var olduğu herkesle ve her yerde sohbet ederler. Melamilerin amaçları ilim, irfan, hikmet ve Muhammedi kulluk mazhariyetidir. Bunu  ifadeyle “Şekil ve surete, yani keçeye, külaha, taca, tahta, posta, iltifat etmeyelim. Nurdan hırka olan tevhid-i hakiki irfan ve kemalat elbisesini giyelim.” buyruluyor.

      -----------------------------------------------------------------------

10 Eylül 2016 Cumartesi

KURBAN BAYRAMIN’IN HİKMETİ

Cümle âlemleri ve âlemlerdeki her şeyi mutlak varlığından var edip yaratan yüce Allah’a hamdolsun. Resulü/elçisi Muhammed’e (S.A.V) ve ehl-i beytine selam olsun. Rabbim bizleri onlardan ayrı kalmaktan muhafaza etsin. Ey mümin kardeşim! “Rabbin için namaz kıl ve kurban kes” (Kevser-2) ayet hükmünce bayram namazını kılmak ve kurban kesmekle dört gün kutladığımız kurban bayramı,ilmi şeriata göre vacip ve sünnet kabul edilerek kutlanır. Kurban bayramını zahiren kutlamak, hem şahsi hem de sosyal / toplumsal birçok faydalar içerir. Ki bu faydaları, ilmi şeriat âlimleri zahiri yönleriyle izah ederek bizleri aydınlatırlar. Fakat gerek fitre bayramı gerekse kurban bayramı sadece şeriata ait zahiri toplumsal yönü olan ibadetlerden ibaret olmayıp, bu bayramlar İslâm’ın batın/içyüzüyle ilgili olan sayısız leddun-i hikmetler içerir. Ki biz kurban bayramını, islâm’ın batın / iç yönü olan ilmi tarikat, ilmi hakikat ve ilmi marifet ışığında değerlendireceğiz. Buna döre; kurban bayramının ilk gününe “kurban günü,” (yevmi nahr) diğer üç gününe ise “teşrik/doğuş günleri” (eyyamitteşrik) denir. Bayramdan bir önceki güne de, “arefe günü” denir.       
Mümin kardeşim! Kurban; kelime olarak kurbiyet, yakınlık demektir. Ki bu kurbiyet/yakınlık, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbin makamlarına erişen kul’un rabbi ile beka / ebediyet bulmasının yakınlığıdır. Ve bu yakınlığı beyanla; Arefe günü sabah namazı ile başlayıp bayram müddetince her namazla devam edilerek beş gün boyunca; “Allahuekber Allahuekber, lâilâheillallahuvallahuekber, Allahuekber velillâhilhamd” tekbiri getirilir. Ki beş gün getirilen bu tekbirlerin anlamı şöyledir: “Allahuekber Allahuekber;” Mevcut olup gözüken şahadet âleminde Allah ekberdir / büyüktür. Gözükmeyen âlemlerde de Allah, ekberdir/büyüktür. “Lâilâheillallahuvallahuekber; ”Görünen ve görünmeyen tüm âlemlerde ekber/büyük olan Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur. “Allahuekber velillâhilhamd;” Büyük/ekber olup cümle âlemlerde kendisinden başka hiçbir varlık olmayan Allah, hamd edilip öğülmeye yegâne lâyık olandır.” Demektir.
Bu tekbirlerin beş gün müddetince getirilmesinin mana ve hikmeti ise;“Hafa, ruh, nefs, kalpve sır”olan beş manevi vücut mertebeleri zuhurunda rabbinden gayrı görmeyip rabbin bekasına/ebediyetine kavuşan kulun, rabbin müşahedesiyle hemhâlolmasını ifade eder.
Bunu beyanla bir insan, kendinin ve cümle âlemin nispet varlığının fenasına/yokluğuna arif olmakla, kurban bayramı öncesindeki manevi vücudun “Hafa” mertebesinin  remzettiğiarefe günü hakikatine ulaşır. Ve arefe gününün hakikatine erişmekle nispet varlığının oluşturduğu gizli şirkten arınan bir kul, manevi vücudun “ruh”tecellisine mazhar olmakla, vahdeti Hakk’ı zahir/apaçık müşahede ederek kurban bayramının birinci gününü ilmi hakikat idrakiyla kutlar. Sonra vahdetin kesretine/çokluğuna terekki edip yükselmekle, manevi vücudun “nefs” tecellisini müşahede marifetiyle bayramın ikinci gününü marifetullah üzere idrak eder. Ki marifetullah idrakine erişen bir kul’a, bayramın üçüncü gününü remzeden“kalp” mertebesinin kapıları açılır. Ve böyle bir kul Hakk’ı mutlak ve mukayyet tecellilerinde müşahede ederek, bayramın dördüncü gününü ifade eden sırf zat “sırrı”na erişir. Böylece,“hafa”nın remzettiği fena/yokluk “arefe’sine” ulaşan bir kul, Hakk’ın “ruh, nefs, kalp ve sır”olan dört beka tecellileri mazhariyetiyle yakınlık/kurban bayramını ebediyen kutlar.
Ey mümin kardeşim! Kurban kesmenin hakikati ise şöyledir; Kurban kesmek kelimesi, yakini / yakınlığı kesmek demektir. Ki bayramın birinci gününü remzeden vahdet-i “Ruh” müşahedesiyle zahirde hep Hakk’a nazar etmek, rabbimizin
“ve kulum bana kendisine farz kıldığım şeyden bana daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşmaz,” (Hadisi kutsi) beyanı gereğince kulun, Hakk’ın farz yakınlığına erişmesidir. İşte kurban kesmenin ledduni hikmeti, kulun eriştiği “farz yakınlık” müşahedesinden kesilerek, bayramın ikinci gününün remzettiğ ivahdetin kesreti olan“Nefs” mertebesine yükselip, ilmi hakikatten ilmi marifet “doğuşlarına/teşrikine”(yevmi nahr’deneyyamitteşrike) terakki etmesidir. Ve böyle bir marifetullaha yükselip terakki eden kul, vahdetin kesreti/çokluğu olan halk’ı zahirde apaçık müşahedeyle mazhar olduğu marifet zenginliğini, insanlığa infak edip dağıtarak marifetullahın fakirlerini ve muhtaçlarını irşad edip aydınlatır.
Buna göre; İlmi şeriatta kesilen kurban etinin bir kısmı zenginin kendisi tüketip rızıklanması, bir kısmı zenginin yakınlarıyla birlikte tüketip rızıklanması, bir kısmı da muhtaç ve fakir olanların rızıklannması için üçe taksim olunması gibi; Hafa’ın remzettiği yokluk arefe’sinin ve kurban bayramının dört gününü remzeden ruh, nefs, kalp, sır mazhariyetiyle rabbin bekasına (ebediyetine) ulaşan insanı kâmilin, marifet ve kemalât zenginliğinden evvela kendi rızıklanır. İkinci olarak kâmilin yakın çevresi olan meclisi nasiplenip rızıklanır. Üçüncü olarak ise; Marifetullah irşadına muhtaç olan ilim irfan fakir ve fukarası nasiplenip rızıklanır.
Ey mümin kardeşim! Gafil olup ihmâl etme sakın, yeryüzü olan bu imtihan âleminde ne yap ne et, Hakk’a yakınlık/kurban bayramının hakikatinden rızıklanan nasiplilerden ol. Ki o zaman sende, her yerde ve her zamanda rabbin bekası ile zevklenip bayram edersin.Vesselam.
Kurban bayramının ledduni hikmeti yönüyle değerlendirilmesi hatalarıyla beraber tamamlandı. Allah her şeyi en iyi bilendir. Velhamdülillâhirrabbilâlemin.
Nejdet Şahin
11- Ekim 2012

Salihli

19 Ağustos 2016 Cuma

Tevhid Aydınlığı HASAN FEHMİ Divanı şerh’inden Seçmeler (2)

Edelim  Hakk’a hamdiyyet
Vücuda geldi hürriyet
Böyle bir gün gördü millet
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Kur’an ayetlerinin sırf batın anlamı olanları ve sırf zahir anlamı olanları olduğu gibi, hem zahir hem de batın anlamı olanları vardır. Hadis-i şeriflerin de aynı şekilde anlamı zahir / açık olanlar, anlamı batın / gizli olanlar ve anlamı hem açık hem de gizli olanları vardır. Velilerin kibar-ı kelamları da aynı şekilde; açık anlamlı, gizli anlamlı ve hem açık hem de  gizli anlamlı olur. İşte kamil bir mürşid olan Fehmi Efendinin, bu beyitlerdeki beyanları, hem zahire hem de batına hitap eden kibar-ı kelamdandır.
Bu itibarla, beyitlerin zahir anlamı şöyledir:
Allah’a hamd edelim ki, belli bir aşiretin, sülalenin yönetiminde olan millet, hürriyete, özgürlüğe kavuştu. Padişahlık idaresi sona erdi, belli soydan, sülaleden olmakla imtiyaz sahibi olma dönemi bitti. Herkesi becerisine, liyakatine göre değerlendiren, herkese seçme seçilme hakkı tanıyıp, halkın ülke yönetimine katılmasını sağlayan cumhuriyet idaresini ve hürriyeti gördük. Millet cumhuriyet rejimine kavuştu, demektir.
Beyitlerin batın manası ise şöyledir:
Şeyhlerin ve nakıs mürşitlerin tasallutundan, onlara bağlanıp ruhbanlar gibi onları rabıta yapmaktan; samimi insanları oyalayıp, kulun yaradılışının yüce gayesine ulaşmasına engel olup, Hakk’a vuslata giden yollarını kesen, aşk ehlini soyup, onlardan beşeri menfaat elde eden şeyhlerin ve tarikatçıların hakimiyet ve tasallud-u şerrinden, Hak aşıkları ve talipleri, Melamiliğin piri Seyyit  Muhammed Nur Hazretlerinin zuhurundaki kemalat ve irfanla kurtuldular. Aşıklar Hz. Pir’in meslek-i Resul-ü Melami telkini olan irşadıyla, kulluğun kemali hürriyetine, yani fenafillah ve bekabillah marifetine ulaşıp, rabıtasını Rabbine vuslatla yapıp, Rabbine kavuşma zevkine mazhar oldular. Demektir.





Yeni meclis meb’us oldu
Bütün alem memnun oldu
Eşkıyalar nabud oldu
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Zahir / açık anlamı:
Padişahlık rejimlerinde, padişahın mutlak hakimiyeti vardır. O, ne derse yanlış da doğru da olsa, herkes padişahın söylediğine uymak zorunda olup, fikir beyan edemezdi. Türkiye Büyük Millet Meclisi kuruldu, milletin hür iradesi ile kendi içinden seçerek gönderdiği milletin gerçek temsilcileri, milletin meclisinde toplandı. Fakat Millet Meclisinin oluşmaması, cumhuriyetin kurulmaması için, eski padişahlık rejiminden beşeri, siyasi menfaat sağlayan, kimi din adına, kimi halifelik adına; kimi ülkeye tasallutta bulunup işgal eden Hıristiyan haçlı emperyalistlerin beslemeleri olup, haçlılar adına, kimi şahsi ekonomik çıkarı adına hareket eden tüm eşkıyalar, tesirsiz hale getirilip nabud (yok) oldular. Millet ise, kendi meclisinin açılmasından memnun oldu demektir.
Batın manası ise:
İnsan-ı kamil olmayan ve makam-ı insandan gafil şeyhlerin, mürşidlerin ve önderlerin bulunduğu meclislerde kimseler konuşamaz ve fikrini beyan edemez. Onların olduğu yerde konuşmak, eksiklik, teslimiyetsizlik ve edepsizlik olarak değerlendirilir. O meclistekilerin kalblerine şeyhin nazar edip baktığını ve her ne lazımsa onu söylediği telkin edildiği gibi, müride;  mürşidinden zuhur eden her sözü, fiili ve davranışı tereddütsüz kabul etmesi telkin edilir. Şeyhinin iyi veya kötü her ne yaparsa yapsın, bir hikmeti olduğu söylenip, müridden kabul etmesi istenir, vesselam.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhuruyla hasıl olan kemalat ve marifet mazhariyetiyle ehl-i aşk ve hak yolcuları; böyle sahtekar, nakıs / eksik, kemalat ve irfaniyetten mahrum mürşit kılığındaki eşkıya şeyhlerin zulmünden kurtuldular. Meslek-i Resul’e dahil olmakla, Nur-u Muhammed’in zuhuruna mazhar olup, evlad-ı Resule karıştılar ve onlar da evlad-ı Resul-ü manevi oldular. Hak yolcuları ve aşıklar, yaradılışın yüce gayesine uygun kulluğa ulaşabilmek için, ehl-i kemal ve ariflerin meclisinde makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar oldular. Her türlü müşkül ve dertlerini o mecliste açıkça, defalarca ve serbestçe sordular, cevaplandılar, böylece deva bulup makam-ı insana terakki ettiler, kamil bir insan oldular, demektir.
Asr-ı saadette ashab, Hz. Peygamber Efendimize hep müşküllerini serbestçe sorardı ve sorması teşvik edilirdi. Kadınlar da gelir soru sorarlardı ve cevap alırlardı. Bazen vahyin zuhuruna sebep olurlar, vahiyle aydınlanırlardı. Hz. Peygamber Efendimizin meclisi, karşılıklı soru-cevap şeklinde olup, onun meclisinde öyle uzun uzun saatlerce vaaz, konferans verilmezdi. Hadis-i şeriflere baktığımızda en uzun hadisin bir sayfa kadar olduğu görülür. Mesela, Veda Hutbesi gibi. Velhasıl Hz. Resulullah’ın huzur-u meclisi, herkesin hürriyet içerisinde soru ve cevap ortamının olduğu ve herkesin fikrini serbestçe  beyan ettiği bir meclisti.
Bugün dahi, Mesleki Resul-ü Melami’de Hz. Pir’in halifesi olan kamil mürşidin huzurunda, herkesin hür iradesiyle fikirlerini beyan edebildiği meclisler mevcuttur. Melamilerin meclisleri, her türlü sualin, derdin, müşkülün serbestçe beyan edilip, serbestçe cevaplanabildiği meclisler olması gereklidir. Çünkü Hz.  Pir vasiyetinde “Mefküre (fikredilen, düşünülen gaye) katili olmayın.” buyurmuştur.
Velhasıl hidayet-i Nur-u Muhammed’in zahir olduğu ehl-i kemalin meclisinde, Hak talipleri ve ehl-i aşk rahat ve memnun olup zevk-i ilahi ile zevklenirler. Bu mecliste nakıs şeyhler, sahte mürşidler barınamaz. Çünkü onlar, o meclisteki ehl-i zikrin, ehl-i kemalin ve ariflerin suallerinden, her ihvanın serbestçe fikir beyanından rahatsız olurlar ve o meclisten uzak durup kaçarlar. Bu itibarla nakıs şeyhler ve mürşitlik yaparak siyasi ve beşeri menfaat sağlayan eşkıyalar, ehl-i kemalin meclisinde barınamayıp nabud (yok) olurlar. Demektir. 

Niceler kasdına vardı
Çare yoktur ilan oldu
Bunu ihvan ayan gördü
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Zahir mana:
Evvelki beytin açıklamasında beyan edildi ki, Türkiye Büyük Millet Meclisinin açılmasına engel olmak için, ülke içinden ve dışından pek çok gayret gösterildi. Mustafa Kemal Atatürk’e ve Kuva-yı Milliye’ye engeller çıkarıldı. Haçlı İşgalcilerin tayyareleri ile millete bildiriler dağıtılıp, Türk milleti Atatürk ve Kuva-yı Milliye aleyhinde kışkırtıldı. Bu ve benzeri birçok faaliyetler yapıldı. Fakat bütün bu gayretlere rağmen şer güçler başarılı olamadılar ve Allah’a hamd olsun TBMM açıldı, cumhuriyet kuruldu, Türk milleti bunu açıkça görüp şahit oldu.
Batın manası ise:
Bu asrın yenileyicisi olan Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin ve onun varisi olan ehl-i kemalin irşad faaliyetlerinden, ehl-i tarikat ve özellikle tekke, tarikat, cemaat yapılanmalarıyla beşeri, şahsi menfaat temin edenler çok rahatsız oldular ve halen olmaktadırlar. Çünkü onlar, insan-ı kamilin taklitçileri olup, mürşid-i kamilin irfan ve kemalatla olan irşadından kendileri gafil olup, o irşaddan nasiplenmemiş nakıs / eksik kimseler olduğu için, Hz. Pir’in varislerinden ve ehl-i kemalden çok rahatsız olurlar ve onları sevmezler. Prizren Rahoves’teki Hz. Pir’in halifelerinden Malik Hilmi Hazretlerinin tekkesi, tarikatçılar tarafından kurşunlanmıştır. Kurşun izleri yakın zamana kadar mevcuttu.
Tarikat ve cemaatlerden beşeri menfaat sağlayanlar, Pir Seyyit  Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olan meslek-i Resul-ü Melami irşad ve irfanına mazhar olan ehl-i kemali sevmezler. Her ne isim ve ünvanla olursa olsun, mesela olgun mürşid, veliyullah, zamanın gavsı vb. isim ve ünvanlarla ortaya çıkan ve çeşitli enformasyonla halka takdim edilen önderler, şeyhler ve sahte, nakıs mürşitler; nakıslığını / eksikliklerini ortaya çıkarır endişesiyle, ehl-i kemalden rahatsız olup çekinirler. Falanca geçmiş büyüğün bugünkü temsilcisiyim, fişmanca büyüğün yolu budur deyip, bu tür faaliyetlerle ehl-i aşkın ve samimi müminlerin gönlünü iğfal ederek onları kendine bağlayıp, açık şirke gark ederek, iman özürlü hale getiren ve onlardan beşeri, siyasi her türlü menfaat sağlayanlar, Hz.Pir’in irşadına mazhar olmuş kamil insanı sevmezler.
Çünkü insan-ı kamil olan mürşidin, hiç bir beşeri, siyasi beklentisi ve menfaati olmadığı gibi o, irfanı ile halka musallat olan sahte şeyhlerin, toplulukların, cemaatlerin iç yüzünü açığa çıkarır. Bu itibarla ehl-i kemal, sahtekar, nakıs mürşid ve cemaatçilerin, tarikatçıların tepkisine, kastına muhatap olurlar, vesselam. Fakat Hakk’ın talibi ve aşk ehli olan müminler, insan-ı kamilin zuhurundan memnun olurlar. Onun ilim ve irfan yüklü sohbet ve irşadından istifade ederler. Onun kadrini kıymetini bilip, ehl-i kemalin varlığından keyif alırlar. Demektir Allahualem.

Bize pir eyledi himmet
Kalmadı ucb ile zulmet
Kamu işler Hakk’a nisbet
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin zuhurundaki irşad himmetiyle (yardımıyla) ucb ile zulmetten, yani kendimizi büyük görüp beğenmekten, başkalarını ise hor ve küçük görmek cehalet ve zulmünden kurtulduk. Kendi nisbet faaliyetimizin yokluğunu / fenasını anlayıp, Kur’an’daki “Bütün işler Allah’ındır…” (Ra’d, 31) “Sizi de fiilinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) ayetlerinin sırr-ı mahiyetine tevhid-i ef’al müşahedesiyle, ef’al-i ibadiyi ef’al-i ilahide ifna ederek (kulun fiillerini Allah’ın fiillerinde fena / yok ederek), cümle işlerin failinin Allah’ın olduğu irfana ulaştım ve kamu işleri Hakk’a nispet ettim, demektir.

Bugün oldu cumhuriyet
Kalmadı harice minnet
Oturdu tahtına millet
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Zahir manası:
Cumhuriyet; belli bir sınıfın, belli bir kabile ve aşiretin yönetimini reddeden halkın, kendi kendisini liyakatle, yani  ehil olanlar ile yönetmesidir. Kur’an-ı Kerim de “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git…” (Al-i İmran, 159) “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır…” (Şura, 38) ve “Şu bir gerçek ki, Allah size, emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) buyrulur. İşte bu ayetlerden de anlaşılacağı gibi Kur’an-ı Kerim “şura’yı / meclisi” emrederek, halka danışmayı, seçme ve seçilmeyi, yani ehil olanlar tarafından halkın idaresini öngörür.
Bu itibarla Kur’an’ın açık emri olan ve Hz. Peygamber Efendimizin uyguladığı idare sistemi cumhuriyet olup, halkın kendi meclisini kurarak ehil olanlar tarafından yönetilmesidir. Çünkü o zamana kadar aşiretler, kabileler ve onların reisleri toplumu yönetiyordu. Onlar ne derlerse o oluyordu, kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah vb. oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. Hz. Resulullah Efendimiz, bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan sopundan dolayı üstün olmayacağını söyledi, her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurdu ve uyguladı. Hz. Peygamber Efendimiz, bu uygulamalarıyla cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı. Kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir veya reisi işaret ederek, şu sahabe veya bu sahabe devletin reisi olsun, demedi. Şurayı / meclisi, yani halkın ehil / lâyık olanı seçerek ‘emir el mü’minin’, yani halkın başkanı olunmasını tavsiye ve işaret etti. Halbuki o zaman Hz. Peygamber her kimi işaret etse idi, tereddütsüz o kimse emir-el mü’minin, yani devletin başkanı olurdu.
Hz. Peygamber Efendimizden sonra, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, hatta Hz. Hasan’ın emirliği / başkanlığı, hep şura / meclis kararıyla, olmuştur. Bunlardan hiç birisi kendi oğlunu veya kardeşini, soyundan geleni tavsiye etmemiş ve emir yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine “Oğlun Hz. Hasan’ı emir yapalım mı?” diye sorduklarında, Hz. Ali cevaben “Benim oğlum olduğu için yapmayın, ehil ve layıksa öyle yapın.” demiştir. Bu uygulama, ta Muaviye gelinceye kadar devam etmiştir. Muaviye, Hz. Peygamberin bıraktığı şurayı / meclisi, yani halka danışmayı kaldırarak, oğlu Yezid’i kendisinden sonra emir, padişah yaptı. Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber’in apaçık uyguladığı şura / meclis mirasını, cümle ehl-i kemal olan sahabelerin ve ehl-i irfanın itirazlarına rağmen, Hz. Hüseyin’in, Ehl-i Beytin şehit edilmeleri pahasına, şahsi ve kabilesinin menfaati için yıkıp iptal etti. Buna karşı gelenleri sürgün etti, şehit etti.
Emevilerden sonra kurulan İslam toplumlarındaki devletlerin yönetim ve idareleri, genellikle kabile ve aşireti esas olan bir yapı üzerine kuruldu. Bu uygulama, yaklaşık 1300 yıl, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ün emri ile TBMM dışına büyük bir pankart ile “İşleri ve yönetimleri aralarında şura iledir.” Ve ‘Emanetin ehillere verilmesi...’ mahiyetindeki ayet ve hadisler asılmıştır. Böylece Muaviye’nin yıkıp kaldırdığı, Kur’an’ın emri ve Hz. Resulullah’ın mirası olan şura / meclis, yani halka danışarak, herkesin seçme ve seçilme hakkının olduğu cumhuriyet idaresi; tekrar Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile kurulmuş oldu.
Velhasıl cumhuriyet, Kur’an emridir. Cumhuriyet, Hz. Peygamberin mirasıdır. Cumhuriyet Ehl-i Beyt’in, Evlad-ı Resul’ün davasıdır. Cumhuriyet Atatürk ve arkadaşlarının Türk milletine hediyesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadrolardan, başta Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, cümlesinden Allah razı olsun, ruhları şad olsun.
 İşte Hasan Fehmi Hazretleri, bunu beyan ederek “Bugün oldu Cumhuriyet / Kalmadı harice minnet / Oturdu tahtına millet...” diyor.

Batın mana ise şöyledir:
 Hz. Pir’in zuhurundaki irşad ile tevhid-i hakiki keşfi irfanına mazhar oldum. Cehaletle kendime ve aleme nispet ettiğim cümle varlığın yokluğuna, fenafillah müşahedesiyle ulaştım. Bekabillah marifetiyle vahdetin kesreti olan halkı zahirinde, Hakk’ı batında müşahedeyle; Cenab-ı Hakk’ın halk yüzü zuhura gelip fena-yı ruh, beka-yı sır zahir oldu. Demektir.

Oldu bir bayram inde’n-nas
İttihad-ı mecmuu’n-nas
Yeni elbiseler libas
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Zahir anlamı:
 Türk Milletinin birlik ve beraberliği ile yepyeni bir anlayışla, asırlardır devam eden aşiret ve kabile yönetiminin yerine, cumhuriyet kabul ve ilan edildi. Bu tarih aynı zamanda hem milletin gönlünde, hem de kanunen Cumhuriyet Bayramı olarak kabul edildi. Cumhuriyet Bayramı o günden bu yana kutlanmaktadır ve kutlanacaktır, demektir.
Batın manası ise:
 Vahdetin kesret-i (çokluğu) zuhuru olan halk, Hakk’ın vahdaniyetiyle ‘bir’liğiyle  çelişmez, vahdet-i vücuda ters gelmez. Çünkü bu halk olan kesret, Hakk’ın kendi bedeninden zuhur etmesiyle meydana gelir, bu kesret gizli şirk değildir. Bu, tevhidle çelişmeyen ittihat mertebesidir ki “Bir’in kendi ikiliği olan bu keyfiyet, Bekabillah marifetidir. Her kim bu keşf-i marifete ulaşırsa, Cenab-ı Hakk’a nevafil yakınlığının neşesi olan bayramı idrak ederek, Bu bayramın idrakı olan yeni elbiseyle, kurb-u nevafil makamı müşahedesine ulaşır. Vesselam.
                             Kelam-ı Talibi billah
Bize ihda etti Mevla
Bunu bilmezdi şeyh u şah
Yaşasın Pir Melamiyyun Muhammed Nur

Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olan irşadla, zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar oldum. Ki bu bize, Mevla (dost) olan Allah’ın hidayetiyle olan bir hediyesidir. Her kim, Hz. Pir’in irşadı olan meslek-i Resul-ü Melami marifetine ulaştı ise, bu hidayet hediyesine mazhar olarak makam-ı insana ulaşır ve insan-ı kamil olur.
Pir Seyyit Muhammed Nur’un zuhurunu dikkate almayan ve meslek-i Resul-ü Melami irşadından nasiplenmemiş ve Cumhuriyet’ten rahatsız olan şeyhler, sahte-nakıs mürşidler, halifelik ve padişahlık sevdasındakiler, bu hidayet ihsanı olan hediyeyi anlamadılar. Çünkü bunlar makam-ı insandan gafil olduklarından, Hakk’ın hidayetle zuhur-u ihsanı olan insan-ı kamilin kemalat ve marifetini bilemezler. Demektir.

                                                                          Nejdet ŞAHİN