ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ
ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Bahr-i aşka
daldım türlü gevher aldım
Melâmet
deryada hayret içre kaldım
Bahr-i aşk: Aşk denizi, Gevher: Mücevher,Melâmet deryası:Meslek-i Resul-u Melamiirşadı olan zikri
daim, fenafillâh ve bekâbillâh mertebelerinin okyanus gibi marifet ve kemâlat
zenginliği manasınadır.
Buna göre ilâh-i aşk’ın denizine dalmakla nisbet varlığımı aşk denizinde
gark ederek fena ettim. Ve fena’ya / yokluğa ulaşmış kulluğumla nice mücevher
gibi kıymetli olan Hak tecellilerine mazhar oldum. Fakat bu tecelliler içinde,
melâmet deryasının marifet ve kemâlat zenginliği beni hayrete eriştirdi,
demektir.
Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz; “Allah’ım benim hayretimi arttır”
buyurmuşlardır. Çünkü kul’u hayrete eriştiren melâmilik, mesleki resul
telkininde fenafillâh olmak ve Hz.Muhammed (s.a.v ) ahlâkıyla ahlâklanmak
olarak tarif edilir. Ki bu tarifteki melâmet, cümle peygamberlerde ve insanı
kâmil velilerde zahir olan müşterek kulluk neşesidir.
Bu itibarlainsanlığa tebliğ ve irşad’da bulunmuş tüm peygamberlerin ve
insanı kâmil olan evliyanın tamamı Melamiliğe mazhar olup, hepsinin fenafillâha
erişmiş kulluklarında nur-u Muhammed (s.a.v) zahir olmuştur. Bunu ifadeyle Prizrenli
Hacı Ömer Lütfü Hz;
“Lütfü
ihsanı hüdâdan olmasınmı müstefis
Zübde-i fahri risalettir Melâmi zümresi” diyor.
Ki bu ifade, tüm insanığın iftiharı olan
hidayeti nuru Muhammed tebliğ ve irşadı yapan gerek peygamber elçilerinin,
gerek velâyet elçilerinin tebliğ ve irşadında zahir olan zübde’nin / öz’ün,
melâmet olmasının beyanıdır.
Bunu ifadeyle Malik Efendi Hz; Bahr-i
aşka daldım türlü gevher aldım, melâmet deryada hayret içre kaldım, buyuruyor.
Yani ilâh-i aşk’a mensub olmakla birçok kıymetli hikmete nail olduğum gibi,
melâmet deryasındaki (denizindeki) fenafillâh ve bekâbillâh mertebeleri
marifetiyle, velâyet ve nübüvet ruhaniyeti zenginliğinin hayretine daldım,
demektir.
Gemiler
yürürler envâ-ı metâ ilen
Nerden
geliyorlar ben de soramazdım
Enva-ı metâ:Türlü çeşitli kıymetli
mallar demektir. Gemi’den maksat ise
manevi ehl-i beyt / evlad-ı Resul olan tevhidi hakiki ehilleridir. Bunu
ifadeyle Resulullah Efendimiz; “Benim ehl-i beytim Nuh’un gemisi gibidir,
her kim onlara sığınırsa tufandan kurtulur” buyurmuştur. Zamanın
mürşidi kâmilinden meslek-i Resul’u Melami seyri süluku olan zikri daim ve makamatı
tevhid irşadına mazhar olan her salik, “gizli şirk” tufanından kurtularak
Hz. Resulullah’ın, Nuh’un gemisi dediği manevi ehl-i beyt’e mensub olur. Ki her
kim manevi ehl-i beyt ile yakınlık kurar arkadaş olursa o kimse, Resulullah’ın
ümmeti için korktuğu “gizli şirk” “tufanından kurtulur.”
Bu itibarla gemilerin denizde çeşitli
kıymetli mallarla yürüyüp yüzmesi demek; Manevi ehl-i beyt olan ehl-i aşkın ve
arifi billâh’ın zikrullah uyanıklığı ve tevhid (bir’lik) keşfi irfanı gibi
kıymetli cevher mazhariyetiyle, ilâhi sevgilinin güzelliğini sergilediği
kâmilin meclisine yürüyüp, o mecliste zahir olan ilâh-i sevgilinin güzelliğini
müşahede ahengiyle keyiflenmeleridir.
Bunu beyanla, arif-i billâh kâmil-i mürşid Süleyman Kolari Hz. şöyle bir misâl verdi; “Topraktan kendiliğince kayanayıp çıkan su vardır ki, bunlara bazı
yörelerde kaynak veya ayazma denir. O kaynaktan su içmek için
çok eğilmek gerektiğinden kaynak suyunu içmek zahmetli olduğu gibi, su içerken
üst başın, yani elbiselerin çamura bulaşması ihtimâli de vardır. Kim ki,
çiftçlik tarım vb. iş ile uğraşıyorsa onun elbisesinin çamurlanması önemli
olmadığından o kimse, bu kaynaktan hiç zahmet çekmeden eğilip suyu kana kana
içerek susuzluğunu giderir. Fakat kıymetli beyaz renkli elbiseleri olan ve at
üstünde yolculuk yapan bir kimse kaynağı görmesine rağmen, attan inip atı bir
yere bağlama zahmetini ve kıymetli beyaz elbisesinin çamura bulaşma ihtimalini
düşünerek, attan inmez ve kaynaktan su içemeden suya ihtiyacı olmasına rağmen,
susuz olarak yolculuğuna devam eder.” dedi. Ve devamla, “zamanın kâmil mürşidi susuzluğun
giderildiği kaynak gibidir. Ki namı, yüksek mevki ve makamı olmayan ünvansız
kimseler, mürşidi kâmili bulduklarında hemen tevazuyla tenezzül edip onun
irşadına kolaylıkla teslim olurlar. Fakat bazı ünvanı mevki ve makamı yüksek
olanlar ve âlimler, kâmil’in marifet ve kemâlatını görmelerine rağmen
ünvanları, makamları, şan ve şöhretleri engel olduğundan mürşidi kâmile tevazu
gösteremez tenezzül edip eğilemezler. Ve kâmilin irşadından mahrum olarak ömür
yolculuğunu yaparlar.” buyurdular.
Bunu ifadeyle Malik Efendi Hz; Gemiler yürürler envâ-ı metâ ilen, nerden
geliyorlar ben de soramazdım diyor. Yani manevi ehlibeyt olan zamanın
mürşidi kâmilinin ehl-i aşk ve ehl-i irfandan oluşan meclisini. Ve o meclisteki
tevhid (bir’lik) deryası gibi zengin ve çok kıymetli marifet ve kemâlat
kaynağını gördüğüm halde, gururum ve cehlim engel olduğu için kâmil’e yanaşıp
müşküllerimi soramazdım diyerek Malik Efendi Hz; mürşidi kâmile intisab etmeden
önceki ahvâlini beyan ediyor.
Çıktı aklım
baştan yedi eflâk geçti
Beni benden
sorsan haber veremezdim
Eflâk: Felekler, âlemler anlamındadır. Ehl-i kemal;
“Aklı
maaş, aklı mead ve aklı kül / kâmil olmakla aklın üç mertebesi vardır.”
demişlerdir.
Aklı maaş; nefsin yani
kişinin dünya maişet ve geçimine yöneliktir.
Aklı mead; ahirette nefsin
cehennem azabından korunup, amel cenneti nimetleriyle lezzetlenmesine
yöneliktir.
Aklı kül / kâmil ise; Cenab-ı
Hak’tan gayrıya yönelmeyen ve Rabbin vuslatına ermiş olan akıldır. Ki gerek
aklı maaş gerekse aklı mead mazharı olan bir insan, Hak’tan gafletle kendine
nisbetle varlığının olduğunu zanneder.
Buna göre, beyitte yedi eflâk
olarak ifade edilen yedi felekler, her insanın yaratılışından mazhar olduğu; hayat,
ilim, irade, kudret, işitmek, görmek ve kelâm olan yedi sıfatlardır. Ve her
insanda var olan bu sıfatların mefsufunun, yani bu sıfatlarla sıfatlananın
Allah olduğunu Kur’an-ı Kerim’deki birçok ayet beyan etmesine rağmen, aklı maaş
ve mead olan insan, cehaletle bu sıfatları kendinin zannederek mefsufluğu
kendine nisbet eder. Fakat her kim zamanın kâmili mürşidinin irşadı olan zikri
daim ve tevhidi sıfat makamı keşfi irfanıyla aklı kâmile yükselip terakki
ederse o, cehaletle kendine nisbet ettiği yedi sıfatı fena ederek, yedi sıfatta
mefsufun Allah olmasını müşahade eder.
İnsanın kendine nisbetle yedi sıfatı fena ederek bunları Allah’a nisbet
etmesi, aklı maaş ve aklı mead anlayışlarını terk etmesiyle mümkün olduğu için,
çıktı aklım başımdan deniliyor. Yani
maaş ve meada yönelik olan akıl ve anlayışım başımdan gitti demektir. Ve
devamla, yedi eflâk geçtim
buyruluyor. Ki insanın tevhidi sıfat makamı keşfi irfanıyla, yedi sıfatı
kendine nisbet etmeyi terk edip Allah’a nisbet etmesi, yedi eflâk’tan
geçmesidir.
Bu itibarla tevhid-i sıfat keşfi irfanına erişen bir kul, musalla
taşında yatan bir ceset mesabesinde olur. Ki cesette göz var görmez, kulak var
işitmez, el var tutmaz, ayak var yürümez vs. neden? Çünkü cesette olan yedi sıfatı
subutiye artık cesetten ayrıldığı için cesede bir şey sorsan duymaz, bir cevap
bir haber veremez.
Bunu beyanla Malik Efendi; Çıktı
aklım baştan yedi eflâk geçti, beni benden sorsan haber veremezdim diyor.
Yani kâmil’in tevhidi sıfat telkini irşadıyla yedi sıfatı subutiyenin mefsunun
yüce Allah olduğunu keşfettiğimden, cehalet ve gafletle sıfatları kendime
nisbet eden aklı anlayışım başımdan gitti. Ve ben bir cesed gibi kaldığımdan
kendimi dahi ifade edemem, demektir. Bunu ifadeyle Kur’an’da;“…şüphesiz / kuşkusuz Allah
bilir, siz ise bilmezsiniz.”
(Nahl, 74) buyrulur.
Mevc-i derya
çoşdu melâhiler saldı
Yalnız, bir
kaldı ehad dedi âdem
Mevc-i derya:Deniz’in dalgaları, Melâhiler: Cünbüşler, eğlenceler
anlamındadır. Ki Niyazi Mısri Hz;
“Saldın
şikâre (Av’a) çün beni
Âdem olup
bulam seni”
buyurur.
Bu beyan bize insanın yeryüzü olan bu imtihan
âlemde yaratılmasındaki yüce gayenin, âdem-i yokluk ile Cenab-ı Hakk’ı bulup
Hakk’a kavuşmak olduğunu ifade ediyor. Ki bunu beyanla Malik Efendi Hz; melâmet
denizi dalgalandı, tevhid-i zat keşfi irfanıyla âdem (yokluk) olan kulluğum, ehad
/ tek olan zat’a kavuşup vasıl oldu,
buyuruyor.
Mülk sahibi
kimdir hitab etti kahhâr
Kendi cevab
verir benîm Hayy u Kayyûm
Kur’an-ı Kerim’de; “Bu
gün mülk kimindir? Vahid ve kahhar olan Allah’ındır…” (Mü’min, 16) buyrulur ki;Vahid, bir, eşi, benzeri, cüz’ü, parçası
olmayan.Kahhar, kahretmeye muktedir ve her an mutlak galip olan,
demektir. Yine Kuran-ı Kerim’de, “Allahu
lâ ilâhe illâ hu vel Hayy’ül Kayyum / Allah’tan başka ilah yok,
Hayy’dır O, sürekli / daim diridir Kayyûm’dur…” (Bakara, 255) beyanı vardır. Ki “Hayy u kayyum” demek,
Allah’ın “Hay” oluşu, yani Allah’ın diriliğinin / hayatının sürekli ve
kesintisiz olması gibi Allah’ın “Kayyum,” yani Allah’ın mevcudatta
ezelden ebede daima var olmaklıkla tecelli etmesidir.
Dikkat
edilirse bu ilâhinin şah / son beyitinde Malik EfendiMalik, ya da Hilmi
ismini / lâkabını kullanmıyor. Çünkü kulun bekâbillâh’a ulaşıp bekâ
mertebelerinin marifetine erişmesi, kulun Hakk’ın bekâsıyla bekâ bularak Hak’la
var olmasıdır.
Bu itibarla
bekâbillah’ın Cem mertebesi,
kesreti halkı / halk çokluğunu batın, Hakk’ı zahir müşahede olduğu için,
Hakk’ın “Bu gün mülk kimindir?” sorusuna, yine “Vahid ve Kahhar” ismiyle
Cenab-ı Hak kendi cevaplıyarak “benim”
demesi beyan ediliyor. Ve devamla, bekabillâhın Hazretül-cem mertebesi müşahede-siyle Hak batın, kesreti
halk zuhurunda ise kesintisiz sürekli olarak Hakk’ın “Hay” / diri olduğu ifade ediliyor. Yine bekabillâhın Cemmül-cem mertebesi
müşahadesiyle de gerek evvel, gerek ahir, gerek batın, gerekse zahir
tecellisiyle Allah’ın Kayyûm, yani cümle
varlık ve mevcudatta ezelden ebede daim olmaklıkla, Allah’ın varlığı
kaimdir deniliyor. Çünkü bekâbillâh mertebelerinin tamamının mahiyeti, Allah’ın
ebedi sonu olmayan baki tecellilerini müşahede marifet ve kemalatıdır.
Bunu ifadeyle
Malik Efendi, bu beytin son iki satırında kendi isim ve lâkabından hiç
bahsetmeden,
mülk sahibi kimdir hitab etti kahhâr, kendi cevab verir benîm Hayy u Kayyûm
diyerek, Mümin suresinin 16. veBakara suresinin 255. ayetlerinin leddûni hikmetleriyle, bekâbillâh mertebelerini
beyan ediyor. Allahuâlem.