26 Ocak 2016 Salı

EY CÛH-I DİL NOLDU BANA

ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN


                           
                          

Ey cûh-ı dil noldu bana
Gitmez başımdan bu sevda
Yanar bu can hep daima
Ah naruna vah naruna

      Cûh: Yerleşik, yerleşmiş, Dil: Gönül, kalp. Sevda: Muhabbet, aşk,Nar: Ateş demektir. Kalp Arapça takallûb eden, yani bir tarftan diğer tarafa dönen anlamına gelir. Ki bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz; “Ey kalpleri döndüren Alllah’ım kalbimi hidayet üzere sabit kıl.” buyurmuştur. Bu itibarla kalp her tecelliye dönücü olduğundan, kalp hiçbir tecelliyi reddetmez ve her tecelli kalpte yer bulur.   
Cenab-ı Hakk’ın;“...Muhabbet ettim halkı yarattım.”(kutsi hadis) beyanı gereğince, her insanın gönlünde yaratılışından potansiyel olarak muhakkak sevgi / aşk vardır. Ve bu aşk kulun gönlüne Hakk’a âşık olması için fıtrattan / doğuştan verilir. Fakat kul, gönlüne doğuştan verilen bu aşkı Hakk’a değil de masivaya, yani Hakk’ın gayrısı zannettiği mesela spora, sanata, mala, mülke, insana vb. gibi şeylere sarfederse, bu muhabbetler o kulun gönlünde yer tutar. Ve bu muhabbetlerin hangisi diğerlerine galip olup gönlü kaplarsa, gönlü kaplayan o muhabbet kulun canı mesabesinde olur. Fakat kulun gönlüne yerleşen aşk / sevda, eğer Allah aşkı / sevdası ise kul’un can’ı Allah aşkı olur. Ki Allah aşkının narı / ateşi, aşığın gönlünde can mesabesinde olan Hak’tan gayrı alışkanlıklarını yakarak aşığın gönlüne Allah aşkını yerleştirir. Ve o gönülden hiç çıkmayan ilâh-i aşk, o aşığın canı olur.
     Bunu beyanla Malik Efendi Hazretleri, her türlü tecellilere dönüp yönelen dil’ime / gönlüme ne oldu da, Allah aşkı sevdası cûh edip yerleştiğinden beri, gönlüm gayrıyet masiva sevgisine yönelemiyor, Allah aşkını / sevdasını terk edemiyorum da, bu sevda başımdan gitmiyor, diyor. Ve devamla hayat bulduğu, can bulduğu ilâh-i aşk nar’ı (ateşi) ile yanmakta olduğunu ifadeyle de, ah naruna vah naruna buyuruyor.


Durmaz akar gözyaşım vâh
Canım içre bir nar peyda
Kimseye vermem merhaba
Ah hırkatâ vah hırkatâ

Hırkat: hararet, sıcaklık,Peyda: Aşikâr, açık, meydanda olan demektir. Âşık eğer sevgiliden aşkına karşılık görmezse onun işi çok zor olur ve o âşık, maşukun peşinde aşk ile ağlayıp koşar durur. İşte bu ahvâli ifadeyle ilâh-i aşk’ın nar’ı / ateşi canıma sirayet ettiğinden beri gözyaşı döküp ah vah edip ağlıyor ve hiç kimselere selam vermiyorum buyruluyor. Ki bir kimsede doğuştan potansiyelinde bulunan ve Allah’tan başka şeylere sarfettiği aşk-ı, eğer mürşidi kâmil’in irşadıyla Hak aşkına dönüşür ise Hak aşığının nazarından gayrıyet kalkar ve o, daima ilâh-i sevgili ile meşgul olup ilâh-i sevgiliye vuslat (kavuşma) arar. Ki, vuslat hasreti aşığa gözyaşı döktürür.
     Bunu ifadeyle Malik Efendi; canımda ilah-i aşk’ın nar’ı / ateşi peyda (âşikar) olduğundan beri, ah ile vah ile gözyaşım akıyor, ilâh-i sevgiliden gayrısına bakıp muhabbet etmiyor ve onlarla ilgilenmiyorum, onlara selam vermiyor ve merhaba demiyorum, buyuruyor.

Gezdim cihanı baştan başa
Yer tutamadım hiçbir yana
Gönlüm yöneldi hep sana
Ah canıma vah canıma

      Hadisi şerifte;“...Mekân tutmayan yolcu ol...”buyruluyor ki, mekân tutmayan yolcu olmak, aşığın gönlünde ilah-i sevgiliden gayrı bir sevgi ve varlığın olmaması demektir. Bunu beyanla Malik Efendi Hazretlerigezdim cihanı baştan başa ifadesiyle, cümle âlem denilen gayrıyetten / masivadan ilâh-i aşk ile arındım diyor. Ve “... İçine ruhumdan üflediğimde…”(Sad,72) ayet beyanındaki hikmet gereği,“ruh”u / can’ı olan ilâh-i sevgiliye gönlünün muhabbetullah ve ilâhi aşkla yöneldiğini ifadeyle de, ah canıma vah canıma, buyuruyor.

Daim durur derdim Hak'ka
Kimi sevem ondan başka
Fâide vermez bana sivâ
Ah hubbuna vah hubbuna

Hub: Hoş, güzel, iyi anlamında olup ehl-i kemâl; “İnsanın meleklerden üstünlüğü derttir, melekte aşk vardır fakat dert olmaz.” demişlerdir. Eğer meleklerde dert olsaydı, melekler makam-ı insana terakki edip yükselebilirlerdi. Meleklerde dert olmadığından makamı insana terakki edemezler. Ki terakki edip makamı insana yükseliş ancak, ilâhi dert ile olur. Çünkü dertli olan ancak derdine çare derman arar, derdi olmayan çare arar mı? Aramaz. Dertsiz olan çare derman aramadığından terakki edip makam-ı insana ulaşamaz, insanı kâmil olamaz. Ve böylece Rabbin cemalini güzel yüzünü müşahade etmekten mahrum kalır.
      Her insanın her zaman bir derdi olur ve insan o dert peşinde giderek kulluk yapar. Meselâ kimi fakirlik, kimi zenginlik, kimi evlât, kimi hastalık vb. gibi dert ve problemlerle uğraşarak kulluk yaparak ömrünü geçirir. Ki bir insan eğer Allah derdi ile dertlenmezse, yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine kavuşamaz. Bu âlemde Rabbine kavuşamayıp Rabbin güzelliklerini müşahede edemeyen bir insan, dünya ve ahiret ebediyen Rabbin güzelliğinden mahçup (perdeli) olur. Bunu ifadeyle Kur’an’da; “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsrâ, 72) buyrulur.
      Bu imtihan âleminde, Rabbine kavuşup Rabbin güzeliklerini müşahede olan yaradılış yüce gayesine kulu ulaştıracak olan Allah derdi ile insanın dertlenmesini ifadeyle, Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’de; 

Bu Süleyman kuluna rahmet et
Ehl-i derdin sohbetine mahrem et. Diyor.

Yani ‘Allah’ım ben Süleyman kuluna bir iyilikte bulun ve beni derd-i ilâh-i ile dertlenmişlerin meclisine dâhil et, bende Allah derd-i ile dertlenmişlerden olayım.’ demektir. Bu hususta Prizren’li Hacı Ömer Lütfi Hazretleri ise;
Buldunsa eğer derd-i belâdan terakki
Bir derdine bin derdini kat ey dil-i şeydâ, buyurur.

      Ki ‘gayrıyet masiva derdi belâlarından seni kurtarıp terakki ettiren ilâh-i derdin çoğalsın da, ilâh-i dertlerin binlerce olsun’ demektir.Bu itibarla Malik EfendiHazretleri,Derdi ilâh-i ile dertlendiğimden beri Hak’tan başkasını sevmem, bana sivâ olan Hak’tan gayrısını sevmek fayda vermez, diyor. Ve devamla ilâh-i sevgilinin güzelliğini müşahadeyle Ah hubbuna vah hubbuna, buyuruyor.

Mecnun gibi oldum şeydâ
Derdime yok oldu deva
Virdim durur âh ile â
Âh mededâ vah mededâ

Mecnun: Hak âşıklığı ile teşbih edilip özdeşleştirilen âşık kimsedir ve her zamanın Hak aşığı o zamanın mecnunudur. Leylâ ise: ilâh-i sevgilidir ve her zamandaki Hak aşığının sevgilisi, maşuk’u Leylâ’dır. Şeyda: Tutkun, divane demektir.
Ki Malik Efendi Hazretleriilâh-i aşk’a tutulup mecnun gibi oldum, ilâh-i sevgili derdi ile ah edip inliyorum fakat derdime deva bulamıyorum, Âh mededâ vah mededâ diyerek ilâh-i dertlerine çare derman aradığını, beyan ediyor.

Canım oluptur mübtelâ
Daim gelir aşk u belâ
Mahbûbum olsa hüveydâ
Ah minneta vah minneta

     Mübtelâ: Bağımlı, tutkun,Hüveydâ:Besbelli, aleni, meydana çıkmış,Mahbûb: Sevgili, sevilen,Minnet: İyilik etmek, yardım etmek ve şükretmek demektir.
Buna göre Malik Efendi Hazretleri, bedenimde can / ruh olan ilah-i sevgiliye mübtelâlığımdan (tutkunluğumdan) hâsıl olan aşk’ın belâsı, mahbûbum olan ilâh-i sevgilinin güzelliğini hüveydâ yani açıkça görüp müşahade etmek istememedendir diyor. Ve bu husustaki mürşidi kâmilin irşadı yardımına şükrünü ifadeyle de ah minneta vah minneta buyuruyor.

Ateşe dalmış Hilmi'ya
Kalmadı hiç zerk u riya
Aşk ile bulmuştur safa
Ah derdimâ vah derdimâ

Zerk-u riya: Hilyekârlık, ikiyüzlülük demektir. Pir seyyid Muhammed Nur Hazretleri Kur’an’daki;“Ben cinleri ve insanları ancak bana ibâdet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) “ayeti ile Allah, kullarını aşk’a davet eder buyurur. Ki Malik Efendi Hazretleri’de, Hilmi mahlâsı ile İlah-i aşk’ın ateşine dalmış olduğumdan, cehaletle var olduğunu zannettiğim nisbeti vücudumu aşk ateşi yaktı. Gayrıyet olan zerk u riya ikiyüzlülüğü bende kalmadı, ilah-i sevgiliyi müşahadeyle zevk-i sefa sürmem ise ilah-i aşk’ın davetine uyarak derd-i ilâhi ile dertlenmemdendir diyor. Ve bunu ifadeyle de Ah derdimâ vah derdimâ buyuruyor.

BEYT-İ HUDÂ OLDU MATAF-I HUCCAC


   ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ
ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
                       
                       

Beyt-i Hudâ oldu mataf-ı huccac
Yedi terkli nur hidayet bir tac

      Beyt-i Hudâ:Hidayet edici olan Allah’ın evi, Mataf: Tavaf edilecek yer mekân,Huccac: hacılar demektir.
Bu itibarla hidayet edici Allah’ın evini / Beytullah’ı ziyaret ve tavaf etmek emri ilâh-i olup, farzdır. Bunu ifadeyle Kur’an’da; “İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar. (Hac, 27) buyrulur. Ki zahiri yönüyle bir kulun, Hakk’ın bu davetine icabetle hacı olabilmesi için, mikat mahalli denilen sınırda ihram giyerek “Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, innel hamde ve niğmete leke vel mülk, la şerike lek.” der.Yani “Allah’ım çağrına icabetle geldim, emrine amadeyim, senin şerikin / ortağın yoktur, emrine amadeyim emret, hamd / öğünmek ancak sana mahsustur, nimeti veren sensin, mülk senindir, senin şerikin / ortağın ve benzerin yoktur.” telbiyesini getirimeye başlar ve bu telbiye haccın çeşitli rükünlerinde devam eder.   
      Ledduni hikmet yönüyle ise; Hakk’ın hac davetine icabetle kulun ihram giyilen mikât mahalline ulaşması, zamanın Kâmil mürşidini ve meclisini bulmasıdır. Getirilen telbiyedeki ledduni hakikata, makamatı tevhid irfanıyla arif olup ariflere karışmasıyla Arafat vakfesini yapan kul, daha sonra Beytullah / Allah’ın evi olan kalbinde / gönlünde, Hakk’ın zatını tavaf eder. Yani mikat mahalli olan mürşidi kâmil’in irşadıyla, terk-i vücut ihramı giyilip arafat vakfesi yapıldıktan sonra, yedi defa beytullah tavaf edilmekle haccın farzıyeti ifa edilir. Çünkü haccın farzının biri Arafat vakfesi diğeri Kâbe’yi tavaf olmakla iki’dir. Tavafın yedi defa olması ise kendine nisbet ettiği yedi sıfat’larını fena ile terk eden kulun, bekâ olan sıfatı ilâh-i zuhurunun cüz’ünün kemâline mazhar olmasıdır. Ve kul, yedi sıfat’ın kemâl tecellisini talep ile perdesi kalkmış olarak, gönül / kalp Kâbe’sinde zat-ı ilâhiyi yedi defa tavaf eder. Çünkü sıfatı subutiyenin kemâl tecellisi mazharıyetle ancak kul, hidayeti Nur-u Muhammed tacını giyer.
      Bunu ifadeylebeyt-i Hudâ yani hidayet veren Allah’ın evi, hacıların tavaf yeri olup, bu tavaf yedi terkli ve Nur-u Muhammed hidayet tacı’dır, buyruluyor.

Hırka giyüb etti tavaf'a nüzul
Mim-i vasat sırrını nur-ı sirâc

Hırka: Elbise,Nüzul: İnmek / konaklamak,Mim-i vasat sırrı: Açığa / ortaya çıkan Nur-u Muhammed sırrı, Nur-ı sirâc: Nur-u Muhammed’den yayılan aydınlık, ışık manasınadır.
       Buna göre, farz olan Arafat vakfesi ve sonrasındaki farz olmayan müzdelife vakfesini takiben, nüzul ile gelinen mina’da kesilen kurbanla beraber ihram çıkarılır. Hırka veya elbise giyilerek farz olan kâbe tavafı yapılır. Bunu ifadeyle hırka giyipetti tavafa nüzul buyruluyor. Ki, buradaki nüzulun (inmenin, konaklamanın) hikmeti, makamı vahdet-i ilah-i den makamı kesret-i ilah-i müşahadesine olan nüzuldur.
Devamla ifade olunan Mim-i vasat sırrını nur-ı sirâc demek ise sır iken ortaya çıkan Nur-u Muhammed aydınlığı demektir. Çünkü vahdetin kesret-i müşahadesi, ancak hidayet-i Nur-u Muhammed mazharıyeti olan kullukla hâsıl olur. Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz; “Ben Allah’ın nurundan müminlerde benim nurumdan yaratıldı.”  buyurur.

Her demde döner bin kere uşşâkı
Devr-i hübûtden ta ede miraç

      Her dem: Her nefes her an,Uşşak:Âşıklar,Devr-i hübût: Hastalıklı olunan devri zaman,Miraç: Kulun Rabbi’ne vuslatı, kavuşması, manasınadır.
Leddun-i mana yönüyle kesretteki/çokluktaki beytullah yani kabe, hidayet-i Nur-u Muhammed kulluğuna mazhar olan zamanın mürşidi kâmilidir. Ve Hak âşık’ları kâmili ziyeret ederek kâmil’in irşadıyla devr-i hübût’den, yani cehaletle ifa edilen şirk günah vb. manevi hastalıklı kulluktan kurtulurlar. Ve Uşşak, yani Hak âşıkları kâmilin irşadı aydınlığıyla her demde, yani her anda gönül kabesini dönüp tavaf ederek, zat-ı ilâhiye kavuşmakla miraç ederler. 

Evsât-ı dünya suret-i âdem bil
Nokta-i kalp merkezine ola derrac

      Evsât-ı dünya: Dünya’nın ortası/merkezi,Suret-i âdem: İnsan’ın/âdemoğlu’nun şekli, görüntüsü,Derrac: Korunaklı ilerleme, aklın işletilmesiyle olumsuzluklardan korunarak ilerleme manasınadır.
Ki evsatı Dünya yani Dünya’nın merkezi âdemoğlu olan insandır. Çünkü en kemâlli yaratılışın insan olduğunu ifadeyle yüce Allah;“İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin,1…5) ayetleriyle beyan ediyor. Ve insandan başka hiçbir yaratılan Hakk’ın halifeliği ile şereflenmemiştir. Ki bunu ifadeyle de Kur’an’da; “…Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara,30) buyrulur. Bu halifelik, Dünya’ya yani bu âleme gelen her âdemoğlunda potansiyel olarak mevcuttur.
    Buna göre, insandan başka her ne yaratılmış ise o’nda Hakk’ın bazı sıfatları vardır. Ve yaratılanların her biri, sıfat tecellisiyle açığa çıkan isimlerden bir isim alır ve o isimle bilinir. Fakat insan / âdemoğlu her yaratılanda var olan sıfatı ilâhinin cem’ine / toplamına mazhar olan yegâne yaratılış olması itibarıyla, cümle âlemlerin ve âlemdekilerin sırrını taşımakla dünyanın evsat-ı yani merkezidir. Bunu ifadeyle Hasan Sezai Hazretleri;

“Cümle sıfatı cem etti anda
Türlü cevherler koydu ol kânde
Gözün aç sakın gezme yabanda
Her ne dilersen dile Âdemden dile” demiştir.

      İnsanın potansiyelinde mevcut olan âdemiyetin ve Hakk’ın halifeliğinin aktif olup, âdemiyeti yani âdem-i kemâlatı bulması için. Nokta-i kalbe yani manevi vücudun hasleti olan kalp makamında zat-ı ilâh-i müşahadesine, derrac ile yani sağlam ve korunaklı olan aklı kâmil ile ulaşması icap eder. 
Ki bunu beyanla evsât-ı dünya, yani dünyanın orta merkezinin suret-i âdem (âdemoğlu) olduğunu bil. Nokta-i kalp merkezine, Yani makam-ı kalp müşahadesiyle Hakk’ın zat-ı vahdetine ulaşmak için, derrac yani insan-ı kâmil marifetinin kontrol ve korunağı gerekir, buyruluyor.

Remz-i sıfat kurbet-i zata irüb
Efâl u sıfat kıla zata zevvac

Remz-i sıfat: Sıfat’ın taşıdığı anlam ve mana,Kurbet-i zat:Zat-ı ilâh-i yakınlığı,Zevvac: Kavuşturan, vuslat ettiren demektir.
Kâbe, Hakk’ın zatı’nı ifade ettiğinden Beytullah / Allah’ın evi olarak isimlendirilir. Hac’da hacıların Beytullahı yedi defa tavafından maksat, yedi sıfatı ilâhinin kemâl tecellisiyle zat-ı ilâhiye yakın olmayı ifade eder. Bu itibarla her âdemoğlunun mazhar olduğu sıfatı subutiye, Hakk’ın zat’ından açığa çıkarak zahir olur. Ve sıfatların cemine/toplamına mazharı olan her âdemoğlunun yaratılış amacı, Hakk’ın zat’ına vuslattır / kavuşmaktır. Ki cümle sıfatlarda zahir olan zat’ı ilâhiye ulaşıp vuslat etmek gerektiğini ifadeyleremz-i sıfat’ın manası zat’a kurbet/yakınlaşıp erişmektir / ulaşmaktır, buyruluyor.
Ef’al / işler ve sıfatlar hep zat’ı temsilenaçığa çıktığından zat, cümle ef’alde fail, cümle sıfatlarda ise mefsuf olarak mevcuttur. Eğer fiil ve sıfat müşahade edilir de, fail ve mefsuf olan zat müşahade ve zevk edilmezse, tevhid hasıl olmaz. Tevhid, ancak zat’ı ilâh-i  müşahadesiyle hasıl olur. Bunu ifadeyle Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri;“Ef’al ve sıfatı ile zat bilinmez, zat ile ef’al ve sıfat bilinir.” diyor.
      Çünkü sıfat ve ef’al zat’ın zuhuru olduğundan ef’al ve sıfatta zat-ı mevcudiyet olmasa ne fiil, ne de sıfat olur. Bunu beyanla ef’al ve sıfat zat’ı temsil ettiğinden, ef’al ve sıfat ancak delil olmakla zat’ı ilâh-i nin zevk edilmesine zevvackılınır(kavuşturandır),deniliyor. 

Nâ ehle haram oldu bu mescid
Ehl-i haram oldu harama mizac

Nâ ehil: Ehil olmayan demektir. Kur’an’daki;“Ey inananlar Müşrikler bir pisliktir. Artık bu yıllardan sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar...” (Tevbe,28) beyan gereği zahiren müşriklerin, yani “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluh”kelime-i şahadet imanı olmayan gayrı Müslim olan şirk ehillerinin, Beytullah’ın etrafı olan mescid-i harama girmeleri haramdır / yasaktır.  Ancak kelime-i şahadet imanına mensub olan müminler mescid-i harama girip Beytullah’a kavuşarak tavaf edebildiklerinden müslümanlar mescid-i harama girebilirler. Ki Müslümanlar mizaçlarıyla, yani tevhid-i iman itikat ve ahvalleri gereğince mescid-i haram ehilleridir.
Hakikata göre mescidi harama yakın olmak ve olamamak ise şöyledir; Hadisi kutside Cenab-ı Hak; “Ben göklere ve yere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım.”buyurur. Ki bu kutsi beyana mazhar olan müminin gönlü de, zat-ı ilâh-i kabe’sidir. Ve böyle bir mümin, sıfatı subutiyenin kemâli mazharıyetiyle gönül kabesinde zat-ı ilâhiyi tavaf eder. Gönülde zat-ı ilâhiyi tavaf etmek, na ehil olan gizli şirk ehillerine haramdır. Çünkü Hz.Resulullah’ın;“Ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım.”dediği “gizli şirk” beytullah olan müminin gönlündeki vahdet-i zat tecellisini, sıfatı subutiyenin kemâl mazharıyeti ile tavaf etmesine engel olur.
      Gönül kabe’sindeki vahdet-i zatı ancak, zamanın Kâmil mürşidinin zikri daim ve tevhid-i hakiki irşadından nasiplenerek şirk-i hafi (gizli şirk) den kurtulan hakiki, gerçek müminler tavaf ederler. Ki, bunu ifadeyle Kur’an’da;“Gerçek müminler ancak o kişilerdir ki; Allah’ı zikrettiklerinde kalbleri titrer ve onlara Allah’ın âyetleri okunduğunda bu onların îmanlarını arttırır ve onlar yalnız Rab’lerine güvenip / tevekkül ederler.” (Enfâl, 2) buyrulur. Bu gerçek müminler, zikri daim ve tevhid-i hakiki keşfi irfanı olan mizaçlarıyla, zat-ı vahdet kabe’si olan gönülleriyle, mescid-i haramehilleridir.

Beyt-i Haram sırrını arif Hilmî
Hüccac içine oldu heman sertâc

      Zamanın kâmil mürşidi olan Malik Efendi Hazretleri gönül kabe’sinde vahdet-i zat’ın, her yerde ve her an’da ki tecellisini yerli yerinde müşahade tavafını yaptığından, Hilmi lakabıyla; beytullah ve mescid-i haramın sırrına arif olan, cümle hüccac (hacıların) içinde sertac (baş tacı) olduğunu beyan ediyor. Allahuâlem.

HER TARAF BERBAD OLUP OLDU HARAB


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Her taraf berbad olup oldu harab
Gönlüm içre duzah-ı aşk kıldı tâb

Duzah: Cehennem, Tab: Parıltı, aydınlanma demektir. Pir Seyyid Muhammed Nur Hazretleri;“Aşk’ın aşk, vahle ve heyman olmakla üç merhalesi vardır. Âşık zerresine varıncaya kadar maşukuna (İlah-i sevgiliye) yönelmesine aşk denir, bu hal’in sahibi âşıktır. Zerresine varıncaya kadar maşukuna yöneldikten sonra âşık’ın kendinden geçmesine vahle denir. Kendinden geçtikten sonra maşukunu kendinde müşahade etmesine ise heyman denir.” buyurmuştur. Ki ilah-i aşk her kimde hâsıl olursa, o kişinin gerek kendinin gerekse cümle âlemin varolduğunu zannettiği nisbet varlığı, ilâh-i aşk ateşiyle yanar. Ve Hak aşkı cahillerde olmaz, arif-ibillâh ve ehli kemâlde hâsıl olur; bunu ifadeyle İmam-ı Gazâli Hazretleri; “Mecaz / ağyâr aşkında bile bir güzelin güzelliği bilinip ve görüldükten sonra âşık olunur. Ki güzeller güzeli olan Allah’a bilinmeden ve görülmeden âşık olunmaz, ancak Allah’ın güzellikleri bilinip görüldükten sonra Allah’a âşık olunur.” diyor.
      Bu itibarla ilâh-i aşk’a mazhar olan âşık’ın cehaletle kendine nisbet ettiği cümle fiil ve sıfatların aşk ateşi ile yanıp fena / yok olmasını ifadeyle Malik Efendi Hazretleri;her taraf yani cümle âleme ve kendime nisbet ettiğim varlığım fena bularak berbad ve harab oldu. Gönlümün içindeki cehalet duzahı / cehennemi ilâh-i aşk ile tab oldu, yani pırıldayıp tevhidi hakiki irfanıyla aydınlandı, buyuruyor.

Kurb-ı sultan ateşidir bu ateş
Yedi cahîmi yakıp etti kebâb

      Kurb-ı sultan ateşi:Cümle âlemlerin ve âlemlerdeki her şeyin melik’i / sultanı olan Hakk’a, kul’un yakın olup kavuşma aşk’ından hâsıl olan ateş’tir. Yedi cahimi yakıp etti kebâb demek ise: İnsanı var eden hayat, ilim, irade, kelam, görmek, işitmek ve kudret olan yedi sıfatlardır. Cehaletle Allah’a ait olan bu sıfatları kendine nisbet eden bir kul eğer Hak aşkına mazhar olursa, kendine nisbet ettiği bu sıfatları tevhid-i sıfat keşfi irfanı ile fena bulup yok olur. Ki, bunu ifadeyle âlemlerin meliki / sultanı olan Hakk’a kurb (yakınlık) ve vuslat aşk’ı nın ateşi, kendime nisbet ettiğim yedi sıfatı kebâb gibi yakıp fena etti, demektir.

Hem hatab gibi vücudum yandı âh
Firkatin kibritiyle oldu türab

     Hatab: Odun, ağaç kütüğü,Firkat: Ayrılık,Türab: Toprak, demek olup, tevhid-i sıfat makamının keşfi irfanına ulaşan bir Hak aşığının sıfatları fena bulduğunda vücudu bir odun, ağaç kütüğü gibi kalır. Ki, ilâh-i aşk’ın nar’ı / ateşi o odun gibi olan vücut varlığını da yakıp kül eder. Bunu beyan ilehatab (odun) gibi vücudum firkat (ayrılık) kibriti ile tutuşup türâb (toprak) oldu buyruluyor. Ki ilah-i sevgiliden ayrı kalmak hasreti tutuşturdu da, bir ağaç kütüğü gibi olan vücudum, türab, yani yerle yeksan olup fenafillâha erişti demektir. Ki ilâh-i aşk’ın vahle mertebesi ile aşığın vücud varlığını fena / yok ederek kendinden geçmesi ifade ediliyor.

Kendi yakar hem yanar kendi dahi
Nice ider kendi kendini azab

      Kur’an-ı Kerîm’de;“Allah şahittir ki; Allah’tan başka ilah olmadığına, melekler bir de âdil âlimler şahittir.” (Al-iİmran, 18) buyrulur. Bu ayetin ledduni hikmet yönü, ilâh-i aşkın heyman hâlidir. Aşk’ın heyman hâlinde, aşığın yokluğunda maşuk olan Hak zahir olur. Ve aşığın kuvvasında Hak kendi zuhurunda kendi kendini müşahade eder, kendi kendini işitir, kendinden başka ilâh varlık olmadığına kendisi şahitlik edip, kendi kendine muhabbet ederek aşkını ilan eder. Ki bir kul buna ancak ilâh-i aşk’ın heyman tecellisiyle mazhar olur.
      Ehli kemâl’den rivayet edildi ki, Bağdat Halifesi Mecnun-un haline acıyıp, onları birleştirmek için Leylâ ile Mecnun’u huzuruma getirin diye emreder. Ve Leylâ ile Mecnun gelir.
            Halife: ey Mecnun nasılsın dediğinde,
            Mecnun: “ben olda bil” der.
            Halife: “işte leylâyı sana vereyim sen Leyla’yı al, bu hasret sona ersin de kendine gel” dedi.
            Mecnun ise: “Leylâ benim, beni bana nasıl verirsin” der.
            Leylâ: Ey Mecnun ben Leylâ’yım dediğinde
            Mecnun: ”Eğer sen Leylâ isen ben kimim? Leylâ iki’midir ki, deyip Leylâ’ya bakmadan, Leylâ Leylâ diyerek oradan gider.
      Bu itibarla ilâh-i aşk’ın heyman mazharıyeti ile Malik Efendi Hazretleri; aşk ateşi narından hâsıl olan yakıcılığın, yanıcılığın ve cümle tecellinin zat-ı vahdetin kendinden kendine olan zuhuru olduğunu beyan ediyor.

Mâlikîyâ arada kaldı mahv olub
Çün secerden ene rab oldu hitâb

Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak Hz.Musa’ya hitaben;“İnniy ene Rabbüke fahla na’leyk inneke bil vadil mukaddesi Tuva / Muhakkak ki ben senin Rabbinim! Hemen iki nalınını çıkar muhakkak ki sen mukaddes vadi tuva’dasın.” (Taha, 12) buyurur. Bu ayette Hz.Musa’nın mukaddes vadi olan tuva vadisine dâhil olduğunu yüce Allah o’na ağaçtan konuşarak “ene rabbuke / ben senin Rabbınım” demekle ifade etmiştir. Ki ledduni hikmet yönüyle “mukaddes vadi” olan tuva vadisi, ilah-i aşk vadisidir. “İki nalınlar” ise dünya ve ukba muhabbetidir. Her kim ilah-i aşk mazharıyetiyle dünya ve ukba muhabbetini terk edip, nisbet varlığını yakıp mahv ederse o kul, Hakk’ın ebediyeti-ne bekâsına intikâl ederek, Hak ile bekâ bulup ölümsüz olur. Ve onun müşâhadesinde Rabbin’den başka hiçbir şey olmaz. O, cümle suretlerdeki her tecellide Hz.Musa gibi daima rabbine nazar eder, Rabbini işitir. Bu hitabın yanan bir şecerden (ağaçtan) yapılması ise nisbet varlığı aşk’ın ateşi ile yanan Hak aşığı kulluğunda ancak “ene rabbuke - ben senin Rabbın’ım hitabının zuhur etmesini ifade eder.
Bunu beyanla Malik Efendi Hazretleri; Hak aşk-ı varlığımı fena (yok) ederek yakıp mahvetti, fakat mahv olan ve şecer gibi yanık kulluğumdan ene Rab (ben Rabbin’im) hitabı zahir oldu.