14 Ekim 2016 Cuma

MUHARREM AYI, KERBELA, ŞEHİTLER ŞAH-I HZ. HÜSEYİN

Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamt, resulü Muhammed Mustafa’ya (sav) ve evlatlarına / ehli beytine selâm olsun. O evlâdı resul ki, her zamanda mevcut ve sağ olup insanlığı aydınlatmaktadırlar.
        Yüce Allah’ın Kuran’daki; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git / onlara danış / istişare et...” (Al-i İmran-159) Ve “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura-38) Beyan ve buyruğu gereğince Hz. Muhammed; insanların kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini kaldırıp “şurayı / meclisi”, yani halkın meclisini kurmuş ve o meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur.
        Yine “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa-58) Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber Efendimiz; belli aşiret mensuplarına değil liyâkata yani işin ehli olan kişilere değer vermiş ve her işin başına ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir.
        Çünkü Hz. Resulullah’ın zuhuruna kadar aşiret, kabile reisleri toplumu yönetiyor ve onlar ne derlerse o oluyordu. Aşiret reislerinin kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, Allah’ın emri doğrultusunda bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan, aşiretinden dolayı üstün olmayacağını ilan etti. Ve her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurduğu gibi, kendisi de bizzat uyguladı. Ve böylece Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı.
        Bu uygulama Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı müddetince devam etti. Ve bunların hiç birisi, kendisinden sonra oğlunu kardeşini veya kendi aşiret ve soyundan geleni kendi yerine emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir seçelim mi”? Diye sorduklarında Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için seçmeyin, lâyık ve ehil ise öyle seçin” demiştir.
        Bu itibarla şuranın / meclisin, yani halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçmesiyle emirül Mümin’in (devlet başkanının) tespit edilmesi, yüce Allah’ın kuran kaynaklı açık emri olduğu için Hz. Resulullah Efendimiz; kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir / başkan şu veya bu kişi olsun demedi. Halbûki o zaman, Hz. Peygamber kendisinden sonraki emir / başkan olarak hangi sahabeyi ifade etse idi o kimse tereddütsüz emirül mümin, yani devletin başkanı olurdu.
        Halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçme uygulaması, Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ki, Allah’ın emri olan ve Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı seçici halk şurasını / meclisini Muaviye kaldırıp lâğvettiği gibi; ehli kemal ve ehli irfan olan sahabe ve müminlerin itirazlarına rağmen Muaviye, oğlu olan Yezit’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Ve Resulullah Efendimizin kaldırdığı cahiliye geleneği olan aşiretçiliği kabileciliği tekrar ihya edip diriltti. Muaviye; buna karşı gelen Resulullah’ın sahabelerini ve müminlerin kimilerini şehit, kimilerini de sürgün ettirdiği gibi, Hz. Hasan’ı da karısına zehirlettirdi.
        Bu şekildeki oldubitti ile Muaviye oğlu Yezit’in emir / padişah olmasını kabul etmeyen küfe halkı, emir el mümini (müminlerin reisini) seçmek üzere toplayacakları halk meclisine başkanlık yapması için, Hz. Hüseyin’i küfe şehrine davet ettiler. Ve Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin can mal güvenliğini sağlamayı da taahhüt ettiler. Fakat küfeliler, maalesef bu taahhütlerini yerine getiremediler. Ve Hz. Hüseyin’le beraberindekiler, toplanacak olan halk meclisine başkanlık (reislik) etmek için Medine’den küfeye giderken kerbelâ mevkiinde, Muaviye’nin padişah olarak atadığı oğlu Yezit’e bağlı zorba katiller tarafından şehit edildiler.
        Kısaca özetlediğimiz ve İslâm dünyasında derin bir üzüntü ve keder hisleriyle malûm olan bu kerbelâ hadisesi, çok kimselerce çok değişik açılardan değerlendirilmiş ve hâlen de değerlendirilmektedir.
        Günümüzde de her hicri takvim yılının muharrem ayında bu kerbelâ hadisesi çeşitli etkinliklerle yâd edilip anılmakta, oruçlar tutulup, perhizler yapılıp, aşure dağıtılarak ziyaretler yapılmakla beraber, Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edilişleri vaazlar ve sohbetler yapılarak tekraren hatırlatılır. Ayrıca, küfe halkının Hz. Hüseyin’e yaptıkları koruma taahhütlerini yerine getirememe üzüntüsüyle kendilerini döverek / dövünerek yas etmelerini, günümüzde de bazı müminler devam ettirerek kendilerini dövüp kendilerine eziyet edip kanlarını akıtmak gibi abartılı yas törenleri de düzenlerler.
        Bazıları ise; Camilerde vaaz-ı nasihat edip Cuma hutbelerinde hutbe verirken, sanki bu yas törenlerine alternatif olarak, ‘Hz. Âdem’le Havva validemiz muharrem ayında Arafat ta buluştular; Hz. Nuh tufandan bu muharrem ayında kurtuldu; Yunus as. Balığın karnından bu ayda karaya çıktı’ vb. gibi peygamber kıssalarını ön plana çıkarıp, kerbelâ hadisesinden de etliye sütlüye dokunmadan kısaca bahsederler. Bunlar vaazlarında, o zaman Şam şehrinde vali olan Muaviye’nin emirül mümin Hz. Ali’ye isyan eden bir asi olmasını; Muaviye’nin Hz. Hasan’ı karısına zehirleterek öldürüp şehit ettiren bir azmettirici olmasını da söylemedikleri gibi; “De ki bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura- 23) Kuran beyanı ile yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ehli beyti Hz. Hüseyin ile beraber katledenlerin baş katilinin Muaviye oğlu Yezit olduğundan da hiç bahsetmeden, güya kerbelâyı da kısaca anlatıyorlar.
        Maalesef günümüzde baktığımızda, her hicri yılın muharrem ayında Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edildiği kerbelâ etkinliği olarak müşahede edilen manzara, aşağı yukarı böyledir. Oysa kerbelâ hadisesinin zahiri ve tarihi yönü haricinde leddûn-i manevi yönüne bir bakılsa, nice hikmetler olduğu müşahede edilir. Ki biz kerbelâ hadisesini leddûn-i hikmetleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.
        Buna göre; rivayet olur ki, Hz. Ali ile Hz. Fatma ilmi tevhidi hakikiden, yani tevhidin hakikat yönünden bahisle kendi aralarında sohbet ederken, onları dinleyen oğul Hz. Hüseyin; “Ey benim anam babam siz ne konuşuyorsunuz ki ben dinlediğim halde hiçbir şey anlamıyorum”.  Deyince Hz. Ali; “biz annenle bir ilim tahtında ki buna kuşdili derler. Bu lisanla konuştuğumuz için sen konuştuklarımızı anlamadın. Eğer bu ilmi öğrenmek istersen dedene (Hz. resulullaha) git bu durumu söyle” diyor. Ve rivayet olunur ki Hz. Hüseyin ağlaya ağlaya resulullah efendimize gidip durumu anlatınca Hz. peygamber; “var babana selâmımı söyle sana bu Kuşdili olan ilmi öğretsin” buyuruyor. Ve babasına gelen Hz. Hüseyin selâmı söyleyip keyfiyeti anlatınca Hz. Ali, teveccüh açıp bir defa da mesleki resul seyri süluku’nun tamamını Hz. Hüseyin’e telkin edip onu irşat ediyor.
        Hz. Ali’nin kuşdili olarak ifade ettiği ilim, tevhidi hakiki ilmi irfanı olup bu ilim kuranda; “leddun ilmi” (Kehf-65) olarak beyan edilir. İmi leddûn açısından muharrem ayı; Hz. Ali’nin imamı olduğu velâyet makamını remzeder. Leddun-i yönden kerbelâ: İnsanı velâyet makamı keşfi irfanına eriştiren mesleki resul seyri sülukunu ifade eder. Ledduni açıdan Kerbelâ da şehit olmak ise: Velâyet irşadı ile şehitlik mertebesine ulaşmayı remiz eder.  
        Kuran’ı Kerim’de şehitlik mertebesini ifadeyle, “Ant olsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha hayırlıdır. Ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah’ta / Allah katında Haşr olacaksınız / toplanacaksınız.” (Ali imran-157,158) Buyrulur ki bu kuran beyanından açıkça anlaşıldığı gibi şehitlik; Allah yolunda ölenler ve öldürülenler olmakla iki kısımdır;
        Buna göre “Allah yolunda öldürülenler; kılıç şehidi olup, bu şehitler din vatan uğruna canını feda edip öldürülerek şehitlik makamına yükselenlerdir.
        “Allah yolunda ölen” şehitler ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde “ölmeden evvel ölenlerdir.” (Hadisi şerif) Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, “İnsanlar gaflettedir öldükleri zaman uyanırlar.” deyince, meclisteki bazı sahabelerin; “Ya Resulullah ölümle uyanacağımız gafletten kurtulmak için ne yapalım?” sorularına cevaben Hz. Peygamber Efendimiz; Ölmeden evvel ölün. Sizin gibi yer, içer, gezer fakat ölmeden evvel ölenlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir’e bakın o, onlardandır.” Buyurmuşlardır.
        İşte her kim bu imtihan âleminde “ölmeden evvel ölürse” o, Şah’ı Hz. Hüseyin olan şehitler katına / mertebesine yükselir. Çünkü şehit, şahit olmak demek olup, bu şahitlik kul’un kendinde ve cümle eşyada mevcut olan “Allah’ta / Allah katında Haşır olması, toplanmasıdır.” (Ali imran-158) Ve insanın rabbin cemalini müşahede ederek şahit olmasıdır. Bu şahitlik / şehitlik için, zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla Hz. Ali’nin imam olduğu velâyet mertebesi keşfi irfanına ulaşmak icap eder. Ki buna ulaşmak için Kerbelâyı remiz eden fenafillâh makamlarının fenayı efal, fenayı sıfat ve fenayı zat keşfi irfanıyla kulun kendine nispet ettiği varlığını fena edip yokluğa eriştirmesi gerekir. Ve her kim nispet varlığını fenaya / yokluğa eriştirirse o kişi, Hz. Ali’nin “kuşdili” dediği tevhidi hakiki irfanına, yani tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla rabbine kavuşup, rabbin vahdet-i cemaline şahit / şehit olur. Ve “ölmeden evvel ölen” şehitlerle beraber Hz. Hüseyin’in şah ve sancaktarı olduğu şehitler mertebesine dâhil olur.
        Bu itibarla şehitler şahı Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut etmek, muharrem ayında peygamber kıssalarını anlatmak, perhizler yapmak veya kendini dövmekle değil, şehitlik makamına yükselerek şehitler Şah’ı Hz. Hüseyin sancağı altına dâhil olmakla mümkündür.
        Bunun için bir insan; leddun-i yönden muharrem velâyet irşad-ı aydınlığına kerbelâ seyri süluku ile erişip, ölmeden evvel ölürse ancak şehitlik makamına yükselir. Ve Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut eder. Vesselam. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.
                                                                                                                                                     
                                                             Nejdet Şahin                                    

                                                 25Aralık2010 cumartesi