10 Aralık 2016 Cumartesi

Tevhid Aydınlığı HASAN FEHMİ DİVANI şerhinden/açıklamsından seçmeler (4)


Mervan kimdir? Muaviye kimdir? Yezid kimdir?

EYÜP SULTAN Hz. İstanbula nasıl geldi?



Muhammed birliğe edince sala

Ali Zülfikar’ı saldı dört yana

Ol gürüha dahil buldular felah



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Herdem gönlümdeki mihmanım Ali



Cenab-ı Hak, insanların içinden seçtiği elçiler vasıtasıyla kullarını uyararak, iyiyi ve kötüyü haber verir. Bu elçilik, nübuvvet/peygamber elçiliği ve velayet elçiliği olarak zahir olup tahakkuk eder. Peygamberlerin sonuncusu, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed (sav)’dir, kıyamete kadar başka bir peygamber gelmeyecektir.

Velayet yoluyla irşat ise, her zamanda yapılmıştır ve yapılmaktadır. Velayet elçiliğiyle olan irşada nübüvvet-i teşri’a denilmiştir. Bu irşad, makam-ı nübüvvetin, peygamber varisi olan ilim sahibi veliler tarafından açıklanmasının, tebliğ ve irşadıdır. Çünkü hadis-i şerifte “Alimler nebilerin varisidir.” buyrulmuştur. Başka bir beyanında Hz. Resulullah “Allah beni nurundan; müminleri de benim nurumdan yarattı.” diyor. Ki bu yaradılış, Hakk’ın zat-ı ehadiyet nurundan zuhura getirdiği, bu alem-i kesretteki hidayet tecellisinin baş mazharı Hz.Muhammed, ve nuru Muhammed mazharı olan kamil mürşit ve alimlerdir.

Bu itibarla kamil mürşit, irşadını hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetle yapar ki, tüm zamanlardaki kamil mürşid olan velilerin imamı Hz. Ali’dir. Hz. Ali’ye tabi olan kamilin irşadı ise, Zülfikar olan marifet kılıcıyla cümle cehalet ve zanları keserek, makamat-ı tevhid marifetiyle salikleri aydınlatmaktır. Bu irşad halen zamanın mürşid-i kamili tarafından, insanın var olduğu her yerde ve her alemde yapılmaktadır ve yapılacaktır. İşte her kim ki, kendi zamanındaki kamil mürşidin irşadıyla makam-ı velayetin keşfi irfanına ulaşırsa, o ebediyen kurtuluşa erip felah bulur.

Medet, imdat dilemek, yardım istemek demektir. Kamil mürşid, Hz. Peygamber Efendimizin baş mazharı olduğu hidayet nurunu temsil eder ve nur-u Muhammed’le saliklerin, taliplerin ve aşıkların imdadına yetişip, onları irşad ederek aydınlatır. Bu itibarla kulun medeti, yani yardımı Nur-u Muhammed’dir. Bir kimse, Nur-u Muhammed’e ancak kamil mürşidin irşadıyla mazhar olur. Bu mazhariyetle kul, velayet şehrine dahil olup, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesinin aydınlığına kavuşur. Böyle arif ve kamil bir kulun, her an gönlündeki mihmanı, misafiri Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet keşfi marifetidir.



Hakikat şehrinde durduk namaza

Aşıklar kıblesi ‘semme vechullah’

Dört tekbirle cümle uyduk imama



Medet ya Muhammet şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Hz. Peygamber Efendimiz “Namaz müminin miracıdır.” buyurmuşlardır. Vakitlerle kılmamız emir ve farz olan namazda kıbleye, yani Beytullah’a yönelmemiz ve namaz esnasında Allah’tan başka bir şeyle meşgul olmamamız, ilm-i şeriata göre miraçtır. 

İlm-i hakikate göre miraç; namazın iç yüzü, mahiyetidir. Bu mahiyet kulun Rabbine kavuşup, Rabbini müşahade etmesidir. Hakikat şehri, meratib-i ilahinin dört teveccühle ulaşılan mertebesidir ki, o mertebeye ulaşan kulun müşahedesinde Hak’tan başkası olmaz. Kur’an’ın “Feeynema tüvellu fe semme vechullah / Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanındaki  mazhariyetle, hakikat şehrine dahil olan kul, hep Hak’la olup Hak’tan başka görmez. İşte bu müşahede ve ahvâl hakikat şehridir. Bu hakikat şehrine meslek-i Resul’ün dört teveccühüyle, yani dört telkiniyle ulaşılır ki, beyitte ifade edilen dört tekbirden maksat budur. Bu şehrin imamı ise, tabi olunup uyulan Al-i prensipler telkinatıdır. İşte ilahi aşk mazhariyetiyle bu makama ulaşan kulun müşahedesinin yönü, yani kıblesi ‘semme vechullahtır ki, o her nereye dönüp yönelse Allah’ın vechini görür. 



Muhammed’e Kur’an indirdi Allah

‘La taknetu’dedi ‘min rahmetillah’

Biz mahrum olmayız şahımız penah



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Kur’an-ı Kerim’de “kul ya ı’badiyellezine esrafu ala enfüsihim lâ taknatu min rahmetillahi, innallahe yağfirüzzünube cemiia, innehü hüvelğafurürrahim. Ve eniibuu ila rabbiküm ve eslimu lehü min gabli en ye’tiyekümül’azabü sümme la tünsarun. / De ki; ey kendilerinin / nefislerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder, şüphesiz ki O çok affedicidir, çok merhametlidir. Size azap gelip çatmazdan evvel Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.” (Zümer, 53-54) buyrulmuştur. Bu ve benzeri ayet beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi Allah, kullarını kendisinin razı olduğu bir kullukla, Rabbine yönelmesi ve O’nu bulup O’na vasıl olması için yaratmıştır. Kulun Allah’ın razı olduğu bir kullukla meşgul olması kendinin / nefsinin menfaatinedir. İnsanın, yaratılışının amacı olan Rabbini bulup Rabbine kavuşması, kendisi için en büyük rahmettir, iyiliktir. Tersini yapar da İnsan bu imtihan aleminde Allah’ın razı olmadığı bir kullukla meşgul olursa, kendisine en büyük kötülüğü ve zulmü yapmış olur. Bu itibarla her İnsan, Allah’ın rahmetine kavuşma ve kendine zulüm etme potansiyeline, yeteneğine mazhardır.

İnsan son nefesine kadar, Allah’ın rahmetine kavuşabilir, çünkü İnsan, Allah’ın rahmet ve iyiliğine kavuşup kavuşmamasını, bu imtihan aleminde yaptığı kulluğuyla kendisi belirler, vesselam.

Keremallahu veche’ Allah’ın kerem, ikram yüzü demektir. Bu ikram, kulun mazhar olabileceği en yüce rahmet ve iyilik olan Allah’ın cemaline kavuşmasıdır. İşte cümle sahabeler içerisinde ‘keremallahu veche’ unvanı sadece cümle velilerin imamı olan Hz.Ali için kullanılır. Hz.Ali’nin ‘Keremallahu veche’ yani Allah’ın kerem yüzüne mazhar olması, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesi irşadıyla ancak, kulun Allah’ın cemalini görüp ona vasıl olmasındandır. Hz. Ali’ye tabi olan her zamandaki mürşid-i kamilin velayetle olan telkin ve irşadı da, kulu cemal-i ilahiye vuslat ve müşahede ikram ve rahmetine kavuşturur. Bu itibarla cümle insanı kamil veliler, cemal-i ilahi ikramına mazhar olmuşlardır. Bir kulun bu imtihan aleminde mazhar olabilecek olduğu en yüce rahmet işte bu ikrama mazhar olmasıdır.

Çünkü Allah, kullarını kerem yüzünü bulup, cemaline kavuşsunlar diye yaratmıştır. Her İnsan bu alemde son nefesine kadar bu rahmete kavuşabilme potansiyeliyle yaratılmış olduğu için, veliler şahı Hz. Ali’ye  tabi olan, Allah’ın cemalini ikram ettiği mürşid-i kamili bulduk. Onun irşadı olan makam-ı velayet irfanıyla, Allah’ın cemaline kavuşma ikram ve  rahmetinden asla ümit kesmeyiz, deniliyor.



Ehl-i Beyt’i kasteyledi ol Mervan

Susuzluktan şehid oldular sıbyan

Aşıklar ciğerin kıldılar büryan



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Mervan adındaki şahıs, Emir-el Mü’minin Hz. Osman (ra)’ın katibiydi. Zamanın Mısır valisi, zalim birisi olup halka zulüm ederdi. Halk, valinin zulmünden bıkmıştı ve Medine’deki Emir-el Müminin Hz. Osman’a  valiyi şikayet  etmek üzere bir heyet gönderdiler. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi seçkin sahabeler toplanıp Mısır’dan gelen heyeti dinlediler ve onları haklı bularak Mısır valisini azledip, onun yerine Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’i Mısır valisi olarak tayin ettiler.

Mervan, Hz. Osman’ın seçkin sahabelerle beraber aldığı bu kararı beğenmeyip, Mısır Valisi’ne bir mektup yazar ve mektupta “Yeni vali olarak Mısır’a gelen Hz. Ebubekirin oğlu Muhammed ve maiyetini gelir gelmez öldür.” Der ve mektuba da  Hz. Osman’ın mührünü basar. ‘Mektubu bir göndericiye teslim eder ve ‘Bu mektup devlet sırrıdır, bunu çabuk Mısır valisine götür.’ der. Mektubu Mısır’a götüren görevliyle vali olarak yeni atanan Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed, yolda bir konaklama esnasında karşılaşırlar. Hareketlerinden şüphelendikleri görevlinin üzerini ararlar ve Mervan’ın yazıp Hz. Osman’ın mührü ile mühürlediği mektubu bulurlar. Mektubu okurlar ki, kendilerinin öldürülmelerini yazıyor ve mektupta Emir-el Müminin Hz. Osman’ın mührü var. Oradan hemen Medine’ye geri dönerler ve seçkin sahabelerle görüşüp, Hz. Osman’a ‘Bu mektubu sen mi yazdın?’ diye sorarlar. Hz. Osman ‘Ben yazmadım ve göndermedim. Fakat mühür benimdir, benden habersizce mührümü kullanmışlar.’ der. Ve mektubun Mervan tarafından yazıldığı anlaşılır. Valinin değiştirilmesini isteyen Mısırlılar ve Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’in de bulunduğu heyet, Emir-el Müminin Hz. Osman’dan, Mervan’ın kendilerine teslim edilmesini isterler. Hz. Osman ise ‘Mahkeme edelim ve öyle cezalandıralım.’ der. Ve çıkan arbedede Hz. Osman Kur’an okurken Mısırlılar tarafından şehit edilir.

Velhasıl Mervan denilen bu şahıs, Muaviye’nin akrabası olan ve çok tehlikeli fitneci ve münafık birisi idi. Bulunmuş olduğu mevki ve makamı her zaman evlad-ı Resul, Ehl-i Beyt aleyhinde kullanmış olan, Ehl-i Beyt aleyhinde yalana dolana baş vuran fitne başlarından birisiydi. Onun gibilerinin ürettiği fitne, Ehl-i Beyt’in Kerbela’da susuzluktan çoluk çocuk demeden şehit olmalarına sebep olmuştur. Aşıkların ciğeri yanmıştır.

Böyle Mervanlar her devirde olmuştur ve halen de vardır. Bunlar, yani bu Mervan misyonu, bulunmuş oldukları beşeri mevkileri, makamları, daima Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul aleyhine kullanmış ve halen de kullanmaktadırlar. Bu Mervan misyonu, Şeyh-ül Ekber  Muhiddin Arabi Hazretlerini, Nesimi Hazretlerini ve daha nicelerini şehit etmişlerdir. Niyazi Mısri Hazretlerine, Mervan evladı ve Muaviye-Yezid zürriyeti olan Kadızadeler, çok zulüm ettiler ve nice evlad-ı Resul’ü işkence ve zulümle şehit ettiler. Bu gün dahi etmektedirler.

Kadızadelerin fikir babası, bugün Ödemiş ilçesinin Birgi beldesinde mezarı türbe haline getirilen İmam-ı Birgivi’dir. Onun öğretileriyle nice velilerin kanı akıtılmış ve evlad-ı Resul-ü manevi işkence görüp şehid edilmiştir. Hadis-i şerifte “Her peygamberin bir firavunu vardır, benim firavunum ise Ebu Cehil’dir.” Buyrulmuştur. Her peygamberin firavunu olması gibi, her zamanda ve bu gün dahi, evlad-ı Resul’ün de Mervan’ı, Muaviye ve Yezid’i vardır. Evlad-ı Resul her zaman diridir, çünkü kevsere mazhardırlar. Vesselam.



Ol Yezid Muaviye etti hıyanet

Ederiz canına binlerce lanet

Şehid oldu imamlar koptu kıyamet



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümde mihmanım Ali



Muaviye kimdir? Muaviye’nin babası Süfyan, annesi ise Hz. Hamza’nın şehid edilmesinden sonra ciğerlerini söktürüp yiyen Hind’dir. Muaviye, bazı tarihçilere göre Mekke’nin fethedilip Mekkeliler teslim olduktan sonra Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür. Mekke’nin fethi miladi 630’dur. Hz. Peygamber Efendimizin bu alemden geçmesi ise miladi 632’dir. Yani Mekke ay hesabı ile Hz. Peygamber’in vefatından bir buçuk sene evvel fethedilmiştir. Bu itibarla Muaviye, Hz. Resulullah’ın nübüvvetini tamamlamasına 1,5 yıl kala Müslüman olmuş veya öyle görünmüştür.

Muaviye için ‘vahiy katibi’ derler ki, bu yalandır. Çünkü Muaviye Müslüman olduğunda Hz. Peygamber Efendimiz’in peygamberliği aşağı yukarı tamamlanmıştı. Muaviye’nin annesi, babası ve bazı yakınlarının ömrü hayatları Hz. Peygamber’le muharebe ve mücadele etmekle geçmiştir. Müslümanlar güçlenip de Mekke feth edilip Mekkeliler teslim olmak mecburiyetinde kalınca, bunlar Müslüman oldular veya öyle göründüler. Bunlar Peygamber Efendimiz ile yaptıkları muharebe ve mücadelede, başta Hz. Hamza olmak üzere bir çok Müslümanı şehit ettiler ve kendileri de çok kan kaybettiler. Onun için Kerbela faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezid Bedir’de kaybettiklerimizin intikamını aldık, kanları yerde kalmadı.” demiştir.

Hz. Ali, Emir-el Müminin olduğu zaman Muaviye Şam’da vali idi. Hz. Ali, devletin başı olarak Şam valisini değiştiriyor, Muaviye’nin yerine başkasını vali olarak atıyor. Fakat Muaviye bu karara ve emre uymayıp devletin reisi ve Emir-el Müminin olan Hz. Ali’ye isyan ediyor.

Hz. Ali hakkında Hz. Resulullah Efendimiz “Alemlerin Rabbi olan Allah, benim mevlamdır / dostumdur, ben kimin mevlası isem Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim dostumdur, Ali'ye düşman olan ise bana düşmandır. Ruhu ruhumdur, kanı kanımdır, cismi cismimdir. Ey insanlar, size iki emanet bırakıyorum. Birisi Kur’an, diğeri Ehl-i Beyt’imdir. Bu emanetlere sarılın ki, bunlar cennetin Kevser havuzunda buluşurlar.” buyurmuştur. Peygamber Efendimizin bu ve benzeri bir çok apaçık beyanları ile kıymeti ifade edilen veliler şahı Hz. Ali’ye karşı Muaviye, bazı olayları bahane ederek, kendi aşiretinden ve bir çokları da Hıristiyanlardan oluşmuş bir ordu topladı. Kur’an  sahifelerini mızraklarının uçlarına taktırıp Kur’an’ı ilk defa siyaset ve şahsi çıkar için kullandı. Kendi devlet başı olunca Ehl-i Beyt’e ve seçkin sahabeye çok zulüm etti. Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeyi sürgün edip, göçe zorladı.

İşte o göç neticesiyle Ehl-i Beyt, ensar ve sahabeler, Türk yurtlarına göç ederek, Türk Milletine Medine misyonunu, yani ruh-u Muhammed’i  taşıyıp getirdiler.

Muhammedi ruh mazhariyetiyle Türk Milleti, Muhammed  isminin kısaltılmışı olan ‘Mehmet’ ismini alıp, milletler içerisinde Hz. Muhammed’in ismiyle anılan yegâne millet oldu. Asker ve ordusu ise, Mehmetçik / Muhammedçik ismiyle yeryüzünde yegane anılan ordu oldu. Türk milleti Kur-an’ı ve İslam’ı kendi hayat nizamı haline getirip, milli kültür ve örfüne, geleneğine kilimin ilmiği gibi işleyip Kur’an ve İslam’la yaşadı ve yaşamaktadır.

Hz. Peygamber Efendimizden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar, devlet başkanı; Kur’an’ın emri olan “İşlerini şura ile yaparlar…’ (Şura, 38) ve “Kuşkusuz Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) Buyruğu ile hareket edildi ve ehil olan her kim ise onlar, devlet başkanı yani Emir-el Mümin oldu, mevki, makam sahibi oldu. Hatta Hz. Ali’ye yaralı iken, henüz şehid olmadan evvel ‘Hz. Hasan’a biat edelim mi?’ diye sordular. Hz. Ali cevaben “Hayır, benim oğlum olduğu için biat etmeyin, ancak o makama ehilse ve ehil olana biat edin.” dedi. İşte dört halife ve Hz. Hasan’ın devlet başkanı olması, şura ile yani Meclis kararıyla ve ehil olmalarındandı. Bu yönetim cumhuriyet idaresi idi.

Hz. Hasan istifa edip de Muaviye devletin başı olunca kendisi ile antlaşma yapıldı ki, Muaviye’den sonra yine şuraya / meclise danışılıp, ehil olan devletin başına getirilecek şartı kondu ve bu şekilde antlaşıldı. Fakat Muaviye bu antlaşmaya uymayıp bozdu ve cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği, aşiretçiliği ihya edip diriltti ve oğlu Yezid’i padişah yaptı. Şura / meclis kararıyla emanetin ehil olana verilmesi kuralını çiğneyerek iptal etti, yani cumhuriyeti yıktı. Ondan sonra gelen padişahların da işine geldiği için, bu padişahlık olan aşiret yönetimi, 1923’te Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Yani Peygamber Efendimizle başlayıp, dört halife ve Hz. Hasan dönemine kadar devam eden ve Muaviye’nin yıkıp ortadan kaldırdığı, emr-i ilahi olup meclise / şuraya danışmak olan cumhuriyet yönetimi, 1923’te ancak tekrar Türk milleti, tarafından Atatürk’ün liderliğinde kuruldu ve inşallah kıyamete kadar devam edecektir.

İşte Muaviye'yi, yok vahiy katibi, yok efendim büyük sahabe gibi gösterenler, onun yaptığı ihaneti görmezden gelip, kıytırık kelimelerle, mesela ‘Hz. Ali muhakkak haklı idi, fakat Muaviye de haksız değildi.’ gibi ifadelerle Muaviye'yi aziz tutanlar, o padişahlık sisteminin devamını kendi kabile ve aşiretinin menfaat ve bekası için, Muaviye'yi büyük ve aziz göstermişlerdir. Uydurma hadislerle yüzyıllardır İslam alemine yalan söylemişler ve zulüm etmişlerdir.

Bunlar halen misyon olarak devam ediyor ve her fırsatta Cumhuriyet ve kurucusu olan Atatürk’e düşmanlık yapıyorlar. Her fırsatta bugün dahi Ehlibeyt’e evlad-ı Resule saldırıyor ve hor görüyorlar. Ne yazık ki, bazı ehlibeyti temsil iddiasında olan kurumlar, tarikatlar, şahıslar; Muaviye geleneği olan babadan oğula soy takibi ile intikali, çelebilik, babalık, dedelik vb. isim ve ünvanlarla halen devam ettiriyorlar.

Medine-i Münevvere’de Mescid-i Şerif yapılırken Hz. Resulullah Efendimiz, sahabeyle birlikte kerpiç taşırdı. Sonra ashaptan Ammar İbni Yaser çıkıp “Ya Resulullah, senin kerpicini dahi ben taşırım, sen taşıma.” dedi. Hz. Resulullah da kabul etti. Diğer sahabeler birer kerpiç taşırken Ammar İbni Yaser iki kerpiç taşırdı. Sonra Hz. Resulullah Ammar İbni Yaser’in üstünde kalan tozu toprağı sildi, oradaki kalabalık olan sahabenin gözü önünde ve hepsinin duyacağı şekilde “Senin şehadetin, taife-yi bagiye (asiler, isyancılar) tarafından olacaktır. Sen hak, doğru tarafına çekeceksin, onlar ise batıl tarafına çekecektir.” buyurdu. Ve sonra aynen öyle oldu, Ammar İbni Yaser, Hz. Ali tarafında yer aldı ve Muaviye taraftarlarınca şehid edildi, vesselam.

Yezid kimdir? Yezid Muaviye’nin oğlu ve veliahdı olup, Muaviye’den sonra gelen Emevi Devleti’nin başı, padişahıdır. Yezid kötü olduğu için hiç kimse evladına Yezid ismini takmayıp, Yezid ismiyle isimlendirmez. Kur’an’da: “Peygamberlik yapmamdan dolayı sizden herhangi bir ücret istemiyorum, ancak benim yakınlarımı sevmenizi istiyorum…” (Şura, 23) buyrulur. Bu ayetteki yakınlarımdan maksadın Ehl-i Beyt olduğu, hadis-i şerifte beyan edilmiştir. İşte Kur’an’ın sevmemizi istediği, Hz. Peygamber’in ‘Size emanet ediyorum.’ dediği Ehl-i Beyt’i, evlad-ı Resul’ü işkence ile şehit eden bu şahıs, sahabeye de bir çok zulüm yapmış, eziyet etmiştir. Yezid saltanatı zamanında “Oğlan kardeşin, kız kardeşiyle evlenmesi caizdir. diye ferman yazdı. Hangi ulema “Kardeşin kardeşle evlenmesi caiz değildir.” der ise katletti. “Ehl-i Beyt’e kim muhabbet ederse onu dahi katledin”, dedi. Yezid’in yaptığı zulümler ciltleri dolduracak kadar çoktur, saymakla bitmez.

Fakat yapılan bu zulümler, maalesef medrese ve bazı ulema-i zahir tarafından hafif, vaka-i adiye gibi gösterilmiş veya zulmün boyutları gizlenerek olduğu gibi söylenmemiştir. Hizmet ettikleri devlete, padişaha siyaseten yakın olmak ve menfaatlenmek için Muaviye ve Yezidin yaptığı zulmün dehşetini ve boyutlarını çarpıtarak, yalan rivayetlerle sanki zulmün sahibi başkası imiş gibi veya ‘O kadar da değil canım, Muaviye  ve Yezid’in siyaseten de olsa haklı tarafları vardır. Onlar da sahabedendir, onların makamları yüksek olduğundan aralarındaki ihtilafa bizim aklımız ermez.’ gibi yalanları söylemişlerdir. ‘Evliyanın en büyüğü, Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’den daha aşağı derecededir.’ uydurmalarıyla, Muaviye ve Yezid’i neredeyse haklı idiler noktasına kadar getirmişlerdir. Emevilerin bazı zalim padişahlarını İslam için fetih yapan kahramanlar olarak lanse etmişlerdir. Seçkin sahabelerin onlar ile beraber olduğunu ima eden yalan rivayetlerle desteklemişlerdir.

Bunların en çarpıcı olan yalanlarından birisi de ‘Hz. Peygamber’in evinde misafir olduğu sahabe Eyüp Sultan Hazretleri, yaklaşık yüz yaşlarındayken Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte İstanbul’a geldiler ve Eyüp Sultan Hazretleri, Emeviler’le beraber surlara hücum ederken şehit oldu.’ yalanıdır.

Prizren Rahoves’teki Melami tekkesinde yüksek bir eğitim alan ve 1950’li yıllarda Salihli’ye yerleşip, bizlere Muhammedi ruhaniyeti taşıyan Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Hazretleri: “Tarih iki türlüdür: Biri yazılı tarihtir,  diğeri ise rivayet tarihidir. Rivayet tarihine göre, hicrette Resulullah Efendimizin evinde misafir kaldığı sahabe olan Hz. Eyyüb-el Ensari, Yezid ve Emevilerin Kerbela’daki Evlad-ı Resul katliamından, Hz. Hüseyin’in iki kızı olan Zeynep ve Rukiye’yi kaçırıp kurtarmış. Fakat Yezid, evlad-ı Resul olan kızları ondan istiyor ve Eyüp El Ensar da kızları alıp Kuzey Afrika üzerinden o günkü İspanya kralına sığınıyor. Kral, Hz. Peygamberin arkadaşına hürmet ediyor, fakat Emeviler Hz. Eyüp El Ensar’ın izini bulup, İspanya kralından kendilerine teslim edilmesi için baskı yapıyorlar. Kral da, Hz. Eyüp El Ensar’a “Ben bu baskılara daha fazla dayanamam, seni teslim etmek zorunda kalırım. Sen Bizans devletine sığın, o devlet güçlüdür, seni korur.” diyor. Ve Hz. Eyüp, iki küçük peygamber torunu olan kızları alıp Bizans’a yani İstanbul’a gidiyor. Bizans kralından da hürmet görüyor, Bizans’ta Peygamber torunu olan kızlarla yaşıyorlar. Fakat zamanla kızlar büyüyüp ergenliğe erişince Kral, Hz. Eyüp’e “Bu kızları Bizanslı erkeklerle evlendirelim.” diyor. Bunun üzerine Hz. Eyüp sıkıntı ve müşküle düşüyor. Bir tarafta evlad-ı Resul, nesl-i Peygamber, diğer tarafta kendilerini Emevilerin şerrinden koruyan, barındıran, iyilik eden de olsa gayrimüslimler. Kraldan düşünmek için biraz müsaade istiyor. Ve bu esnada kısa aralıklarla 40 gün içinde Hz. Zeynep ve Hz. Rukiye vefat ediyorlar. Ve şimdiki Koca Mustafa Paşa semtinde olan kabirlerine Hz. Eyüp el Ensari tarafından defnediliyorlar. Daha sonrada Hz. Eyüp vefat ediyor ve onu da surların yanına defnediyorlar. İstanbul’un fethinde kabri bulunup şimdiki Eyüp Sultan Türbesi olarak tezyin ediliyor. Ve Türk milletinin gönlüne ve vatanına kavuşuyor.” buyurdular.

İşte Kemal Efendi Hazretlerinin anlattığı rivayet budur. Ve “Aksini iddia edenlere sorun bakalım: Koca Mustafa Paşa semtinde türbeleri bulunan Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiyye, oraya nasıl gelmişlerdir?” dedi.

İşte Yezid ve Emevilerin yaptığı zulümleri gizlemek için, medresenin yazılı tarihlerindeki düzmeceye göre ‘Yaklaşık yüz yaşındaki Eyüp El Ensari Hazretleri, Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte geldi ve surlarda şehid oldu.’ demişler ve halen demekteler. Böyle diyenlere biz de soralım: Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiye, İstanbul Koca Mustafa Paşa semtine nasıl geldiler? Elbette Yezid ve Emevi zulmünden kaçarak geldiler. Vesselam.

Hz. Resulullah Efendimiz rüyasında Ümeyye oğullarının, yani Muaviye zürriyetinin, Mescid-i Nebevi’nin minberine bevlettiğini yani işeyerek pislettiğini gördü. Bunun üzerine Kur’an’ın “…sana gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o soyu/ağacı da insanları deneme / imtihan dışında bir sebeple göndermedik…” (İsra, 60) ayeti inzal oldu. Ve Resulullah Efendimizin rüyasını Cenab-ı Hak, vahiyle tabir ederek, rüyada gördüğünün lanetlenmiş soy olduğunu beyan etmiştir. İşte bu kuran beyanı itibarıyla, cümle ehl-i kemal, Muaviye’ye ve Yezid’e lanet ederler. Bizler de, bugün dahi var olan bu Muaviye ve Yezid misyonuna lanet edip, onların hile ve şerrinden Allah’a sığınırız. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Muaviye de, Yezit de ihanet edip hain olduklarından, Muaviye’nin de Yezid'in de canlarına binlerce lanet ederiz.” diyor.



Hasan’la Hüseyin ciğerpareler

Aşıklar kalbinde açtı yareler

Tabibler bu derde bulmaz çareler



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Herdem gönlümdeki mihmanım Ali



Muaviye, devletin başına emir olunca, Hz. Hasan’ın karısına ‘Sen, emir karısıydın, Hasan’ı öldürürsen, seni alıp tekrar emir karısı yaparım.’ diyerek aldattı ve Hz. Hasan'ı karısına zehirleterek şehid ettirdi. Sonra bu kadın Hz. Hasanı öldürdü diyerek, onu da öldürttü.

Muaviye'nin, oğlu Yezid’i veliaht emir ilan etmesine, Hz. Hüseyin itiraz etti. ‘Muaviye ile Hz. Hasan arasında yapılan anlaşmanın gereğine uyulup, şurayı yani seçici meclisi kurmalarını ve Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın seçilmelerindeki gibi, şuraya yani seçici meclisin kararına uyalım ve ehil olanı seçelim, şura kimi seçerse onu devletin başı yani Emir-el Mümin yapalım.’ dedi. Zaten Muaviye’yle Hz. Hasan, Muaviye’den sonra şuraya gidilmesi, yani meclisin seçtiği kimsenin devletin başına getirilmesi şartıyla anlaştığı için, Hz. Hasan devlet başkanlığından istifa etti ve yerini Muaviye'ye bıraktı. İşte Hz. Hüseyin bu anlaşmayı kastetti ve Yezid’in oldu bittiyle ilan edilen emirliğini, padişahlığını kabul etmedi.

Kufe tarafındaki halk, Hz. Hüseyin’i devletin başına ehil olanı seçmek için, şurayı kurmaya, yani seçici meclise başkanlık yapmaya davet etti. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, bütün maiyeti ve ehlibeytle yani kadın, çoluk çocuk hep beraber Kufe’ye doğru Medine'den yola çıktılar. Bazıları, Hz. Hüseyin’in halife olmak yani emir-el müminin olmak için yola çıktığını söylerler. Bu asla kesinlikle doğru değildir. Dava; halifelik, emirlik olsaydı; ağabeyi Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin, tartışmadan kolayca emir-el mümin, yani devlet başkanı olurdu. Bu itibarla Hz. Hüseyin’in, yani Ehl-i Beyt’in davası,kuran emri olan şurayı / meclisi toplayıp, meclisin kararıyla emanetin lâyık olana, ehline verilmesi davasıdır. İşte bu meclisi toplamak için yola çıkan Ehl-i Beyt, Kerbela mevkiine gelince Yezid'in adamları tarafından kuşatıldılar. Hz. Hüseyin: ‘Bizden ne istiyorsunuz? Bırakın (seçici şurayı yani meclisi toplamak için) Kufe’ye gidelim.’ dedi. ‘Olmaz.’ dediler. Hz. Hüseyin ‘Peki, geri Medine'ye dönelim.’ dedi. Yine ‘olmaz’ dediler. O zaman Hz. Hüseyin: ‘Peki bizden ne istiyorsunuz?’ dedi. Onlar: ‘Yezid'e biat etmenizi, Yezid’in emirliğini, padişahlığını tanımanızı istiyoruz. Yoksa sizi öldüreceğiz. Ya Yezid’e biat ya da ölüm.’ dediler.

Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid’e biat etmedi. Kadın, çoluk çocuk hepsi birden işkenceyle kılıçtan geçirilerek şehit edildiler. İşte seçme ve seçilme hakkı olan seçici meclis ve şuraya, yani cumhuriyet idaresine Ehl-i Beyt, böyle değer verdi ve vermektedir. İşte bu beyitler bunu beyan ediyor. “Ehl-i Beyt’in katliamından ve onlara yapılan zulümden, ehl-i aşk, her zaman ve bugün dahi mahzundur, dertlidir.” buyruluyor.



Ali'nin şöhreti denildi Haydar

Marifet kılıcı ismi Zülfikar

Bu esrarda Fehmi eyledi ihbar



Medet ya Muhammed şahımdır Ali

Her dem gönlümdeki mihmanım Ali



Haydar, diri olan ve atılgan aslan anlamındadır. Ve Hz. Ali (kv) Haydar’dır, bugün dahi onun misyonu diridir. Çünkü makam-ı velayetin mürşid-i kamili ve Evlad-ı Resul’ün ilm-i marifet kılıcı olan Zülfikar’la, cehl-i münafık olan Mervanlığa, cehl-i Muaviye isyancılığına ve cehl-i Yezid zalimliğine karşı diri olup, Haydar’dır.Yani aslanlar gibi her nefeste, gerek kendi nefsimizde gerekse afakta, evlad-ı Resul’ün, cihad-ı ekberle mücadelesi devam etmektedir ve edecektir. Evlad-ı Resul her zamanda, bugün ve yarın da, ahirette de Haydar olup, diridir.

Allah, bizleri ve cümle ihvanı, Evlad-ı Resul’den ayırmasın. Amin.

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------