Mervan kimdir? Muaviye kimdir? Yezid
kimdir?
EYÜP SULTAN Hz. İstanbula nasıl
geldi?
Muhammed birliğe edince sala
Ali Zülfikar’ı saldı dört yana
Ol gürüha dahil buldular felah
Medet ya Muhammed şahımdır Ali
Herdem gönlümdeki mihmanım Ali
Cenab-ı Hak, insanların içinden
seçtiği elçiler vasıtasıyla kullarını uyararak, iyiyi ve kötüyü haber verir. Bu
elçilik, nübuvvet/peygamber elçiliği ve velayet elçiliği olarak zahir olup
tahakkuk eder. Peygamberlerin sonuncusu, ahir zaman peygamberi Hz. Muhammed
(sav)’dir, kıyamete kadar başka bir peygamber gelmeyecektir.
Velayet yoluyla irşat ise, her
zamanda yapılmıştır ve yapılmaktadır. Velayet elçiliğiyle olan irşada
nübüvvet-i teşri’a denilmiştir. Bu irşad, makam-ı nübüvvetin, peygamber varisi
olan ilim sahibi veliler tarafından açıklanmasının, tebliğ ve irşadıdır. Çünkü
hadis-i şerifte “Alimler nebilerin varisidir.” buyrulmuştur. Başka bir
beyanında Hz. Resulullah “Allah beni nurundan; müminleri de benim
nurumdan yarattı.” diyor. Ki bu yaradılış, Hakk’ın zat-ı ehadiyet
nurundan zuhura getirdiği, bu alem-i kesretteki hidayet tecellisinin baş
mazharı Hz.Muhammed, ve nuru Muhammed mazharı olan kamil mürşit ve alimlerdir.
Bu itibarla kamil mürşit, irşadını
hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetle yapar ki, tüm zamanlardaki kamil mürşid
olan velilerin imamı Hz. Ali’dir. Hz. Ali’ye tabi olan kamilin irşadı ise,
Zülfikar olan marifet kılıcıyla cümle cehalet ve zanları keserek, makamat-ı
tevhid marifetiyle salikleri aydınlatmaktır. Bu irşad halen zamanın mürşid-i
kamili tarafından, insanın var olduğu her yerde ve her alemde yapılmaktadır ve
yapılacaktır. İşte her kim ki, kendi zamanındaki kamil mürşidin irşadıyla
makam-ı velayetin keşfi irfanına ulaşırsa, o ebediyen kurtuluşa erip felah bulur.
Medet, imdat
dilemek, yardım istemek demektir. Kamil mürşid, Hz. Peygamber Efendimizin baş
mazharı olduğu hidayet nurunu temsil eder ve nur-u Muhammed’le saliklerin,
taliplerin ve aşıkların imdadına yetişip, onları irşad ederek aydınlatır. Bu
itibarla kulun medeti, yani yardımı Nur-u Muhammed’dir. Bir kimse, Nur-u
Muhammed’e ancak kamil mürşidin irşadıyla mazhar olur. Bu mazhariyetle kul,
velayet şehrine dahil olup, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesinin
aydınlığına kavuşur. Böyle arif ve kamil bir kulun, her an gönlündeki mihmanı, misafiri Hz. Ali’nin imamı
olduğu velayet keşfi marifetidir.
Hakikat şehrinde durduk namaza
Aşıklar kıblesi ‘semme vechullah’
Dört tekbirle cümle uyduk imama
Medet ya Muhammet şahımdır Ali
Her dem gönlümdeki mihmanım Ali
Hz. Peygamber Efendimiz “Namaz
müminin miracıdır.” buyurmuşlardır. Vakitlerle kılmamız emir ve farz
olan namazda kıbleye, yani Beytullah’a yönelmemiz ve namaz esnasında Allah’tan
başka bir şeyle meşgul olmamamız, ilm-i şeriata göre miraçtır.
İlm-i hakikate göre miraç; namazın iç
yüzü, mahiyetidir. Bu mahiyet kulun Rabbine kavuşup, Rabbini müşahade
etmesidir. Hakikat şehri, meratib-i ilahinin dört teveccühle ulaşılan
mertebesidir ki, o mertebeye ulaşan kulun müşahedesinde Hak’tan başkası olmaz.
Kur’an’ın “Feeynema tüvellu fe semme vechullah / Siz yüzünüzü nereye
çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanındaki mazhariyetle, hakikat şehrine dahil olan kul,
hep Hak’la olup Hak’tan başka görmez. İşte bu müşahede ve ahvâl hakikat
şehridir. Bu hakikat şehrine
meslek-i Resul’ün dört teveccühüyle, yani dört telkiniyle ulaşılır ki, beyitte
ifade edilen dört tekbirden maksat
budur. Bu şehrin imamı ise, tabi
olunup uyulan Al-i prensipler telkinatıdır. İşte ilahi aşk mazhariyetiyle
bu makama ulaşan kulun müşahedesinin yönü, yani kıblesi ‘semme vechullahtır ki, o
her nereye dönüp yönelse Allah’ın vechini görür.
Muhammed’e Kur’an indirdi Allah
‘La taknetu’dedi ‘min rahmetillah’
Biz mahrum olmayız şahımız penah
Medet ya Muhammed şahımdır Ali
Her dem gönlümdeki mihmanım Ali
Kur’an-ı Kerim’de “kul
ya ı’badiyellezine esrafu ala enfüsihim lâ taknatu min rahmetillahi,
innallahe yağfirüzzünube cemiia, innehü hüvelğafurürrahim. Ve eniibuu ila
rabbiküm ve eslimu lehü min gabli en ye’tiyekümül’azabü sümme la tünsarun. / De
ki; ey kendilerinin / nefislerinin aleyhinde haddi aşanlar, Allah’ın
rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder, şüphesiz
ki O çok affedicidir, çok merhametlidir. Size azap gelip çatmazdan evvel
Rabbinize dönün, O’na teslim olun. Sonra yardım edilmezsiniz.” (Zümer, 53-54) buyrulmuştur. Bu ve
benzeri ayet beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi Allah, kullarını kendisinin
razı olduğu bir kullukla, Rabbine yönelmesi ve O’nu bulup O’na vasıl olması
için yaratmıştır. Kulun Allah’ın razı olduğu bir kullukla meşgul olması
kendinin / nefsinin menfaatinedir. İnsanın, yaratılışının amacı olan Rabbini
bulup Rabbine kavuşması, kendisi için en büyük rahmettir, iyiliktir. Tersini
yapar da İnsan bu imtihan aleminde Allah’ın razı olmadığı bir kullukla meşgul
olursa, kendisine en büyük kötülüğü ve zulmü yapmış olur. Bu itibarla her
İnsan, Allah’ın rahmetine kavuşma ve kendine zulüm etme potansiyeline,
yeteneğine mazhardır.
İnsan son nefesine kadar, Allah’ın
rahmetine kavuşabilir, çünkü İnsan, Allah’ın rahmet ve iyiliğine kavuşup
kavuşmamasını, bu imtihan aleminde yaptığı kulluğuyla kendisi belirler,
vesselam.
‘Keremallahu veche’ Allah’ın
kerem, ikram yüzü demektir. Bu ikram, kulun mazhar olabileceği en yüce rahmet
ve iyilik olan Allah’ın cemaline kavuşmasıdır. İşte cümle sahabeler içerisinde
‘keremallahu veche’ unvanı sadece cümle velilerin imamı olan Hz.Ali için
kullanılır. Hz.Ali’nin ‘Keremallahu veche’ yani Allah’ın kerem yüzüne mazhar
olması, Hz. Ali’nin imamı olduğu velayet mertebesi irşadıyla ancak, kulun
Allah’ın cemalini görüp ona vasıl olmasındandır. Hz. Ali’ye tabi olan her
zamandaki mürşid-i kamilin velayetle olan telkin ve irşadı da, kulu cemal-i
ilahiye vuslat ve müşahede ikram ve rahmetine kavuşturur. Bu itibarla cümle
insanı kamil veliler, cemal-i ilahi ikramına mazhar olmuşlardır. Bir kulun bu
imtihan aleminde mazhar olabilecek olduğu en yüce rahmet işte bu ikrama mazhar
olmasıdır.
Çünkü Allah, kullarını kerem yüzünü
bulup, cemaline kavuşsunlar diye yaratmıştır. Her İnsan bu alemde son nefesine
kadar bu rahmete kavuşabilme potansiyeliyle yaratılmış olduğu için, veliler
şahı Hz. Ali’ye tabi olan, Allah’ın
cemalini ikram ettiği mürşid-i kamili bulduk. Onun irşadı olan makam-ı velayet
irfanıyla, Allah’ın cemaline kavuşma ikram ve
rahmetinden asla ümit kesmeyiz,
deniliyor.
Ehl-i Beyt’i kasteyledi ol Mervan
Susuzluktan şehid oldular sıbyan
Aşıklar ciğerin kıldılar büryan
Medet ya Muhammed şahımdır Ali
Her dem gönlümdeki mihmanım Ali
Mervan
adındaki şahıs, Emir-el Mü’minin Hz. Osman (ra)’ın katibiydi. Zamanın Mısır
valisi, zalim birisi olup halka zulüm ederdi. Halk, valinin zulmünden bıkmıştı
ve Medine’deki Emir-el Müminin Hz. Osman’a
valiyi şikayet etmek üzere bir
heyet gönderdiler. Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Talha, Hz. Zübeyr gibi seçkin
sahabeler toplanıp Mısır’dan gelen heyeti dinlediler ve onları haklı bularak
Mısır valisini azledip, onun yerine Hz. Ebubekir’in oğlu Muhammed’i Mısır
valisi olarak tayin ettiler.
Mervan, Hz. Osman’ın seçkin
sahabelerle beraber aldığı bu kararı beğenmeyip, Mısır Valisi’ne bir mektup
yazar ve mektupta “Yeni vali olarak
Mısır’a gelen Hz. Ebubekirin oğlu Muhammed ve maiyetini gelir gelmez öldür.”
Der ve mektuba da Hz. Osman’ın mührünü
basar. ‘Mektubu bir göndericiye teslim
eder ve ‘Bu mektup devlet sırrıdır, bunu çabuk Mısır valisine götür.’ der.
Mektubu Mısır’a götüren görevliyle vali olarak yeni atanan Hz. Ebubekir’in oğlu
Muhammed, yolda bir konaklama esnasında karşılaşırlar. Hareketlerinden
şüphelendikleri görevlinin üzerini ararlar ve Mervan’ın yazıp Hz. Osman’ın
mührü ile mühürlediği mektubu bulurlar. Mektubu okurlar ki, kendilerinin
öldürülmelerini yazıyor ve mektupta Emir-el Müminin Hz. Osman’ın mührü var.
Oradan hemen Medine’ye geri dönerler ve seçkin sahabelerle görüşüp, Hz. Osman’a
‘Bu mektubu sen mi yazdın?’ diye
sorarlar. Hz. Osman ‘Ben yazmadım ve göndermedim. Fakat mühür benimdir, benden habersizce
mührümü kullanmışlar.’ der. Ve mektubun Mervan tarafından yazıldığı
anlaşılır. Valinin değiştirilmesini isteyen Mısırlılar ve Hz. Ebubekir’in oğlu
Muhammed’in de bulunduğu heyet, Emir-el Müminin Hz. Osman’dan, Mervan’ın
kendilerine teslim edilmesini isterler. Hz. Osman ise ‘Mahkeme edelim ve öyle
cezalandıralım.’ der. Ve çıkan arbedede Hz. Osman Kur’an okurken
Mısırlılar tarafından şehit edilir.
Velhasıl Mervan denilen bu şahıs,
Muaviye’nin akrabası olan ve çok tehlikeli fitneci ve münafık birisi idi.
Bulunmuş olduğu mevki ve makamı her zaman evlad-ı Resul, Ehl-i Beyt aleyhinde
kullanmış olan, Ehl-i Beyt aleyhinde yalana dolana baş vuran fitne başlarından
birisiydi. Onun gibilerinin ürettiği fitne, Ehl-i Beyt’in Kerbela’da
susuzluktan çoluk çocuk demeden şehit olmalarına sebep olmuştur. Aşıkların ciğeri yanmıştır.
Böyle Mervanlar her devirde olmuştur
ve halen de vardır. Bunlar, yani bu Mervan misyonu, bulunmuş oldukları beşeri
mevkileri, makamları, daima Ehl-i Beyt, evlad-ı Resul aleyhine kullanmış ve
halen de kullanmaktadırlar. Bu Mervan misyonu, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerini, Nesimi
Hazretlerini ve daha nicelerini şehit etmişlerdir. Niyazi Mısri
Hazretlerine, Mervan evladı ve Muaviye-Yezid zürriyeti olan Kadızadeler, çok
zulüm ettiler ve nice evlad-ı Resul’ü işkence ve zulümle şehit ettiler. Bu gün
dahi etmektedirler.
Kadızadelerin fikir babası, bugün
Ödemiş ilçesinin Birgi beldesinde mezarı türbe haline getirilen İmam-ı
Birgivi’dir. Onun öğretileriyle nice velilerin kanı akıtılmış ve evlad-ı
Resul-ü manevi işkence görüp şehid edilmiştir. Hadis-i şerifte “Her peygamberin bir firavunu vardır, benim
firavunum ise Ebu Cehil’dir.” Buyrulmuştur. Her peygamberin firavunu
olması gibi, her zamanda ve bu gün dahi, evlad-ı Resul’ün de Mervan’ı, Muaviye
ve Yezid’i vardır. Evlad-ı Resul her zaman diridir, çünkü kevsere mazhardırlar.
Vesselam.
Ol Yezid Muaviye etti hıyanet
Ederiz canına binlerce lanet
Şehid oldu imamlar koptu kıyamet
Medet ya Muhammed şahımdır Ali
Her dem gönlümde mihmanım Ali
Muaviye
kimdir? Muaviye’nin babası Süfyan, annesi ise Hz. Hamza’nın şehid edilmesinden
sonra ciğerlerini söktürüp yiyen Hind’dir. Muaviye, bazı tarihçilere göre
Mekke’nin fethedilip Mekkeliler teslim olduktan sonra Müslüman olmuş veya öyle
görünmüştür. Mekke’nin fethi miladi 630’dur. Hz. Peygamber Efendimizin bu
alemden geçmesi ise miladi 632’dir. Yani Mekke ay hesabı ile Hz. Peygamber’in
vefatından bir buçuk sene evvel fethedilmiştir. Bu itibarla Muaviye, Hz.
Resulullah’ın nübüvvetini tamamlamasına 1,5 yıl kala Müslüman olmuş veya öyle
görünmüştür.
Muaviye için ‘vahiy katibi’ derler
ki, bu yalandır. Çünkü Muaviye Müslüman olduğunda Hz. Peygamber Efendimiz’in
peygamberliği aşağı yukarı tamamlanmıştı. Muaviye’nin annesi, babası ve bazı
yakınlarının ömrü hayatları Hz. Peygamber’le muharebe ve mücadele etmekle
geçmiştir. Müslümanlar güçlenip de Mekke feth edilip Mekkeliler teslim olmak
mecburiyetinde kalınca, bunlar Müslüman oldular veya öyle göründüler. Bunlar
Peygamber Efendimiz ile yaptıkları muharebe ve mücadelede, başta Hz. Hamza
olmak üzere bir çok Müslümanı şehit ettiler ve kendileri de çok kan
kaybettiler. Onun için Kerbela faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezid “Bedir’de kaybettiklerimizin intikamını
aldık, kanları yerde kalmadı.” demiştir.
Hz. Ali, Emir-el Müminin olduğu zaman
Muaviye Şam’da vali idi. Hz. Ali, devletin başı olarak Şam valisini
değiştiriyor, Muaviye’nin yerine başkasını vali olarak atıyor. Fakat Muaviye bu
karara ve emre uymayıp devletin reisi ve Emir-el Müminin olan Hz. Ali’ye isyan
ediyor.
Hz. Ali hakkında Hz. Resulullah
Efendimiz “Alemlerin Rabbi olan Allah, benim mevlamdır / dostumdur, ben kimin
mevlası isem Ebu Talib’in oğlu Ali de onun mevlasıdır. Ali’ye dost olan benim
dostumdur, Ali'ye düşman olan ise bana düşmandır. Ruhu ruhumdur, kanı kanımdır,
cismi cismimdir. Ey insanlar, size iki emanet bırakıyorum. Birisi Kur’an,
diğeri Ehl-i Beyt’imdir. Bu emanetlere sarılın ki, bunlar cennetin Kevser
havuzunda buluşurlar.” buyurmuştur. Peygamber Efendimizin bu ve benzeri
bir çok apaçık beyanları ile kıymeti ifade edilen veliler şahı Hz. Ali’ye karşı
Muaviye, bazı olayları bahane ederek, kendi aşiretinden ve bir çokları da
Hıristiyanlardan oluşmuş bir ordu topladı. Kur’an sahifelerini mızraklarının uçlarına taktırıp
Kur’an’ı ilk defa siyaset ve şahsi çıkar için kullandı. Kendi devlet başı
olunca Ehl-i Beyt’e ve seçkin sahabeye çok zulüm etti. Ehl-i Beyt, ensar ve
sahabeyi sürgün edip, göçe zorladı.
İşte o göç neticesiyle Ehl-i Beyt,
ensar ve sahabeler, Türk yurtlarına göç ederek, Türk Milletine Medine
misyonunu, yani ruh-u Muhammed’i taşıyıp
getirdiler.
Muhammedi ruh mazhariyetiyle Türk
Milleti, Muhammed isminin kısaltılmışı
olan ‘Mehmet’ ismini alıp, milletler içerisinde Hz. Muhammed’in ismiyle anılan
yegâne millet oldu. Asker ve ordusu ise, Mehmetçik / Muhammedçik ismiyle
yeryüzünde yegane anılan ordu oldu. Türk milleti Kur-an’ı ve İslam’ı kendi
hayat nizamı haline getirip, milli kültür ve örfüne, geleneğine kilimin ilmiği
gibi işleyip Kur’an ve İslam’la yaşadı ve yaşamaktadır.
Hz. Peygamber Efendimizden sonra Hz.
Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar, devlet başkanı;
Kur’an’ın emri olan “İşlerini şura ile yaparlar…’ (Şura, 38) ve “Kuşkusuz Allah size, emanetleri ehline
vermenizi ve insanlar arasında hüküm verdiğinizde adaletle hükmetmenizi
emreder.” (Nisa, 58) Buyruğu
ile hareket edildi ve ehil olan her kim ise onlar, devlet başkanı yani Emir-el
Mümin oldu, mevki, makam sahibi oldu. Hatta Hz. Ali’ye yaralı iken, henüz şehid
olmadan evvel ‘Hz. Hasan’a biat edelim mi?’ diye sordular. Hz. Ali cevaben “Hayır,
benim oğlum olduğu için biat etmeyin, ancak o makama ehilse ve ehil olana biat
edin.” dedi. İşte dört halife ve Hz. Hasan’ın devlet başkanı olması,
şura ile yani Meclis kararıyla ve ehil olmalarındandı. Bu yönetim cumhuriyet
idaresi idi.
Hz. Hasan istifa edip de Muaviye
devletin başı olunca kendisi ile antlaşma yapıldı ki, Muaviye’den sonra yine
şuraya / meclise danışılıp, ehil olan devletin başına getirilecek şartı kondu
ve bu şekilde antlaşıldı. Fakat Muaviye bu antlaşmaya uymayıp bozdu ve cahiliye
Arap geleneği olan kabileciliği, aşiretçiliği ihya edip diriltti ve oğlu
Yezid’i padişah yaptı. Şura / meclis kararıyla emanetin ehil olana verilmesi
kuralını çiğneyerek iptal etti, yani cumhuriyeti yıktı. Ondan sonra gelen padişahların
da işine geldiği için, bu padişahlık olan aşiret yönetimi, 1923’te Mustafa
Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin
kuruluşuna kadar devam etti. Yani Peygamber Efendimizle başlayıp, dört
halife ve Hz. Hasan dönemine kadar devam eden ve Muaviye’nin yıkıp ortadan
kaldırdığı, emr-i ilahi olup meclise / şuraya danışmak olan cumhuriyet
yönetimi, 1923’te ancak tekrar Türk milleti, tarafından Atatürk’ün liderliğinde
kuruldu ve inşallah kıyamete kadar devam edecektir.
İşte Muaviye'yi, yok vahiy katibi,
yok efendim büyük sahabe gibi gösterenler, onun yaptığı ihaneti görmezden
gelip, kıytırık kelimelerle, mesela ‘Hz.
Ali muhakkak haklı idi, fakat Muaviye de haksız değildi.’ gibi ifadelerle
Muaviye'yi aziz tutanlar, o padişahlık sisteminin devamını kendi kabile ve
aşiretinin menfaat ve bekası için, Muaviye'yi büyük ve aziz göstermişlerdir.
Uydurma hadislerle yüzyıllardır İslam alemine yalan söylemişler ve zulüm
etmişlerdir.
Bunlar halen misyon olarak devam
ediyor ve her fırsatta Cumhuriyet ve kurucusu olan Atatürk’e düşmanlık
yapıyorlar. Her fırsatta bugün dahi Ehlibeyt’e evlad-ı Resule saldırıyor ve hor
görüyorlar. Ne yazık ki, bazı ehlibeyti temsil iddiasında olan kurumlar,
tarikatlar, şahıslar; Muaviye geleneği olan babadan oğula soy takibi ile
intikali, çelebilik, babalık, dedelik vb. isim ve ünvanlarla halen devam
ettiriyorlar.
Medine-i Münevvere’de Mescid-i Şerif
yapılırken Hz. Resulullah Efendimiz, sahabeyle birlikte kerpiç taşırdı. Sonra
ashaptan Ammar İbni Yaser çıkıp “Ya Resulullah,
senin kerpicini dahi ben taşırım, sen taşıma.” dedi. Hz. Resulullah da
kabul etti. Diğer sahabeler birer kerpiç taşırken Ammar İbni Yaser iki kerpiç
taşırdı. Sonra Hz. Resulullah Ammar İbni Yaser’in üstünde kalan tozu toprağı
sildi, oradaki kalabalık olan sahabenin gözü önünde ve hepsinin duyacağı
şekilde “Senin şehadetin, taife-yi bagiye (asiler, isyancılar) tarafından
olacaktır. Sen hak, doğru tarafına çekeceksin, onlar ise batıl tarafına
çekecektir.” buyurdu. Ve sonra aynen öyle oldu, Ammar İbni Yaser,
Hz. Ali tarafında yer aldı ve Muaviye taraftarlarınca şehid edildi,
vesselam.
Yezid kimdir?
Yezid Muaviye’nin oğlu ve veliahdı olup, Muaviye’den sonra gelen Emevi
Devleti’nin başı, padişahıdır. Yezid kötü olduğu için hiç kimse evladına Yezid
ismini takmayıp, Yezid ismiyle isimlendirmez. Kur’an’da: “Peygamberlik yapmamdan dolayı
sizden herhangi bir ücret istemiyorum, ancak benim yakınlarımı sevmenizi
istiyorum…” (Şura, 23)
buyrulur. Bu ayetteki yakınlarımdan maksadın Ehl-i Beyt olduğu, hadis-i şerifte
beyan edilmiştir. İşte Kur’an’ın sevmemizi istediği, Hz. Peygamber’in ‘Size
emanet ediyorum.’ dediği Ehl-i Beyt’i, evlad-ı Resul’ü işkence ile
şehit eden bu şahıs, sahabeye de bir çok zulüm yapmış, eziyet etmiştir. Yezid
saltanatı zamanında “Oğlan kardeşin,
kız kardeşiyle evlenmesi caizdir.” diye ferman yazdı. Hangi ulema “Kardeşin kardeşle evlenmesi caiz
değildir.” der ise katletti. “Ehl-i
Beyt’e kim muhabbet ederse onu dahi katledin”, dedi. Yezid’in yaptığı
zulümler ciltleri dolduracak kadar çoktur, saymakla bitmez.
Fakat yapılan bu zulümler, maalesef
medrese ve bazı ulema-i zahir tarafından hafif, vaka-i adiye gibi gösterilmiş
veya zulmün boyutları gizlenerek olduğu gibi söylenmemiştir. Hizmet ettikleri
devlete, padişaha siyaseten yakın olmak ve menfaatlenmek için Muaviye ve
Yezidin yaptığı zulmün dehşetini ve boyutlarını çarpıtarak, yalan rivayetlerle
sanki zulmün sahibi başkası imiş gibi veya ‘O
kadar da değil canım, Muaviye ve
Yezid’in siyaseten de olsa haklı tarafları vardır. Onlar da sahabedendir,
onların makamları yüksek olduğundan aralarındaki ihtilafa bizim aklımız ermez.’
gibi yalanları söylemişlerdir. ‘Evliyanın
en büyüğü, Hz. Hamza’yı şehid eden Vahşi’den daha aşağı derecededir.’
uydurmalarıyla, Muaviye ve Yezid’i neredeyse haklı idiler noktasına kadar
getirmişlerdir. Emevilerin bazı zalim padişahlarını İslam için fetih yapan
kahramanlar olarak lanse etmişlerdir. Seçkin sahabelerin onlar ile beraber
olduğunu ima eden yalan rivayetlerle desteklemişlerdir.
Bunların en çarpıcı olan
yalanlarından birisi de ‘Hz. Peygamber’in evinde misafir olduğu sahabe Eyüp Sultan Hazretleri, yaklaşık yüz
yaşlarındayken Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte
İstanbul’a geldiler ve Eyüp Sultan Hazretleri, Emeviler’le beraber surlara
hücum ederken şehit oldu.’ yalanıdır.
Prizren Rahoves’teki Melami
tekkesinde yüksek bir eğitim alan ve 1950’li yıllarda Salihli’ye yerleşip,
bizlere Muhammedi ruhaniyeti taşıyan Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Hazretleri: “Tarih
iki türlüdür: Biri yazılı tarihtir,
diğeri ise rivayet tarihidir. Rivayet tarihine göre, hicrette Resulullah
Efendimizin evinde misafir kaldığı sahabe olan Hz. Eyyüb-el Ensari, Yezid ve
Emevilerin Kerbela’daki Evlad-ı Resul katliamından, Hz. Hüseyin’in iki kızı
olan Zeynep ve Rukiye’yi kaçırıp kurtarmış. Fakat Yezid, evlad-ı Resul olan
kızları ondan istiyor ve Eyüp El Ensar da kızları alıp Kuzey Afrika üzerinden o
günkü İspanya kralına sığınıyor. Kral, Hz. Peygamberin arkadaşına hürmet
ediyor, fakat Emeviler Hz. Eyüp El Ensar’ın izini bulup, İspanya kralından
kendilerine teslim edilmesi için baskı yapıyorlar. Kral da, Hz. Eyüp El Ensar’a
“Ben bu baskılara daha fazla dayanamam, seni teslim etmek zorunda kalırım. Sen
Bizans devletine sığın, o devlet güçlüdür, seni korur.” diyor. Ve Hz. Eyüp, iki
küçük peygamber torunu olan kızları alıp Bizans’a yani İstanbul’a gidiyor.
Bizans kralından da hürmet görüyor, Bizans’ta Peygamber torunu olan kızlarla
yaşıyorlar. Fakat zamanla kızlar büyüyüp ergenliğe erişince Kral, Hz. Eyüp’e
“Bu kızları Bizanslı erkeklerle evlendirelim.” diyor. Bunun üzerine Hz. Eyüp
sıkıntı ve müşküle düşüyor. Bir tarafta evlad-ı Resul, nesl-i Peygamber, diğer
tarafta kendilerini Emevilerin şerrinden koruyan, barındıran, iyilik eden de
olsa gayrimüslimler. Kraldan düşünmek için biraz müsaade istiyor. Ve bu esnada
kısa aralıklarla 40 gün içinde Hz. Zeynep ve Hz. Rukiye vefat ediyorlar. Ve
şimdiki Koca Mustafa Paşa semtinde olan kabirlerine Hz. Eyüp el Ensari
tarafından defnediliyorlar. Daha sonrada Hz. Eyüp vefat ediyor ve onu da
surların yanına defnediyorlar. İstanbul’un fethinde kabri bulunup şimdiki Eyüp
Sultan Türbesi olarak tezyin ediliyor. Ve Türk milletinin gönlüne ve vatanına
kavuşuyor.” buyurdular.
İşte Kemal Efendi Hazretlerinin
anlattığı rivayet budur. Ve “Aksini iddia edenlere sorun bakalım: Koca
Mustafa Paşa semtinde türbeleri bulunan Peygamber Efendimizin torunu Hz. Hüseyin’in
kızları Zeynep ve Rukiyye, oraya nasıl gelmişlerdir?” dedi.
İşte Yezid ve Emevilerin yaptığı
zulümleri gizlemek için, medresenin yazılı tarihlerindeki düzmeceye göre ‘Yaklaşık yüz yaşındaki Eyüp El Ensari
Hazretleri, Emeviler’le beraber İstanbul’u fethetmek için birlikte geldi ve
surlarda şehid oldu.’ demişler ve halen demekteler. Böyle diyenlere biz de
soralım: Hz. Hüseyin’in kızları Zeynep ve Rukiye, İstanbul Koca Mustafa Paşa
semtine nasıl geldiler? Elbette Yezid ve Emevi zulmünden kaçarak geldiler.
Vesselam.
Hz. Resulullah Efendimiz rüyasında
Ümeyye oğullarının, yani Muaviye zürriyetinin, Mescid-i Nebevi’nin minberine
bevlettiğini yani işeyerek pislettiğini gördü. Bunun üzerine Kur’an’ın “…sana
gösterdiğimiz o rüyayı da, Kur’an’da lanetlenmiş bulunan o soyu/ağacı da
insanları deneme / imtihan dışında bir sebeple göndermedik…” (İsra, 60) ayeti inzal oldu. Ve
Resulullah Efendimizin rüyasını Cenab-ı Hak, vahiyle tabir ederek, rüyada
gördüğünün lanetlenmiş soy olduğunu beyan etmiştir. İşte bu kuran beyanı
itibarıyla, cümle ehl-i kemal, Muaviye’ye ve Yezid’e lanet ederler. Bizler
de, bugün dahi var olan bu Muaviye ve Yezid misyonuna lanet edip, onların hile
ve şerrinden Allah’a sığınırız. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri
“Muaviye de, Yezit de ihanet edip hain olduklarından, Muaviye’nin de Yezid'in de canlarına binlerce lanet ederiz.” diyor.
Hasan’la Hüseyin ciğerpareler
Aşıklar kalbinde açtı yareler
Tabibler bu derde bulmaz çareler
Medet ya Muhammed şahımdır Ali
Herdem gönlümdeki mihmanım Ali
Muaviye, devletin başına emir olunca,
Hz. Hasan’ın karısına ‘Sen, emir
karısıydın, Hasan’ı öldürürsen, seni alıp tekrar emir karısı yaparım.’
diyerek aldattı ve Hz. Hasan'ı karısına zehirleterek şehid ettirdi. Sonra bu
kadın Hz. Hasanı öldürdü diyerek, onu da öldürttü.
Muaviye'nin, oğlu Yezid’i veliaht
emir ilan etmesine, Hz. Hüseyin itiraz etti. ‘Muaviye ile Hz. Hasan arasında
yapılan anlaşmanın gereğine uyulup, şurayı yani seçici meclisi kurmalarını ve
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın seçilmelerindeki
gibi, şuraya yani seçici meclisin kararına uyalım ve ehil olanı seçelim, şura
kimi seçerse onu devletin başı yani Emir-el Mümin yapalım.’ dedi. Zaten
Muaviye’yle Hz. Hasan, Muaviye’den sonra şuraya gidilmesi, yani meclisin
seçtiği kimsenin devletin başına getirilmesi şartıyla anlaştığı için, Hz. Hasan
devlet başkanlığından istifa etti ve yerini Muaviye'ye bıraktı. İşte Hz.
Hüseyin bu anlaşmayı kastetti ve Yezid’in oldu bittiyle ilan edilen emirliğini,
padişahlığını kabul etmedi.
Kufe tarafındaki halk, Hz. Hüseyin’i
devletin başına ehil olanı seçmek için, şurayı kurmaya, yani seçici meclise
başkanlık yapmaya davet etti. Bu davet üzerine Hz. Hüseyin, bütün maiyeti ve
ehlibeytle yani kadın, çoluk çocuk hep beraber Kufe’ye doğru Medine'den yola
çıktılar. Bazıları, Hz. Hüseyin’in halife olmak yani emir-el müminin olmak için
yola çıktığını söylerler. Bu asla kesinlikle doğru değildir. Dava; halifelik,
emirlik olsaydı; ağabeyi Hz. Hasan’dan sonra Hz. Hüseyin, tartışmadan kolayca
emir-el mümin, yani devlet başkanı olurdu. Bu itibarla Hz. Hüseyin’in, yani
Ehl-i Beyt’in davası,kuran emri olan şurayı / meclisi toplayıp, meclisin
kararıyla emanetin lâyık olana, ehline verilmesi davasıdır. İşte bu meclisi
toplamak için yola çıkan Ehl-i Beyt, Kerbela mevkiine gelince Yezid'in adamları
tarafından kuşatıldılar. Hz. Hüseyin: ‘Bizden ne istiyorsunuz? Bırakın (seçici
şurayı yani meclisi toplamak için) Kufe’ye gidelim.’ dedi. ‘Olmaz.’
dediler. Hz. Hüseyin ‘Peki, geri Medine'ye dönelim.’
dedi. Yine ‘olmaz’ dediler. O zaman Hz. Hüseyin: ‘Peki bizden ne istiyorsunuz?’
dedi. Onlar: ‘Yezid'e biat etmenizi, Yezid’in emirliğini, padişahlığını
tanımanızı istiyoruz. Yoksa sizi öldüreceğiz. Ya Yezid’e biat ya da ölüm.’
dediler.
Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt, Yezid’e
biat etmedi. Kadın, çoluk çocuk hepsi birden işkenceyle kılıçtan geçirilerek
şehit edildiler. İşte seçme ve seçilme hakkı olan seçici meclis ve şuraya, yani
cumhuriyet idaresine Ehl-i Beyt, böyle değer verdi ve vermektedir. İşte bu
beyitler bunu beyan ediyor. “Ehl-i Beyt’in katliamından ve onlara yapılan
zulümden, ehl-i aşk, her zaman ve bugün
dahi mahzundur, dertlidir.”
buyruluyor.
Ali'nin şöhreti denildi Haydar
Marifet kılıcı ismi Zülfikar
Bu esrarda Fehmi eyledi ihbar
Medet ya Muhammed şahımdır Ali
Her dem gönlümdeki mihmanım Ali
Haydar, diri
olan ve atılgan aslan anlamındadır. Ve Hz. Ali (kv) Haydar’dır, bugün dahi onun
misyonu diridir. Çünkü makam-ı velayetin mürşid-i kamili ve Evlad-ı Resul’ün ilm-i marifet kılıcı olan Zülfikar’la, cehl-i münafık olan
Mervanlığa, cehl-i Muaviye isyancılığına ve cehl-i Yezid zalimliğine karşı diri
olup, Haydar’dır.Yani aslanlar gibi
her nefeste, gerek kendi nefsimizde gerekse afakta, evlad-ı Resul’ün, cihad-ı
ekberle mücadelesi devam etmektedir ve edecektir. Evlad-ı Resul her zamanda,
bugün ve yarın da, ahirette de Haydar
olup, diridir.
Allah, bizleri ve cümle ihvanı,
Evlad-ı Resul’den ayırmasın. Amin.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------