31 Aralık 2017 Pazar

İzzeti Hak etti nümâ vârımızı


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN

                                 İzzeti Hak etti nümâ vârımızı
                                 Allah Allah derken terlettirdi bizi
       İzzeti Hak; Allahın üstünlüğü, galibiyeti, Nüma; gösteren, gözüken, demektir. Zamanın mürşidi kâmilinin telkin ettiği zikir, daim zikirdir. Ve zikri daim her nefeste ve her zamanda nefes alınan her yerde yapılan zikir olup, hiçbir yer ve mekân, insanın hiçbir ahval ve pozüsyonu her nefeste zikri daime engel olmaz. Bunu ifadeyle kuran’da: “Öyle recüller / erler / ruha mensub olanlar vardır ki, ne bir ticaret, ne bir alış veriş Allahı zikretmekten namazı dosdoğru kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz…” (Nur-37) buyrulur. Ki bir insan, ancak her nefeste zikri daim ile Allahın makamlarının müşahadesine ve kulluğun kemaline, yani insanı kâmil mertebesine ulaşır. Bunu beyanla pir seyyid Muhammed nur Hz: “iki ayaklı tekke olunuz” diye tembihte bulunur ki bu tembih, her nefeste zikri daim uyanıklığıyla tevhid mertebeleri müşahadesinde olmamızın tembihidir.
       Bazen ehli zikir müsait olan mekânlarda, eskiden tekkelerde olduğu gibi cehri (açık sesle) ve darbi (darbeli) olarak, yani açık ve vurgulu bir şekilde ayakta veya oturarak halka oluşturup zikir yaparlar. Ki bu zikir, ayakta ya da oturarak açık ve vurgulu bir şekilde yapıldığından ihvanları yorup terletir. Hatta bazıların da zikrin cezbe hali, böyle cehri ve darbi olarak yapılan zikir anında hâsıl olur. Ki bu cezbe hali, zikrullahın galibiyet ve üstünlüğünden, zikreden kişinin müteessir olup etkilemesidir.
       Bunu beyanla, zikrullah uyanıklığı ve cezbesi ile kulluğumuzda izzeti Hak, yani Hakk’ın üstünlüğü ve galibiyeti gözüktüğü gibi, halkayı zikir de Allah Allah diye zikrederken, zikrullahın tesiri terlettirdi bizi, buyruluyor.    
                                Seyrândan seyrâne ol iletir gözü
                                Allah Allah derken terlettirdi bizi
       Abdurrahim fedai Hz. “seyrimizin ednası halktan Hakk’adır seyrimizin âlâsı ise Hak’tan halkadır” buyurmuşlardır. Ki mesleki resul seyri sülukunda gerek halk’ta hakk’ı, gerekse Hak’ta halkı seyr etmeye gözü ileten, ancak ve ancak zikrullah uyanıklığıdır. Eğer bir kalp zikri daim ile uyanmaz ise, o kalbin sahibi rabbin makamlarını hafızasıyla ezberleyip zekâsıyla ifade edebilir. Fakat zikrullah uyanıklığı olmadan hafızadaki ezber ve zekâ ile bir kimse, rabbini makamlarında müşahede marifetine asla erişemez.  
       Bunu ifadeyle, seyrandan seyrana yani rabbimizi makamlarındaki müşahedeye gözü, ancak zikri daim uyanıklığı ulaştırıp iletir, Demektir.  
                                İzhâra mecâl yok esrârımızı
                                Allah Allah derken terletti bizi
       Zikrullahın eriştirdiği hoşnutluk ve zevkin esrarını izhâra, yani açıklayıp anlatmaya gücüm mecalim yetmez, deniliyor. Çünkü zikrullah hoşnutluğu ve zevki anlatılmayıp, ancak tadılır.
                                Hilmi ya Allah bilir râzımızı
                                Allah Allah derken terletti bizi
       Râz: sır manasına olup, Malik Efendi Hz. Hilmi lakabıyla; anlatılamayan ve ancak tadılan zikrullah zevki sırrını, en iyi ancak Allah bilir diyor. Vesselam.   
       Abdülmalik Hilmi divanın şerhi / açıklaması hatalarıyla beraber burada tamamlanmıştır. Biz kulların bilgi ve irfanı, Hakk’ın tecellisine mazhar olduğumuz kadardır. Her bir şeyin en doğrusunu en iyisini ancak Allah bilir.  
                                                                                                                   

Nedir bu bir acayib işi


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN


                                  Nedir bu bir acayib işi
                                  Bahre vardık beş kişi
      Malik Efendi Hz. nedir bu acaip iş diyerek, bizlere irfan ve hikmet yüklü muamma, bilmece soruyor. Buna göre bahir’den yani denizden maksat, bu kesret âleminde her zaman var olan zamanın mürşidi kâmilidir. Çünkü kâmilde zahir olan marifet, Hakk’ın ihsan ve lütfu olan kemal tecellisi olduğundan, kâmilin irşadından açığa çıkan marifet ve kemalatın bahir / deniz gibi haddi hududu olmaz. Bu itibarla bahre varmak, zamanın kâmilini bulmak ve ona intisab ederek salik olmaktır.
      Beş kişi’den maksat ise, cümle tabiatın ve insanın suretinin / bedeninin aslını oluşturan hava, toprak, su ve ateş olan dört unsur (asıl) ile beraber insanın ruh’udur / can’ıdır. Ki insan bu beş hasletin toplamı olup, insanın içi dışı yani suret ve canı bu beş değerden ibarettir.
      Bunu beyanla, dört anasır ve can’ımın oluşturduğu beş hasletten / değerden ibaret şahsım, zamanın bahri (denizi) olan mürşidi kâmile, varıp, onun âli prensipler telkini irşadına teslim oldum, buyruluyor. 
                                  Onun gark oldu hepsi
                                  Hayat buldu cümlesi
        Cehalet ve gafletle kendime nisbet ettiğim, beş hasletten ibaret şahsiyeti varlığımın hepsi, kâmilin telkin ettiği fenafillâh keşfi irfanı ile yokluğa ulaşarak, Hakk’ın vahdet tecellisine gark oldu. Ve bekabillâh müşahedesine erişmemle de kendimin ve âlemi halkın cümlesi, cenab-ı Hak’la hayat buldu, demektir.
                                  Çamurlan su ayrıldı
                                  Çamur kurudu su yürüdü
       Hakk’ın beka vahdet / birlik tecellisine mazhar olan bir kişi terakki ederek, Hakk’ı batında halkı zahirde müşahede yakınlığına erişirse o kul, insan hayvan bitki taş toprak gibi cümle varlıkları. Ve iyi kötü, yanlış doğru, mümin münafık, iman inkâr, evliya eşkıya gibi insana ait değer ve vasıfları birbirinden ayırt ederek, vahdetin zuhuru olan kesret (çokluk) olarak müşahede eder. Ki işte böyle bir müşahedeyle çamurlan su ayrıldı, çamur kurudu su yürüdü buyruluyor. Çünkü çamur, insanın suret beden varlığını, su ise insanın ilim irfan mazharı ruhani manevi diriliğini remzeder.     
        Kur’anda; Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere, "Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık balçıktan bir insan yaratacağım." demişti. "Onu, amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman…" (Hicr-28,29) buyrulur. Bu ve benzeri ayet beyanlarında açıkça ifade edildiği gibi, insanı oluşturan gerek beden (et ve kemik) varlığı, gerekse ruh (can) varlığı Hak’tan yaratılmıştır. Buna göre, bedeni Allah’ın mülkü olan “çamurdan” olan insanın, ruh’u rabbin “öz ruhundan üflenmedir.”
      Her insan, suret / beden varlığının çamurdan olması itibarıyla aynıdır. Yani ister peygamber olsun, ister evliya olsun, ister kâfir olsun, ister mümin olsun insanların çamurdan olan beşer yönü itibarıyla aralarında fark olmaz. Ki bunu ifadeyle, “ De ki: Ben sizin gibi beşerim ancak ilâhınızın ve ilahımın bir / vahid olduğu bana vahyolunuyor...” (Fussulet- 6, Kehf- 110) buyrulur. Bu itibarla, beşer yönüyle diğer insanlarla aynı olan peygamberlerin, ancak vahiy mazharı olmakla diğer insanlardan farklılık arzetmeleri gibi, insanlar arasındaki farklılığı ilim ve irfan farklılığı oluşturur. Bu itibarla, hiçbir insanın ilim ve irfanıyla diğer bir insanınki aynı olmaz. Hele hele bedeninin Allahın mülkü olan çamurdan, ruh’unun (canı’nın) ise rabbin ruh’undan üflenme idrakine ulaşan bir insanla, bu idrakten mahrum diğer insanlar arasındaki ilim irfan farkı uçurum gibi derin olur.
       Buna göre; vahdetin kesreti / çokluğu zuhuruyla, halkı zahirinde Hakk’ı batında müşahedeyle marifetullah mazharı olan bir kullukla, marifetullahtan mahrum, kendini çamur olan bir suretten ibaret gören nakıs / eksik kulluk arasındaki fark ve ayrılık, beyitte çamurla suyun ayrılması olarak beyan ediliyor. Ki, gaflet ve cehaletle aslı çamur olan suretlere vücut nisbet etme kulluğunun, masiva / gayrıyet kuraklığında kuruduğunu ifadeyle çamur kurudu, deniliyor. Ve marifetullah mazharı kulluğun bekabillâha, yani Allahın hayatıyla dirilmeye yönelmesini beyanla da, su yürüdü buyruluyor. Allahu âlem.   
                                  Devr ile geldi devredip gitti
                                  Gâh ha Gâh mim görünür imdi
       Devrile gelip devrile gitmek demek, her bir şey gibi Hakk’ın zatı mevcudiyetinden yaratılan insanın, ruhlar âlemine, ruhlar âleminden babaya, babadan anneye, anneden bu yeryüzü olan imtihan âlemine doğması ve bu âlemde mürşidi kâmili bulup salik olmaya devredip gelmesi, demektir. Ki insanın, kâmilden seyri süluk görerek Hakk’a kavuşup, Hakk’ın asla zevâl bulmayan beka tecellisiyle cemiyeti ilâhiye dâhil olması. Ve Hakk’ın kesreti halk zuhurunda cemiyeti Muhammede ulaşması, o insanın hidayeti nuru Muhammed mazharı yaratılışla gâh ha yani cenab-ı Hakk’ı, gâh mim yani nur-u Muhammedi görmeye devredip gitmesidir.
       Çünkü hidayetin baş mazharı Hz.resulullah efendimiz, “Ben Allahın nurundan müminler benim nurumdan yaratıldı.” Buyurmuştur ki, böyle hidayeti nuru Muhammed yaratılışına mazhar bir müminliğe erişmek, gerek cemiyeti ilâhi icabı hep Hak müşahadesini, gerekse cemiyeti Muhammed müşahedesini kapsayıp kendinde cem edip topladığı için, Hidayeti nuru Muhammed yaratılışına erişen bir mümine gâh Ha, yani Hak, gâh mim, yani vücudu nuru Muhammed görünür.
Bu görünme, kalp makamı kemalatıyla kulun “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluh - müşahade ederek şahidlik ediyorum Allahtan başka ilâh yoktur, müşahade ederek şahitlik ediyorum ki Muhammed Allahın kulu ve elçisidir” kelime-i şahadetinin hakikatına ulaşmasıdır. Kelimeyi şahadetin hakikatına erişen bir kul görmek, işitmek, koklamak, tatmak, dokunmak olan beşi zahir. Akıl, vehim, hayal, hafıza ve idraktan ibaret olan beşi batın on duyularıyla / hisleriyle, cemiyeti ilâhi keşfi gereği Hak’tan gayrı bir varlık olmadığını müşahade şahitliğini, cemiyeti Muhammed keşfi gereği vücudu nuru Muhammedi müşahade şahitliğini kalbinde cem edip toplar.
Bunu ifadeyle ehl-i kemal;
Âdemi safiyullah çekti şahadet
Hak ile Muhammed gördü bir vücut. Demiştir.
       Bu itibarla, bu âleme devredip gelen, bu âlemde tüm zamanlarda var ve mevcut olan mürşidi kâmilden gördüğü seyri süluk ile devredip, böyle bir marifete erişen kulun, “on hissimle (duyularımla) müşahade ederek şahidim Allahtan başka / gayrı bir varlık yoktur. Yine on hissimle müşahade ederim ki Muhammed Allahın elçisi ve kuludur “ kelimeyi şahadetini hakikatı üzere idrak ve ikrar etmesini ifadeyle, gâh ha yani Hak,  gâh mim ki vücudu nuru Muhammed görünür imdi / şimdi. Buyruluyor.
                                  Deniz oldu küllisi
                                  Hiç oluptur hû Hilmi

    Külli: hepsi, her şey, hu; Hakk’ın gaybı mutlak hüviyetinin ismi, anlamındadır. Gerek suret gerek manevi olan her bir tecelli zatı ehadiyetten, yani Hakk’ın zat tekliğinden gelir ve zahir olur. Ve görünen görünmeyen her tecellide mevcut olan zatı ehadiyet müşahadesinde kaybolarak, (gayb olarak) hiç’liğe eriştiğini ifadeyle Malik ef. Hz. Hilmi lakabıyla; Gerek unsur, gerek manevi tecellilerin küllisi gibi, hiçliği ile gaybı mutlak hüviyet denizi olan zat-ı ehadiyet deryasında Hilmi hu oldu, diyor. Allahu âlem.   

Cihana geldi bir tuhfe'i ilahi


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN

                             Cihana geldi bir tuhfe'i ilahi
                             Hacı Kemâl ki ol ibn'ül fedai
      Cihan: dünya, cümle âlem, Tuhfe: armağan, Hacı Kemâl ki ol ibnül fedai; Pir seyyid Muhammed nur Hz.nin damadı olan, Abdurrahim fedai’nin oğlu Hacı kemâl, demektir.
İstanbul, Üsküp, Selanik, İştip Manastır vb. Rumeli ağırlıklı şehir ve kasabalarda yaptığı manevi fetihlerden ötürü, pir seyyid Muhammed nur Hz.nin namı hemen hemen tüm Osmanlıda özellikle medrese ve tarikat ehilleri arasında yayıldığından, pirizren şehrindeki müderrisler de Hz.pir’in nam’ından haberdar oluyorlar. Ve prizrene gelişinde Hz.pir’i imtihan edip güç duruma düşürmek maksadıyla, prizrenin tanınmış âlimlerinden oluşan bir meclis oluşturup, bu meclise Hz.pir’i davet ediyorlar. Hz.pir bu meclise davetle gittiğinde, çeşitli sorularla karşılaşıyor ve bu soruları cevaplıyor. Fakat meclistekilerin bir şeyler öğrenmek için değil, onu sıkıştırarak kötü bir duruma düşürmek maksadı ile sorduklarını anlayan Hz.pir: “ey meclisi oluşturanlar hakikata / gerçeklere karşı inat edişiniz küfre ulaştı, ben burada daha fazla kalmam” diyerek o meclisi terk ediyor.
       Hz.pir, meclisi terk ettikten sonra o mecliste kalanlar, kendi aralarında konuşurken genç ve cesur bir müderris olarak bilinen Abdurrahim fedai Hz.ne; ‘Her zaman cesaretle konuştuğun halde, sen arap hocaya (Hz. Pir’e) karşı bir şey söylemedin hiçbir şey konuşmadın sessiz kaldın. Neden sende bir şeyler söylemedin’ demeleri üzerine fedai Hz: “Ne konuşaydım ki, arap hoca (Hz. Pir) hep doğruları konuştu doğru olana itiraz edilmez’ diye cevaplıyor. Ve o’da Hz.pir’in arkasından Üsküp şehrine gidiyor. Ve Hz.pir’den irşadıyla kendisini aydınlatmasını taleb ediyor. Fedai Hz.nin bu talebini kabul eden Hz.pir ona, “Sana kızımı vereyim damadım ol” teklifinde bulunuyor. Ve bu teklifi kabul ederek, Hz.pir’in kızı ile evlenen Fedai Hz. Üsküp şehrine yerleşiyor.
      Abdurrahim fedai Hz. kısa zamanda terakki edip ihvanlar kendisinden çokça istifadeleniyor. Hz.pir ile hacca giden fedai Hz. hac dönüşünde gemide vefat ediyor ve süveyş kanalındaki “aynı musa” mevkinde deniz sahiline defn ediliyor.
      İşte, Abdurrahim Fedai Hz.nin oğlu olan hacı kemal Hz.ni ifadeyle; Cihana geldi bir tuhfe'i ilahi Hacı Kemâl ki ol ibn'ül fedai buyruluyor. Yani, Allahın dünyaya armağanı olarak hacı Kemâl geldi. O hacı Kemâl ki, Abdurrahim fedai’nin oğludur, buyruluyor.  
                             Kemaliler ferid asr olur peder hem
                             Leb-i lâlden akar tevhid zülâli
      Leb: dudak, lâl; dil, Zülâl: berrak, tatlı, güzel, soğuk, su, anlamında olup, Kemaliler den maksat ise, hem soy hemde manevi ehlibeyt / evladı resul mazharıyetiyle hâsıl olan olgunluk kemalat demektir, Allahu âlem.
     Daha evvelki beyitlerin açıklamasında etraflıca bahsedildiği gibi, 1- soyca, 2-manavi, 3-hem soy hemde manevi yönden olmakla, üç kısım ehli beyt / evladı resul vardır. Hem soy hemde manevi olan evladı resul Hz.Ali, Hz.Fatma, Hz.Hüseyin ve Hz.Hasandır. Ve bunların hem soy hemde manevi hasletlerine haiz olan evlatlarıdır. Pir seyyid Muhammed nur Hz. soyca ve menen evladı resul olduğundan, torunu Hacı Kemâl Hz. de hem soy hemde manevi yönden ehli beyttir / evladı resuldür.       
      Hem soy hemde manevi evladı resul olanların arasından, her asırda / yüz yılda müceddidler / yenileyiciler zuhur eder. Ve bu yenileyiciler, mesleki resul âli prensiplerine ve makamatı tevhid telkinine yapılan ilaveleri ve eksiltmeleri giderip tasnif ederler. Ve mesleki resul âli prensiplerini ve meratibi tevhidin aslını, kemalat ve marifetleriyle parlatarak açığa çıkarırlar. Bu tasarrufları itibarıyla müceddidler / yenileyiciler asrın ferdi ve asrın pederi (babası) olarak vasıflandırılırlar. Ki, bu vasıflara sahip olan Hacı kemal Hz.nin leb-i lâlin’den (ağzından dilinden) tevhid sohbeti, zülâl yani berrak, tatlı, güzel ve soğuk bir su gibi akar, deniliyor.   
                              Fütuhatlar füsus takriri ol şahın
                              Muhakkak aynıdır şeyhin muradı
       Fütuhat, füsus: şeyhül ekber muhiddin arabi Hz.nin ehl-i kemal arasında çok meşhur olan ‘fütuhatı mekkiye’ ve ‘füsusul hikem’ adlı iki eseridir. Şah: padişah, Takrir: anlatma, kararlaştırma, demektir.
      Buna göre, manevi padişah olan hacı kemal Hz; Şeyhül ekberin fütuhat ve füsus isimli eserlerini öyle güzel yorumlayarak takrir edip anlatır ki, muhakkak şeyhül ekber Hz.nin muradıyla hacı kemâl Hz.nin anlattıkları aynıdır. Buyruluyor.  





                              Ulum-ı evliyanın matlaı ol durur
                              Ledün ilmine hace hem de şeri
    Ulum: ilimler, evliya: Allahın dostları, velileri, matlaı: doğuş olan yer, mahal. Ledun ilmi: mana, ruhaniyet ilmi, marifetullah. Şeri: şeriata ait, hace; hoca, demektir. Ki hacı kemal Hz. Allahın dostlarına / velilerine mahsus olan ledun, yani tarikat, hakikat ve marifet ilimlerinin kaynağı olduğu gibi, şeriat ilimerinin de hocasıdır, buyruluyor.      
                              Dahi fetva ile takva ya cami
                              Ki zahir ile batın kalbi hâvi
      Fetva: Bir meseleyle ilgili dini hüküm, Takva: günaha girmekten sakınmak, Allahtan ayrı kalmaktan ve gayrı olmaktan korkmak,  Zahir: dış, batın: iç, iç ait, Havi: kapsayan. Anlamındadır. Buna göre, dini meselelerde fetvayı, yani hüküm vermeyi ve takvayı, yani Allahtan gayrı olmaktan korkmayı kendinde cem edip toplayan hacı kemal Hz.nin kalbi, İslam dininin gerek zahirini gerekse batınına havidir, (kapsayandır) deniliyor.     
                              Zebihın sırrına varis hakikatte
                              Peder maderce- çü? nesl-i pâk-i pirâni
        Zebih: kurban, peder: baba, mader: ana, demektir. Niyazi Mısri Hz:
Oldum İsmail gibi teslimi hak etti hemin
İki yüzbin dahi yetmiş beşte bir kuban bana
Anladım zebh-i azime bir işarettir bu koç
Hem beşarettir gelen Yahya ile mihman bana. Buyurmuşlardır.
       Ki bu beyitte ifade edilen bin iki yüz yetmişbeş rakamı, hicri takvime göre pir seyyid Muhammed nur Hz.nin zuhur ettiği tarihtir. Yaklaşık iki yüz yıl öncesinden Hz.pir’in bu âleme gelip teşrif edişini haber veren Niyazi mısri, Hz.pir için; bana kurban’ olan bu zat ‘anladım zebhi azime,’ yani büyük kurbana ‘bir işarettir bu koç,’ (ruha mensub olan er kişi) diyor. Ve devamla, Hz.pir’in zuhuruyla kendisine ‘beşaret’ / müjdeler getirici olduğu gibi, kendisinin Yahya sı, yani hayat verip yaşatıcısı olduğunu ifadeyle, ‘yahya ile mihman (misafir) bana’ buyuruyor.
      Hz.pir efendimizin Niyazi mısriye kurban / yakın olup, ona müjdeler getirerek hayat vermesini ehl-i kemâl şöyle ifade eder. ‘Yaklaşık iki yüz yıl, zararlıdır diye yasaklı olan Niyazi mısri Hz.ne ait bazı eserleri Hz.pir, bu eserlerin bir zararı olmadığı gibi hepsinin doğru ve faydalı eserler olduğunu devlet ricaline izah ile ikna eder. Ve bu eserler üzerindeki iki yüz yıllık yasak kararını kaldırtarak, bu eserlerin yayınlanmasını sağlar.’ Ayrıca Hz.pir ihvanlarına, Niyazi mısri Hz.nin divanını okumalarını tavsiye etmiş ve “Niyazi mısri yaşadığı asırda tevhidin şampiyonu idi” buyurmuştur. Bu itibarla, halen günümüzde dahi Hz.pir’in vekil ve ihvanları, Niyazi mısri nin eserlerini baş üstünde tutarak bu eserlerden istifadelenirler.
       İşte bu şekilde Hz.pir, Niyazi mısriye kurban / yakın olup, onun marifet ve kemalatını yansıtan eserlerinin yayınlanmasını sağlayıp, marifet ve kemalatını açığa çıkartmakla Niyazi mısri Hz.ne Yahya (hayat verici) olmuştur. Allahu âlem.
       Kıyametten sonra Yahya as. mın ölümü kesip kaldırarak, ölümsüzlüğü yani ebedi hayatı getirmesi gibi, Hz.pir insanlığa ölümsüzlüğü yani Hakk’ın ebediyeti ile beka ve ebediyet bularak bekabillâha ulaşamayı telkin etmekle, ölümü kesip insanlığa Allahın bekası ile ölümsüzlüğe erişmenin irşadını yapmıştır. Ki Hz.pir’in vekilleri bu irşadı halen yapmaktadırlar. Çünkü Hz.pir’in şahsında tasnifi açığa çıkıp zahir olan mesleki resul telkini, fenafillâh ve bekabillâh mekamlarının irşadından ibaret olup, her kim bu irşaddan nasiplenirse o kişi, fenafillâh keşfi irfanıyla ölmeden evvel ölür ve bekabillâha ulaşıp, Allahın ebediyetine karışarak ölümsüz olur. Bunu ifadeyle Yunus Emre Hz; 
       Âşık yunus öldü diye salâ verirler
      Ölenler hayvandır âşıklar ölmez… Diyor.
Bu itibarla, hacı kemal Hz.nin dedesi olan Hz.pir zuhuruyla, insanın cümle âleme ve kendine varlık nisbet etme kısırlığı ve nakıslığını fenafillâh telkini ile keserek, bekabillâh irşadıyla ölümsüzlüğe eriştirmekle insanlığa Yahya olup, (hayat verici) zebhi azim dir. (büyük kurban koç’udur)
     Bunu beyanla: zebihın / kurbanın sırrına varis hakikatte Peder maderce- çü? nesl-i pâk-i pirâni buyruluyor. Ki gerek peder / babası gerek mader / anası ve dedesi tarafından nesli pak, yani nesli ehlibeyt / evladı resul temizliğine mazhar olan hacı kemal Hz; Hakikatta Hz.pir efendimizin şahsında açığa çıkan büyük kurban koçluğuna (ruha mensub er kişiliğe) mazhar ve varistir, demektir.
                              İmam-i pişvâ-yı ehl-i tevhid
                              Muhakkikler reisi şeyh melâmi
     Pişva: başkan önder, muhakkikler: hakikat ehilleri, anlamındadır. Hacı Kemal Hz. tevhidi hakiki irşadı yapan mürşidlerin, imamların önderi olduğu gibi, ehl-i hakikatın reisi meslek-i resulu melami şeyhidir, buyruluyor.  
                              Ona teslim olan la şek olur inan
                              Ledün ilmine vakıf nesl-i rahmani
     La şek: şüphe kalmamak manasınadır. Her kim ilmi ledüne, yani tarikat, hakikat ve marifete vakıf, nesli rahman ve evladı resul olan hacı Kemal Hz.den zahir olan irşada teslim olursa, rabbini müşahade edip rabbine kavuşmakta ve insanı kâmil mertebesine erişme konularında, inan ki o kişinin hiçbir şüphesi kalmaz, deniliyor.  

                              Onın medhine acizdir lisanım
                              Turâbi ol ayağının eya Hilmi

      Turâb: toprak, demektir. Ayağının altında türab / toprak olmak ise, Hz.pir’in şahsında tasnifi ve düzenlemesi açığa çıkan mesleki resul âli pirensiplerini telkin eden mürşidi kâmili baş tacı yaparak. Onun telkini irşadına toprak gibi yerle yeksan bir tenezzül ve tevazuyla teslim olmaktır. Ki bunu ifadeyle Malik ef. Hilmi mahlâsıyla; Hz.pir efendimizin torunu olan hacı Kemal Hz.ni her ne kadar medhedip övmüş olsamda, ben onu medhedmiş olamam, dilim onu anlatmaktan acizdir, diyor. Ve devamla ey Hilmi sen hacı kemâl Hz. karşısında, onun ayağının altındaki türab / toprak gibi tevazulu ve tenezzüllü olmaya bak, buyuruyor. Allahu âlem.

Gazel-i Hafız Tercemesi


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN

                                     Gazel-i Hafız Tercemesi
    Aslı Farsça olan Hafız Hz.nin bu ilâhisinin Malik Efendi tarafından Türkçeleştirilmesidir.
                             Haberdar ol eya saki bize sun ol mey-i bâkî
                             Kolay evvel göründü aşk çoğaldı meşgulüm kati
      Eya; ey hitabı, Saki; içki, şarap dağıtan, mey-i baki; sonsuzluk, ebediyet içkisi, kati; kesinlikle, anlamındadır. Ki kâmil olan bir mürşid, ebediyet sonsuzluk içkisinin mazharı olup talip ve âşıklara kâmil o içkiden sunar da âşıklar o içki sarhoşluğuyla, İlâh-i sevgiliye kavuşup sevgiliyle beka bulurlar. Bu itibarla, ey saki, ey halkı irşad edip mürşidlik yapan kişi, eğer sen gerçek kâmil bir mürşid isen, bize mey-i baki olan sonsuzluk içkisinden sunup ikram et, buyruluyor. Ve devamla, önceleri, yani ilâh-i aşka mensub olmadan evvelki kulluğum kolaydı. Hak aşkına mazhar olmakla ilâh-i sevgiliyi müşahade edip ona kavuşma derdi meşguliyetim kati (kesinlikle) artıp çoğaldı, deniliyor.  
      Çünkü Hak aşığı olmayan bir kimse, müşahade edip vasıl olmak için ilâhi sevgiliyi aramadığından, böylesinin kulluğu bu açıdan kolay olur. Fakat Hak aşkına mazhar olan bir âşık, daima sevgiliden bahsedilip İlâh-i sevgili sohbeti yapılmasını ister. Ve sevgiliden bahsedilmesi arzusuyla, daima ilâh-i sevgilinin sohbet ve muhabbetinin yapıldığı meclisleri aramakla meşgul olur, vesselam.     
                             Hem ol nal'e kuzehden ki bu gelmiş zülf’i müşkinden
                             Saba ol turra açtı dolu kan aşkdan gönlü
      Müşkin: mis kokulu, nale: inilti, kuzeh: renk renk, çizgiler, zülüf: sevgilinin yüzünde görünen saçı, sabâ: hoş bir rüzgâr, turra: alın saçı, kıvırcık saç lülesi, kân: bir şeyin kaynağı, bir niteliğin bol bol bulunduğu kimse, demektir.
     Buna göre, ilâh-i aşk ve derd ile meşgul olup inlememin sebebi, sevgilinin yüzünde görünen saçlarının renginden gelen mis kokulardır. Ve hoş bir rüzgâr, aşkın kaynağı olan ilâh-i sevgilinin alın saçından o güzel kokuları gönlüme getirdi, buyruluyor.      




                             Seccaden hamriyle boyat sana derse mennân piri
                             Ki salik bihaber değildir bu menzil resmiyle râhi
       Seccade; üzerinde namaz kılınan, secde edilen halı vb. secde mahalli, Hamr: şarap, Mennan piri: Allahın bol bol ihsanına mazhar olan ulu, kâmil insan, bihaber: habersiz, menzil: varılan yer, resm: resim, rah: yol anlamındadır.
      Bu itibarla mennan piri, zamanın kâmil müşidi olup kâmil, Allahın ihsan ve bağışına mazhar olan şahsı muhteremdir. Ki bunu ifadeyle kuranda; “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik.” (Kehf- 65) buyrulur. Ki bu ayetteki yüce Allah’ın katından rahmet vererek lütfederek ilm-i ledün öğrettiği kul’un,” her zaman sağ ve mevcut olan Hızır (as.) olduğu rivayet olunur. Ki Hızır, ilm-i ledün (ilm-i tevhidi hakiki) mazharı olan zamanın Kâmil mürşid’dir. Hızır’ın her zaman sağ ve mevcut olması ise, velayet irşadçısı olan kâmil mürşid’in kıyamete kadar yeryüzünde, tüm zamanlarda ve günümüzde irşadı ile insanlığı aydınlatıcı olmasıdır.
     Pir seyyid Muhammed nur Hz; “Mürşidi kâmil bir kadeh içirdiğinde salik fiilini (işini) fena / yok eder. İkinci kadehi içirdiğinde görüp işitmesini (sıfatlarını) fena / yok eder. Üçüncü kadehi içirdiğinde ise vücudunu fena / yok eder” buyurmuşlardır. Bu itibarla, Hakk’ın ihsanı lütfuna mazhar mennan piri olan zamanın mürşidi kâmilinin salike tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat makamlarını telkin etmesi, salike hamr yani ilâh-i aşk şarabını sunup içirmesidir. Ki ilâh-i aşk şarabını kâmilden içmesiyle salik, kendinin zannettiği nisbet varlığını yok / fena ederek, Hak aşığı olur. Ve Hak âşığı, kendi yokluğunda tecelli edip görünen ilâh-i sevgilinin güzelliğini müşahade ederek, ilâh-i sevgiliye kavuşur. İşte, saki olan Mennan piri kâmilin içirdiği aşk şarabının tesiriyle yokluğa erişip, yokluğunda tecelli eden sevgilinin güzelliğini müşahade ve sevgiliye kavuşmaktan hâsıl olan ilâh-i zevkler, hep aşk şarabının sarhoşluğudur.
       Seccade; Namaz kılınan ve genellikle halı kilim vb. gibi olup secde edilen yer veya mahâldir. “Namaz müminin miracıdır” Hadisi şerifi hikmetince namaz; hakikatı yönüyle kulun yokluğunda rabbine kavuştuğu miraçtır. Ve namazın secdesi, yokluğun zirveye ulaştığı kulluğu ifade ettiği için kuranda, “…secde et ve yaklaş” (Alak- 19) buyrulduğu gibi, hadisi şerifte “Kulun Allaha en yakın olduğu an secde anıdır” beyan olunur. Ki secdenin remzettiği bu yakınlığa ilâh-i aşk şarabının sarhoşluğuyla erişilir.     
Bu itibarla, zamanın mürşidi kâmilıne intisab eden her salike evvela, fenafillâh (Allahta yok olmak) ve resulullahın (s.a.v) ahlakı ile ahlaklanmak hedefi ve meslek-i resul âli prensipleri telkin edilip. Sonra salikin bu hedefe nasıl ulaşacağının irşadı yapıldığı için, kâmil mürşidin irşadına mazhar olan bir salikin, kâmilin içirdiği aşk şarabı sarhoşluğuyla kulluğun fenaya / yokluğa ulaşmasından, bihaber (habersiz) olması mümkün değildir.     
    Bunu beyanla: Seccaden hamriyle boyat sana derse mennân piri. Ki salik bihaber değildir bu menzil resmiyle râhi buyrulması, mennan piri olan kâmilin irşadıyla seccadeyi hamr’a yani ilâh-i aşk şarabına boyayarak, ilâh-i aşk sarhoşluğuyla kulluğunu yokluğa / fenaya eriştirmek olduğu için. Zamanın mennan piri olan kâmiline intisab ederek, mesleki resul seyri sülukuna mazhar olan salikler, seccadenin aşk şarabıyla boyanmasından bi haber, yani hebersiz olmazlar, demektir.          
                             Sana mahbub konağından ne emniyet geçirmeğin
                             Ki canın feryad ider daim tutunuz yükleri bağlı
       Mahbub konağı: Sevgilinin evi, mekânıdır. Ve sevgili / mahbub güzelliklerini konağında açıp gösterir. Ki ilâh-i sevgili olan cenab-ı Hak, cümle âlemlerde ve her varlıkta mevcut olmasına rağmen, cemalini, yani güzelliklerini âşıklar meydanı olan kâmilin meclisinde ve aşığın gönlünde gösterir. Bu itibarla, sevgilinin konağı, âşıklardan ehlullahtan oluşan kâmilin meclisidir. Ve o meclisten hâsıl olan sohbetlerde, ilâh-i sevgilinin makamlarından ve türlü tecellilerinden bahsedilir. Bu yüzden her âşık, kâmilin meclisinden onu alıkoyan engelleri, yükleri meşruiyet çerçevesinde kaldırırarak, her fırsatta ilâh-i sevgilinin güzelliklerinin sergilendiği Hak âşıklarını ve âşıklar meclisini arar. Çünkü aşığı ayakta tutup ona can olup can veren, ilâh-i sevgilinin aşkıdır.
      Bu itibarla, bir kimse ben Hak aşığıyım dediği halde, mazereti olmaksızın âşıklardan ve ehlullahtan oluşan kâmilin meclisine gitmiyorsa, o kimse Hak aşkına mazhar olmamış demektir. Çünkü kâmilin meclisi, Hak âşıklarının sevgiliden bahsederek, bülbül gibi şakıyıp figân ettikleri aşk meydanıdır. Ve her Hak aşığı, aşk meydanı olan kâmilin meclisinin tutkunu, bağımlısıdır.
     Bunu beyanla ehl-i kemalden şöyle bir hikâye rivayet olunur: ‘Kuluçkaya yatan bir tavuğun altındaki yumurtalarının içine bir tane de ördek yumurtası konulmuş. Günü gelipte civcivler doğduğunda, tavuk yavrularını gezdirir. Fakat gezinirken bir su kenarına geldiklerinde ördek yumurtasından doğan civ civ hemen suya dalıp yüzmeye başlar. Bunu gören anne tavuk yavrusunun boğulacağı endişesiyle telaş ederek derhal o sudan çıkması için uğraşır. Oysa ördek yavrusu fıtratı (doğuşu) gereği suya girince rahat ve mutlu olur.’
        İşte bu hikâyede anlatıldığı gibi bir âşık, bulduğu her meşru fırsatta ilâh-i sevgilinin güzelliklerini açığa çıkardığı ehlullah ile sohbet etmek için kâmilin meclisine giderken, onun meclise dâhil olmasını engelleyen tüm yükleri, engelleri kaldırır. Çünkü Hak aşığı Kâmilin meclisinde rahat eder, o mecliste zahir olup açığa çıkan ilâh-i sevgilinin cemalinden güzelliğinden mest u sekran olur. Fakat ilâh-i aşktan ve Hak aşığının ahvalinden habersiz olan gafil ve cahil olan ehli nefs, âşığın ehlullah ve Hak âşıklarını aramasını, her fırsatta kâmilin meclisine dâhil olmasını, parasını pulunu varını yoğunu harcıyor, sapkınlık, şaşkınlık, mecnunluk vb. şekilde değerlendirirler. Ki bu değerlendirmeler, aynı anne tavuğun, ördek yavrusunun suda boğulacağını zannetmesi gibi gaflet ve cehalet yüklü anlayışla yapılan değerlendirmelerdir.
      Bunu beyanla: Bana mahbub konağından ne emniyet geçirmeğin. Ki cahil feryad ider daim tutunuz yükleri bağlı buyruluyor. Ki ehli nefs olan cahil ve gafillerin; ilâh-i aşk veya tevhidin hakikatı gibi dinin derinliğiyle uğraşmak iyi olmaz, tut orucunu kıl namazını bak işine, o zaman sapıtmaz şaşırmaz emniyette güvende olursun, anlayışıyla yaptığı kulluk gibi bir kullukla ben, emin kâmil bir insan olamam. Ben, sevgilinin güzelliklerini zahir ettiği konağından, yani kâmilin meclisinden beni alıkoyan engel ve yükleri kaldırır atarım da, ilâh-i sevgilinin güzelliklerini sunduğu sevgilinin konağına girerim. Ben sevgilinin konağından zahir olan güzelliklerine kayıtsız kalmam. Demektir.    
                             Karanlık gece korkudan deniz girdabı mevcinden
                             Bizim halimizi ne anlar sahilin bahri
       Girdap: suların dönerek akmasından oluşan tehlike, mevc: dalga, bahir: deniz anamındadır. Pir seyyid Muhammed nur Hz: “Kuran şeriat, tarikat, hakikat, marifet olan dört ilim ve yedi makam üzere inzâl olmuştur.” Diyor ki İslâm dini, kuran kaynaklı şeriat, tarikat, hakikat ve marifet ilimleri ile bir bütündür. Ve kuran kaynaklı bu ilimlerin tahsili ile ancak bir insan yaratılışının yüce gayesine, insanı kâmil makamına ulaşır. Bu ilimlerden sadece şeriata tabi olarak yapılan kulluk, insanı yaratılışının yüce gayesine eriştirmeyen eksik bir kulluktur. Şeriatı olmadan, tarikat veya hakikat marifet ehli olduğunu iddia etmek ise zındıklıktır.
      Bu itibarla, bu dört ilimden olan şeriat, dinin zahir dış yüzüdür. Ve kulluğun ibadetlerin şekil olarak nasıl yapılacağını ve insanlar arasındaki münasebetleri düzenler. Dinin batın yüzü olan tarikat, hakikat ve marifet ilimleri ise, zamanın mürşidi kâmilinden tahsil edilir. Dinin batını, insanın yaratılışının yüce amacına erişmesini, bu imtihan âleminde kendinde ve cümle âlemde mevcut olan rabbine vasıl olmasını sağlar. Ve bu ilimlerin tahsili ile bir insan, ilâh-i aşka ilâh-i derde mazhar olup ilâh-i sevgiliye kavuşur. Ki bu da, dinin hem zahirine hemde batınına mazhar olan kullukla mümkündür.
      Bunu beyanla: Karanlık gece korkudan deniz girdabı mevcinden bizim halimizi ne anlar sahilin bahri, buyruluyor. Yani gecenin karanlığında, dalgalarla ve girdabla uğraşarak denizde yolculuk yapanın hâlini, sahilde yani karada yolculuk yapan bir yolcunun anlayamaması gibi. Vahdet-i ilâhi gecesinde ve ilâh-i aşk denizinde yüzen Hak aşığının halini, dinin şeriat sahilinde kalıp, kulluğu sadece dinin zahiri / dışı ile meşgul ve kayıtlı, kendinde ve cümle âlemde mevcut olan Allahın vahdetinden gafil olup, ilâh-i aşk bahrine giremeyenler ne anlar bizim halimizden, demektir.
                             Muradımca olan işler rezalet çıktı hep sonu
                             Kaçar gizli kalır ol sır ki mecmularda söylendi
        Muradımca olan işler demek, insanın kendine nisbetle ve nefsinin istekleri doğrultusında cehaletle yaptığı faaliyetleridir. Pir seyyid Muhammed nur Hz. “iblisin hem anası hemde babası cin kavminden olan can’dır. Can hem erkekliği hemde dişiliği olan bir yaratık olduğundan, kendi erkekliğiyle kendi dişiliğinin tenasülünden hamile kalıp, iblisi doğurmuştur.” Diyor. Bu itibarla, bu yeryüzü olan imtihan âleminde bir insanın kendi muradınca, yani nefsinin istekleri yönünde kendi kendine ürettiği değerlerle kulluk yapması, insanın zararına olup o insanın rezilliğidir. Ve bu tür faaliyetlerden şeytanlık iblislik doğar.
       Çünkü insan, kendi için neyin hayır neyin zarar olacağını aciz kalıp bilemediğinden, kendi kendine muradınca olan kulluk faaliyetleri insanı rezil edip, şeytanla arkadaş eder. Kuranı kerimde“İnsanlara kılavuz olan, iyi kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kuran, onda indirilmiştir…” (Bakara- 185) “Biz Kur’an’da mü’minler için şifa ve rahmet olan ayetler indiriyoruz…” (İsra- 82) beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, insanın kendi hakkında ne yaparsa iyi olacağını ne yaparsa kötü olacağını, insan için neyin doğru ve hayrına olduğunu bildiren kuran, insanlara hidayet yolunu göstererek insanlığın doğru yolu bularak hidayete ulaşmaları için, müminlere ise şifa ve rahmet olarak indirilmiştir.
      Hz.resulullah efendimiz, “Kuranla insan ikiz kardeştir” buyurmuşlardır ki, potansiyel olarak her insan kuranın kardeşidir. Ve kuran kardeşliği ancak insanı kâmilde faal ve aktif olur. Kâmilin bu âlemde diğer insanlardan sureta şekil olarak zahiri bir farklılığı olmadığı için, kâmil sırdır gizlidir, Fakat samimiyet ve sadakatla arandığında muhakkak kâmilin irşadına erişilir. Gelmiş geçmiş ehlullahın hepsi zamanın mürşidi kâmiline varıp, onun irşadıyla aydınlanmayı insanlığa söyledikleri gibi, eserlerinde de yazmışlardır. Mürşidin gerekliliği hakkında Kur’an’da şöyle buyrulur; “Musa genç arkadaşına dedi ki: İki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan dinlenmeden yürüyeceğim yahut seneler ve seneler harcayacağım.” (Kehf-60) “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki; sana öğretilen ilmi / rüştü / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf- 65, 66) Bu ayet beyanlarında yüce Allah’ın, katından rahmet vererek ilm-i ledün lütfettiği kul’un” her zaman sağ ve mevcut olan Hızır (as.) olduğu rivayet olunur. Ki Hızırın, ilm-i ledün (ilm-i tevhidi hakiki) mazharı zamanın Kâmil mürşidi olup, Hızır’ın her zaman sağ ve mevcut oluşu, kâmil mürşid’in tüm zamanlarda günümüzde ve kıyamete kadar yeryüzünde varolup irşadıyla insanlığı aydınlattığının izahı, evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildi. 
     Ki ayetteki hiç durmadan dinlenmeden yürüyeceğim yahut seneler ve seneler harcayacağım.” diyen Hz.Musa’nın, Hızır’a gidişindeki azim ve kararlılığı, cümle ehl-i kemâl’in ve ehl-i irfanın mürşidi kâmil’i arayıp bulmasına daima örnek olmuştur. Bunu ifadeyle pir seyyid Muhammed nur Hz.nin halifelerinden olan Hasan Fehmi (tezdoğan) Hz;
       Ki ilmin kemâle ermek istersen
       Musa ol Yuşa’yla sen Hızr’a kavuş
Deldir kayığı hem katlet gulamı
Harabede kenzin setrine çalış
       Enbiyâ rumuzun bilmek istersen
       Bir kâmil mürşidin eline yapış…  Diyor.
Yunus emre Hz.nin bu konuda başka birçok beyanı olmasıyla beraber:                                                                    
Müftüler kadılar geldiler
Cümle kitapları kodular
Sen bu ilmi nerden aldın dediler
Bir mürşidi kâmil’e varmadan olmaz… Diyor.
Niyazi Mısri Hz.nin de başka birçok beyanları olmasıyla beraber:                                                       
Mürşid gerektir bildire hakkı sana hakkel yakın
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş... Buyurur.
        Gerek deyişlerinden örnek verdiğimiz Yunus emre, gerekse Niyazi mısr-i, gerekse Hasan Fehmi ve burada isimlerini zikredemediğimiz ehl-i kemal’in eserleri incelendiğinde, cümlesinin bu ayetler ışığında kendi kendilerine değil, arayıp buldukları mürşid-i kâmil’den irşad olduklarını açıkça görürüz.
        Bunu ifadeyle Muradımca olan işler rezalet çıktı hep sonu Haçan gizli kalır ol sır ki mecmularda söylendi buyruluyor. Yani kendi heva ve isteklerimle olan kulluğumdan rezillik iblislik çıkacağını bilidiğimden. Mecmualarda, yani gelmiş geçmiş cümle ehli kemalin eserlerinde yazmalarında bahsettikleri, “kuran ikizi” zamanın mürşidi kâmili bana nasıl sır gizli kalabilir, ben onu bulmakta azimliyim, kararlıyım, demektir.     



                             Kaçar buluşmak istersen güzel hafızla ey Hilmi
                             Cihanı külli terk eyle sivayı sil süpür gayrı

         Hafız Hz.nin Farsça olan bu meşhur gazelini, Türkçe şiirle zenginleştiren Malik ef. Hilmi lakabıyla: Eğer Hafızın suretinde zahir olup insanlığı aydınlatan marifet ve kemalat ile buluşmak istersen, nefsin hevası olan cihana meyletmeyi bırak, fenafillâh ve bekabillâh makamlarının müşahadesiyle gayrıyeti ve ikilik olan sivayı da terk ederek, sil süpür diyor. Allahu âlem.  

Canımın cananıdır aşkın beli


ŞİİR:ABDULMALİK HİLMİ

ŞERHEDEN  (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN

                            Canımın cananıdır aşkın beli
                            Gönlüme hitab-ı Hak erdi dahi
        Canân; sevgili, Beli; evet demektir. Can’ın / ruh’un bedeni ayakta tutması gibi, Hak aşığının canını ayakta tutanın ilâh-i aşk olduğunu beyanla; Canımın cananıdır (sevgilisidir) aşkın beli deniliyor. Ve devamla, Gönlüme hitab-ı Hak erdi dahi buyruluyor. Yani, hikmet ve irfan yüklü Hak hitabı olan ilham ve doğuşlar dahi, ilâh-i aşk’la gönlüme geldi demektir.   
                             "Küntü kenzen"sırrıyla âlem münceli
                              Nur-ı Hak'tır hem zuhuratı külii
       Münceli; parlayan, demektir. “Küntü kenzen”; Bir hazineydim, anlamında olup, yüce Allahın “Ben bir gizli hazineydim bilinmekliğime muhabbet ettim halkı yarattım” (Kutsi hadis) beyanına işaret ediliyor. Ve âlemin parlaklığı, cenab-ı Hakk’ın “bir hazineydim” kutsi beyanındaki sırrın gereği olduğu ve görünenlerin küllisi (tümü) Hakk’ın hazinesinden zahir olup açığa çıkan nur’dur deniliyor. Ki bunu ifadeyle kuranı kerimde, “Allah göklerin ve yerlerin nurudur…” (Nur- 35) buyrulur.
                             Sırr-ı sırdır hem bu âdem sırrı bil
                             Nur zatıdır yüzünde hammâyıli
       Hamail; Muska, manasına olup, sırrı sırrın âdem sırrı olmasının izahı ise şöyledir. Üç cemiyet vardır ki bunlar 1- cemiyeti ilâh-i. 2- cemiyet-i Muhammed. 3- cemiyet-i Âdem dir. Ki ifade olunan birinci sır, cemiyeti ilâhi sırrıdır. İkinci sır cemiyeti Muhammed (s.a.v) sırrıdır. Cemiyeti âdem ise âdem sırrıdır. Bunu ifadeyle hadisi şerifte; “şu üç mescide sefer edin, bunlar mescidi haram, mescidi nebi, mescidi aksa’dır” buyrulur. Ki mescidi haram, mekkede beytullahın / Allahın evinin etrafındaki mesciddir. Mescidi nebi, medinedeki resulullah efendimizin kabrinin içinde bulunduğu mesciddir. Mescidi aksa ise, kudüsteki Hz.Süleyman (as.) tarafından yapılan mesciddir.
      Bu hadisi şerifin anlamı batıni ağırlıklıdır ve tevil ile anlaşılacak olan hadislerdendir. Buna göre, mescidi Harama sefer etmek, cehaletle var olduğu zannedilen cümle âlemin ve kendi nisbet varlıklarından kulun, Hakk’a sefer ederek kendinin ve cümle âlemin fenası / yokluğu keşfi irfanıyla Hakk’a vasıl olup, Hakk’ın zuhurunda hep Hak’la beka bularak cemiyet-i ilâhiye dâhil olmasıdır. Her kim mesleki resul seyri sülukuyla böyle bir müşahedeye erişirse o, mescidi harama sefer ederek cemiyeti ilâhiye dâhil olmakla birinci sırra aşina olur.
        Hz. peygamber efendimiz; ”Allah evvela benim nurumu yarattı” dediği gibi, başka bir hadisi şerifte ise, “Allah evvela bir cevher yarattı o cevherden de cümle âlemleri yarattı” buyurur. Ehl-i kemal, bu yartılan ilk cevherin nuru Muhammed (s.a.v) olduğunu ifade etmişlerdir. Bu itibarla cenab-ı Hak, zat-ı vahdetinden / bir’liğinden ilk olarak nuru Muhammedi, nuru Muhammed’den de cümle âlemleri yarattığından nuru Muhammed, cümle halkı âlemin ve varlıkların aslı evvelidir. Yaratılanların cümlesi ise tafsilatı Muhammed olup, cümle halkı âlemi ayakta tutan nuru Muhammeddir. Bunu ifadeyle, kuranda “Ve biz seni ancak âlemlere bir rahmet olarak gönderdik” (Enbiya- 107) buyrulur. Her kim mesleki resul seyri sülukuyla evvela nuru Muhammed’in, nuru Muhammed’den cümle halkı âlemin yaratılış zuhuru müşahadesine ulaşırsa, o kimse mescidi nebiye sefer ederek, cemiyeti Muhammed sırrına aşina olur.
        Cemiyeti Âdem ise, gerek cemiyeti ilâh-i sırrını, gerekse cemiyeti Muhammed sırrını kendinde cem edip toplayan kemâlattır. Ve bu kemalata âdemiyet ve âdemi sır denir. Mesleki resul seyri sülukuyla kim Hakk’ın sırrını ve Muhammed sırrını cem eden âdemi sırra ulaşırsa o kul, cemiyeti âdeme dâhil olup mescidi aksaya sefer etmiş olur. Bu itibarla, âdemiyet mesleki resulde zamanın mürşidi kâmilinin telkini irşadıyla erişilen bir kemalat olduğu için, âdemiyet insanın sureti zatı değildir. Ki bu aynı hamailin / muskanın dışının değil de içinin önem taşıması gibidir.
      Bunu beyanla, sırr-ı sırdır hem bu âdem sırrı bil, nur zatıdır yüzünde hammayıli buyruluyor. Ki biri cemiyeti ilâh-i sırrı, diğeri cemiyeti Muhammed sırrı olan iki sırrı cem etmek âdemin sırrıdır bil. “Allah göklerin ve yerlerin nurudur…” (Nur- 35) “ beyanı hikmetince yaratılan cümle suretler gibi âdemiyet de, zatı ilâhi nurundandır. Ve âdemin suret yönü, hamailin / muskanın dışı gibidir, buyrulyor.    

                             Sırr-ı elif daldurur gökler dahi
                             Mim ü daldır yerlere hem temsili
        Elif; Arap alfabesinin ilk harfi, Sırr-ı elif; Hakk’ın uluhuyeti, yani Allahlığıdır. Daldurur; delil olur, demektir. Mim; Arapça bir harf olup Hz.Muhammed (s.a.v) efendimizi remzeder. Dal; Arapça bir harftir ve kulluğu ifade eder.  
        Buna göre, sırrı elif; cenab-ı Hakk’ın görünen ve görünmeyen cümle âlemleri ihata eden uluhuyetidir, yani Allahlığıdır. Ve elif harfinin sırrı olan Allah, fenefillâh ve bekabillâh makamlarındaki zuhuruyla açığa çıkar ki, bu açığa çıkış aynı zamanda Hakk’ın, “ben yerlere ve göklerime sığmam ancak mümin kulumun kalbine / gönlüne sığarım” (Hadisi kutsi) beyanının gerçekleşmesi olup, kulun kalbine Allahın sığmasıdır. Ki burada ifade olunan sığma, fenafillâh ve bekabillâh makamları irşadıyla aydınlanan kulun irfanı müşahadesine Hakk’ın sığmasıdır.
        Gökler; ruhaniyet, ruh âlemleri demektir ki, ruh göklerine fenafillâh ve bekabillâh olan Allahın makamlarını müşahade marifetiyle ulaşılır. Bunun için elif sırrı olan fenafillâh ve bekabillâh irşadı yapan zamanın kâmil mürşidinin delilliğine, yol göstericiliğine ihtiyaç vardır.
        Mim u dal; mim ve dal harflari demektir. Ve mim harfi Hz. Muhammedi, (s.a.v) dal harfi ise insanı kâmil kulluğunu ifade eder. Bu itibarla zamanın kâmili, Muhammedi ahlâk ve tabiatı üzere bir kulluğa mazhar olup, Muhammedi kullukla yeryüzünde yaşar. Ve zamanın kâmilinden vahyin / kuranın haricinde bir kulluk faaliyeti zuhur etmediği gibi, kâmilin her telkin ettiği âli prensip kuranın denetimine açık olur. Çünkü kuran, Resulullah efendimizin ahlakıdır ve bunu ifadeyle müminlerin annesi Hz.Ayşe validemize, “bize resulullahın ahlakından bahset dediklerinde, Hz.Ayşe “siz kuran okuyun kuran resulullahın ahlakıdır,” buyurmuşlardır.  
     Bunu beyanla, Sırr-ı elif daldurur (delil olur) gökler dahi, Mim ü daldır yerlere hem temsili buyruluyor. Yani ruh göklerine ulaşmanın delili, yol göstericisi, elif harfinin sırrı olan Allahın fenafillâh ve bekabillâh makamları telkini irşadı yapan zamanın mürşidi kâmilidir. Zamanın kâmili, bu yeryüzünde mim ve dal harflerinin remzettiği Muhammedi kulluğu temsilen, her zamanda yeryüzünde var olup yaşar, demektir.






                             Eşrafatıdır cihanın nûrıla
                             Arş u kürsidir o nurla zinetli
       Eşraf; şerefliler, zinet; süs, bezek, demektir. Hz.peygamber efendimiz; “Ben Allahın nurundan müminlerde benim nurumdandır” buyurur. Ki hidayeti nuru Muhammed mazharı olup, yeryüzünde Muhammedi kullukla yaşayan bir mümin, yaratılışının yüce gayesine ulaşmış olan insanı kâmildir. Ki yüce Allah, insanı kâmil marifet ve kemalinde zahir olan Muhammed kulluğuyla bilinmekliğine muhabbet edip âşık olduğu için, cümle âlemleri yaratmıştır. Bu itibarla, insanı kâmilde zuhur eden hidayeti nuru Muhammed kulluğunun nuru aydınlığı, cümle âlemlerin ve tüm varlıkların yaratılış ve var oluşlarını sağladığından, cümle âlemler insanı kâmilin var olmasıyla şeref bulup zinetlenir.
       Bunu ifadeyle Eşrafatıdır cihanın nûrıla Arş u kürsidir o nurla zinetli buyruluyor ki, Hidayeti nuru Muhammed mazharı kâmilde zahir olan nur u aydınlık ile arş, kürsi, cihan / dünya ve cümle âlemler şereflenip nurlanarak, var olup zinetlenirler, demektir.
                             Hilmi'ya aç gözini âlemde bak
                             Müminin mirati mü’min sureti
      Mir’at; ayna demektir. Mümin ismi, yüce Allahın esmayı hüsnâsından, yani Allahın güzel isimlerindendir. Üç kısım imana mazhar mümin vardır ki birincisi, taklidi imanla mümin olanlardır. Ve taklidi iman müminliği en zayıf olan müminliktir. İkincisi istidlâl / delilli imanla mümin olanlardır ki, bu iman mensubları Allahın eserlerini delil yaparak Allaha iman edenlerdir. Bunların en âlimleri Allahın varlığına fillerini isimlerini sıfatlarını delil yaparlar, fakat bu ilim erbabı zamanın kâmili mürşidinden zikri daim ve makamatı tevhid irşadına mazhar olmadıklarından, her fiilin faili, her ismin müsemması ve her sıfatın mefsufu olan Hakk’ın zatından gafil ve mahçup / perdeli olurlar.
Müminlerin üçüncüsü, imanı kâmil müminleridir ki bunlar, zamanın kâmil mürşidinin zikri daim fenafillâh ve bekabillâh makamları telkini irşadı mazharıyetiyle, insanı kâmil mertebesine erişmiş müminlerdir. Bunlar cümle âlemin ve kendilerinin yokluğunda asla zeval bulmayan Hakk’ın kemal tecellisine mazhardırlar. Ki bunu ifadeyle Hadisi şerifte; “Mümin müminin aynasıdır / miratıdır” buyrulur.
    Ve “mümin” ismi, Allahın esmayı hüsnasından yani, Allahın güzel isimlerindendir. Ki, yokluğunda Allahın bekasına ulaşarak, Hakk’ın kemâl tecellisine mazhar olan Kâmil müminde Allah, mümin ismi ile tecelli ederek kâmil imanı zahir ettiği için Kâmil bir mümin, Allahın mümin ismini açığa çıkarıp zahir eden mirattır / aynadır.

     Bunu ifadeyle Malik Efendi Hz. Hilmi lakabıyla; Hilmi'ya aç gözini âlemde bak, Müminin mirati mü’min sureti buyuruyor ki, ey Hilmi Allahın mümin ismi ile tecelli ettiği yer, kâmil imana mensub olan insanı kâmildir. Kâmil bir mümin, Allahın mümin ismini yansıtan bir mirattır / aynadır. Bu imtihan âleminde aç gözünü, böyle müminlerden olmaya bak, demektir. Allahu âlem.