21 Eylül 2018 Cuma

MUHARREM AYI, KERBELA, ŞEHİTLER ŞAH-I HZ. HÜSEYİN


        Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamt, resulü Muhammed Mustafa’ya (sav) ve evlatlarına / ehli beytine selâm olsun. O evlâdı resul ki, her zamanda mevcut ve sağ olup insanlığı aydınlatmaktadırlar.
        Yüce Allah’ın Kuran’daki; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git / onlara danış / istişare et...” (Al-i İmran-159) Ve “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura-38) Beyan ve buyruğu gereğince Hz. Muhammed; insanların kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini kaldırıp “şurayı / meclisi”, yani halkın meclisini kurmuş ve o meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur.
        Yine “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa-58) Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber Efendimiz; belli aşiret mensuplarına değil liyâkata yani işin ehli olan kişilere değer vermiş ve her işin başına ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir.
        Çünkü Hz. Resulullah’ın zuhuruna kadar aşiret, kabile reisleri toplumu yönetiyor ve onlar ne derlerse o oluyordu. Aşiret reislerinin kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, Allah’ın emri doğrultusunda bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan, aşiretinden dolayı üstün olmayacağını ilan etti. Ve her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurduğu gibi, kendisi de bizzat uyguladı. Ve böylece Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı.
        Bu uygulama Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı müddetince devam etti. Ve bunların hiç birisi, kendisinden sonra oğlunu kardeşini veya kendi aşiret ve soyundan geleni kendi yerine emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir seçelim mi”? Diye sorduklarında Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için seçmeyin, lâyık ve ehil ise öyle seçin” demiştir.
        Bu itibarla şuranın / meclisin, yani halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçmesiyle emirül Mümin’in (devlet başkanının) tespit edilmesi, yüce Allah’ın kuran kaynaklı açık emri olduğu için Hz. Resulullah Efendimiz; kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir / başkan şu veya bu kişi olsun demedi. Halbûki o zaman, Hz. Peygamber kendisinden sonraki emir / başkan olarak hangi sahabeyi ifade etse idi o kimse tereddütsüz emirül mümin, yani devletin başkanı olurdu.
        Halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçme uygulaması, Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ki, Allah’ın emri olan ve Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı seçici halk şurasını / meclisini Muaviye kaldırıp lâğvettiği gibi; ehli kemal ve ehli irfan olan sahabe ve müminlerin itirazlarına rağmen Muaviye, oğlu olan Yezit’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Ve Resulullah Efendimizin kaldırdığı cahiliye geleneği olan aşiretçiliği kabileciliği tekrar ihya edip diriltti. Muaviye; buna karşı gelen Resulullah’ın sahabelerini ve müminlerin kimilerini şehit, kimilerini de sürgün ettirdiği gibi, Hz. Hasan’ı da karısına zehirlettirdi.
        Bu şekildeki oldubitti ile Muaviye oğlu Yezit’in emir / padişah olmasını kabul etmeyen küfe halkı, emir el mümini (müminlerin reisini) seçmek üzere toplayacakları halk meclisine başkanlık yapması için, Hz. Hüseyin’i küfe şehrine davet ettiler. Ve Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin can mal güvenliğini sağlamayı da taahhüt ettiler. Fakat küfeliler, maalesef bu taahhütlerini yerine getiremediler. Ve Hz. Hüseyin’le beraberindekiler, toplanacak olan halk meclisine başkanlık (reislik) etmek için Medine’den küfeye giderken kerbelâ mevkiinde, Muaviye’nin padişah olarak atadığı oğlu Yezit’e bağlı zorba katiller tarafından şehit edildiler.
        Kısaca özetlediğimiz ve İslâm dünyasında derin bir üzüntü ve keder hisleriyle malûm olan bu kerbelâ hadisesi, çok kimselerce çok değişik açılardan değerlendirilmiş ve hâlen de değerlendirilmektedir.
        Günümüzde de her hicri takvim yılının muharrem ayında bu kerbelâ hadisesi çeşitli etkinliklerle yâd edilip anılmakta, oruçlar tutulup, perhizler yapılıp, aşure dağıtılarak ziyaretler yapılmakla beraber, Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edilişleri vaazlar ve sohbetler yapılarak tekraren hatırlatılır. Ayrıca, küfe halkının Hz. Hüseyin’e yaptıkları koruma taahhütlerini yerine getirememe üzüntüsüyle kendilerini döverek / dövünerek yas etmelerini, günümüzde de bazı müminler devam ettirerek kendilerini dövüp kendilerine eziyet edip kanlarını akıtmak gibi abartılı yas törenleri de düzenlerler.
        Bazıları ise; Camilerde vaaz-ı nasihat edip Cuma hutbelerinde hutbe verirken, sanki bu yas törenlerine alternatif olarak, ‘Hz. Âdem’le Havva validemiz muharrem ayında Arafat ta buluştular; Hz. Nuh tufandan bu muharrem ayında kurtuldu; Yunus as. Balığın karnından bu ayda karaya çıktı’ vb. gibi peygamber kıssalarını ön plana çıkarıp, kerbelâ hadisesinden de etliye sütlüye dokunmadan kısaca bahsederler. Bunlar vaazlarında, o zaman Şam şehrinde vali olan Muaviye’nin emirül mümin Hz. Ali’ye isyan eden bir asi olmasını; Muaviye’nin Hz. Hasan’ı karısına zehirleterek öldürüp şehit ettiren bir azmettirici olmasını da söylemedikleri gibi; “De ki bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura- 23) Kuran beyanı ile yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ehli beyti Hz. Hüseyin ile beraber katledenlerin baş katilinin Muaviye oğlu Yezit olduğundan da hiç bahsetmeden, güya kerbelâyı da kısaca anlatıyorlar.
        Maalesef günümüzde baktığımızda, her hicri yılın muharrem ayında Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edildiği kerbelâ etkinliği olarak müşahede edilen manzara, aşağı yukarı böyledir. Oysa kerbelâ hadisesinin zahiri ve tarihi yönü haricinde leddûn-i manevi yönüne bir bakılsa, nice hikmetler olduğu müşahede edilir. Ki biz kerbelâ hadisesini leddûn-i hikmetleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.
        Buna göre; rivayet olur ki, Hz. Ali ile Hz. Fatma ilmi tevhidi hakikiden, yani tevhidin hakikat yönünden bahisle kendi aralarında sohbet ederken, onları dinleyen oğul Hz. Hüseyin; “Ey benim anam babam siz ne konuşuyorsunuz ki ben dinlediğim halde hiçbir şey anlamıyorum”.  Deyince Hz. Ali; “biz annenle bir ilim tahtında ki buna kuşdili derler. Bu lisanla konuştuğumuz için sen konuştuklarımızı anlamadın. Eğer bu ilmi öğrenmek istersen dedene (Hz. resulullaha) git bu durumu söyle” diyor. Ve rivayet olunur ki Hz. Hüseyin ağlaya ağlaya resulullah efendimize gidip durumu anlatınca Hz. peygamber; “var babana selâmımı söyle sana bu Kuşdili olan ilmi öğretsin” buyuruyor. Ve babasına gelen Hz. Hüseyin selâmı söyleyip keyfiyeti anlatınca Hz. Ali, teveccüh açıp bir defa da mesleki resul seyri süluku’nun tamamını Hz. Hüseyin’e telkin edip onu irşat ediyor.
        Hz. Ali’nin kuşdili olarak ifade ettiği ilim, tevhidi hakiki ilmi irfanı olup bu ilim kuranda; “leddun ilmi” (Kehf-65) olarak beyan edilir. İmi leddûn açısından muharrem ayı; Hz. Ali’nin imamı olduğu velâyet makamını remzeder. Leddun-i yönden kerbelâ: İnsanı velâyet makamı keşfi irfanına eriştiren mesleki resul seyri sülukunu ifade eder. Ledduni açıdan Kerbelâ da şehit olmak ise: Velâyet irşadı ile şehitlik mertebesine ulaşmayı remiz eder.  
        Kuran’ı Kerim’de şehitlik mertebesini ifadeyle, “Ant olsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha hayırlıdır. Ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah’ta / Allah katında Haşr olacaksınız / toplanacaksınız.” (Ali imran-157,158) Buyrulur ki bu kuran beyanından açıkça anlaşıldığı gibi şehitlik; Allah yolunda ölenler ve öldürülenler olmakla iki kısımdır;
        Buna göre “Allah yolunda öldürülenler; kılıç şehidi olup, bu şehitler din vatan uğruna canını feda edip öldürülerek şehitlik makamına yükselenlerdir.
        “Allah yolunda ölen” şehitler ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde “ölmeden evvel ölenlerdir.” (Hadisi şerif) Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, “İnsanlar gaflettedir öldükleri zaman uyanırlar.” deyince, meclisteki bazı sahabelerin; “Ya Resulullah ölümle uyanacağımız gafletten kurtulmak için ne yapalım?” sorularına cevaben Hz. Peygamber Efendimiz; Ölmeden evvel ölün. Sizin gibi yer, içer, gezer fakat ölmeden evvel ölenlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir’e bakın o, onlardandır.” Buyurmuşlardır.
        İşte her kim bu imtihan âleminde “ölmeden evvel ölürse” o, Şah’ı Hz. Hüseyin olan şehitler katına / mertebesine yükselir. Çünkü şehit, şahit olmak demek olup, bu şahitlik kul’un kendinde ve cümle eşyada mevcut olan “Allah’ta / Allah katında Haşır olması, toplanmasıdır.” (Ali imran-158) Ve insanın rabbin cemalini müşahede ederek şahit olmasıdır. Bu şahitlik / şehitlik için, zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla Hz. Ali’nin imam olduğu velâyet mertebesi keşfi irfanına ulaşmak icap eder. Ki buna ulaşmak için Kerbelâyı remiz eden fenafillâh makamlarının fenayı efal, fenayı sıfat ve fenayı zat keşfi irfanıyla kulun kendine nispet ettiği varlığını fena edip yokluğa eriştirmesi gerekir. Ve her kim nispet varlığını fenaya / yokluğa eriştirirse o kişi, Hz. Ali’nin “kuşdili” dediği tevhidi hakiki irfanına, yani tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla rabbine kavuşup, rabbin vahdet-i cemaline şahit / şehit olur. Ve “ölmeden evvel ölen” şehitlerle beraber Hz. Hüseyin’in şah ve sancaktarı olduğu şehitler mertebesine dâhil olur.
        Bu itibarla şehitler şahı Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut etmek, muharrem ayında peygamber kıssalarını anlatmak, perhizler yapmak veya kendini dövmekle değil, şehitlik makamına yükselerek şehitler Şah’ı Hz. Hüseyin sancağı altına dâhil olmakla mümkündür.
        Bunun için bir insan; leddun-i yönden muharrem velâyet irşad-ı aydınlığına kerbelâ seyri süluku ile erişip, ölmeden evvel ölürse ancak şehitlik makamına yükselir. Ve Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut eder. Vesselam. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.
                                                                                                                                                     
                                                             Nejdet Şahin                                    
                                                 25Aralık2010 cumartesi


3 Eylül 2018 Pazartesi

HAC İBADETİNİN ŞERİATA VE HAKİKATE GÖRE AÇIKLANMASI


        Vahdetinden / Birliğinden cümle âlemleri ve âlemlerdeki her şeyi yaratan ve yarattıkları içinde, insanın kendisine kulluk yapmasına muhabbet edip âşık olan âlemlerin Rabbine hamd, resul’u Muhammed’e (sav) ve ehlibeyte selam olsun. Onların meclisinden ayrı olmaktan rabbim bizleri muhafaza etsin.

        Hac; lügat anlamı itibarıyla hürmete ve tazime layık yerleri ziyaret etmek demektir. Bu ziyaret esas yani farziyet açısından değerlendirildiğinde hac, vakti içerisinde Arafat ismindeki alanda bulunmak ve beytullahı yani Allah’ın evini ziyaretle tavaf etmekten (Beytullahın etrafını yedi defa dolaşmaktan) ibarettir.
Bu itibarla haccın farzı ikidir;
Birincisi: Vakti içerisinde arafat’ta vakfe yapmak.
İkincisi ise; kabe’yi yani beytullahı (Allah’ın evini) tavaf etmektir.
        Hac, hem bedenle hem de mal ile kulun ömründe bir defa yapması farz olan bir ibadet olup, yapılması Kuran’daki; “Hac, malum / bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine farz kılarsa hacda kadına yaklaşmak, kötülüğe sapmak, kavga ve çekişmeye girmek yoktur…” (Bakara - 197) ayeti ve benzer ayet beyanları ile sabittir. Hac ibadetini ifa edebilmek için kulun beden sağlığının yerinde olması gerekli olduğu gibi mali, yani ekonomik açıdan da kulun zengin olması gerekir. Bu itibarla sağlığı ve ekonomik durumu elverişli olmayan kimselerin Hacca gitmeleri farz değildir.
        Haccı farz kılan yukarıdaki ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, hac ibadetinin vakti “malum / bilinen aylardadır.” (Bakara - 197) İfadesi ile belirtilmiştir. Ki, bu malumunuz olan ve sizce bilinen hicri takvimin şevval, zilkade ve zilhicce aylarıdır demektir. Çünkü hac farz olmadan önce o toplum şevval, zilkade ve zilhicce aylarını haccın vakti zamanı olarak kabul edip bu üç ayda hac ibadetini yaptıkları için ayette, Haccın zamanı sizin malumunuz olan, yani sizce bilinen aylardadır, buyruluyor. 
        Birçok âlimler bu ayların hac ayı olması hususunda görüş birliği içinde olup aralarında hiç bir ihtilafları yoktur. Ancak bazı mezhep âlimlerinin, bu hac aylarının şevval ayı ile başlayıp zilkade ayı ile devam ederek zilhicce ayı ile son bulmasında hem fikir olmalarına rağmen, hac vakti, hangi günde biter / sona erer mevzusunda ihtilaf etmişlerdir. Yani haccın farzı olan Arafat vakfesini yapmanın, zilhiccenin hangi günü ile son bulduğu konusunda aralarında görüş farklılığı vardır.
Buna göre Hanefi mezhebi âlimleri; Şevval, zilkade ayları ile zilhicce ayının onuncu gününe kadar yani kurban bayramının birinci gününe kadar Arafat vakfesi yapılır demişlerdir.
        Şafi mezhebi âlimleri ise; şevval zilkade ayları ile zilhiccenin dokuzuncu gününe, yani kurban bayramı arefe gününe kadar Arafat vakfesi yapılabilir demişlerdir.
        Maliki mezhebindekiler; şevval zilkade ve zilhicce ayının sonuna kadar bu üç ay içinde, yani kurban bayramından sonra da zilhicce ayının bitimine kadar Arafat vakfesi yapılabilir buyurmuşladır.
        Görüldüğü gibi şevval, zilkade ve zilhicce aylarının hac ibadetinin vakti zamanı olmasında mezhepler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ancak vaktin sonu, bitimi konusunda görüş ayrılığı vardır.
        Günümüzdeki uygulamada haccın vakti, bu üç ayların tamamında tatbik edilmeyip, bu ayların son gününe sarkıtılıp gün’le sıkıştırılarak uygulanıyor. Ki bu uygulama geçmiş yıllarda o günün şartlarına göre doğru bir uygulama olmasına rağmen, bu günkü şartlara göre yanlış bir uygulamadır. Günümüzdeki bu yanlış uygulamanın geçmiş zamanlara göre doğruluğunun izahı ise şöyledir:
         Eski zamanlarda modern ulaşım araçları olmadığından, hac yolculuğunun tamamı veya bazı bölümleri yaya veya at, deve, eşek ve katır gibi hayvanlarla yapılıyor ve aylarca sürüyordu. Bu sebeple dünyanın çeşitli yerlerinden hacca gelenlerin, Beytullah’ın / Allah’ın evi’nin olduğu Mekke şehrine intikallerindeki yolculuğun, yaya veya hayvanlarla yapılmasından veya doğal afet veya yol güvenlik sebeplerinden aksamalar yaşanıyordu. Bu sebeplerden dolayı o günkü amir ve idareciler, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen hac kafilelerini Mekke de, hac vaktinin sonu kabul edilen zilhiccenin dokuzuna kadar yani kurban bayramının arefe gününe kadar bekletiyorlardı. Ve o, son güne kadar Mekke’ye ulaşıp gelebilenleri toplayıp güvenlik tedbirlerini de alarak, Mekke den yaklaşık 25 km uzaklıkta olan Arafat’a vakfe yapmaya götürüyordu. Ve bu en son günde güvenlik tedbirleriyle Arafat’a giden kafileye yetişemeyenler, haccın vakti geçtiği için hacı olamayıp, genellikle gelecek yılda hac yapmak üzere Mekke de bekliyor veya bekletiliyorlardı. Ve gelen yılda yine emniyet tedbirleri alınmış kafile ile hac ibadetini yapıp hacı oluyorlardı. Çünkü eşkiyalar hac kervan ve kafilelerini basıp canlarına ve mallarına kast ettiklerinden, çöl şartlarında açık bir arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız veya küçük guruplar olarak asayiş tedbiri olmadan gitmesi, o günlerde çok tehlikeli olduğu için böyle bir uygulama o zamanlar için doğru ve isabetli bir uygulama idi.
        Tarihi gerçek olarak herkes bilir ki, yüce Türk milleti yüz yıllarca hac kervan ve kafilelerinin emniyetini sağlayıp hacılara zarar vermemeleri için, Arap aşiret ve kabilelerine altını ve parayı hediye adı altında haraç olarak dağıtmıştır. Onbeşinci yüzyılın başından itibaren 1915 yılına kadar, 500 yıl düzenli bir şekilde her yıl hac mevsiminde, Edirne ve İstanbul dan altın ve değerli eşyalardan oluşan hediye ismi altındaki haracı götüren “sürre alayları” tertip edilerek, törenlerle uğurlanıp bu arap kabilelerine gönderilmiştir. Buna rağmen yine de bazen hac kervanları ve kafileleri baskına uğrayıp zarara görmüştür. Ki bu gün dahi Mekke’den 25 km uzak ve çölde açık arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız gitmesi, tehlikelidir. İşte bu ve benzer tarihi ve sosyal sebeplerden dolayı bu günkü haccın tatbik edilişi, geçmiş zamanlarda isabetli doğru bir uygulama olmasına rağmen bu günkü şartlarda da aynen cehaletle devam ettirildiği için, bu günkü hac ibadeti  uygulaması insanların ölmesi, yaralanıp sakatlanması zulmüne dönüşmüştür. Bu yanlış ve doğru olamayan uygulama yüzünden zamanımızda, her hac döneminde ezilerek, çiğnenerek yüzlerce mümin hayatını kaybediyor. Bu ölümler ancak 500 1000 2000 3000 kişi gibi kitlesel boyutta olduğu zaman dünya kamuoyuna yansıdığından, her hac döneminde haccın yanlış tatbik edilmesi sebebiyle ölen yüzlerce kişinin ölümleri bilinmiyor ve duyulmuyor. Halbuki haccın tatbiki, Kuran’ın açık beyanı olup, mezheplerin ve âlimlerin sadece son günü için ihtilafa düştükleri üç aya yayılarak uygulansa, hac’da her yıl yüzlerce mümin ezilerek ölmediği gibi, ülkemizde ve İslam ülkelerindeki hac kontenjanı meselesi kökten hâl olup, sağlığı ve ekonomisi düzgün olan her mümin Allah’ın farz kıldığı hac ibadetini rahatlıkla yerine getirir.
Bu haccın yanlış uygulamasında ısrar edilmesi nedendir bilemem, fakat kuran dışı ve İslâmın ruhuna ters bir uygulama olduğu apaçıktır.
        Şeriat yönü ile hac ibadeti, İslam dünyası açısından sosyal, ekonomik, siyasi vb. zahiri çok faydalı toplumsal bir ibadet olması ile beraber, bu ibadeti ifa edenlere de sayısız olumlu tesir ve fayda sağlar. Ki bu hac ibadetinin zahiri yararları, konunun uzmanları tarafından her vesile ile çeşitli açılardan çokça ifade edildiğinden, biz haccın zahiri yönüne ait değerlendirmeyi burada bitiriyoruz.
       
 Haccın ledduni hikmet yönü ile değerlendirilmesi ise şöyledir:
Hac, hürmete ve tazime layık olanı ziyaret olması itibarıyla Beytullahı, yani Allah’ın evini ziyarettir. Ki bir eve yapılan ziyaret evin kendisi için yapılmaz, ancak o evin sahibine yapılır.
Bu itibarla Hakikate göre Allah’ın evini yani beytullahı ziyaret etmekten maksat, kulun o evin sahibi olan rabbinin cümle eşyadaki mevcudiyetini müşahedeye erişmesi olup bu ziyaret, Hakk’ın kendi vahdetinden yarattığı halk kesreti zuhurunu / açığa çıkışını kulun müşahede etmesidir.
İşte böyle bir müşahede yakınlığıyla marifetullah zenginliğine mazhar olabilen bir kul ancak, Haccın ledduni hakikatine mazhar olur. Ve Hakk’ın kesret / çokluk zuhurunda, rabbini müşahede tavafıyla, ledduni hakikat üzere haccı ifa eder.  
        Cenabı Hak Kuran-ı Kerim’de kullarını Hac ibadetini yapmaya davet ederek; İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar.” (Hac - 27) buyurur. Ki bir kulun Hakk’ın bu davetine icabet ederek hacı olabilmesi için, zahiren Mikât mahalli denilen sınırda ihram giyerek “Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, innel hamde ve niğmete leke vel mülk, la şerike lek.” / Yani, Allah’ım çağrına icabetle geldim emrine amadeyim, senin şerikin / ortağın yoktur. Emrine amadeyim emret, hamt / öğünmek ancak sana mahsustur, nimeti veren sensin mülk senindir. Senin şerikin, benzerin ve ortağın yoktur.” Diye telbiye getirerek, Hakk’ın hac davetine icabet ile Arafat vakfesine ulaşması, hakikate göre kulun zamanın Hakk’a arif olanlar arasına karışması demektir.            Bu itibarla Ledduni hikmet açısından  mikat mahalli; zamanın Mürşidi Kamil’ini bulup onun irşadıyla ehli zikir ve ehli irfan meclisine dahil olmaktır.
İhram giymek ise; kamilin irşadı ile kulun kendinin ve cümle eşyanın yokluğu / fenası keşfine ulaşmasıdır. İşte böyle yokluk keşfi irfan ihramını giyen bir kul, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” / çağrına icabet ederek geldim Allah’ım, yokluğa / fenafillaha ulaşmış kulluğumla ve cümle emrine ve yasaklarına riayetle emrine amadeyim.“lebbeyke la şerike leke lebbeyk” / tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanı ile idrak ederek vakıf oldum ki, senin ortağın olmadığı gibi, senden başka varlık yoktur şuuru ile sana amade geldim. “İnnel hamde ve niğmete leke vel mülk la şerike lek” / Senin ortağın ve senden gayrı bir varlık olmadığı için, medhedilip övülmeye ancak sen layıksın. Mazhar olduğumuz maddi ve manevi nimetler senden olup, hepsi senin tecellilerindir, diyerek. Böyle bir anlayış ve şuur telbiyesi ile arif olan kul, ariflerin Hakk’ın zuhurunda cem oldukları Arafat’ı yani arifler otağını ziyaret ederek, o da arifi billâh arasına karışıp daimi olarak Hakk’ı müşahede vakfesini yapar.
        Şeriata göre Arafat vakfesinin Cuma gününde yapılması Haccül ekberdir (büyük hac’dır) ve Cuma günü vakfe yapanlara Haccül ekber denir. Ki, cuma kelime olarak toplanma yani cem olma demektir. Hakikat ta haccül ekber ise; kendinin ve cümle âlemin yokluğunda zahir olan hakkın tecellisinde kulun batın olmasıdır. Yani Arafat olan arifler otağını bulan kulun, Hakk’ın zuhurunda yokluğuyla batın olarak cem olması, haccül ekberdir.    
Şeriata göre zahiren yapılan hac’da, Arafat vakfesini yapan bir kul, Arafat’tan sonra diğer vacip ve sünnet ziyaretlerini yaparak tekrar Mekke’ye gelir ve bu defa beytullahı / kabeyi örtüsü kalkmış olarak tavaf ederek, farz tavafını yapar ve hac ibadetini tamamlayıp hacı olur.
        Arafat’tan dönüşle beytullahı örtüsü kalkmış bir şekilde tavaf ederek haccı tamamlamanın ledduni hikmet açısından izahı şöyledir: Zamanın mürşidi kamilini ve onun meclisini bulmakla mikat mahalline ulaşarak, kâmilin irşadıyla ihramın ve telbiyelerde ki yokluk / fena irfanı ile Arafat vakfesine mazhar olan arif bir kuluna, Rabbin kulu ile arasındaki perdesini kaldırıp ona kesret alemindeki tecellilerle yüzünü göstermesidir. Ve bu müşahede ile o kul, cümle varlığın aslı olan yedi sıfatın cüz’üne mazhariyetle, Hakk’ı yedi defa tavaf ederek haccül ekberi (büyük haccı) tamamlar.
        Tavafın yedi defa yapılmasının hikmeti ise, hakkın yedi sıfatı subutiyesi tecellisine kulun kemal ile mazhar olması içindir. Çünkü Her insanda hayat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek, konuşmak ve kudret olan Allah’ın yedi sıfatı subutiyesi mevcuttur. Kul bilse de bilmese de bu sıfatlara mazhardır. Kulun bu mazhariyeti bilip arif olması için ondaki ilim sıfatının tevhidi hakiki ilmi irfanı ile şereflenmesi gerekir. Ki o zaman o kul sıfatların kemaline mazhar olur. İşte bu da mikat mahalli olan zamanın kâmili mürşidine erişip onun irşadı ile mümkündür. Ve Kamil’in irşadıyla cümle varlığın aslı olan Hakk’ın sıfatlarının kemaline mazhar olan bir kul, cümle varlıktaki Rabbin zuhurunu, her yerde daimi olarak müşahede tavafını yaparak, Haccül ekber kulluğu ile her zamanda ve her âlemde var olur.
        Haccın zahiri bazı uygulamalarına ve ledduni hikmetine yönelik değerlendirme noksanlarıyla beraber son bulmuştur. Her şeyi en iyi bilen yüce Allah’tır. Velhamdülillahirabbilalemin.

                                                                      Nejdet Şahin
                                                           20 Ramazan 2009 Eylül
                                                                          Salihli





                                      

10 Haziran 2018 Pazar

İsmi ne şeker, ne Ramazan olan FİTRE BAYRAMI ve FİTRE sadakasının hikmeti


      Yarattıkları içinde sadece insana Hakk’a vuslat / kavuşma fıtratını lütuf ve ihsan eden Allaha hamdolsun. Resulu Muhammed (sav) ve ehli beyte selam olsun, Rabbim bizleri onların meclisinden mahrum etmesin.  
      Fitre veya fıtır olarak ifade olunan fitre sadakasını vermek, Fitre bayramını idrâk etmek vacip ibadetlerdendir. Fitre sadakasını vermek ve fitre bayramı namazını kılıp bayramı kutlamayı beyanla Cenab-ı Hak Kuran’da; “Nefsini/benliğini temizleyip/arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Rabbini zikretmiş ve namazı kılmıştır o.” (Ala,14-15) buyurur. Ki, bu ayetler fitre sadakası ile temizlenen kulun felâh ve kurtuluşa ulaşma sevinci ile neşelenerek, zikrullah mazhariyetiyle bayram namazını kılmalarını ifade eder.
      Fitre bayramı; Bu yeryüzü âlemine doğmakla/doğuşla alâkalı bir bayram olup, halk arasında şeker ya da Ramazan bayramı olarak adlandırılır. Ki, bu bayramı şeker veya ramazan isimleriyle ifade etmek yanlıştır. Çünkü oruç aylık ibadettir ve ramazan oruç ayıdır. Nasıl ki günün beş vakti ile namaz kayıtlı ise, ömür vakti ile hac kayıtlı ise, yıl vakti ile zekât kayıtlı ise, oruçta Ramazan ayı vakti ile kayıtlı bir ibadettir. Bu sebepten ramazan ayı bayram ayı değil, oruç ayıdır.
      Bu itibarla hicri takvimin on iki ayından birisi olan ramazan ayının girmesi ile gündüz, yani imsak ile iftar arasında özrü olmayan her mümin’in, ister o gün niyet etsin isterse niyet etmesin oruç tutması farzdır. Çünkü ayla kayıtlı olan bir ibadet, günlük niyetlerle sıhhat bulmaz. Yani günlük niyet aylık ibadet olan orucu bağlamadığından, ramazan ayı içerisinde bir mümin eğer özrü olmadan o gün oruç tutmaya niyet etmedim diye yiyip içerse haram işlemiş olur.
      Hicri takvime göre ramazan ayı, arefe günü akşam namazının vaktinin girmesiyle biter. Ve akşam namazıyla yeni ay olan şevval ayına girilir. Bu itibarla eğer bayram ay ismi ile ifade edilecekse, şevval ismi ile ifade etmek icap eder.
Velhasıl, fitre bayramını hemen oruç ayı ramazanın arkasından gelen ayın başında olmasından dolayı Ramazan bayramı, bayramlarda tatlı yenilmesinden dolayı şeker bayramı olarak ifade edilmesi çok ucuz, yüzeysel ve tefekkürden mahrum tutarsız bir anlayıştır. Bu tutarsız anlayış, bayramların ledduni hikmetinden gaflet ve cahil olunmasının beyanıdır.
      Şeriata göre Fitre bayramı, fitre sadakasını verdikten sonra kutlanılan bir bayram olduğu için, fitre sadakasının muhakkak bayram namazından önce verilmesi gerekir. Fitre /  Fıtır, bu yeryüzü âlemine doğup ta hayatta olmak anlamını ifade ettiğinden, fitre hayatta olup yaşayan bir insanın vücudunun sadakasıdır. Bundan dolayı bu yeryüzü âlemine doğan bir günlük bebeğin dahi fitre sadakası verilir. Yani fitre sadakası fakir veya zengin, bu âlemde hayatta olup yaşayan herkesin vermekle yükümlü olduğu vücut varlığının sadakasıdır.                 
      Bazıları, yüzeysel basit ve tefekkürden mahrum bir mukayase ile fitre sadakasını, zekattaki gibi zenginlik sınırına ulaşan zenginler tarafından verilmesi gerektiğini söyleseler de bu doğru değildir. Çünkü bu âleme doğmuş ve bu yeryüzünde yaşayan bir kimsenin, yaşamasının bedeli olan bir sadaka olduğu için fitre, zengin olsun olmasın hayatta olup yaşayan herkes tarafından az veya çok yaşamasının bedeli niyetiyle, nakit veya ayni olarak verilir. Bu sebepten çocukların hatta yeni doğmuş bir günlük bebeğin dahi fitresi verilir. Bu itibarla fitre sadakasının hesaplanması, zekâttaki zenginlik hesabı gibi olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın bir kimseye verdiği vücudunun hacmi ile eş değerdeki bir topraktan elde edilecek arpa, buğday veya üzüm hurma vb. mahsul ile ölçülerek yapılır.
      Mesela, yaklaşık bir insan bedeni kadar topraktan elde edilecek arpa buğday, o zamanın fiyatları ile kaç para ederse o fiyat, o yılın fitre bedeli olur. Ki, bu hesaplamaya göre bir insan vücudu kadar topraktan, yaklaşık 2,9 kg arpa, 1.5 kg buğday, 2.9 kg üzüm ve hurma elde edilebilir kabul edildiği için, bu miktarlardaki arpanın, buğdayın, üzümün, hurmanın vb. mahsulün o zamanın fiyatlarıyla kaç para ederse, bu para arpaya buğdaya vb. mahsule göre verilecek o yılki fitre bedelini oluşturur. Fakat her infakta olduğu gibi bu hesaplamalarla sınırlı kalınmayıp, istenilen oranda daha kıymetli mahsuller ölçü alınarak daha fazla da verilebilir.
      Bu itibarla fitre sadakası; yaşayan bir kulun vücut varlığının sadakası olup, zenginler tarafından fazla fazla verilebildiği gibi, fakir muhtaç olan müminlerin de bir zeytin tanesi de olsa, bir bardak su da olsa fitre niyeti ile muhakkak vermeleri gereken bir sadakadır.
      Buna göre bu sadakayı bayram namazından önce veren zengin veya fakir her mümin, bayram namazını kılarak herkesle bayramlaşarak üç gün bayram neşesi ile tatlı yer tatlı konuşur. Büyüklerin elini öperek onları ziyaret eder, küçüklere bahşişler verilerek büyük küçük cümle müminler bayram sevincini paylaşırlar. Bu sevinci ifadeyle yeni elbiseler giyilerek, şarkıların türkülerin neşeli olanları ve oyun havaları söylenerek oyunlar oynanır. Hatta bazı Türk yurtlarında özellikle Türkistan ana yurdundaki bayram kutlamalarında, cami’lerin mescit’lerin üstüne ve duvarlarına davul zurnalar yerleştirilir. Ve bayram namazı kılındıktan hemen sonra bu davul ve zurnalar eşliğinde tüm cemaat oyun oynayarak camiden çıkarlar. Ve cami avlusunda herkes oyunlar oynayarak bayramın ruhaniyetine uygun kutlamalar yaparak bayramlaşılır. Vesselam.
Buraya kadar bahsettiklerimiz fitre sadakasının ve bayramının şeriat yönüne, yani zahirine ait değerlendirmelerdir.
      Fıtır sadakası ve bayramı, mana yönü ile değerlendirildiğinde ise, birçok hikmetler ve ledduni sırlar içerir: Bunu beyanla Hz. Resulullah (sav) Efendimiz’in İbni Abbas’a “Vücudunu kayırma” demesi üzerine, İbn-i Abbas; “Ya Resûlullah, vücudum kusur mudur?” dedi. Resûlullah Efendimiz de cevaben; “Vücut günahı hiçbir günahla mukayese olunmayan bir günahtır.” buyurmuştur. Ki, bu hadisi şerifte ifade edilen vücut, et ve kemikten ibaret olan insan bedeni değildir. Bu vücut; Kulun cehaletle var olduğunu zannederek kendine nispet ettiği ve gizli şirk olan vücudu varlığıdır. Bunu ifade ile Hz. Resulullah Efendimiz; “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım.”  buyurmuştur.
      Buna göre; leddun-i yönüyle fitre sadakası, kulun “vücut günahı” olan “gizli şirk” ten temizlenmesini ve arınmasını ifade eder. Bu sebepten fitre bayramı namazında imamlar Fatiha’dan sonra, zammı süre olarak genellikle “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala, 14) ayeti veya benzeri ayetleri okurlar.
      İşte bu temizlik ve arınma, zahiri olarak yani şeriata göre sadaka verilerek yapılır. Ve sadakalar kulun bedenini ve malını temizler, fakat kul’un gizli şirk pisliğini temizleyemez. Bunu beyanla Kuran’da; “…müşrikler pistir…” (Tevbe, 28) buyrulur. Ki Şirk pisliği, aynı zamanda Kuranı Kerim’deki; “Allah kendisine ortak/şirk koşulmasını affetmez” (Nisa-48-116) ifadesinde olduğu gibi, affedilmeyen bir günahtır. Ve affedilmeyen günah olan şirk için yine kuranın “…Allah’a şirk koşma, çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lukman, 13) beyanından anlaşıldığı gibi büyük zulümdür. İşte hiçbir günahla mukayese olunmayan vücut günahı, büyük zulüm, affedilmeyen günah ve pislik olan şirk’ten kulun temizlenip arınmasının çaresi tevhittir. Ve Hadisi şerifte buyrulduğu gibi, nasıl açık ve gizli olmakla şirk iki kısım ise, tevhit te şeriat tevhidi ve tevhidi hakiki olmak üzere iki kısımdır.
      Buna göre şeriat tevhidi, kelimeyi tevhidi kalbi ile tasdik edip dil ile söylemekten ibarettir. Ki bir kimse, La ilahe illallah Muhammeden Resulullah / Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir.” kelimesini kalbiyle tasdik edip dili ile söylemekle açık şirkten (müşriklikten) arınır. Ve şeriat tevhidine girerek, gayrı Müslimlikten (İslam dışılıktan) kurtularak, İslam dininin mümini olur. Bunu ifade ile Cenab-ı Hak, Şeriat tevhidinin dışında kalmış olan ehli kitaba, yani Hırıstiyan ve Yahudilere hitaben; “De ki ey ehli kitap sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze/kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi rab’ler edinmeye-lim” (Ali İmran, 64) buyurur ki, bu ayetin muhtevası tevhittir. Çünkü ehli kitap ve müşrikler Hz. Resulullah’a iman etmediklerinden, yani Muhammeden Resulullah- Muhammed Allah’ın elçisidir.” demedikleri için, hatem / son peygamber olan Hz Muhammed’in (sav) tebliğindeki tevhit’ten mahrum kalıp, la ilahe illallah–Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyemiyorlar. Ve onlar Allah’ı beşer’e yani insana benzettiği için, Allah’a açıkça şirk koşuyor ve müşrik oluyorlar. Bunu ifade ile Kuranda; “Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlarda Mesih, Allah’ın oğludur dediler…” (Tevbe, 30) buyrulur.
      İşte böyle açık şirk ehli olan gayrı Müslim (İslam dışı) müşrikler, “…Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi Rabb’ler edinmeyelim…” (Ali İmran, 64) Kur’an-ı Kerim’in davetine uyarlarsa, onlarda Hz Muhammed’in tebliğine uymuş olup “Lailahe illallah Muhammeden Resulullah” ikrarı ile tevhit dininin mümini olurlar. Ve açık şirkten kurtulup, şeriat’ın tevhidine dâhil olurlar.
      Böyle şeriat tevhidine dâhil olup ta açık şirkten arınan bir kul, gizli şirkten ise kurtulmuş olmaz. Kul’un gizli şirkten kurtulması için, tevhidin hakikatine daim zikir uyanıklığı ve meratibi ilahi olan tevhit makamları müşahedesi ile ulaşması gerekir. Ki, ancak o zaman kul tevhidi hakiki irfanı ile gizli şirk’ten arınıp kurtulur. 
      Vücut günahı olan gizli şirkten kul’u temizleyerek kurtaran tevhidi hakikiyi ifadeyle Hz Peygamber Efendimiz; ''El fakr’u fahri, el fakru fahri, el fakru fahri /  fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır.” buyurmuştur ki, bu hadisi şerifte beyan edilen fakirlik, mal mülk fakirliği değildir. Çünkü Hz. Resulullah (sav) maddi yönden zengin bir kimse idi ve ticarat yapan bir tüccardı. Hiç fakir kimse sermayesi olmadan tüccarlık yapabilir mi? Yapamaz. Ayrıca Kuran’da; “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha, 8) beyanı vardır. Pir Seyit Muhammed Nur Hz; “Resulullah efendimiz için, bazı kimseler madden fakirdi, yok hasırda yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı derler. Bunların hepsi uydurma, yalan olup Hz. Peygambere iftiradır.” diyor. Velhasıl Hz. Resulullah Efendimize madden fakirdi demek, yukarıdaki ayeti inkar etmek olur ki, Hz. Peygamberin iftihar ettiği fakirlik, tevhidi hakikinin fenafillah keşfi irfanıyla, gizli şirk ve vücut günahı olan nispet varlığının fenası / yokluğu olan fakirliktir.                 
      Bu fakirliği Hz. Resulullah’ın üç defa tekrar etmesi ise, nisbet varlığın üç tesir ile kulda gizli şirk oluşturmasındandır.
Bu tesirin birincisi, kulun kendine ve âleme nispet ettiği fiiller yönündendir. İkincisi, kendine ve âleme nispet ettiği sıfatlar yönündendir. Üçüncüsü ise kendine ve âleme nispet ettiği vücut yönündendir. Velhasıl Hz. Resulullah nispet fiilinin, sıfatlarının ve vücudunun olmaması itibarıyla fakirdi ve bu fakirliği ile iftihar etti.
      İşte bir kimse bu varlıklar Hakk’ın iken, cehaletle bunlara sahip çıkıp cümle faaliyette Allah Fail iken ben Fail’im, cümle sıfatta Mefsuf Allah iken, ben Mefsuf’um, cümle varlıkta cenabı Hak Mevcut iken, cehaletle kendi nispetlerini var zannetmesi onun vücut günahıdır. Ve kul’un cehaletle var zannederek işlediği vücut günahını, tevhid-i hakiki irfanı ile fena / yok etmesi, onun ledduni yönden fitre vermesi olup, “gizli şirk” pisliğinden arınıp “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala, 14) beyanındaki ledduni hikmet gereğince temizlenmesidir. Ve ilmi hakikate göre fitre sadakasının verilmesidir.
      İşte böyle hakikate göre fitre veren bir kul ancak bayram namazının hakikatine ulaşıp, rabbine vuslat neşesi ve zevki ilahi ile zevklenerek bayram eder. Ki böyle irfana mazhar olan arif ve kâmil bir kulun nazarında Hakk’ın hüsnü cemalinden (güzel yüzünden) başka bir müşahede olmaz. Çünkü onun kendi nispet varlığı fena / yok olduğundan o yokluğuyla Hakk’ın mevcuttaki zuhuru müşahedesine erişir. Ve Kuran’ın; “…Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanı mazhariyetiyle o, her nereye baksa Hakk’ın veçhinden / yüzünden başka bir şey görmez. Ve daima rabbin hüsnü cemali (güzel yüzü) müşahedesi ile bayram yapar. Ki bunu ifadeyle Hacı Bayramı Veli Hz;

“El fakru fahri el fakru fahri”
Demedi mi âlemler fahri

Fahrinin zikrin fahrinin zikrin
Mahv u fena da buldu bu gönlüm

Bayramım imdi bayramım imdi
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm diyor.

      Ayrıca Bu bayramın üç gün olması Rabbin vechinin zat, sıfat ve ef’al tecellileriyle kuluna gözükmesinden dolayıdır. Ki, bu üç tecelli müşahedesine ulaşan bir kul, ebediyen cümle âlemlerde rabbini müşahede bayramının neşe ve zevki ile yaşar. Allah her şeyi en iyi bilendir.
      Fitre sadakasının ve bayramının ledduni hikmetin dair açıklama burada hatalarıyla beraber tamamlanmıştır. Fitre sadakasının ve bayramının hakikatine ulaşmayı ihsan etmesi niyazıyla âlemlerin Rabbine hamd, Hz. Muhammed’e (sav) ve evladı resule selam olsun.    
                                                                                      
                                                     
                                                                            Nejdet Şahin
                                                                               






12 Mayıs 2018 Cumartesi

ORUÇ’UN ledduni hikmeti


        Allah’a hamd Resulu Muhammed Mustafa (s.a.v) ve evladı Resul’e selam olsun. Cenabı mevlâm bizleri de evladı Resule dâhil edip onlardan mahrum etmesin.  
       Kur’an’ı kerimdeki; “Ey iman edenler, oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin üzerinize yazıldı / farz kılındı… Umulur ki korunursunuz.” (Bakara- 183)
 Ve “Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi-kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kuran, onda indirilmiştir. O halde bu aya ulaşanınız onu oruçlu geçirsin. Hasta olan veya yolculuk halinde bulunan, tutamadığı gün sayısınca başka günlerde tutsun. Allah sizin için kolaylık ister; O sizin için zorluk istemez. Tutulmamış olan günleri tamamlamanızı, sizi doğru yola kılavuzladığı için Allah'ı yüceltmenizi ister. Ve sizin şükretmeniz umulmaktadır.” (Bakara-185) ayetler beyanından da açıkça anlaşıldığı gibi Ramazan ayına erişen her kulun, eğer bir özrü yoksa onun oruç tutması farz olan Allah emridir.
      Bu oruç, gecenin bitimi olan imsak vaktinden gündüzün bitimi olan akşam vaktine kadar yemek, içmek, cinsi münasebet vb. orucu bozan şeylerden kesilmek ve onlara yaklaşmamak şeklinde tutulur. Ki bu oruç hakkında yeteri kadar malumat ulamayı zahirin, yani dinin dışı olan şeriat âlimlerinin kitaplarında ve ilmihallerde mevcuttur. Ve bu orucu Ramazan ayı müddetince tutmak, bir özrü olmayan her mümine farzdır.
       Farsça bir kelime olan oruç, Arapça savm demektir. Savm yemekten içmekten kesilmek, hareketsiz kalmak ve her şeyden elini eteğini çekmek anlamlarını taşır. Savm, kuranda susmak (konuşmaktan kesilmek) olarak ta ifade edilmiştir.
       Oruç / Savm ibadeti, leddun-i hikmeti itibarıyla değerlendirildiğinde ise, sadece ramazan ayında değil kulun var olduğu her zaman diliminde ve yaşadığı her mekânda tutması ve yapması gereken bir ibadettir. Çünkü leddun-i hakikata göre oruç; İnsanın gafletten uyanıp onu rabbin’den ayıran masivadan(Allah’tan gayrı olanlardan) imsak edip kesilerek, rabbi’ne vuslat ile / kavuşmakla iftar etmesidir.
      Bu itibarla, masivanın / gayriyetin insanı rabbinden ayırıp alıkoyan dünyasını oluşturmasını ifadeyle Pir seyyid Muhammed nur Hz; “Dünya ehli olmak mal mülk zengini olmak değildir, Karun gibi nice zenginler vardır dünya ehli değildir, kapı kapı dolaşan nice fakir vardır dünya ehlidir. Çünkü kul’u rabbinden ayıran her ne ise, o dünyadır” buyurmuştur.
Ki bir kulun bu dünyasını, onu rabbin’den ayıran cümle âlemlerdeki tüm eşya ve varlıklar ile nefsi / kendi oluşturur. Bu hakikata işaretle Hz. peygamber efendimiz; “Kim kendini / nefsini bilirse o rabbini bilir” buyurdukları gibi, başka bir hadisi şerifte “Rabbımı eşya ile bildim” diyor. Ki Hz. Resulullah efendimiz bu beyanlarıyla, kendimize ve eşyanın hakikatine arif olmamız ile ancak rabbimize arif olup rabbimize kavuşabileceğimizi bize tembih ediyor.  
       Manevi vücudun hafa, ruh, nefs, kalp ve sır olmak üzere beş makamı / mertebesi vardır. Ve oruç; hakikati hikmeti itibarıyla manevi vücudun Hafa mertebesi mahiyeti ile ayniyetlik içerir.
Hafa; kelime anlamı itibarıyla gizli, gizlilik demektir. Ki bu hafa yani gizlilik; “…O zahirdir / apaçıktır…”(Hadid-3) Hz. Peygamber Efendimizin ise, ”Rabbiniz apaçıktır. O’nu örtecek hiçbir şey yoktur” Beyanlarına rağmen, kulun enfus ve afakında, yani kendinde ve cümle eşyada mevcut ve apaçık olan rabbini, cehaleti yüzünden müşahede edemeyişinden hâsıl olan gizliliktir. Ki Hakk’ı gizleyen bu perde, kulun dünyası olan mâsiva / gayrıyet perdesidir. İşte hakikat göre; kul ile rabbi arasındaki masiva / gayrıyet perdelerine imsak (kesilme) yapılırsa, oruç ledduni hikmete uygun olarak tutulmuş olur. Ve böyle bir hikmetle oruçlu olan bir kul, var olduğu her âlem ve mekânda onu rabbinden ayırıp alıkoyan her bir şeyden yani gayriyetten imsak edip kesilmekle, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan, rabbini müşahede ve rabbine vuslat (kavuşmak) ile iftar etme mutluluğuna ulaşır.
Bunu beyan ile Hz. Resulullah (s.a.v); “Oruçlunun iki sevinci vardır, biri iftar ettiği zamandır, ikincisi Rabbine vuslat ettiği zamandır” buyurmuşlardır.
        Bu hadisi şerifte ifade edilen “iftar zamanındaki sevinç,” nefsin sevinci olup, Ramazan ayında tutulan orucun iftar anındaki yemek içmekle oruçluda oluşan sevincidir. Ve bu sevinç, nefsin tabiattan tattığı lezzetlerden hâsıl olan bir sevinçtir.
Hadisi şerifte ifade edilen diğer “oruçlunun Rabbine vuslat sevinci”  ise; orucun ledduni hakikatine ulaşan kulun, bu âlemde rabbine vuslat edip kavuşmasıyla hâsıl olan sevincidir. Ve bir kul için bu sevinçten daha alâ ve daha ziyade onu mutlu edecek bir keyfiyeti olamaz, çünkü bu keyfiyet; kulun Hakk’a kavuşmasıyla hâsıl olan zevkullah ile zevklenmesidir.
       Velhasıl; Bir insan Ramazan orucunu muhakkak kesinlikle tutmakla beraber, onu rabbin’den ayırıp alıkoyan dünya gayriyetinden imsak edip rabbine kavuşmakla iftar ederse, o zaman ledduni hikmete mazhar ve daim orucunu tutmuş bir kullukla, her zamanda ve mekânda rabbin katında olur ve “rabbine vuslat sevinciyle” rızıklanır. Allah her şeyi en iyi bilendir.
 
                                                                                                                                           
                                                                             Nejdet Şahin

13 Nisan 2018 Cuma

(Mevlid, Regaip, miraç, berat, kadir) KANDİL GECELERİNDEKİ HİKMETLER


      Hamt, Son peygamber Hz Muhammed’e (sav)  vahiy ettiği İslam dinin zahiri ve batını ile kullarına ihsanda bulunan Allah’a mahsustur. Selama layık olan, cümle peygamberlerin imamı Hz. Muhammed ve evladı resuldür.
     Kuran’da “Allah katında/indinde din İslam’dır…” (Ali İmran-19) buyrulur. Ki Âdem (as) den Hz Muhammed’e  (sav) kadar, insanlığa tebliğ ve irşat da bulunan peygamberlerin öğretip tebliğ ettiği din İslam’dır. İslam dininin ise, şeriatla ilgi zahir (dış) yönü, bir de hakikati ile ilgili batın (iç) yani ledduni yönü vardır.
      İslam’ın şeriatıyla ilgili zahiri ilimler; namazda kıyam şöyle olacak, secde böyle olacak, zekât şu şartlarda oluşur, orucun bozulup bozulmadığı durumlar gibi ibadetlerin dış yönünü ve insanlar arasındaki hak hukuk ve sosyal münasebetleri düzenler. Her mümin, İslam’ın zahiri olan şeriata uygun olarak ibadetlerini ifa eder ve sosyal ilişkilerini buna göre düzenler.
      İslam’ın ledduni hakikati yönüne ait ilimler ise, ibadetlerin batını yani içeriği ile alâkalı olan ilimlerdir. Meselâ hadisi şerifte “Namaz müminin miracıdır” buyrulur. Ki bu miracın nasıl olduğu ve kul tarafından nasıl yapılabileceğini, Hac ibadeti Allah’ın evini ziyaret olduğundan, Haccın hakikatinin ne olduğunu, zekât oruç vb. diğer ibadetlerin batını, yani içi içeriği ile münasebetlidir. Ki, dinin zahir ve batını değerlerine riayetle ancak olgun hakiki bir mümin olunup insan-ı kamil makamına ulaşılır.
Bu itibarla İslam dininin müminleri, dinin zahir yönü ile kulluk yapmakla beraber dinin batınına taallûk eden yani içeriği ile ilgili olan ibadetleri yapmakla da mükelleftirler.
Bir kul dinin sadece zahiri ile yetinir de batınını ihmal ederse o kimsenin kulluğu yetersiz ve eksik olur. Eğer bir kul, ben dinin batını / içeriği ile alâkadarım benim kalbim temiz ve niyetim iyidir gibi ahvâl ile dinin zahiri olan şeriatını ihmal ederse, o kimsenin de kulluğu yetersiz ve eksik olur.
Bunu beyanla din’de kulluğun kemal bulması ve bir kimsenin insanı kâmil makamına ulaşabilmesi, İslam’ın hem zahir hem de batın irşadı ile (aydınlanmasıyla) ancak mümkündür.
Buna göre; dinin ledduni hakikatinden nasipli olan arif ve ehli kemâl, şeriata uygun kulluğa kesinlikle riayet etmekle beraber İslam’ın, zahir ve batın yönüne vakıf bir kulluk ifa ederek yaşarlar.
      Bu sebeptendir ki İslam’ın batını ile daha alâkalı ibadetlerden olan kandil geceleri, dinin sadece zahiri ilimlerini tahsil etmiş olan hocalar ve âlimler tarafından o gecelerin ledduni hakikatine uygun olarak değerlendirilemez. Ve her kandil de gündüz oruç tutmak, gecesinde ise müminlere kaza namazı, nafile namazı ve tespih namazı kılmak, o gece uyumamak gibi hep aynı şeyleri yapmalarını söylerler. Ki bu aynı elinden rahatsız olana, başı ağrıyana, apandist ameliyatı gereken vb. değişik dertleri olan hastaların hepsine aynı reçete ile şifa dağıtmak gibi bir tuhaflıktır. Oysa bu gecelerin her birisi diğerinden farklı manevi zenginliklerle doludur. Ve her kandil gecesi ayrı ayrı ledduni anlam ve hikmetler içerir.
       Kandil geceleri yıl içinde içerdiği hikmetlere uygun olarak mevlit, regaip, miraç, beraat ve kadir olarak isimlendirilmiş olup, hicri takvime göre o yıl içindeki kandiller sırası ile mevlit kandili ile başlar, sonra regaip, miraç ve berat kandilleri ile devam ederek, kadir kandili ile tamamlanır vesselam.
    






                   MEVLİD KANDİLİNDEKİ HİKMETLER
    
      Hicri takvimin Rebiul evvel ayının 12 sinde kutlanan mevlit kandili, isminden de açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Muhammed’in (sav) bu yeryüzü âlemine unsur bedeni ile doğmasını ifade eder. Ki mevlit Arapça bir kelime olup Türkçe doğum / doğuş demektir.
      Bu doğuş, peygamber efendimizin babası Abdullah ve annesi Âmine validemizden beşer yani unsur bedeni ile doğması olup, sıradan ve alâlâde bir doğuş değildir. Ve bu doğuşla beraber zahiren, yani aleni olarak birçok harikulade (olağanüstü) hadiseler olmuştur. Ki o zaman, İran’a bağlı bir yerleşim olan Mekke’de tahakkuk eden bu doğumla beraber, İran’da Mecusilerin (Ateşe tapanların) bin yıldır sönmeyen ateşi sönmüş, krallarının sarayı yıkılmıştır. Suriye’de Save nehrinin bin yıldır kuru olup su görmeyen yatağı sularla dolup taşarak akmıştır. Hz. Resulullah’ın doğumu esnasında doğuma yardımcı olan kadınlar da açıkça birçok harikuladeliklere (olağanüstü hadiselere) muhatap olmuşlardır. Âmine validemiz ise, doğumla beraber “Biri doğuda biri batıda biride Kabe’nin damında olmak üzere üç bayrak dikildiğini gördüm” demiştir. Velhasıl, Hz. peygamber efendimizin doğumunda daha başka birçok açıkça olağanüstü hadiseler olmasına rağmen, bazıları bunlardır.
      Mevlidin ledduni hikmetler açısından önemi ise şöyledir: Hadisi şerifte “Allah evvela benim nurumu yarattı” Başka bir Hadiste ise “Âdem su ile toprak arasında iken ben nebi idim” buyrulur. Bu ve benzer beyanlardan anlaşıldığı gibi Hz. Resulullah Efendimizin her bir varlıktan ve cümle âlemlerden önce yaratılmış olan vücudu nur-u Muhammed kimliği ve şahsiyeti vardır. Ve nuru Muhammed Hz. âdem’le beraber cümle peygamberlerde hidayet davetçiliği olarak zahir olmuştur. Bütün peygamberler nuru Muhammed mazhariyeti ile insanlara yol gösterip onları irşat etmişlerdir. Ve her peygamber nuru Muhammed’in unsur, yani beşer / insan bedeniyle bu yeryüzü âlemine doğacağını haber vermişlerdir.
      İşte rebiul evvel ayının 12 sinde vukuu bulan mevlit / doğum Nur-u Muhammed’in, unsur yani insani bedeniyle buluşup, bu yeryüzü alemini şereflendirmesini ifade eder. Ve bu doğum İslam âleminde mevlit kandili olarak Müslümanlar tarafından çeşitli hidayete yönelik ibadet ve etkinliklerle zahiren açıkça kutlanır.
İslam’ın ledduni hakikatine ulaşmış olan arif ve ehli kemal ise, bu kandili hem zahirine hem de batınına uygun bir kullukla, Ruh-u Muhammed kulluğuna mazhariyet gayreti ile yaşayarak sadece bir gece değil, her zamanda ve her yerde kutlarlar.
      Cümle peygamberlerde zahir olan nur-u Muhammed, Hz. Resulullahın unsur bedeniyle bu yeryüzünden ayrılmasından sonra da devam etmiştir. “Âlimler peygamberlerin varisidir.” Hadisi şerifindeki hikmet gereği İmamı azam, imamı Şafii, imamı malik, imamı hanbel, İmamı gazali, Muhiddini Arabî, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Niyazi Mısri, Pir Seyyid Muhammed Nur vb. gibi peygamber varisi olan âlim ve ehli kemalin tebliğ ve irşadında. Ve bunların vekili olan zamanın kâmil mürşidinin irşat ve tebliğinde Nur-u Muhammed açığa çıkarak devam etmiş, günümüzde de devam etmektedir. Ve kıyamete kadar yeryüzünde hidayet davetçiliği olarak devam edecektir.
Her zaman bu yeryüzü âleminde mevcut olan bu hidayet davetçisi âlim ve kâmil mürşidlerin irşat ve yol göstermeleriyle, İslam dininin zahiri ve batını parlayıp yeryüzünde insanlığı aydınlatmış, halen de aydınlatmakta ve kıyamete kadarda aydınlatacaktır.
      İşte yeryüzü olan bu imtihan aleminde “peygamber varisi” velilerin ve kâmil mürşidin her zamanda var olup, onların irşadıyla Hidayeti nuru Muhammed’in açığa çıkması Muhammedi doğuşun, yani mevlid kandilinin ledduni hikmetini ifade eder. Kâmilin irşadından istifadelenmek ise; mevlid kandiline erişip kandilin ruhaniyetine dahil olmayı ve Muhammedi kulluğa ulaşma arzusunu ifade eder.
Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz: “Beni ararsanız varisim olan âlimleri bulun ben orada bulunurum,” buyurmuşlardır. Allahu âlem.
   

































                     REGAİP KANDİLİNDEKİ HİKMETLER
    
     Regaip kandili hicri takvime göre recep ayının ilk haftasında kutlanır. Regaip rağbet manasına gelen bir kelime olup, zahiren Hz. Muhammed’in (sav) ana rahmine düşmesini, yani annesi Amine validemizin Hz. Muhammed’e hamile kalmasını ifade eder.
    Kuran’ın “Ve Rabbine rağbet et” (İnşirah suresi-8) beyanı gereği Regaip; mana yönüyle kulun cenabı Hakk’a yönelerek, Allah’a rağbet etmesi demektir.
Ki Akıl baliğ olan her insan, bu yeryüzü olan imtihan âleminde Rabbini bulup rabbine rağbet ederek rabbine kavuşmaya müsait bir potansiyel ve kabiliyette yaratılmıştır. Ve her insan yaratıcısı olan Rabbini tanıyıp ona yakın olduğu nispette felaha, yani kurtuluşa erer ve yaradılış yüce gayesine uygun bir kulluk ifa etmiş olur.
Fakat her insan bu tabiat âleminden tattığı lezzet ve hoşnutluklara yönelerek onu Rabbinden ayıran dünyasını oluşturur. Bunu beyanla Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.leri; “Dünya ehli olmak mal mülk zengini olmak değildir, Karun gibi nice zenginler vardır dünya ehli değildir, kapı kapı dolaşan nice fakir vardır dünya ehlidir. Çünkü kulu Rabbinden ayıran her ne ise, o dünyadır.” buyurmuştur.
      Bu itibarla, kulun bu yeryüzünde tattığı ve onu Rabbinden ayıran dünya muhabbetlerini terk ederek, mürşidi kâmilin telkin ettiği her nefeste zikri daimle kalbinin Allah’a yönelmesi o kulun, Allah’a rağbeti ve regaip kandilinin hakikati ruhaniyetine ulaşmasıdır.
Kalbi zikrin aynı zamanda mayayı Muhammed olması itibarıyla kalbin Allah zikri ile buluşması, o kulun kalbinin mayayı Muhammed’le mayalanmasıdır. Ki, Muhammed mayası olan Allah zikrinin kalpte kabararak o kulu vücudu nuru Muhammed mazhariyetine kadar yükseltir, Allahu âlem.
      Hz. Resulullah Efendimiz; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır.” buyurmuştur. Ki bu ayların bu değerlerle ifade edilmesi, o ayların içindeki kandil gecelerindendir. Yani recep ayının Allah’ın ayı olması, Şaban ayının Hz. Resulullah’ın ayı olması, Ramazanın ise ümmetin ayı olması, bu aylarda kutlanan kandil gecelerindeki hikmetleri icabındandır.
      Bu itibarla Regaip Kandili’nin Recep ayının ilk haftasında olmasının hikmeti gereğince, regaip’in hakikati manasına ulaşan bir kul, kalbindeki zikri daim mazhariyetiyle her nerede ve ne zamanda olursa olsun Allah’la beraber olur. Bunu beyanla Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.leri: Zikir salikinin kıblesi  “seme vechullahtır (nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü ordadır) Bakara-115) Çünkü o her nereye yönelse ve nerede olursa olsun daima Allah der” demiştir.
      Velhasıl, Kalbi Muhammed mayası olan zikrullah (Allah zikri) ile şereflenen bir kul, rabbinden onu alıkoyan dünya sevgilerini terk edip gönlü muhabbetullah’la yani Allah sevgisi ile dolarsa ancak, regaip kandilinin ledduni hakikati manasına ulaşmış olur. Ve böyle bir kul her zamanda ve her yerde regaip ruhaniyeti ile yaşar. Vesselam.

















   

                   MİRAÇ KANDİLİN’DEKİ HİKMETLER

      Miraç kandili hicri takvime göre recep ayının son haftasında kutlanır. Çünkü “Recep Allah’ın ayıdır…” hadisi şerifinde beyan edilen recep ayında Hz. Resulullah Efendimizin miracı gerçekleşmiştir. Ki Miraç; kulu Rabbinden ayıran ve kulun dünyası olan cümle masivadan / gayriyetten kurtulup, kulun rabbin katına yükselerek rabbine vuslat edip kavuşmasıdır.
Hz. Peygamber Efendimizin miracı cismani ve ruhani olmak üzere ikidir:
       Cismani Miraç; Bu miraç kuran’da “Bütün varlıkların tespihi o kudretedir ki kulunu gecenin birinde mescidi haramdan çevresini bereketlendirdiğimiz mescidi aksaya yürütmüştür, bu ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek/onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir…”(İsra-1)Ayetiyle beyan edilir. Ki bu Mucize olarak gerçekleşen ve Hz Peygamber efendimizin âlemleri şereflendirmek için yaptığı miraçtır. Bu miraç sadece ve sadece, Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. Çünkü Hz Peygamber efendimizin Nur-u vücudu âlemlerin aslı olduğu için, âlemler varlıklarını muhtaç olduğu o yüce şahsiyeti görüp onunla yani Hz. Muhammed (sav) ile şeref bulmak istediklerinden, bu cismani miraç mucize olarak vukua gelmiştir.
       Ruhani miraç: Hz. Resulullah Efendimizin bu miracı Necm Suresinde; “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın. Böylece vahiy etti kuluna vahiy ettiğini, kalp yalanlamadı gördüğünü”(Necm-8…11) “Ant olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü”(Necm-18) “ Ayetleriyle Beyan olunan Miraçtır.
Hz. Resulullah’ın bu Ruhani miracını tüm Peygamberler yaptığı gibi cümle İnsanı Kâmil olan Veliler de yaparlar. Çünkü bu Ruhani Miraç, kulun kendinin ve eşyanın hakikatine yönelip Rabbine vasıl olup kavuşmasıdır. Ki Her kim kendine ve cümle âleme nispet ettiği varlığın yokluğuna, yani eşyanın fenasına Allah’ın makamlarının müşahedesiyle arif olursa o kul, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine kavuşarak miraç yapar.
      Her insanın miraca ulaşma potansiyel ve kabiliyeti olmasına rağmen bazı kullar, kendine ve cümle eşyaya vücut nispet ederek Rabbinden gaflet edip, cehaletiyle onu Rabbinden ayıran dünya perdesini oluşturarak dünya ehli olur. Böyle bir kimse kurandaki “…O zahirdir…”(Hadid-3) Hz. Peygamber Efendimizin ise, ”Rabbiniz apaçıktır. O’nu örtecek hiçbir şey yoktur”   Beyanlarına rağmen, Rabbini göremeyip onu müşahede edemez ve miracın hakikati hikmetine ulaşamaz.
Halbuki Hz. Resulullah Efendimiz, “Allah’ım bana bu eşyanın içyüzünü öğret” buyurmuştur. Ki, eşyanın mahiyetini bilmesine rağmen Hz. Resulullah bu beyanında, kinaye ile ümmetinin yani bizlerin eşyanın hakikatine arif olmamızı tembih ediyor. Çünkü kendisine Rabbini nasıl bildin diye sorulduğunda Hz. Peygamber Efendimiz; “Rabbimi eşya ile bildim” demiştir.
      Velhasıl her insanda var olan Rabbine kavuşma potansiyelinin açığa çıkıp o kulu miraç keyfiyetine eriştirmesi mümkündür. Ancak bunun için o kulun evvela mevlit kandilinin ledduni manası olan nur-u Muhammed mazharı zamanın kâmil mürşidinin irşat aydınlığına kavuşup, “Allah’ın ayı” olan recep ayındaki regaip kandilinin ledduni manası gereğince, kâmilin telkiniyle kalbi mayayı Muhammed olan zikri daimle şereflenmesi gerekir. Ki, sonra yine recep ayında, miraç kandilinin ledduni anlamı gereğince o kul, ancak mürşidi kâmilin telkin ettiği tevhit mertebelerini (Allah’ın makamlarını) müşahedeyle masivadan (Allah’ın gayrısınden) kurtularak, rabbine vasıl olup kavuşarak Miraca mazhar olur.
      Bu ruhani miraç, kulun yokluğunda Hakk’ın varlığı ile var olmak olduğundan, miraca ulaşan kulun müşahedesinde Hak’tan gayrı bir şey olmaz. Bu itibarla Hz. Resulullah Efendimizin; “Recep Allah’ın ayıdır.” beyanındaki hikmet gereği miraç kandili recep ayında tüm İslam âleminde zahiren çeşitli etkinliklerle kutlanır. Fakat arif ve ehli kemal tarafından her zaman da, Ruhani miraç keyfiyeti olarak Rabbine vuslat zevki mazhariyetiyle yaşanarak kutlanır. Allah u âlem.   


































                     BERAT KANDİLİNDEKİ HİKMETLER
   
      Hicri takvime göre Şaban ayının on beşindeki berat kandili, zahiren şeriat ehillerince günahlardan af olunarak berat etmek olarak değerlendirilerek kutlanır.
Ki berat kandilinin ledduni hakikatı ise şöyledir: Kurandaki “Ha mim o ayan beyan/apaçık gösteren kitaba yemin olsun ki biz onu mübarek/kutlu/bereketli bir gecede indirdik hikmetlerle dolu her iş ve oluş o gece de ayırt edilir katımızdan bir emir olarak hiç kuşkusuz biz Resuller göndeririz senin Rabbinden bir rahmet olarak Hiç kuşkusuz o gereğince duyan gereğince bilendir” (Duhan suresi-1..6) Beyanlarında geçen “mübarek/kutlu gece”den maksadın, berat gecesi olduğunu ehli kemal belirtmiş ve Mübarek gecede inen den maksadın ise, Nur-u Muhammed (sav) olduğunu ifade etmişlerdir.
Ve birinci ayetteki “Ha” ve “Mim” harflerinden “Ha”nın Cenabı Hakk’ı, “Mim” in ise, Muhammed’i remiz ettiği ifade edilerek, Hak tecelli ederek Muhammedi zuhura getirdi veya Hak, Muhammed yüzü ile göründü diyerek, bu ayetlere mana vermişlerdir.
      Bizim de aynen katıldığımız bu arif ve ehli kemal beyanları ışığında değerlendirildiğinde berat gecesi; Mevlit kandilinde Nuru Muhammed aydınlığı zuhurunu bulan kulun, Regaip’te kalbine telkin olunan zikrullah Muhammed mayasının kabarıp, onun zahir ve batın bütün duyularını / hislerini kaplayarak, kulluğunda Nur-u Muhammed’in hakim ve galip olmasının berat’ını ifade eder. Çünkü Berat bir rüşt olgunluk erişimidir. Bu rüşt yani kemâlât; kulun Nur-u Muhammed mazhariyetine ulaşıp Muhammedi bir kullukla yani Muhammed’çe yaşamasıdır. Ki bu aynı zamanda “Şaban benim ayımdır,” hadisi şerifindeki hikmetin, Muhammedi kulluk marifetinde açığa çıkıp etrafını aydınlatışıdır.
      Berat gecesinde Hz. Peygamber Efendimiz secdede iken, yüksek ve duyulacak bir sesle “Azabından affına, gazabından rızana, senden yine sana sığınıyorum, ben seni layıkıyla övemem sen kendini övdüğün gibi yücesin” buyurarak, bu duayı Hz. Ayşe validemizden etrafına yayıp duyurmasını istemiştir. Ehli kemal olan arifler, bu duası ile Hz. Resulullah’ın “azabından affına” dediğinde ilmi şeriat’a göre, “gazabından rızana” dediğinde ilmi tarikat gereğince, “senden yine sana” dediğinde ilmi hakikat, “ben seni lâyıkıyla övemem sen kendini övdüğün gibi yücesin” dediğinde ise ilmi marifet hikmetince Allah’a sığındığını beyan etmişlerdir.
Bu itibarla, berat kandilinin ledduni manasına ulaşan bir kul şeriat, tarikat, hakikat ve marifetin sırlarına aşina olur. Ve o kul, Muhammed-i kulluk marifetiyle Cenabı Hakk’ın halk zuhurunu, yani vahdetinin kesreti olan tecellilerini müşahede eder. Ve ayetteki “Hikmetlerle dolu her iş ve oluş o gece ayıt edilir” beyan gereği, marifetiyle vahdetin kesretini oluşturan her tecelliyi yerli yerinde ayırt ederek tanır. İşte Böyle berat kandilinin hikmetine ulaşmış Muhammed’çe yaşayan bir kul’da Berat marifeti, ayın bedir yani ayın tam yuvarlak dolunay olarak açığa çıktığı zaman ki gibi parladığından, berat kandili Şaban ayının 15 inde kutlanır. (Hicri takvimdeki ayların 15 i bedir olarak ifade edilir) Allah her şeyi en iyi bilir.


















                 KADİR GECESİ KANDİLİNDEKİ HİKMETLER

      Kuran-ı Kerim’in, Allah’ın zatından levhi mahfuza inzal olduğu (indirildiği) gece olarak kabul edilen Kadir kandili; hicri takvime göre Ramazan ayının yirmi yedinci gecesinde tüm İslam âleminde müminler tarafından, çeşitli hayra yönelik etkinlilerle kutlanır. Çünkü Kuran’ın, bu ayda indiği “Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kuran, onda indirilmiştir…” (Bakara-185) beyanıyla sabittir. Yine Kurandaki; “Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin niteliğini sana gösteren nedir. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gece her iş için inerde iner. Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağarıncaya kadar. (Kadir suresi-1..5 ) beyanlarındaki hikmet gereği kuranın, Ramazan ayının kadir gecesinde Zatı ilahiden levhi mahfuza indiği genel bir kabuldür.
      Ehli kemal, Levhi mahfuz’un Hz. Muhammed’in (sav) gönlü olduğunu ifade ederek, kadir gecesi, Resulullah efendimizin gönlüne kuran’ın toptan indiği gece olduğunu beyan etmişlerdir.
      Hiç şüphesiz insanın, cenabı Hak tarafından yaradılışının bir gayesi vardır.  Ve kuranda insanın yaratılış gayesi; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat-56) olarak beyan edilir. Bu ayette ifade edilen “ibadet,” kulluktur. Ve sahabe İbni Abbas (ra); Bu ayetteki ibadetten  / kulluktan maksat ehli tevhit ve Arif olmaktır.” diye yorumlamıştır. Yine bu ayet hakkında Pir Seyyid Muhammed Nur’un halifelerinden Prizrenli Hacı Kamil Tosko Hz.leri; “Bu ayetteki kullukta üç hikmet vardır, birinci hikmet ameli Salih’tir, ikinci hikmet yakaza ki, zikri daim uyanıklığıdır. Üçüncü hikmet ise tevhidi mabuttur.” demiştir. Ki bu üç hikmet şöyledir:
      Ameli Salih, Allah’ın Kur'an-ı Kerimde yapın ve yapmayın dediği, kulun yapmasından ve yapmamasından razı olduğu cümle emirleri ve yasaklarıdır.
      Yakaza ise, Cenabı Hakk’ın emirlerine ve yasaklarına riayetle beraber, kulun zikri daim uyanıklığıdır.
      Tevhidi mabut ise kulun, ibadet ettiği ve zikrettiği Allah’a, Tevhidi Hakiki irfanıyla bu âlemde vuslat edip kavuşmasıdır. Bu aynı zamanda insanın yaradılışının ideal amacı olup, şahadet âlemi olan bu yeryüzüne gelişimizin yüce gayesidir.
     Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.leri “Kuran şeriat, tarikat, hakikat ve marifet olan dört ilim ve yedi mertebe üzerine inzal olmuştur” buyurur. Bir kulun, yaratılışının yüce amacına ulaşıp Rabbine kavuşması, bu Kuran kaynaklı dört ilim ve yedi mertebe olan Allah’ın makamlarının irşadı ile mümkündür. Ki, bu irşatla aydınlanan kulun gönlüne kadir gecesinin ledduni hikmeti gereğince sırrı kuran inzâl olur. Ve o kulun gönlü kuran sırrı ile dolar. Böyle bir kimse aynı zamanda Kuranın sırrı ve Kuranın ikizi olur. Çünkü hadisi şerifte; “Kuranla insan ikiz kardeştir.” buyrulur. İkiz kardeşlik kardeşlerin ikisinin de aynı özellikleri taşımalarıdır. Kuran’la ikiz olma özelliklerine akıl baliğ olan her insan potansiyel olarak sahiptir. Fakat bu potansiyel özellikler insanı kâmil harici herkeste pasif olup ancak insanı kâmilde aktiftir. Bunun için kuranın ikizi ancak insanı kâmildir ve kuranın sırrı ondan zahir olur. Hz. Ali kv. sıffın isyanında “Ben konuşan Kuran’ım” demekle, işte bu gerçeğe işaret etmiştir.
      Bu itibarla kadir gecesinin ledduni hikmetleri, kadir suresinin ayetlerinin içinde mevcuttur. Ki buna göre ayette beyan olunan “bin aydan daha hayırlı kadir gecesi,”  gönlüne kuranın  sırrı inzal olan bir kulun, insanı kamil makamına ulaşmasını ifade eder.  
Çünkü, Ayette geçen “Bin ay” seksen üç yıl olup dolu dolu yaklaşık bir insanın yeryüzü âlemindeki ömrünün beyanıdır. Bir kimse ömrü müddetince hangi ibadet ve kullukları yaparsa yapsın, gönlüne açılan sırrı kuran mazhariyetiyle onun “kadir gecesini idrak etmesi” ve insanı kâmil makamına ulaşması, bir ömür boyu yaptığı ibadet ve kulluktan “daha hayırlıdır,” demektir.
Sonraki ayetlerde; “Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gece her iş için inerde iner. Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağarıncaya kadar.” Buyrulur. Ki insanı kâmilin marifetinden gizli hiçbir tecelli olmaz. Çünkü o her tecellinin Rabbinden geldiğine arif olduğu gibi, tecellinin Allah’ın hangi mertebesinden geldiğini de müşahede ederek tanır. Hakk’ın ikiliği olmayan tecellileri, Bir’lik mertebesinden geldiğinden bu tecelli ayette “Ruh” olarak, kulluğa ait tecelliler ise, “Melekler” olarak beyan edilmiştir. “Tan yerinin ağarması” ise, Kulun bu âlemden ölümle ayrılıp ahiret olan beka âlemine geçmesini ifade eder. Bu itibarla kadir gecesi mahiyetine haiz insanı kâmilin nazarında, istisnasız her bir iş ve oluş, Rabbin tecelli ederek açığa çıkmasıdır. O, yeryüzünde olduğu müddetçe yani, “Tan yeri ağarıncaya kadar” “Ruh ve Melek” tecellilerinin tesiri irfanıyla yaşar. Ve insanı kâmil, Allah’ın hangi mertebesinden olursa olsun o zuhur eden her bir tecellinin Rabbin hangi makamından olduğunu tanıyarak, Rabbinden başka bir şey müşahede etmez. Ve melekler gibi rabbin emir ve yasaklarına itaat eder, demektir.
      Velhasıl, böyle Kamil bir kul aynı zamanda peygamber efendimizin; “…Ramazan ümmetimin ayıdır” Sözündeki hikmet gereği, gönlüne dolan sırrı kuran idrakiyle Hz. Muhammed’in (sav) Has ümmeti olmakla da şereflenmiş olur.
      Her yıl İslam âleminde coşkuyla ve çeşitli hayra yönelik etkinliklerle kutlanan Mevlit, Regaip, Miraç, Berat ve Kadir gecesi kandillerinin ledduni hikmetlerine dair açıklama, hatalarıyla beraber tamam olmuştur. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır. Selam Hz. Muhammed’e (sav) ve ehli beyte/evladı resule olsun. Rabbim bizleri onların yürüdüğü yoldan ayrılmaktan muhafaza etsin. Velhamdülillahirabbilalemin.
                                                                                                     Nejdet ŞAHİN
                                                                                    Perşembe 13 ağustos 2009