21 Eylül 2018 Cuma

MUHARREM AYI, KERBELA, ŞEHİTLER ŞAH-I HZ. HÜSEYİN


        Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamt, resulü Muhammed Mustafa’ya (sav) ve evlatlarına / ehli beytine selâm olsun. O evlâdı resul ki, her zamanda mevcut ve sağ olup insanlığı aydınlatmaktadırlar.
        Yüce Allah’ın Kuran’daki; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git / onlara danış / istişare et...” (Al-i İmran-159) Ve “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura-38) Beyan ve buyruğu gereğince Hz. Muhammed; insanların kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini kaldırıp “şurayı / meclisi”, yani halkın meclisini kurmuş ve o meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur.
        Yine “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa-58) Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber Efendimiz; belli aşiret mensuplarına değil liyâkata yani işin ehli olan kişilere değer vermiş ve her işin başına ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir.
        Çünkü Hz. Resulullah’ın zuhuruna kadar aşiret, kabile reisleri toplumu yönetiyor ve onlar ne derlerse o oluyordu. Aşiret reislerinin kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, Allah’ın emri doğrultusunda bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan, aşiretinden dolayı üstün olmayacağını ilan etti. Ve her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurduğu gibi, kendisi de bizzat uyguladı. Ve böylece Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı.
        Bu uygulama Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı müddetince devam etti. Ve bunların hiç birisi, kendisinden sonra oğlunu kardeşini veya kendi aşiret ve soyundan geleni kendi yerine emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir seçelim mi”? Diye sorduklarında Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için seçmeyin, lâyık ve ehil ise öyle seçin” demiştir.
        Bu itibarla şuranın / meclisin, yani halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçmesiyle emirül Mümin’in (devlet başkanının) tespit edilmesi, yüce Allah’ın kuran kaynaklı açık emri olduğu için Hz. Resulullah Efendimiz; kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir / başkan şu veya bu kişi olsun demedi. Halbûki o zaman, Hz. Peygamber kendisinden sonraki emir / başkan olarak hangi sahabeyi ifade etse idi o kimse tereddütsüz emirül mümin, yani devletin başkanı olurdu.
        Halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçme uygulaması, Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ki, Allah’ın emri olan ve Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı seçici halk şurasını / meclisini Muaviye kaldırıp lâğvettiği gibi; ehli kemal ve ehli irfan olan sahabe ve müminlerin itirazlarına rağmen Muaviye, oğlu olan Yezit’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Ve Resulullah Efendimizin kaldırdığı cahiliye geleneği olan aşiretçiliği kabileciliği tekrar ihya edip diriltti. Muaviye; buna karşı gelen Resulullah’ın sahabelerini ve müminlerin kimilerini şehit, kimilerini de sürgün ettirdiği gibi, Hz. Hasan’ı da karısına zehirlettirdi.
        Bu şekildeki oldubitti ile Muaviye oğlu Yezit’in emir / padişah olmasını kabul etmeyen küfe halkı, emir el mümini (müminlerin reisini) seçmek üzere toplayacakları halk meclisine başkanlık yapması için, Hz. Hüseyin’i küfe şehrine davet ettiler. Ve Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin can mal güvenliğini sağlamayı da taahhüt ettiler. Fakat küfeliler, maalesef bu taahhütlerini yerine getiremediler. Ve Hz. Hüseyin’le beraberindekiler, toplanacak olan halk meclisine başkanlık (reislik) etmek için Medine’den küfeye giderken kerbelâ mevkiinde, Muaviye’nin padişah olarak atadığı oğlu Yezit’e bağlı zorba katiller tarafından şehit edildiler.
        Kısaca özetlediğimiz ve İslâm dünyasında derin bir üzüntü ve keder hisleriyle malûm olan bu kerbelâ hadisesi, çok kimselerce çok değişik açılardan değerlendirilmiş ve hâlen de değerlendirilmektedir.
        Günümüzde de her hicri takvim yılının muharrem ayında bu kerbelâ hadisesi çeşitli etkinliklerle yâd edilip anılmakta, oruçlar tutulup, perhizler yapılıp, aşure dağıtılarak ziyaretler yapılmakla beraber, Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edilişleri vaazlar ve sohbetler yapılarak tekraren hatırlatılır. Ayrıca, küfe halkının Hz. Hüseyin’e yaptıkları koruma taahhütlerini yerine getirememe üzüntüsüyle kendilerini döverek / dövünerek yas etmelerini, günümüzde de bazı müminler devam ettirerek kendilerini dövüp kendilerine eziyet edip kanlarını akıtmak gibi abartılı yas törenleri de düzenlerler.
        Bazıları ise; Camilerde vaaz-ı nasihat edip Cuma hutbelerinde hutbe verirken, sanki bu yas törenlerine alternatif olarak, ‘Hz. Âdem’le Havva validemiz muharrem ayında Arafat ta buluştular; Hz. Nuh tufandan bu muharrem ayında kurtuldu; Yunus as. Balığın karnından bu ayda karaya çıktı’ vb. gibi peygamber kıssalarını ön plana çıkarıp, kerbelâ hadisesinden de etliye sütlüye dokunmadan kısaca bahsederler. Bunlar vaazlarında, o zaman Şam şehrinde vali olan Muaviye’nin emirül mümin Hz. Ali’ye isyan eden bir asi olmasını; Muaviye’nin Hz. Hasan’ı karısına zehirleterek öldürüp şehit ettiren bir azmettirici olmasını da söylemedikleri gibi; “De ki bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura- 23) Kuran beyanı ile yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ehli beyti Hz. Hüseyin ile beraber katledenlerin baş katilinin Muaviye oğlu Yezit olduğundan da hiç bahsetmeden, güya kerbelâyı da kısaca anlatıyorlar.
        Maalesef günümüzde baktığımızda, her hicri yılın muharrem ayında Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edildiği kerbelâ etkinliği olarak müşahede edilen manzara, aşağı yukarı böyledir. Oysa kerbelâ hadisesinin zahiri ve tarihi yönü haricinde leddûn-i manevi yönüne bir bakılsa, nice hikmetler olduğu müşahede edilir. Ki biz kerbelâ hadisesini leddûn-i hikmetleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.
        Buna göre; rivayet olur ki, Hz. Ali ile Hz. Fatma ilmi tevhidi hakikiden, yani tevhidin hakikat yönünden bahisle kendi aralarında sohbet ederken, onları dinleyen oğul Hz. Hüseyin; “Ey benim anam babam siz ne konuşuyorsunuz ki ben dinlediğim halde hiçbir şey anlamıyorum”.  Deyince Hz. Ali; “biz annenle bir ilim tahtında ki buna kuşdili derler. Bu lisanla konuştuğumuz için sen konuştuklarımızı anlamadın. Eğer bu ilmi öğrenmek istersen dedene (Hz. resulullaha) git bu durumu söyle” diyor. Ve rivayet olunur ki Hz. Hüseyin ağlaya ağlaya resulullah efendimize gidip durumu anlatınca Hz. peygamber; “var babana selâmımı söyle sana bu Kuşdili olan ilmi öğretsin” buyuruyor. Ve babasına gelen Hz. Hüseyin selâmı söyleyip keyfiyeti anlatınca Hz. Ali, teveccüh açıp bir defa da mesleki resul seyri süluku’nun tamamını Hz. Hüseyin’e telkin edip onu irşat ediyor.
        Hz. Ali’nin kuşdili olarak ifade ettiği ilim, tevhidi hakiki ilmi irfanı olup bu ilim kuranda; “leddun ilmi” (Kehf-65) olarak beyan edilir. İmi leddûn açısından muharrem ayı; Hz. Ali’nin imamı olduğu velâyet makamını remzeder. Leddun-i yönden kerbelâ: İnsanı velâyet makamı keşfi irfanına eriştiren mesleki resul seyri sülukunu ifade eder. Ledduni açıdan Kerbelâ da şehit olmak ise: Velâyet irşadı ile şehitlik mertebesine ulaşmayı remiz eder.  
        Kuran’ı Kerim’de şehitlik mertebesini ifadeyle, “Ant olsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha hayırlıdır. Ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah’ta / Allah katında Haşr olacaksınız / toplanacaksınız.” (Ali imran-157,158) Buyrulur ki bu kuran beyanından açıkça anlaşıldığı gibi şehitlik; Allah yolunda ölenler ve öldürülenler olmakla iki kısımdır;
        Buna göre “Allah yolunda öldürülenler; kılıç şehidi olup, bu şehitler din vatan uğruna canını feda edip öldürülerek şehitlik makamına yükselenlerdir.
        “Allah yolunda ölen” şehitler ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde “ölmeden evvel ölenlerdir.” (Hadisi şerif) Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, “İnsanlar gaflettedir öldükleri zaman uyanırlar.” deyince, meclisteki bazı sahabelerin; “Ya Resulullah ölümle uyanacağımız gafletten kurtulmak için ne yapalım?” sorularına cevaben Hz. Peygamber Efendimiz; Ölmeden evvel ölün. Sizin gibi yer, içer, gezer fakat ölmeden evvel ölenlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir’e bakın o, onlardandır.” Buyurmuşlardır.
        İşte her kim bu imtihan âleminde “ölmeden evvel ölürse” o, Şah’ı Hz. Hüseyin olan şehitler katına / mertebesine yükselir. Çünkü şehit, şahit olmak demek olup, bu şahitlik kul’un kendinde ve cümle eşyada mevcut olan “Allah’ta / Allah katında Haşır olması, toplanmasıdır.” (Ali imran-158) Ve insanın rabbin cemalini müşahede ederek şahit olmasıdır. Bu şahitlik / şehitlik için, zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla Hz. Ali’nin imam olduğu velâyet mertebesi keşfi irfanına ulaşmak icap eder. Ki buna ulaşmak için Kerbelâyı remiz eden fenafillâh makamlarının fenayı efal, fenayı sıfat ve fenayı zat keşfi irfanıyla kulun kendine nispet ettiği varlığını fena edip yokluğa eriştirmesi gerekir. Ve her kim nispet varlığını fenaya / yokluğa eriştirirse o kişi, Hz. Ali’nin “kuşdili” dediği tevhidi hakiki irfanına, yani tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla rabbine kavuşup, rabbin vahdet-i cemaline şahit / şehit olur. Ve “ölmeden evvel ölen” şehitlerle beraber Hz. Hüseyin’in şah ve sancaktarı olduğu şehitler mertebesine dâhil olur.
        Bu itibarla şehitler şahı Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut etmek, muharrem ayında peygamber kıssalarını anlatmak, perhizler yapmak veya kendini dövmekle değil, şehitlik makamına yükselerek şehitler Şah’ı Hz. Hüseyin sancağı altına dâhil olmakla mümkündür.
        Bunun için bir insan; leddun-i yönden muharrem velâyet irşad-ı aydınlığına kerbelâ seyri süluku ile erişip, ölmeden evvel ölürse ancak şehitlik makamına yükselir. Ve Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut eder. Vesselam. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.
                                                                                                                                                     
                                                             Nejdet Şahin                                    
                                                 25Aralık2010 cumartesi


3 Eylül 2018 Pazartesi

HAC İBADETİNİN ŞERİATA VE HAKİKATE GÖRE AÇIKLANMASI


        Vahdetinden / Birliğinden cümle âlemleri ve âlemlerdeki her şeyi yaratan ve yarattıkları içinde, insanın kendisine kulluk yapmasına muhabbet edip âşık olan âlemlerin Rabbine hamd, resul’u Muhammed’e (sav) ve ehlibeyte selam olsun. Onların meclisinden ayrı olmaktan rabbim bizleri muhafaza etsin.

        Hac; lügat anlamı itibarıyla hürmete ve tazime layık yerleri ziyaret etmek demektir. Bu ziyaret esas yani farziyet açısından değerlendirildiğinde hac, vakti içerisinde Arafat ismindeki alanda bulunmak ve beytullahı yani Allah’ın evini ziyaretle tavaf etmekten (Beytullahın etrafını yedi defa dolaşmaktan) ibarettir.
Bu itibarla haccın farzı ikidir;
Birincisi: Vakti içerisinde arafat’ta vakfe yapmak.
İkincisi ise; kabe’yi yani beytullahı (Allah’ın evini) tavaf etmektir.
        Hac, hem bedenle hem de mal ile kulun ömründe bir defa yapması farz olan bir ibadet olup, yapılması Kuran’daki; “Hac, malum / bilinen aylardadır. Kim o aylarda haccı kendisine farz kılarsa hacda kadına yaklaşmak, kötülüğe sapmak, kavga ve çekişmeye girmek yoktur…” (Bakara - 197) ayeti ve benzer ayet beyanları ile sabittir. Hac ibadetini ifa edebilmek için kulun beden sağlığının yerinde olması gerekli olduğu gibi mali, yani ekonomik açıdan da kulun zengin olması gerekir. Bu itibarla sağlığı ve ekonomik durumu elverişli olmayan kimselerin Hacca gitmeleri farz değildir.
        Haccı farz kılan yukarıdaki ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, hac ibadetinin vakti “malum / bilinen aylardadır.” (Bakara - 197) İfadesi ile belirtilmiştir. Ki, bu malumunuz olan ve sizce bilinen hicri takvimin şevval, zilkade ve zilhicce aylarıdır demektir. Çünkü hac farz olmadan önce o toplum şevval, zilkade ve zilhicce aylarını haccın vakti zamanı olarak kabul edip bu üç ayda hac ibadetini yaptıkları için ayette, Haccın zamanı sizin malumunuz olan, yani sizce bilinen aylardadır, buyruluyor. 
        Birçok âlimler bu ayların hac ayı olması hususunda görüş birliği içinde olup aralarında hiç bir ihtilafları yoktur. Ancak bazı mezhep âlimlerinin, bu hac aylarının şevval ayı ile başlayıp zilkade ayı ile devam ederek zilhicce ayı ile son bulmasında hem fikir olmalarına rağmen, hac vakti, hangi günde biter / sona erer mevzusunda ihtilaf etmişlerdir. Yani haccın farzı olan Arafat vakfesini yapmanın, zilhiccenin hangi günü ile son bulduğu konusunda aralarında görüş farklılığı vardır.
Buna göre Hanefi mezhebi âlimleri; Şevval, zilkade ayları ile zilhicce ayının onuncu gününe kadar yani kurban bayramının birinci gününe kadar Arafat vakfesi yapılır demişlerdir.
        Şafi mezhebi âlimleri ise; şevval zilkade ayları ile zilhiccenin dokuzuncu gününe, yani kurban bayramı arefe gününe kadar Arafat vakfesi yapılabilir demişlerdir.
        Maliki mezhebindekiler; şevval zilkade ve zilhicce ayının sonuna kadar bu üç ay içinde, yani kurban bayramından sonra da zilhicce ayının bitimine kadar Arafat vakfesi yapılabilir buyurmuşladır.
        Görüldüğü gibi şevval, zilkade ve zilhicce aylarının hac ibadetinin vakti zamanı olmasında mezhepler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ancak vaktin sonu, bitimi konusunda görüş ayrılığı vardır.
        Günümüzdeki uygulamada haccın vakti, bu üç ayların tamamında tatbik edilmeyip, bu ayların son gününe sarkıtılıp gün’le sıkıştırılarak uygulanıyor. Ki bu uygulama geçmiş yıllarda o günün şartlarına göre doğru bir uygulama olmasına rağmen, bu günkü şartlara göre yanlış bir uygulamadır. Günümüzdeki bu yanlış uygulamanın geçmiş zamanlara göre doğruluğunun izahı ise şöyledir:
         Eski zamanlarda modern ulaşım araçları olmadığından, hac yolculuğunun tamamı veya bazı bölümleri yaya veya at, deve, eşek ve katır gibi hayvanlarla yapılıyor ve aylarca sürüyordu. Bu sebeple dünyanın çeşitli yerlerinden hacca gelenlerin, Beytullah’ın / Allah’ın evi’nin olduğu Mekke şehrine intikallerindeki yolculuğun, yaya veya hayvanlarla yapılmasından veya doğal afet veya yol güvenlik sebeplerinden aksamalar yaşanıyordu. Bu sebeplerden dolayı o günkü amir ve idareciler, dünyanın çeşitli yerlerinden gelen hac kafilelerini Mekke de, hac vaktinin sonu kabul edilen zilhiccenin dokuzuna kadar yani kurban bayramının arefe gününe kadar bekletiyorlardı. Ve o, son güne kadar Mekke’ye ulaşıp gelebilenleri toplayıp güvenlik tedbirlerini de alarak, Mekke den yaklaşık 25 km uzaklıkta olan Arafat’a vakfe yapmaya götürüyordu. Ve bu en son günde güvenlik tedbirleriyle Arafat’a giden kafileye yetişemeyenler, haccın vakti geçtiği için hacı olamayıp, genellikle gelecek yılda hac yapmak üzere Mekke de bekliyor veya bekletiliyorlardı. Ve gelen yılda yine emniyet tedbirleri alınmış kafile ile hac ibadetini yapıp hacı oluyorlardı. Çünkü eşkiyalar hac kervan ve kafilelerini basıp canlarına ve mallarına kast ettiklerinden, çöl şartlarında açık bir arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız veya küçük guruplar olarak asayiş tedbiri olmadan gitmesi, o günlerde çok tehlikeli olduğu için böyle bir uygulama o zamanlar için doğru ve isabetli bir uygulama idi.
        Tarihi gerçek olarak herkes bilir ki, yüce Türk milleti yüz yıllarca hac kervan ve kafilelerinin emniyetini sağlayıp hacılara zarar vermemeleri için, Arap aşiret ve kabilelerine altını ve parayı hediye adı altında haraç olarak dağıtmıştır. Onbeşinci yüzyılın başından itibaren 1915 yılına kadar, 500 yıl düzenli bir şekilde her yıl hac mevsiminde, Edirne ve İstanbul dan altın ve değerli eşyalardan oluşan hediye ismi altındaki haracı götüren “sürre alayları” tertip edilerek, törenlerle uğurlanıp bu arap kabilelerine gönderilmiştir. Buna rağmen yine de bazen hac kervanları ve kafileleri baskına uğrayıp zarara görmüştür. Ki bu gün dahi Mekke’den 25 km uzak ve çölde açık arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız gitmesi, tehlikelidir. İşte bu ve benzer tarihi ve sosyal sebeplerden dolayı bu günkü haccın tatbik edilişi, geçmiş zamanlarda isabetli doğru bir uygulama olmasına rağmen bu günkü şartlarda da aynen cehaletle devam ettirildiği için, bu günkü hac ibadeti  uygulaması insanların ölmesi, yaralanıp sakatlanması zulmüne dönüşmüştür. Bu yanlış ve doğru olamayan uygulama yüzünden zamanımızda, her hac döneminde ezilerek, çiğnenerek yüzlerce mümin hayatını kaybediyor. Bu ölümler ancak 500 1000 2000 3000 kişi gibi kitlesel boyutta olduğu zaman dünya kamuoyuna yansıdığından, her hac döneminde haccın yanlış tatbik edilmesi sebebiyle ölen yüzlerce kişinin ölümleri bilinmiyor ve duyulmuyor. Halbuki haccın tatbiki, Kuran’ın açık beyanı olup, mezheplerin ve âlimlerin sadece son günü için ihtilafa düştükleri üç aya yayılarak uygulansa, hac’da her yıl yüzlerce mümin ezilerek ölmediği gibi, ülkemizde ve İslam ülkelerindeki hac kontenjanı meselesi kökten hâl olup, sağlığı ve ekonomisi düzgün olan her mümin Allah’ın farz kıldığı hac ibadetini rahatlıkla yerine getirir.
Bu haccın yanlış uygulamasında ısrar edilmesi nedendir bilemem, fakat kuran dışı ve İslâmın ruhuna ters bir uygulama olduğu apaçıktır.
        Şeriat yönü ile hac ibadeti, İslam dünyası açısından sosyal, ekonomik, siyasi vb. zahiri çok faydalı toplumsal bir ibadet olması ile beraber, bu ibadeti ifa edenlere de sayısız olumlu tesir ve fayda sağlar. Ki bu hac ibadetinin zahiri yararları, konunun uzmanları tarafından her vesile ile çeşitli açılardan çokça ifade edildiğinden, biz haccın zahiri yönüne ait değerlendirmeyi burada bitiriyoruz.
       
 Haccın ledduni hikmet yönü ile değerlendirilmesi ise şöyledir:
Hac, hürmete ve tazime layık olanı ziyaret olması itibarıyla Beytullahı, yani Allah’ın evini ziyarettir. Ki bir eve yapılan ziyaret evin kendisi için yapılmaz, ancak o evin sahibine yapılır.
Bu itibarla Hakikate göre Allah’ın evini yani beytullahı ziyaret etmekten maksat, kulun o evin sahibi olan rabbinin cümle eşyadaki mevcudiyetini müşahedeye erişmesi olup bu ziyaret, Hakk’ın kendi vahdetinden yarattığı halk kesreti zuhurunu / açığa çıkışını kulun müşahede etmesidir.
İşte böyle bir müşahede yakınlığıyla marifetullah zenginliğine mazhar olabilen bir kul ancak, Haccın ledduni hakikatine mazhar olur. Ve Hakk’ın kesret / çokluk zuhurunda, rabbini müşahede tavafıyla, ledduni hakikat üzere haccı ifa eder.  
        Cenabı Hak Kuran-ı Kerim’de kullarını Hac ibadetini yapmaya davet ederek; İnsanlar içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek, yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar.” (Hac - 27) buyurur. Ki bir kulun Hakk’ın bu davetine icabet ederek hacı olabilmesi için, zahiren Mikât mahalli denilen sınırda ihram giyerek “Lebbeyk Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, innel hamde ve niğmete leke vel mülk, la şerike lek.” / Yani, Allah’ım çağrına icabetle geldim emrine amadeyim, senin şerikin / ortağın yoktur. Emrine amadeyim emret, hamt / öğünmek ancak sana mahsustur, nimeti veren sensin mülk senindir. Senin şerikin, benzerin ve ortağın yoktur.” Diye telbiye getirerek, Hakk’ın hac davetine icabet ile Arafat vakfesine ulaşması, hakikate göre kulun zamanın Hakk’a arif olanlar arasına karışması demektir.            Bu itibarla Ledduni hikmet açısından  mikat mahalli; zamanın Mürşidi Kamil’ini bulup onun irşadıyla ehli zikir ve ehli irfan meclisine dahil olmaktır.
İhram giymek ise; kamilin irşadı ile kulun kendinin ve cümle eşyanın yokluğu / fenası keşfine ulaşmasıdır. İşte böyle yokluk keşfi irfan ihramını giyen bir kul, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” / çağrına icabet ederek geldim Allah’ım, yokluğa / fenafillaha ulaşmış kulluğumla ve cümle emrine ve yasaklarına riayetle emrine amadeyim.“lebbeyke la şerike leke lebbeyk” / tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanı ile idrak ederek vakıf oldum ki, senin ortağın olmadığı gibi, senden başka varlık yoktur şuuru ile sana amade geldim. “İnnel hamde ve niğmete leke vel mülk la şerike lek” / Senin ortağın ve senden gayrı bir varlık olmadığı için, medhedilip övülmeye ancak sen layıksın. Mazhar olduğumuz maddi ve manevi nimetler senden olup, hepsi senin tecellilerindir, diyerek. Böyle bir anlayış ve şuur telbiyesi ile arif olan kul, ariflerin Hakk’ın zuhurunda cem oldukları Arafat’ı yani arifler otağını ziyaret ederek, o da arifi billâh arasına karışıp daimi olarak Hakk’ı müşahede vakfesini yapar.
        Şeriata göre Arafat vakfesinin Cuma gününde yapılması Haccül ekberdir (büyük hac’dır) ve Cuma günü vakfe yapanlara Haccül ekber denir. Ki, cuma kelime olarak toplanma yani cem olma demektir. Hakikat ta haccül ekber ise; kendinin ve cümle âlemin yokluğunda zahir olan hakkın tecellisinde kulun batın olmasıdır. Yani Arafat olan arifler otağını bulan kulun, Hakk’ın zuhurunda yokluğuyla batın olarak cem olması, haccül ekberdir.    
Şeriata göre zahiren yapılan hac’da, Arafat vakfesini yapan bir kul, Arafat’tan sonra diğer vacip ve sünnet ziyaretlerini yaparak tekrar Mekke’ye gelir ve bu defa beytullahı / kabeyi örtüsü kalkmış olarak tavaf ederek, farz tavafını yapar ve hac ibadetini tamamlayıp hacı olur.
        Arafat’tan dönüşle beytullahı örtüsü kalkmış bir şekilde tavaf ederek haccı tamamlamanın ledduni hikmet açısından izahı şöyledir: Zamanın mürşidi kamilini ve onun meclisini bulmakla mikat mahalline ulaşarak, kâmilin irşadıyla ihramın ve telbiyelerde ki yokluk / fena irfanı ile Arafat vakfesine mazhar olan arif bir kuluna, Rabbin kulu ile arasındaki perdesini kaldırıp ona kesret alemindeki tecellilerle yüzünü göstermesidir. Ve bu müşahede ile o kul, cümle varlığın aslı olan yedi sıfatın cüz’üne mazhariyetle, Hakk’ı yedi defa tavaf ederek haccül ekberi (büyük haccı) tamamlar.
        Tavafın yedi defa yapılmasının hikmeti ise, hakkın yedi sıfatı subutiyesi tecellisine kulun kemal ile mazhar olması içindir. Çünkü Her insanda hayat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek, konuşmak ve kudret olan Allah’ın yedi sıfatı subutiyesi mevcuttur. Kul bilse de bilmese de bu sıfatlara mazhardır. Kulun bu mazhariyeti bilip arif olması için ondaki ilim sıfatının tevhidi hakiki ilmi irfanı ile şereflenmesi gerekir. Ki o zaman o kul sıfatların kemaline mazhar olur. İşte bu da mikat mahalli olan zamanın kâmili mürşidine erişip onun irşadı ile mümkündür. Ve Kamil’in irşadıyla cümle varlığın aslı olan Hakk’ın sıfatlarının kemaline mazhar olan bir kul, cümle varlıktaki Rabbin zuhurunu, her yerde daimi olarak müşahede tavafını yaparak, Haccül ekber kulluğu ile her zamanda ve her âlemde var olur.
        Haccın zahiri bazı uygulamalarına ve ledduni hikmetine yönelik değerlendirme noksanlarıyla beraber son bulmuştur. Her şeyi en iyi bilen yüce Allah’tır. Velhamdülillahirabbilalemin.

                                                                      Nejdet Şahin
                                                           20 Ramazan 2009 Eylül
                                                                          Salihli