24 Eylül 2019 Salı

EHL-İ BEYT/ EVLADI RESUL kimlerdir?


Allah’a hamd, Resulü / elçisi Hz. Muhammed’e ve onun evlatlarına ehli beytine selam olsun. Rabbim bizleri de evladı Resule dâhil edip onlardan asla ayırmasın.
Kur’an-ı Kerim’de;“…De ki ben bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura, 23) buyrulduğundan, ehli beyti / evladı Resul’u sevmek Kuran emridir. Ayrıca birçok hadisi şerifte ehli beyti sevmemiz onlara yakın olmamız ifade edilir. Ki bu hadislerin en meşhurlarından biri, “gadir-i hum” vadisinde büyük bir kalabalığa hitaben Hz. Resulullah Efendimiz’in; “Âlemlerin rabbi olan Allah benim mevlâmdır, ben kimin mevlâsı isem ebu talib’in oğlu Ali onun mevlâsıdır. Ali’yi seven beni sever, Aliye düşmanlık eden bana düşmanlık eder. Size kuran ve ehli beytim olan iki emanet bırakıyorum, bu emanetlere sahip olun, çünkü bunlar cennetin Kevser havuzunda birleşirler.” hitabı beyanıdır.
      Hz. Resulullah Efendimiz’in bu hitabı, kalabalık bir kitleye karşı yapıldığından ve çok kimseler duyduğu için senedi en kuvvetli hadislerden olup asla yalanlanamaz. Yine Hz. Resulullah Efendimiz’in başka seçkin sahabeler için söylediği “bendendir” beyanını Hz. Ali için ve Hz. Hüseyin içinde söylemiş olup, “Ali bendendir ben Ali’den” dediği gibi “Hüseyin bendendir Hüseyin’den ben” buyurmuşlardır. Daha başka birçok rivayetlerde kıymeti ve değeri ifade edilen ehli beyti / evladı Resul’u hangi mezhep, tarikat, meşrep olursa olsun cümle İslam dini mensubu olan müminler severler. Ve ehli beytin isimlerini çoluk çocuğuna takarak yaşatırlar.
      Fakat ehli beyit / evladı Resul kimliği, özellikle bu günkü kimliği hakkında cümle müminlerin kafası karışıktır. Çünkü geçmişte ve günümüzde bir kimsenin soy silsilesi Hz. Hasan’a dayanırsa o kişi “şerif,” Hz. Hüseyin’e dayanırsa “seyit” kabul edildiğinden, bir cemaat şeyhi çıkıp benim atalarımın seceresi (soy silsilesi) Hz. Hasan’dan geliyor ve ben şerif’im diyor. Bir diğeri ise benim secerem Hz. Hüseyin’den geliyor ve ben seyit’im diyor. Ve bu yolla müminlerin ehli beyte olan muhabbetleri suistimâl edilerek, müminlerden istifade edilip beşeri menfaat sağlanıyor.
      Bu kısa yazı; müminlerin evladı Resul hakkındaki kafa karışıklıklarını giderip ortadan kaldırmaya yöneliktir. Bunu beyanla Pir Seyit Muhammed Nur Hz.leri; “Evladı resul biri soy, ikincisi manevi, üçüncüsü ise hem soy hem de manevi olmakla üç kısımdır.” diyor.

Soy itibarıyla ehli beyt olanlar:

      Bunlar Hz. peygamber efendimizin tüm ev halkı, eşleri, amcaları gibi yakın akrabalarıdır. Ki bu akrabalıkla, yani soy yönü ile ehli beyit olmak o kimseye bir yarar getirmez. Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz’in kızı Hz. Fatma’yı; “Ey kızım Fatma güzel kızım baban peygamber diye güvenme kıyamet günü herkes kendi amelinden hesaba çekilecek haydi sabah namazına” diyerek uyarmıştır. Meselâ Resulullah’ın Ümmü gülsüm ve Rükiyye isimlerindeki iki kızlarının kocası Resulullah Efendimizin amcaoğlu olan Utbe ve Uteybe isimli kardeşlerdir. Ve bu Resulullah’ın amcaoğlu ve damatları olan bu iki kardeş Hz. Resulullah’a iman etmediler ve iki resul kızını boşadılar.
      Hatta rivayet edilir ki bunlar iki peygamber kızına eziyet ettikleri gibi Uteybe’nin, Hz. Resulullah’ın elbisesini çekiştirerek Resulullah Efendimiz’e hakaret ettiğinde Hz. Peygamber Efendimiz; “Seni canavar parçalasın.” buyurur. Ve Uteybe Şam yolunda tüm koruma tedbirlerine rağmen bir aslan tarafından parçalanarak ölür.
      Bu itibarla eğer Resulullah’ın amcaoğlu vb. gibi soy secere yakını olmak veya Resulullah’ın damadı olmak fayda etseydi, bu iki amcaoğlu ve resul damadı olanlara fayda ederdi. Ki bu iki resul damadı, Hz. Peygamber Efendimizin amcası olan Ebu Leheb’in oğulları olup Ebu Leheb hakkında; “Elleri kurusun Ebu Leheb’in nitekim kurudu da. Onun malı ve kazandığı kendisine hiçbir fayda vermeyecektir. Yakında alevli ateşe girecektir. Odun taşıyıcısı olan karısı da. Boynunda hurma lifinden bir iple.” (Tebbet, 1…5) ayetleri inzal olmuştur. Ve bu ayetler Resulullah’ın amcasının açıkça cehennem ehli olduğunu beyan eder.
      Bunun için, Resulullah’ın ev halkı ve yakın akrabası olmak o kimseye fayda vermediğinden, bir kimsenin bu gün çıkıp ben “şerifim” ben “seyidim” diyerek secere (soy silsilesi) ile Resulullah’ın ailesinden olduğunu söylemesi, o kimsenin avantajı olmaz ve o kişiye fayda sağlamaz. Bunu ifadeyle Hz. Ali (kv) şöyle buyurmuştur; "Haberiniz olsun! Muhammed'in dostu, kan bağı itibariyle uzak da olsa Allah'a itaat eden kimsedir. Muhammed'in düşmanı da kan bağı itibariyle yakın bile olsa Allah'a asi olan kimsedir."

Manevi yönden ehli beyt olanlar:

      Bunlar genellikle suffa ashabı olanlar ve Resulullah’ın irşat ile görevlendirdiği sahabeler idiler. Ki bunların en meşhur ve çarpıcı örneği Selman’ı Farisi Hz.leridir. Çünkü Resulullah Efendimiz; “Selman benim ehli beytimdir.” dediği gibi, diğer bir beyanında; “Selman bedendir, ben selmandan” buyurmuşlar-dır. Ki bu hadisi şerifin anlamı; ‘Selman eski cahiliye iman ahlâk ve tabiatını terk etmekle benden oldu, Selman’da Muhammed-i, iman ve ahlâk, Muhammed-i idrak galip ve hakim olduğundan ben salmanda oldum. Selman’da görünen tabiat, ahlâk, idrak ve marifet kulluğunda ben var ve mevcudum.’ demektir.
      Ki Hz. Selman, Resulullah’ın yaşadığı coğrafya ve Resulullah Efendimizle en ufak hiçbir soy kan akrabalığı olmayan Faris-i, yani İran’lı bir göçmen olduğundan, manevi evladı Resul’un en çarpıcı olanlarındandır. Bu itibarla bir insan hangi ırk’tan olursa olsun, hangi zamanda ve coğrafyada yaşarsa yaşasın, eğer o kimse ruh-u Muhammed’e mazhar ise, o kişi manevi evladı resul’dür, manevi ehlibeyttir.
      Bunu beyanla hangi ırktan olursa olsun, hangi coğrafyada yaşarsa yaşasın her mümin, ruh-u Muhammed mazhariyetiyle manevi evladı resul olmaya müsait ve adaydır.

Hem soy hemde manevi ehli beyt olanlar:

      Bunlar; “Pençe-i Al-i aba / yüce abanın (örtünün) altındaki beş kişi” olan Hz. Muhammed, (sav) Hz. Ali, Hz. Fatma. Hz Hasan ve Hz. Hüseyin’dir. Ve bunların hem soy hem de manevi hasletlerine mazhar olan Muhiddin Arabi, pir Seyyit Muhammed Nur vb. gibi olan evlatlarıdır. Ve Resulullah’ın amcası olup Uhut Harbinde şehit olan Hz. Hamza gibi mümin akrabalarıdır.
      Bunu beyanla bir kimsenin soyunun şerif ya da seyit olması ancak ve ancak ruh-u Muhammed mazhariyeti ve ahlâkı Resul kulluğu ile fayda verir ki, Resulullah’ın ahlâkı Kuran ahlâkıdır. Çünkü Hz. Ayşe validemize; “Bize Resulullah’tan bahset. dediklerinde Hz. Ayşe; Siz Kur’an-ı okuyun Resulullah’ın ahlâkı Kuran ahlâkıdır.” demiştir. Ki kuran ile çelişen ve uyuşmayan her türlü ahlâk itikat ve davranış, ehli beyitte / evladı Resulde asla ve katiyen olmaz.
      Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, Kuran ile ehli beytin birbirine endeksli ve birbirinden ayrılmayan iki değer olduğunu ifade ederek; “…Kuran’la ehli beyit cennetin Kevser havuzunda birleşirler.” demiştir.
      Bu itibarla; Kur’an ahlakını içeren Muhammed-i kulluğa ulaşmamış fakat secere (soy sop silsile) ile seyit - şerif olmak o kimseye ve etrafına asla fayda vermez.  Ancak seceresi yani soyu sopu ister Asyalı, ister zenci, ister Avrupalı vb. ırklardan olursa olsun bir kimseye ancak Kuran’a dayanan Muhammed-i kulluk fayda verir. Ve ancak Kur’an kulluğu kişiyi manevi ehli beyit / manevi evlâdı Resul arasına dâhil eder.
Bunun için Kuran’daki; ”...akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura, 23) beyanı ile sevmemiz istenilen ehli beyit, Kuran ahlâkına ve Muhammed-i kulluğa mazhar olan manevi evladı Resuldür. Çünkü bunlar her zamanda ve her coğrafyada daima bulunurlar. Ve bir mümin bunlarla arkadaş olur da onların kulluğuna dâhil olursa, o mümin de evladı resule karışarak manevi ehli beyit olur.
      Bunu beyanla Hz. Peygamber Efendimiz; “Benim ehli beytim Nuh’un gemisi gibidir, her kim onlara dâhil olursa tufandan kurtulur.” buyurmuşlardır.
      Allah’tan niyazımız, bizleri de manevi ehli beyit, evladı Resul arasına dâhil edip onlara karıştırmasıdır.


11 Temmuz 2019 Perşembe

Türkiye Cumhuriyeti “TEVHİD” temel’i üzerine kurulmuştur.

             Allah’a hamd, resulu Hz. Muhammed  (s.a.v) efendimize ve evladı resule selâm olsun, Rabbim bizleri de evlâdı resul arasına dahil etsin.
            Zaman zaman gündeme getirilerek, Türkiye Cumhuriyeti şu etkenle veya falanca iradeyle kurulmuş denilerek, Türkiye Cumhuriyetinin bölünmez bütünlüğünün tartışmaya açıldığını müşahade ediyoruz. Ve toplum olarak devletimizin kuruluşu konusunda kafamız karıştırılıyor. Bu kafa karışıklığı, kişisel özgürlükler, insan hakları vb. değerler altında yapıldığı gibi, 20 inci yüz yılın son çeyreğinden beri bazı dinci mahfiller ve dinciler tarafından da yüksek sesle söylenerek yapılmaktadır.
            Kur’an ve vahiyden kopuk, Hz. Peygamber Efendimizin ahlak ve öğretisinden uzaklaşmış olan sözde alim sözde dervişlerin ve mollaların gayret ve katkıları ile Osmanlı devleti geri kalmış, sonra dağılıp yıkılmıştır.
            Böyle medrese ve tekke ehli olan din adamlarından, gerek haçlı istilâcılara karşı yapılan istiklâl savaşı sırasında, gerekse Türkiye cumhuriyeti kurulurken, gerekse Türkiye cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye cumhuriyetini kuran kadrolar çok eziyet çekmişlerdir. Ve onların önderliğiyle kurulan Türkiye cumhuriyeti devleti ve Türk milleti hâla bu zihniyetten son derece zarar görmektedir. 
          Kur’an ve vahy dışı bu zihniyet; Türkiye cumhuriyetinin kuruluşunu engellemek için Haçlılarla dahi işbirliği yapıp, haçlı istilâcılarla savaşan milli kuvvetleri ve onun lideri GaziAtatürk’ü din dışı ilân etmişlerdir. Ve utanmadan sıkılmadan verdikleri bu fetvalarını haçlı istilâcıların uçaklarıyla Türk milletine havadan atarak dağıttırmışlardır. Bu zihniyet mensupları, haçlı istilâcıların denize dökülmesiyle kurulan Türkiye cumhuriyetinin yıkılması, Türk milletinin bölünüp parçalanması için bu gün dahi Haçlılarla işbirliği yapmaktadırlar.
          Bu itibarla, Türkiye cumhuriyetinin kurucu kadroları bu meseleyi çok doğru ve isabetli bir şekilde teşhis ederek, Haçlılarla işbirliği yapan ve Osmanlı Devletini yıkan bu zihniyetin yetiştiği,  medrese ve tekkelerdeki Arapçacılığı ve ezberciliği ön gören eğitim sistemini terk ederek, medreseleri tekkeleri lağv edip kapatmıştır. Bunların yerine modern ve medeni dünyanın eğitim metotlarını uygulamışlardır.
             Medrese ve tekkelerin Kur’an dışı hurafe yüklü faaliyetlerinden, şeyhlik, mollalık, hoca efendilik, mürşitlik, dedelik, babalık vb. ünvânlarla beşeri menfaat sağlayan bu zihniyet, cumhuriyeti ve inkılaplarını da din dışı ilan etmişlerdir. Bunlar, cuma namazlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde geçerli olmadığını söylemişler ve halen günümüzde de böyle söyleyenleri vardır. Seksenli yıllarda büyük bir cemaatin lideri, gazetelere yaptığı beyanatlarda; “Türkiye Cumhuriyetinin devletinin dar-ül harp” (İslam diyarı olmayan ve harp edilmesi gereken bir ülke) olduğunu beyan etmiş ve günlerce gazetelerde yazı serisi olarak yayınlanmıştır. İşte bu zihniyet Osmanlı Devletini çökerttiği gibi, bu gün İslam dünyasının gözbebeği olan, Kuran’ın tavsiyesine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına en uygun sistem olan cumhuriyetle yönetilen devletimizin de en büyük ve tehlikeli düşmanıdır.
            Çünkü bu ülkeyi din adına dar-ül harp ilan etmek; bazı gafil şahıs ve gruplar tarafından, sanki küçük ve önemli bir mesele değilmiş gibi görülür veya gösterilir. Fakat bu zihniyet, dar-ül harp ilanının arkasından verdiği fetvalarla, darül harp olduğundan her Müslümanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıkılması için cihat/mücadele etmesi gerektiği ifade edilir. Türkiye Devleti, dar-ül harp olduğu için, devlete vergi verilmemesi gerektiği söylenir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dar-ül harp olduğu için, devletten çalmayı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malını gasp etmeyi, ganimet olarak görürler. Ve kendilerine helâl ederek yerler.    
            Bu zihniyet, dar-ül harp şartları (savaş halinde ki şartlar) olduğundan savaştayız ve savaşta yalan söylemek günah olmaz deyip, cumhuriyetimizi kuran ve ayakta tutan kurum ve şahıslara, cumhuriyeti savunan kimselere, ilim adamlarına ve kurumlara çeşitli yalanlarla iftiralar atarlar. Ve türlü hile ve desiselerle bu vatanseverleri din dışı ilan ederler. Bu zihniyet, Türk milletinin evlatlarına kendi devletleri olan Türkiye Cumhuriyetini düşman ve harp edilmesi gereken bir devlet gibi gösterirler. Ve, dava hizmet gibi isimlerle bu gayelerini süsleyerek bu uğurda dar-ül harptır diyerek faizcilik yapmayı, gerektiğinde içki içmek, zina yapmak, yalan söylemek gibi açık haram ve günahları işlemenin helal olduğunu taraftarlarına ilan ederler. Ve devletimizi ayakta tutan şahıs ve kurumları hasım olarak teşhir ederler. Özellikle yeryüzünde Hz. Peygamber Efendimizin ismi ile anılan yegâne ordu olan, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Mehmetçiğe, (Muhammedçiğe) bu milletin evlatlarını düşman hale getirirler.
          Velhasıl bu zihniyetin, din adına yaptığı olumsuz faaliyetleri sayılamayacak kadar çok olmuştur ve halen olmaktadır. Halbuki bu gün yeryüzünde cumhuriyet olup, seçme ve seçilme hakkının her vatandaşına eşit bir şekilde verildiği, Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye cumhuriyeti devletinden başka bir İslam devleti yoktur.
          İslam dünyasında ismi cumhuriyet olan devletler vardır. Fakat bu devletlerin arka planında herkesin seçme ve seçilme hakkının olmadığı ya aşiret, ya kabile veya bir diktatörlük mevcuttur. Bu itibarla, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ve işleyişi Kur’an’a ve Hz. Peygamber Efendimizin uygulamalarına en uygun olanıdır. Böyle olduğu için Türk milleti, bu gün İslam dünyası içinde her bakımdan en ileridir.
            Atatürk ilke ve inkılâpları, cumhuriyet rejiminin devamını ve Türk Milletinin bütünlüğünü esas alır. Çünkü son haçlı seferini püskürttüğümüz İstiklal Savaşı zaferle neticelenip Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulduktan sonra, sınırları dışında olan halkların, gerek iltica yoluyla gerekse mübadele yoluyla  (nüfus değişimleriyle) Türkiye’ye kabul edilmelerinde ırk, soy farkı aranmayıp, sadece Müslüman olmaları dikkate alınmıştır. Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Kürt, Arap, Laz, Pomak, Yörük, Türkmen vb. halklar içinden “Eşhedü en Lâilâheillâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” diyenler, yani sadece Müslüman olanlar, Türk milletinin asli unsurunu oluşturmuştur. Azınlık, yani asıl unsur olmayanlar ise, gayri Müslimler yani Müslüman olmayan Rum, Ermeni, Yahudi gibi halklar kabul edilmiştir.
           Hatta anadolu’daki öz be öz Peçenek Türklerinden olan ortodoks Türkler, Hıristiyan oldukları için Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk’ün sağlığında, bugün Moldovya’da halen yaşayan Hıristiyan Gagavuz (Gök oğuz) Türklerinin,  Türkiye cumhuriyetine gelip yerleşme talepleri, Hıristiyan oldukları için kabul edilmemiştir.
           Türkiye cumhuriyeti kurulmadan önce anadolunun orta kesimlerindeki nüfusun % 30 u, ege ve Marmara bölgelerinde ise yaklaşık % 60 ı, hırıstiyan ve gayrı Müslim halklardan oluşuyordu. Bugün ağızlarımızı doldurarak ‘Türkiye cumhuriyeti nüfusunun % 99’nun Müslüman olduğunu’ söylüyorsak, Türk Milletinin aslını ve hamurunu “Eşhedü en Lâilâheillâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” imanını taşıyan tevhid dininin müminleri oluşturuyorsa, bu Atatürk ve cumhuriyeti kuran kadroların gayret ve ferasetleriyle olmuştur.
             Bazılarının nefretle, bazılarının ise alaycı ifadelerle amaçlarından saptırılarak anlatılan Atatürk ilke ve inkılâpları, iyice araştırılıp analiz edildiğinde, tevhid müminlerinin aslını oluşturduğu Türk Milletinin birlik ve bütünlüğünü sağlamaya yönelik müthiş yenilikler olduğu anlaşılır. Mesela, bazı kesimlerin hafife aldığı ve ‘gardırop devrimciliği’ diyerek alay ettiği kılık-kıyafet inkılâbı, aşiretçilik, kabilecilik ve sülalecilik ifade eden giysilerin giyilmesini engellemeye yöneliktir. Yani filancaların, filanca oğullarının aşiret-sülale kimliğini ifade eden ve millet bütünlüğüne zarar veren kılık-kıyafetleri kaldırılıp, bunların yerine medeni dünyanın ahlâka uygun modern kıyafetlerini herkesin giymesi özendirilerek, tevhid imanı taşıyan Türk milletinin bütünlüğü sağlanmıştır. Yine soyadı inkılâbıyla, falanca oğulları, fişmanca oğulları gibi aşiret, sülale yapılanmalarını ifade eden unvanlar yerine, her aileye bir soyadı verilerek millet bütünlüğü gözetilmiş ve sağlanmıştır. Harf inkılâbı ise; o zamanlar Rus esareti altındaki Türklerle alfabe birliğini sağlamaya yönelik olarak yapılmıştır. Çünkü tüm İslam dünyasında arap alfabesi kullanılırken Rus’lar türk milletinin alfabe birliğini bozarak kendi esareti altındaki Türkleri Lâtin alfabesine geçirmişlerdir. Bunun üzerine Atatürk ve arkadaşları Türk dünyasındaki alfabe bütünlüğünü korumak için, Türkiye cumhuriyetini Lâtin alfabesine geçirmişlerdir. Fakat bir müddet sonra Ruslar Türkiye cumhuriyetinin bu kararından sonra esareti altındaki türk dünyasını lâtin alfabesinden kiril alfabesine geçirerek türk dünyasındaki alfabe bütünleşmesini engellemişlerdir.
           Velhasıl Cumhuriyet Devrindeki Atatürk ilke ve inkılâplarının daha birçok yararıyla, tevhid imanı taşıyan Türk Milletinin bütünlüğü ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin devamlılığı sağlamaya yönelik devrimlerdir. 
           Daha evvelde açıkladığımız gibi, Hz. Peygamber Efendimiz cahiliye Arap geleneği olan aşiret, kabile yönetimlerini ve saltanatı kaldırıp, yerine şuraya, yani meclise danışarak meclisin önerdiği kişinin yönetimin başına getirilmesini uygulamıştır. Çünkü Kur’an’daki  “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git.” (Al-i İmran, 159) “İşleri, yönetimleri aralarında bir şuradır.” (Şura, 38) “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara, ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) ayetlerinin de açıkça beyan ettiği gibi, Hz. Peygamber Efendimiz kendisinden sonra devleti idare edecek olanın halk tarafından seçilmesini, ehil olanların yönetime getirilmesini ve adaletle hükmetmesini tavsiye etmiştir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar buna riayet edilmiş, yönetime şuranın/meclisin yani halkın seçtiği ehil kimseler getirilmiştir.
                Fakat Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber Efendimizin tavsiyelerine riayetle seçkin sahabeler tarafından uygulanan; şuraya / meclise danışıp ehil olanın iş ve yönetim başına getirilmesi sistemini yıkmış ve kaldırmıştır. Aşiretçilik ve kabilecilik olan padişahlığı getirip, cahiliye Arap geleneğini ihya ederek oğlu Yezidi padişah veliahdı ilan etmiştir. Bu uygulamaya itiraz eden Peygamber Efendimizin cümle müminlere emaneti olan Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt başta olmak üzere seçkin sahabeleri şehit etmiş, kimi sahabeleri ise sürgün etmiştir. İslam dünyasında daha sonra kurulan devletler de Kur’an’ın emir ve Peygamber tavsiyelerini değil de, Muaviye’nin kabile yönetimi kurallarına göre birer aşiret devleti olarak kurulmuştur.
                Bu aşiret yönetimi Atatürk’ün liderliğiyle, Türkiye cumhuriyeti devleti kurulana kadar, yani  % 99 u “Eşhedü en Lâilâheillâllah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu” imanı taşıyan Türk milletinin asli unsurunu oluşturduğu, İslâm dışı halkların ise azınlık sayıldığı Türkiye cumhuriyeti devleti kurulana kadar devam etmiştir. Bu itibarla, milletimizin kafasını karıştırarak yok şu unsur, yok bu tesirlerle Türkiye cumhuriyeti oluştu diyenler bilmelidirler ki, Türkiye cumhuriyeti tevhid temelleri üzerine kurulmuştur. Vesselam.  

31 Mayıs 2019 Cuma

İsmi ne şeker, ne Ramazan olan FİTRE BAYRAMI ve FİTRE sadakasının hikmeti


      Yarattıkları içinde sadece insana Hakk’a vuslat / kavuşma fıtratını lütuf ve ihsan eden Allaha hamdolsun. Resulu Muhammed (sav) ve ehli beyte selam olsun, Rabbim bizleri onların meclisinden mahrum etmesin.  
      Fitre veya fıtır olarak ifade olunan fitre sadakasını vermek, Fitre bayramını idrâk etmek vacip ibadetlerdendir. Fitre sadakasını vermek ve fitre bayramı namazını kılıp bayramı kutlamayı beyanla Cenab-ı Hak Kuran’da; “Nefsini/benliğini temizleyip/arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Rabbini zikretmiş ve namazı kılmıştır o.” (Ala,14-15) buyurur. Ki, bu ayetler fitre sadakası ile temizlenen kulun felâh ve kurtuluşa ulaşma sevinci ile neşelenerek, zikrullah mazhariyetiyle bayram namazını kılmalarını ifade eder.
      Fitre bayramı; Bu yeryüzü âlemine doğmakla/doğuşla alâkalı bir bayram olup, halk arasında şeker ya da Ramazan bayramı olarak adlandırılır. Ki, bu bayramı şeker veya ramazan isimleriyle ifade etmek yanlıştır. Çünkü oruç aylık ibadettir ve ramazan oruç ayıdır. Nasıl ki günün beş vakti ile namaz kayıtlı ise, ömür vakti ile hac kayıtlı ise, yıl vakti ile zekât kayıtlı ise, oruçta Ramazan ayı vakti ile kayıtlı bir ibadettir. Bu sebepten ramazan ayı bayram ayı değil, oruç ayıdır.
      Bu itibarla hicri takvimin on iki ayından birisi olan ramazan ayının girmesi ile gündüz, yani imsak ile iftar arasında özrü olmayan her mümin’in, ister o gün niyet etsin isterse niyet etmesin oruç tutması farzdır. Çünkü ayla kayıtlı olan bir ibadet, günlük niyetlerle sıhhat bulmaz. Yani günlük niyet aylık ibadet olan orucu bağlamadığından, ramazan ayı içerisinde bir mümin eğer özrü olmadan o gün oruç tutmaya niyet etmedim diye yiyip içerse haram işlemiş olur.
      Hicri takvime göre ramazan ayı, arefe günü akşam namazının vaktinin girmesiyle biter. Ve akşam namazıyla yeni ay olan şevval ayına girilir. Bu itibarla eğer bayram ay ismi ile ifade edilecekse, şevval ismi ile ifade etmek icap eder.
Velhasıl, fitre bayramını hemen oruç ayı ramazanın arkasından gelen ayın başında olmasından dolayı Ramazan bayramı, bayramlarda tatlı yenilmesinden dolayı şeker bayramı olarak ifade edilmesi çok ucuz, yüzeysel ve tefekkürden mahrum tutarsız bir anlayıştır. Bu tutarsız anlayış, bayramların ledduni hikmetinden gaflet ve cahil olunmasının beyanıdır.
      Şeriata göre Fitre bayramı, fitre sadakasını verdikten sonra kutlanılan bir bayram olduğu için, fitre sadakasının muhakkak bayram namazından önce verilmesi gerekir. Fitre /  Fıtır, bu yeryüzü âlemine doğup ta hayatta olmak anlamını ifade ettiğinden, fitre hayatta olup yaşayan bir insanın vücudunun sadakasıdır. Bundan dolayı bu yeryüzü âlemine doğan bir günlük bebeğin dahi fitre sadakası verilir. Yani fitre sadakası fakir veya zengin, bu âlemde hayatta olup yaşayan herkesin vermekle yükümlü olduğu vücut varlığının sadakasıdır.                 
      Bazıları, yüzeysel basit ve tefekkürden mahrum bir mukayase ile fitre sadakasını, zekattaki gibi zenginlik sınırına ulaşan zenginler tarafından verilmesi gerektiğini söyleseler de bu doğru değildir. Çünkü bu âleme doğmuş ve bu yeryüzünde yaşayan bir kimsenin, yaşamasının bedeli olan bir sadaka olduğu için fitre, zengin olsun olmasın hayatta olup yaşayan herkes tarafından az veya çok yaşamasının bedeli niyetiyle, nakit veya ayni olarak verilir. Bu sebepten çocukların hatta yeni doğmuş bir günlük bebeğin dahi fitresi verilir. Bu itibarla fitre sadakasının hesaplanması, zekâttaki zenginlik hesabı gibi olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın bir kimseye verdiği vücudunun hacmi ile eş değerdeki bir topraktan elde edilecek arpa, buğday veya üzüm hurma vb. mahsul ile ölçülerek yapılır.
      Mesela, yaklaşık bir insan bedeni kadar topraktan elde edilecek arpa buğday, o zamanın fiyatları ile kaç para ederse o fiyat, o yılın fitre bedeli olur. Ki, bu hesaplamaya göre bir insan vücudu kadar topraktan, yaklaşık 2,9 kg arpa, 1.5 kg buğday, 2.9 kg üzüm ve hurma elde edilebilir kabul edildiği için, bu miktarlardaki arpanın, buğdayın, üzümün, hurmanın vb. mahsulün o zamanın fiyatlarıyla kaç para ederse, bu para arpaya buğdaya vb. mahsule göre verilecek o yılki fitre bedelini oluşturur. Fakat her infakta olduğu gibi bu hesaplamalarla sınırlı kalınmayıp, istenilen oranda daha kıymetli mahsuller ölçü alınarak daha fazla da verilebilir.
      Bu itibarla fitre sadakası; yaşayan bir kulun vücut varlığının sadakası olup, zenginler tarafından fazla fazla verilebildiği gibi, fakir muhtaç olan müminlerin de bir zeytin tanesi de olsa, bir bardak su da olsa fitre niyeti ile muhakkak vermeleri gereken bir sadakadır.
      Buna göre bu sadakayı bayram namazından önce veren zengin veya fakir her mümin, bayram namazını kılarak herkesle bayramlaşarak üç gün bayram neşesi ile tatlı yer tatlı konuşur. Büyüklerin elini öperek onları ziyaret eder, küçüklere bahşişler verilerek büyük küçük cümle müminler bayram sevincini paylaşırlar. Bu sevinci ifadeyle yeni elbiseler giyilerek, şarkıların türkülerin neşeli olanları ve oyun havaları söylenerek oyunlar oynanır. Hatta bazı Türk yurtlarında özellikle Türkistan ana yurdundaki bayram kutlamalarında, cami’lerin mescit’lerin üstüne ve duvarlarına davul zurnalar yerleştirilir. Ve bayram namazı kılındıktan hemen sonra bu davul ve zurnalar eşliğinde tüm cemaat oyun oynayarak camiden çıkarlar. Ve cami avlusunda herkes oyunlar oynayarak bayramın ruhaniyetine uygun kutlamalar yaparak bayramlaşılır. Vesselam.
Buraya kadar bahsettiklerimiz fitre sadakasının ve bayramının şeriat yönüne, yani zahirine ait değerlendirmelerdir.
      Fıtır sadakası ve bayramı, mana yönü ile değerlendirildiğinde ise, birçok hikmetler ve ledduni sırlar içerir: Bunu beyanla Hz. Resulullah (sav) Efendimiz’in İbni Abbas’a “Vücudunu kayırma” demesi üzerine, İbn-i Abbas; “Ya Resûlullah, vücudum kusur mudur?” dedi. Resûlullah Efendimiz de cevaben; “Vücut günahı hiçbir günahla mukayese olunmayan bir günahtır.” buyurmuştur. Ki, bu hadisi şerifte ifade edilen vücut, et ve kemikten ibaret olan insan bedeni değildir. Bu vücut; Kulun cehaletle var olduğunu zannederek kendine nispet ettiği ve gizli şirk olan vücudu varlığıdır. Bunu ifade ile Hz. Resulullah Efendimiz; “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım.”  buyurmuştur.
      Buna göre; leddun-i yönüyle fitre sadakası, kulun “vücut günahı” olan “gizli şirk” ten temizlenmesini ve arınmasını ifade eder. Bu sebepten fitre bayramı namazında imamlar Fatiha’dan sonra, zammı süre olarak genellikle “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala, 14) ayeti veya benzeri ayetleri okurlar.
      İşte bu temizlik ve arınma, zahiri olarak yani şeriata göre sadaka verilerek yapılır. Ve sadakalar kulun bedenini ve malını temizler, fakat kul’un gizli şirk pisliğini temizleyemez. Bunu beyanla Kuran’da; “…müşrikler pistir…” (Tevbe, 28) buyrulur. Ki Şirk pisliği, aynı zamanda Kuranı Kerim’deki; “Allah kendisine ortak/şirk koşulmasını affetmez” (Nisa-48-116) ifadesinde olduğu gibi, affedilmeyen bir günahtır. Ve affedilmeyen günah olan şirk için yine kuranın “…Allah’a şirk koşma, çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lukman, 13) beyanından anlaşıldığı gibi büyük zulümdür. İşte hiçbir günahla mukayese olunmayan vücut günahı, büyük zulüm, affedilmeyen günah ve pislik olan şirk’ten kulun temizlenip arınmasının çaresi tevhittir. Ve Hadisi şerifte buyrulduğu gibi, nasıl açık ve gizli olmakla şirk iki kısım ise, tevhit te şeriat tevhidi ve tevhidi hakiki olmak üzere iki kısımdır.
      Buna göre şeriat tevhidi, kelimeyi tevhidi kalbi ile tasdik edip dil ile söylemekten ibarettir. Ki bir kimse, La ilahe illallah Muhammeden Resulullah / Allah’tan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir.” kelimesini kalbiyle tasdik edip dili ile söylemekle açık şirkten (müşriklikten) arınır. Ve şeriat tevhidine girerek, gayrı Müslimlikten (İslam dışılıktan) kurtularak, İslam dininin mümini olur. Bunu ifade ile Cenab-ı Hak, Şeriat tevhidinin dışında kalmış olan ehli kitaba, yani Hırıstiyan ve Yahudilere hitaben; “De ki ey ehli kitap sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze/kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi rab’ler edinmeye-lim” (Ali İmran, 64) buyurur ki, bu ayetin muhtevası tevhittir. Çünkü ehli kitap ve müşrikler Hz. Resulullah’a iman etmediklerinden, yani Muhammeden Resulullah- Muhammed Allah’ın elçisidir.” demedikleri için, hatem / son peygamber olan Hz Muhammed’in (sav) tebliğindeki tevhit’ten mahrum kalıp, la ilahe illallah–Allah’tan başka ilâh yoktur.” diyemiyorlar. Ve onlar Allah’ı beşer’e yani insana benzettiği için, Allah’a açıkça şirk koşuyor ve müşrik oluyorlar. Bunu ifade ile Kuranda; “Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlarda Mesih, Allah’ın oğludur dediler…” (Tevbe, 30) buyrulur.
      İşte böyle açık şirk ehli olan gayrı Müslim (İslam dışı) müşrikler, “…Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi Rabb’ler edinmeyelim…” (Ali İmran, 64) Kur’an-ı Kerim’in davetine uyarlarsa, onlarda Hz Muhammed’in tebliğine uymuş olup “Lailahe illallah Muhammeden Resulullah” ikrarı ile tevhit dininin mümini olurlar. Ve açık şirkten kurtulup, şeriat’ın tevhidine dâhil olurlar.
      Böyle şeriat tevhidine dâhil olup ta açık şirkten arınan bir kul, gizli şirkten ise kurtulmuş olmaz. Kul’un gizli şirkten kurtulması için, tevhidin hakikatine daim zikir uyanıklığı ve meratibi ilahi olan tevhit makamları müşahedesi ile ulaşması gerekir. Ki, ancak o zaman kul tevhidi hakiki irfanı ile gizli şirk’ten arınıp kurtulur. 
      Vücut günahı olan gizli şirkten kul’u temizleyerek kurtaran tevhidi hakikiyi ifadeyle Hz Peygamber Efendimiz; ''El fakr’u fahri, el fakru fahri, el fakru fahri /  fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır.” buyurmuştur ki, bu hadisi şerifte beyan edilen fakirlik, mal mülk fakirliği değildir. Çünkü Hz. Resulullah (sav) maddi yönden zengin bir kimse idi ve ticarat yapan bir tüccardı. Hiç fakir kimse sermayesi olmadan tüccarlık yapabilir mi? Yapamaz. Ayrıca Kuran’da; “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha, 8) beyanı vardır. Pir Seyit Muhammed Nur Hz; “Resulullah efendimiz için, bazı kimseler madden fakirdi, yok hasırda yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı derler. Bunların hepsi uydurma, yalan olup Hz. Peygambere iftiradır.” diyor. Velhasıl Hz. Resulullah Efendimize madden fakirdi demek, yukarıdaki ayeti inkar etmek olur ki, Hz. Peygamberin iftihar ettiği fakirlik, tevhidi hakikinin fenafillah keşfi irfanıyla, gizli şirk ve vücut günahı olan nispet varlığının fenası / yokluğu olan fakirliktir.                 
      Bu fakirliği Hz. Resulullah’ın üç defa tekrar etmesi ise, nisbet varlığın üç tesir ile kulda gizli şirk oluşturmasındandır.
Bu tesirin birincisi, kulun kendine ve âleme nispet ettiği fiiller yönündendir. İkincisi, kendine ve âleme nispet ettiği sıfatlar yönündendir. Üçüncüsü ise kendine ve âleme nispet ettiği vücut yönündendir. Velhasıl Hz. Resulullah nispet fiilinin, sıfatlarının ve vücudunun olmaması itibarıyla fakirdi ve bu fakirliği ile iftihar etti.
      İşte bir kimse bu varlıklar Hakk’ın iken, cehaletle bunlara sahip çıkıp cümle faaliyette Allah Fail iken ben Fail’im, cümle sıfatta Mefsuf Allah iken, ben Mefsuf’um, cümle varlıkta cenabı Hak Mevcut iken, cehaletle kendi nispetlerini var zannetmesi onun vücut günahıdır. Ve kul’un cehaletle var zannederek işlediği vücut günahını, tevhid-i hakiki irfanı ile fena / yok etmesi, onun ledduni yönden fitre vermesi olup, “gizli şirk” pisliğinden arınıp “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala, 14) beyanındaki ledduni hikmet gereğince temizlenmesidir. Ve ilmi hakikate göre fitre sadakasının verilmesidir.
      İşte böyle hakikate göre fitre veren bir kul ancak bayram namazının hakikatine ulaşıp, rabbine vuslat neşesi ve zevki ilahi ile zevklenerek bayram eder. Ki böyle irfana mazhar olan arif ve kâmil bir kulun nazarında Hakk’ın hüsnü cemalinden (güzel yüzünden) başka bir müşahede olmaz. Çünkü onun kendi nispet varlığı fena / yok olduğundan o yokluğuyla Hakk’ın mevcuttaki zuhuru müşahedesine erişir. Ve Kuran’ın; “…Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanı mazhariyetiyle o, her nereye baksa Hakk’ın veçhinden / yüzünden başka bir şey görmez. Ve daima rabbin hüsnü cemali (güzel yüzü) müşahedesi ile bayram yapar. Ki bunu ifadeyle Hacı Bayramı Veli Hz;

“El fakru fahri el fakru fahri”
Demedi mi âlemler fahri

Fahrinin zikrin fahrinin zikrin
Mahv u fena da buldu bu gönlüm

Bayramım imdi bayramım imdi
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm diyor.

      Ayrıca Bu bayramın üç gün olması Rabbin vechinin zat, sıfat ve ef’al tecellileriyle kuluna gözükmesinden dolayıdır. Ki, bu üç tecelli müşahedesine ulaşan bir kul, ebediyen cümle âlemlerde rabbini müşahede bayramının neşe ve zevki ile yaşar. Allah her şeyi en iyi bilendir.
      Fitre sadakasının ve bayramının ledduni hikmetin dair açıklama burada hatalarıyla beraber tamamlanmıştır. Fitre sadakasının ve bayramının hakikatine ulaşmayı ihsan etmesi niyazıyla âlemlerin Rabbine hamd, Hz. Muhammed’e (sav) ve evladı resule selam olsun.    
                                                                                      
                                                     
                                                                            Nejdet Şahin
                                                                               






6 Mart 2019 Çarşamba

(Mevlid, Regaip, miraç, berat, kadir) KANDİL GECELERİNDEKİ HİKMETLER


      Hamt, Son peygamber Hz Muhammed’e (sav)  vahiy ettiği İslam dinin zahiri ve batını ile kullarına ihsanda bulunan Allah’a mahsustur. Selama layık olan, cümle peygamberlerin imamı Hz. Muhammed ve evladı resuldür.
     Kuran’da “Allah katında/indinde din İslam’dır…” (Ali İmran-19) buyrulur. Ki Âdem (as) den Hz Muhammed’e  (sav) kadar, insanlığa tebliğ ve irşat da bulunan peygamberlerin öğretip tebliğ ettiği din İslam’dır. İslam dininin ise, şeriatla ilgi zahir (dış) yönü, bir de hakikati ile ilgili batın (iç) yani ledduni yönü vardır.
      İslam’ın şeriatıyla ilgili zahiri ilimler; namazda kıyam şöyle olacak, secde böyle olacak, zekât şu şartlarda oluşur, orucun bozulup bozulmadığı durumlar gibi ibadetlerin dış yönünü ve insanlar arasındaki hak hukuk ve sosyal münasebetleri düzenler. Her mümin, İslam’ın zahiri olan şeriata uygun olarak ibadetlerini ifa eder ve sosyal ilişkilerini buna göre düzenler.
      İslam’ın ledduni hakikati yönüne ait ilimler ise, ibadetlerin batını yani içeriği ile alâkalı olan ilimlerdir. Meselâ hadisi şerifte “Namaz müminin miracıdır” buyrulur. Ki bu miracın nasıl olduğu ve kul tarafından nasıl yapılabileceğini, Hac ibadeti Allah’ın evini ziyaret olduğundan, Haccın hakikatinin ne olduğunu, zekât oruç vb. diğer ibadetlerin batını, yani içi içeriği ile münasebetlidir. Ki, dinin zahir ve batını değerlerine riayetle ancak olgun hakiki bir mümin olunup insan-ı kamil makamına ulaşılır.
Bu itibarla İslam dininin müminleri, dinin zahir yönü ile kulluk yapmakla beraber dinin batınına taallûk eden yani içeriği ile ilgili olan ibadetleri yapmakla da mükelleftirler.
Bir kul dinin sadece zahiri ile yetinir de batınını ihmal ederse o kimsenin kulluğu yetersiz ve eksik olur. Eğer bir kul, ben dinin batını / içeriği ile alâkadarım benim kalbim temiz ve niyetim iyidir gibi ahvâl ile dinin zahiri olan şeriatını ihmal ederse, o kimsenin de kulluğu yetersiz ve eksik olur.
Bunu beyanla din’de kulluğun kemal bulması ve bir kimsenin insanı kâmil makamına ulaşabilmesi, İslam’ın hem zahir hem de batın irşadı ile (aydınlanmasıyla) ancak mümkündür.
Buna göre; dinin ledduni hakikatinden nasipli olan arif ve ehli kemâl, şeriata uygun kulluğa kesinlikle riayet etmekle beraber İslam’ın, zahir ve batın yönüne vakıf bir kulluk ifa ederek yaşarlar.
      Bu sebeptendir ki İslam’ın batını ile daha alâkalı ibadetlerden olan kandil geceleri, dinin sadece zahiri ilimlerini tahsil etmiş olan hocalar ve âlimler tarafından o gecelerin ledduni hakikatine uygun olarak değerlendirilemez. Ve her kandil de gündüz oruç tutmak, gecesinde ise müminlere kaza namazı, nafile namazı ve tespih namazı kılmak, o gece uyumamak gibi hep aynı şeyleri yapmalarını söylerler. Ki bu aynı elinden rahatsız olana, başı ağrıyana, apandist ameliyatı gereken vb. değişik dertleri olan hastaların hepsine aynı reçete ile şifa dağıtmak gibi bir tuhaflıktır. Oysa bu gecelerin her birisi diğerinden farklı manevi zenginliklerle doludur. Ve her kandil gecesi ayrı ayrı ledduni anlam ve hikmetler içerir.
       Kandil geceleri yıl içinde içerdiği hikmetlere uygun olarak mevlit, regaip, miraç, beraat ve kadir olarak isimlendirilmiş olup, hicri takvime göre o yıl içindeki kandiller sırası ile mevlit kandili ile başlar, sonra regaip, miraç ve berat kandilleri ile devam ederek, kadir kandili ile tamamlanır vesselam.
    
                            MEVLİD KANDİLİNDEKİ HİKMETLER
    
      Hicri takvimin Rebiul evvel ayının 12 sinde kutlanan mevlit kandili, isminden de açıkça anlaşıldığı gibi, Hz. Muhammed’in (sav) bu yeryüzü âlemine unsur bedeni ile doğmasını ifade eder. Ki mevlit Arapça bir kelime olup Türkçe doğum / doğuş demektir.
      Bu doğuş, peygamber efendimizin babası Abdullah ve annesi Âmine validemizden beşer yani unsur bedeni ile doğması olup, sıradan ve alâlâde bir doğuş değildir. Ve bu doğuşla beraber zahiren, yani aleni olarak birçok harikulade (olağanüstü) hadiseler olmuştur. Ki o zaman, İran’a bağlı bir yerleşim olan Mekke’de tahakkuk eden bu doğumla beraber, İran’da Mecusilerin (Ateşe tapanların) bin yıldır sönmeyen ateşi sönmüş, krallarının sarayı yıkılmıştır. Suriye’de Save nehrinin bin yıldır kuru olup su görmeyen yatağı sularla dolup taşarak akmıştır. Hz. Resulullah’ın doğumu esnasında doğuma yardımcı olan kadınlar da açıkça birçok harikuladeliklere (olağanüstü hadiselere) muhatap olmuşlardır. Âmine validemiz ise, doğumla beraber “Biri doğuda biri batıda biride Kabe’nin damında olmak üzere üç bayrak dikildiğini gördüm” demiştir. Velhasıl, Hz. peygamber efendimizin doğumunda daha başka birçok açıkça olağanüstü hadiseler olmasına rağmen, bazıları bunlardır.
      Mevlidin ledduni hikmetler açısından önemi ise şöyledir: Hadisi şerifte “Allah evvela benim nurumu yarattı” Başka bir Hadiste ise “Âdem su ile toprak arasında iken ben nebi idim” buyrulur. Bu ve benzer beyanlardan anlaşıldığı gibi Hz. Resulullah Efendimizin her bir varlıktan ve cümle âlemlerden önce yaratılmış olan vücudu nur-u Muhammed kimliği ve şahsiyeti vardır. Ve nuru Muhammed Hz. âdem’le beraber cümle peygamberlerde hidayet davetçiliği olarak zahir olmuştur. Bütün peygamberler nuru Muhammed mazhariyeti ile insanlara yol gösterip onları irşat etmişlerdir. Ve her peygamber nuru Muhammed’in unsur, yani beşer / insan bedeniyle bu yeryüzü âlemine doğacağını haber vermişlerdir.
      İşte rebiul evvel ayının 12 sinde vukuu bulan mevlit / doğum Nur-u Muhammed’in, unsur yani insani bedeniyle buluşup, bu yeryüzü alemini şereflendirmesini ifade eder. Ve bu doğum İslam âleminde mevlit kandili olarak Müslümanlar tarafından çeşitli hidayete yönelik ibadet ve etkinliklerle zahiren açıkça kutlanır.
İslam’ın ledduni hakikatine ulaşmış olan arif ve ehli kemal ise, bu kandili hem zahirine hem de batınına uygun bir kullukla, Ruh-u Muhammed kulluğuna mazhariyet gayreti ile yaşayarak sadece bir gece değil, her zamanda ve her yerde kutlarlar.
      Cümle peygamberlerde zahir olan nur-u Muhammed, Hz. Resulullahın unsur bedeniyle bu yeryüzünden ayrılmasından sonra da devam etmiştir. “Âlimler peygamberlerin varisidir.” Hadisi şerifindeki hikmet gereği İmamı azam, imamı Şafii, imamı malik, imamı hanbel, İmamı gazali, Muhiddini Arabî, Mevlana, Hacı Bektaşi Veli, Niyazi Mısri, Pir Seyyid Muhammed Nur vb. gibi peygamber varisi olan âlim ve ehli kemalin tebliğ ve irşadında. Ve bunların vekili olan zamanın kâmil mürşidinin irşat ve tebliğinde Nur-u Muhammed açığa çıkarak devam etmiş, günümüzde de devam etmektedir. Ve kıyamete kadar yeryüzünde hidayet davetçiliği olarak devam edecektir.
Her zaman bu yeryüzü âleminde mevcut olan bu hidayet davetçisi âlim ve kâmil mürşidlerin irşat ve yol göstermeleriyle, İslam dininin zahiri ve batını parlayıp yeryüzünde insanlığı aydınlatmış, halen de aydınlatmakta ve kıyamete kadarda aydınlatacaktır.
      İşte yeryüzü olan bu imtihan aleminde “peygamber varisi” velilerin ve kâmil mürşidin her zamanda var olup, onların irşadıyla Hidayeti nuru Muhammed’in açığa çıkması Muhammedi doğuşun, yani mevlid kandilinin ledduni hikmetini ifade eder. Kâmilin irşadından istifadelenmek ise; mevlid kandiline erişip kandilin ruhaniyetine dahil olmayı ve Muhammedi kulluğa ulaşma arzusunu ifade eder.
Bunu ifadeyle Hz. Resulullah Efendimiz: “Beni ararsanız varisim olan âlimleri bulun ben orada bulunurum,” buyurmuşlardır. Allahu âlem.
   
                          REGAİP KANDİLİNDEKİ HİKMETLER
    
     Regaip kandili hicri takvime göre recep ayının ilk haftasında kutlanır. Regaip rağbet manasına gelen bir kelime olup, zahiren Hz. Muhammed’in (sav) ana rahmine düşmesini, yani annesi Amine validemizin Hz. Muhammed’e hamile kalmasını ifade eder.
    Kuran’ın “Ve Rabbine rağbet et” (İnşirah suresi-8) beyanı gereği Regaip; mana yönüyle kulun cenabı Hakk’a yönelerek, Allah’a rağbet etmesi demektir.
Ki Akıl baliğ olan her insan, bu yeryüzü olan imtihan âleminde Rabbini bulup rabbine rağbet ederek rabbine kavuşmaya müsait bir potansiyel ve kabiliyette yaratılmıştır. Ve her insan yaratıcısı olan Rabbini tanıyıp ona yakın olduğu nispette felaha, yani kurtuluşa erer ve yaradılış yüce gayesine uygun bir kulluk ifa etmiş olur.
Fakat her insan bu tabiat âleminden tattığı lezzet ve hoşnutluklara yönelerek onu Rabbinden ayıran dünyasını oluşturur. Bunu beyanla Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.leri; “Dünya ehli olmak mal mülk zengini olmak değildir, Karun gibi nice zenginler vardır dünya ehli değildir, kapı kapı dolaşan nice fakir vardır dünya ehlidir. Çünkü kulu Rabbinden ayıran her ne ise, o dünyadır.” buyurmuştur.
      Bu itibarla, kulun bu yeryüzünde tattığı ve onu Rabbinden ayıran dünya muhabbetlerini terk ederek, mürşidi kâmilin telkin ettiği her nefeste zikri daimle kalbinin Allah’a yönelmesi o kulun, Allah’a rağbeti ve regaip kandilinin hakikati ruhaniyetine ulaşmasıdır.
Kalbi zikrin aynı zamanda mayayı Muhammed olması itibarıyla kalbin Allah zikri ile buluşması, o kulun kalbinin mayayı Muhammed’le mayalanmasıdır. Ki, Muhammed mayası olan Allah zikrinin kalpte kabararak o kulu vücudu nuru Muhammed mazhariyetine kadar yükseltir, Allahu âlem.
      Hz. Resulullah Efendimiz; “Recep Allah’ın ayı, Şaban benim ayım, Ramazan ise ümmetimin ayıdır.” buyurmuştur. Ki bu ayların bu değerlerle ifade edilmesi, o ayların içindeki kandil gecelerindendir. Yani recep ayının Allah’ın ayı olması, Şaban ayının Hz. Resulullah’ın ayı olması, Ramazanın ise ümmetin ayı olması, bu aylarda kutlanan kandil gecelerindeki hikmetleri icabındandır.
      Bu itibarla Regaip Kandili’nin Recep ayının ilk haftasında olmasının hikmeti gereğince, regaip’in hakikati manasına ulaşan bir kul, kalbindeki zikri daim mazhariyetiyle her nerede ve ne zamanda olursa olsun Allah’la beraber olur. Bunu beyanla Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.leri: Zikir salikinin kıblesi  “seme vechullahtır (nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü ordadır) Bakara-115) Çünkü o her nereye yönelse ve nerede olursa olsun daima Allah der” demiştir.
      Velhasıl, Kalbi Muhammed mayası olan zikrullah (Allah zikri) ile şereflenen bir kul, rabbinden onu alıkoyan dünya sevgilerini terk edip gönlü muhabbetullah’la yani Allah sevgisi ile dolarsa ancak, regaip kandilinin ledduni hakikati manasına ulaşmış olur. Ve böyle bir kul her zamanda ve her yerde regaip ruhaniyeti ile yaşar. Vesselam.

                                   MİRAÇ KANDİLİN’DEKİ HİKMETLER

      Miraç kandili hicri takvime göre recep ayının son haftasında kutlanır. Çünkü “Recep Allah’ın ayıdır…” hadisi şerifinde beyan edilen recep ayında Hz. Resulullah Efendimizin miracı gerçekleşmiştir. Ki Miraç; kulu Rabbinden ayıran ve kulun dünyası olan cümle masivadan / gayriyetten kurtulup, kulun rabbin katına yükselerek rabbine vuslat edip kavuşmasıdır.
Hz. Peygamber Efendimizin miracı cismani ve ruhani olmak üzere ikidir:
       Cismani Miraç; Bu miraç kuran’da “Bütün varlıkların tespihi o kudretedir ki kulunu gecenin birinde mescidi haramdan çevresini bereketlendirdiğimiz mescidi aksaya yürütmüştür, bu ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek/onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir…”(İsra-1)Ayetiyle beyan edilir. Ki bu Mucize olarak gerçekleşen ve Hz Peygamber efendimizin âlemleri şereflendirmek için yaptığı miraçtır. Bu miraç sadece ve sadece, Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. Çünkü Hz Peygamber efendimizin Nur-u vücudu âlemlerin aslı olduğu için, âlemler varlıklarını muhtaç olduğu o yüce şahsiyeti görüp onunla yani Hz. Muhammed (sav) ile şeref bulmak istediklerinden, bu cismani miraç mucize olarak vukua gelmiştir.
       Ruhani miraç: Hz. Resulullah Efendimizin bu miracı Necm Suresinde; “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın. Böylece vahiy etti kuluna vahiy ettiğini, kalp yalanlamadı gördüğünü”(Necm-8…11) “Ant olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü”(Necm-18) “ Ayetleriyle Beyan olunan Miraçtır.
Hz. Resulullah’ın bu Ruhani miracını tüm Peygamberler yaptığı gibi cümle İnsanı Kâmil olan Veliler de yaparlar. Çünkü bu Ruhani Miraç, kulun kendinin ve eşyanın hakikatine yönelip Rabbine vasıl olup kavuşmasıdır. Ki Her kim kendine ve cümle âleme nispet ettiği varlığın yokluğuna, yani eşyanın fenasına Allah’ın makamlarının müşahedesiyle arif olursa o kul, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbine kavuşarak miraç yapar.
      Her insanın miraca ulaşma potansiyel ve kabiliyeti olmasına rağmen bazı kullar, kendine ve cümle eşyaya vücut nispet ederek Rabbinden gaflet edip, cehaletiyle onu Rabbinden ayıran dünya perdesini oluşturarak dünya ehli olur. Böyle bir kimse kurandaki “…O zahirdir…”(Hadid-3) Hz. Peygamber Efendimizin ise, ”Rabbiniz apaçıktır. O’nu örtecek hiçbir şey yoktur”   Beyanlarına rağmen, Rabbini göremeyip onu müşahede edemez ve miracın hakikati hikmetine ulaşamaz.
Halbuki Hz. Resulullah Efendimiz, “Allah’ım bana bu eşyanın içyüzünü öğret” buyurmuştur. Ki, eşyanın mahiyetini bilmesine rağmen Hz. Resulullah bu beyanında, kinaye ile ümmetinin yani bizlerin eşyanın hakikatine arif olmamızı tembih ediyor. Çünkü kendisine Rabbini nasıl bildin diye sorulduğunda Hz. Peygamber Efendimiz; “Rabbimi eşya ile bildim” demiştir.
      Velhasıl her insanda var olan Rabbine kavuşma potansiyelinin açığa çıkıp o kulu miraç keyfiyetine eriştirmesi mümkündür. Ancak bunun için o kulun evvela mevlit kandilinin ledduni manası olan nur-u Muhammed mazharı zamanın kâmil mürşidinin irşat aydınlığına kavuşup, “Allah’ın ayı” olan recep ayındaki regaip kandilinin ledduni manası gereğince, kâmilin telkiniyle kalbi mayayı Muhammed olan zikri daimle şereflenmesi gerekir. Ki, sonra yine recep ayında, miraç kandilinin ledduni anlamı gereğince o kul, ancak mürşidi kâmilin telkin ettiği tevhit mertebelerini (Allah’ın makamlarını) müşahedeyle masivadan (Allah’ın gayrısınden) kurtularak, rabbine vasıl olup kavuşarak Miraca mazhar olur.
      Bu ruhani miraç, kulun yokluğunda Hakk’ın varlığı ile var olmak olduğundan, miraca ulaşan kulun müşahedesinde Hak’tan gayrı bir şey olmaz. Bu itibarla Hz. Resulullah Efendimizin; “Recep Allah’ın ayıdır.” beyanındaki hikmet gereği miraç kandili recep ayında tüm İslam âleminde zahiren çeşitli etkinliklerle kutlanır. Fakat arif ve ehli kemal tarafından her zaman da, Ruhani miraç keyfiyeti olarak Rabbine vuslat zevki mazhariyetiyle yaşanarak kutlanır. Allah u âlem.   
                                BERAT KANDİLİNDEKİ HİKMETLER
   
      Hicri takvime göre Şaban ayının on beşindeki berat kandili, zahiren şeriat ehillerince günahlardan af olunarak berat etmek olarak değerlendirilerek kutlanır.
Ki berat kandilinin ledduni hakikatı ise şöyledir: Kurandaki “Ha mim o ayan beyan/apaçık gösteren kitaba yemin olsun ki biz onu mübarek/kutlu/bereketli bir gecede indirdik hikmetlerle dolu her iş ve oluş o gece de ayırt edilir katımızdan bir emir olarak hiç kuşkusuz biz Resuller göndeririz senin Rabbinden bir rahmet olarak Hiç kuşkusuz o gereğince duyan gereğince bilendir” (Duhan suresi-1..6) Beyanlarında geçen “mübarek/kutlu gece”den maksadın, berat gecesi olduğunu ehli kemal belirtmiş ve Mübarek gecede inen den maksadın ise, Nur-u Muhammed (sav) olduğunu ifade etmişlerdir.
Ve birinci ayetteki “Ha” ve “Mim” harflerinden “Ha”nın Cenabı Hakk’ı, “Mim” in ise, Muhammed’i remiz ettiği ifade edilerek, Hak tecelli ederek Muhammedi zuhura getirdi veya Hak, Muhammed yüzü ile göründü diyerek, bu ayetlere mana vermişlerdir.
      Bizim de aynen katıldığımız bu arif ve ehli kemal beyanları ışığında değerlendirildiğinde berat gecesi; Mevlit kandilinde Nuru Muhammed aydınlığı zuhurunu bulan kulun, Regaip’te kalbine telkin olunan zikrullah Muhammed mayasının kabarıp, onun zahir ve batın bütün duyularını / hislerini kaplayarak, kulluğunda Nur-u Muhammed’in hakim ve galip olmasının berat’ını ifade eder. Çünkü Berat bir rüşt olgunluk erişimidir. Bu rüşt yani kemâlât; kulun Nur-u Muhammed mazhariyetine ulaşıp Muhammedi bir kullukla yani Muhammed’çe yaşamasıdır. Ki bu aynı zamanda “Şaban benim ayımdır,” hadisi şerifindeki hikmetin, Muhammedi kulluk marifetinde açığa çıkıp etrafını aydınlatışıdır.
      Berat gecesinde Hz. Peygamber Efendimiz secdede iken, yüksek ve duyulacak bir sesle “Azabından affına, gazabından rızana, senden yine sana sığınıyorum, ben seni layıkıyla övemem sen kendini övdüğün gibi yücesin” buyurarak, bu duayı Hz. Ayşe validemizden etrafına yayıp duyurmasını istemiştir. Ehli kemal olan arifler, bu duası ile Hz. Resulullah’ın “azabından affına” dediğinde ilmi şeriat’a göre, “gazabından rızana” dediğinde ilmi tarikat gereğince, “senden yine sana” dediğinde ilmi hakikat, “ben seni lâyıkıyla övemem sen kendini övdüğün gibi yücesin” dediğinde ise ilmi marifet hikmetince Allah’a sığındığını beyan etmişlerdir.
Bu itibarla, berat kandilinin ledduni manasına ulaşan bir kul şeriat, tarikat, hakikat ve marifetin sırlarına aşina olur. Ve o kul, Muhammed-i kulluk marifetiyle Cenabı Hakk’ın halk zuhurunu, yani vahdetinin kesreti olan tecellilerini müşahede eder. Ve ayetteki “Hikmetlerle dolu her iş ve oluş o gece ayıt edilir” beyan gereği, marifetiyle vahdetin kesretini oluşturan her tecelliyi yerli yerinde ayırt ederek tanır. İşte Böyle berat kandilinin hikmetine ulaşmış Muhammed’çe yaşayan bir kul’da Berat marifeti, ayın bedir yani ayın tam yuvarlak dolunay olarak açığa çıktığı zaman ki gibi parladığından, berat kandili Şaban ayının 15 inde kutlanır. (Hicri takvimdeki ayların 15 i bedir olarak ifade edilir) Allah her şeyi en iyi bilir.

                 KADİR GECESİ KANDİLİNDEKİ HİKMETLER

      Kuran-ı Kerim’in, Allah’ın zatından levhi mahfuza inzal olduğu (indirildiği) gece olarak kabul edilen Kadir kandili; hicri takvime göre Ramazan ayının yirmi yedinci gecesinde tüm İslam âleminde müminler tarafından, çeşitli hayra yönelik etkinlilerle kutlanır. Çünkü Kuran’ın, bu ayda indiği “Ramazan o aydır ki; insanlara kılavuz olan, iyi kötü ayrımıyla hidayetten kanıtlar getiren Kuran, onda indirilmiştir…” (Bakara-185) beyanıyla sabittir. Yine Kurandaki; “Biz onu kadir gecesinde indirdik. Kadir gecesinin niteliğini sana gösteren nedir. Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gece her iş için inerde iner. Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağarıncaya kadar. (Kadir suresi-1..5 ) beyanlarındaki hikmet gereği kuranın, Ramazan ayının kadir gecesinde Zatı ilahiden levhi mahfuza indiği genel bir kabuldür.
      Ehli kemal, Levhi mahfuz’un Hz. Muhammed’in (sav) gönlü olduğunu ifade ederek, kadir gecesi, Resulullah efendimizin gönlüne kuran’ın toptan indiği gece olduğunu beyan etmişlerdir.
      Hiç şüphesiz insanın, cenabı Hak tarafından yaradılışının bir gayesi vardır.  Ve kuranda insanın yaratılış gayesi; Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (Zariyat-56) olarak beyan edilir. Bu ayette ifade edilen “ibadet,” kulluktur. Ve sahabe İbni Abbas (ra); Bu ayetteki ibadetten  / kulluktan maksat ehli tevhit ve Arif olmaktır.” diye yorumlamıştır. Yine bu ayet hakkında Pir Seyyid Muhammed Nur’un halifelerinden Prizrenli Hacı Kamil Tosko Hz.leri; “Bu ayetteki kullukta üç hikmet vardır, birinci hikmet ameli Salih’tir, ikinci hikmet yakaza ki, zikri daim uyanıklığıdır. Üçüncü hikmet ise tevhidi mabuttur.” demiştir. Ki bu üç hikmet şöyledir:
      Ameli Salih, Allah’ın Kur'an-ı Kerimde yapın ve yapmayın dediği, kulun yapmasından ve yapmamasından razı olduğu cümle emirleri ve yasaklarıdır.
      Yakaza ise, Cenabı Hakk’ın emirlerine ve yasaklarına riayetle beraber, kulun zikri daim uyanıklığıdır.
      Tevhidi mabut ise kulun, ibadet ettiği ve zikrettiği Allah’a, Tevhidi Hakiki irfanıyla bu âlemde vuslat edip kavuşmasıdır. Bu aynı zamanda insanın yaradılışının ideal amacı olup, şahadet âlemi olan bu yeryüzüne gelişimizin yüce gayesidir.
     Pir Seyyid Muhammed Nur Hz.leri “Kuran şeriat, tarikat, hakikat ve marifet olan dört ilim ve yedi mertebe üzerine inzal olmuştur” buyurur. Bir kulun, yaratılışının yüce amacına ulaşıp Rabbine kavuşması, bu Kuran kaynaklı dört ilim ve yedi mertebe olan Allah’ın makamlarının irşadı ile mümkündür. Ki, bu irşatla aydınlanan kulun gönlüne kadir gecesinin ledduni hikmeti gereğince sırrı kuran inzâl olur. Ve o kulun gönlü kuran sırrı ile dolar. Böyle bir kimse aynı zamanda Kuranın sırrı ve Kuranın ikizi olur. Çünkü hadisi şerifte; “Kuranla insan ikiz kardeştir.” buyrulur. İkiz kardeşlik kardeşlerin ikisinin de aynı özellikleri taşımalarıdır. Kuran’la ikiz olma özelliklerine akıl baliğ olan her insan potansiyel olarak sahiptir. Fakat bu potansiyel özellikler insanı kâmil harici herkeste pasif olup ancak insanı kâmilde aktiftir. Bunun için kuranın ikizi ancak insanı kâmildir ve kuranın sırrı ondan zahir olur. Hz. Ali kv. sıffın isyanında “Ben konuşan Kuran’ım” demekle, işte bu gerçeğe işaret etmiştir.
      Bu itibarla kadir gecesinin ledduni hikmetleri, kadir suresinin ayetlerinin içinde mevcuttur. Ki buna göre ayette beyan olunan “bin aydan daha hayırlı kadir gecesi,”  gönlüne kuranın  sırrı inzal olan bir kulun, insanı kamil makamına ulaşmasını ifade eder.  
Çünkü, Ayette geçen “Bin ay” seksen üç yıl olup dolu dolu yaklaşık bir insanın yeryüzü âlemindeki ömrünün beyanıdır. Bir kimse ömrü müddetince hangi ibadet ve kullukları yaparsa yapsın, gönlüne açılan sırrı kuran mazhariyetiyle onun “kadir gecesini idrak etmesi” ve insanı kâmil makamına ulaşması, bir ömür boyu yaptığı ibadet ve kulluktan “daha hayırlıdır,” demektir.
Sonraki ayetlerde; “Melekler ve Ruh, Rablerinin izniyle o gece her iş için inerde iner. Bir esenlik ve huzur vardır; sürüp gider o, tan yeri ağarıncaya kadar.” Buyrulur. Ki insanı kâmilin marifetinden gizli hiçbir tecelli olmaz. Çünkü o her tecellinin Rabbinden geldiğine arif olduğu gibi, tecellinin Allah’ın hangi mertebesinden geldiğini de müşahede ederek tanır. Hakk’ın ikiliği olmayan tecellileri, Bir’lik mertebesinden geldiğinden bu tecelli ayette “Ruh” olarak, kulluğa ait tecelliler ise, “Melekler” olarak beyan edilmiştir. “Tan yerinin ağarması” ise, Kulun bu âlemden ölümle ayrılıp ahiret olan beka âlemine geçmesini ifade eder. Bu itibarla kadir gecesi mahiyetine haiz insanı kâmilin nazarında, istisnasız her bir iş ve oluş, Rabbin tecelli ederek açığa çıkmasıdır. O, yeryüzünde olduğu müddetçe yani, “Tan yeri ağarıncaya kadar” “Ruh ve Melek” tecellilerinin tesiri irfanıyla yaşar. Ve insanı kâmil, Allah’ın hangi mertebesinden olursa olsun o zuhur eden her bir tecellinin Rabbin hangi makamından olduğunu tanıyarak, Rabbinden başka bir şey müşahede etmez. Ve melekler gibi rabbin emir ve yasaklarına itaat eder, demektir.
      Velhasıl, böyle Kamil bir kul aynı zamanda peygamber efendimizin; “…Ramazan ümmetimin ayıdır” Sözündeki hikmet gereği, gönlüne dolan sırrı kuran idrakiyle Hz. Muhammed’in (sav) Has ümmeti olmakla da şereflenmiş olur.
      Her yıl İslam âleminde coşkuyla ve çeşitli hayra yönelik etkinliklerle kutlanan Mevlit, Regaip, Miraç, Berat ve Kadir gecesi kandillerinin ledduni hikmetlerine dair açıklama, hatalarıyla beraber tamam olmuştur. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır. Selam Hz. Muhammed’e (sav) ve ehli beyte/evladı resule olsun. Rabbim bizleri onların yürüdüğü yoldan ayrılmaktan muhafaza etsin. Velhamdülillahirabbilalemin.
                                                                                                     Nejdet ŞAHİN
                                                                                    Perşembe 13 ağustos 2009