17 Eylül 2011 Cumartesi

Bulmak istersen felah Rabbine kul olmak yeter

Bulmak istersen felah Rabbine kul olmak yeter
İnsan-ı tahkik bulmağa sıdkile bir ikrar yeter

Kur’an’da “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah’a ve Resulüne icabet edin. Bilin ki, şüphesiz Allah kişi ile kalbi arasına girer ve siz hakikaten yalnız O’na dönüp toplanacaksınız / haşr olacaksınız.” (Enfal, 24) Buyrulur. Bu ayetteki muhatap müminlerdir ve mümin dirilmeye çağrılıyor. Bu dirilme şöyledir: Bir kimse taklit iman veya istidlal / delilli imanla mümin olup, fakat iman-ı hakikiden gafilse; böyle bir müminin hakiki imanla dirilmesi ve hakikat ehli olarak yaşaması diriliğidir. Tahkik, hakikat demektir ki, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle insan-ı kamil olmaktır. İşte insan-ı kamile ulaşmak için, zamanın hakikat davetçisi olan mürşid-i kamilin telkin ve irşadına mazhar olup, onun irşadına sadakatle uymak gerek. Ancak o zaman felaha / kurtuluşa erip, kamil bir kulluğa ulaşırsın, buyruluyor. Allahualem.

Hem kim aşık olsa güle bülbül gibi düşer dile

Baktıkça bülbül ol güle ol zevk ona cennet yeter

Bülbül, gülün aşığıdır. Onun için gece gündüz daima gül ile meşgul olup, gülün aşkıyla figan eder, öter. Bülbülün güle muhabbetinden dolayı olan figan ve feryadını herkes dinler ve böylece dilden dile düşer.
Gül, Hz. Resulullah (sav) Efendimizi remzeder. Bülbül ise, hidayet-i Nur-u Muhammed’in zuhurunu bulmuş ve nasiplenmiş olan saliktir. Her kim, meslek-i Resulde salik olur da Nur-u Muhammed hidayetinden nasiplenirse; o kimse daima Nur-u Muhammed ruhaniyetiyle meşgul olur ve daima o ruhaniyetin zuhurunu arayarak, o ruha mensup olanları gözetir. Onun böyle Nur-u Muhammed mazharı olan ehl-i zikri ve ehl-i tevhidi arayıp da, onlarla sohbet etmesi; halk tarafından acayip görülür ve dedikodu edilerek, böylece o salik dilden dile düşer. Fakat salikin hidayet-i Nur-u Muhammed’e mazhar olup, onunla gıdalanması, o salikin cennetidir. Yani cennet-ül irfanıdır. O daima, her yerde ve her alemde cennet-ül irfanda zevk-i ilahi ile yaşar. Çünkü cennet-ül irfana bu alemde giren, bir daha ebediyen çıkmaz. Allahualem.



Aşık olan tezgah kurmaz ukba için bez dokumaz
Hiç bir şeye vermez gönül matlub ona maşuk yeter

Ukba için tezgah kurup bez dokumak, şöyledir: Bir kimse ibadet edip kulluk yaparken maksat ve gayesi; bu alemde tabiat nimetleri ile lezzetlendirdiği nefsini, cehennemden koruyup, amel cennetinin nimetleri olan huri, gılman, köşk vb. ile ahirette de lezzetlendirmek için yapmasıdır. Aşık olanın kulluğu ise, nefsini amel cenneti nimetleriyle lezzetlendirmek için olmayıp, maşuku olan ilahi sevgili ile gece gündüz, her zamanda her yerde, daima beraber olup ondan ayrılmamak içindir. Ki, aşık olan, tezgah kurup, ukba için bez dokumaz.
Hiç bir şeye gönül vermez, matlub ona maşuk yeter, demek ise: Hak aşığının gönlünde Allah’tan gayrı bir şey olmadığından, o hangi alemde olursa olsun, maşuku olan ilahi sevgiliyle beraber olması dışında matlubu, yani istek ve talebi olmaz, demektir.

İlm-i fıkıh ettin ezber almadın hiç Hak’tan haber
Eyle bu eşyaya  nazar oku sana Kur’an yeter

İlm-i fıkıh, zahiri ilimdir. Dinin dış yüzü ile alakalıdır. Fıkıh ilmi; ibadetlerin ve sosyal meselelerin nasıl olması gerektiğini, neyin doğru neyin yanlış olduğunu, hukuk çerçevesinde değerlendirerek; bu detayları bilmeyi icap eder, kulluğu bu ilimle kayıtlar ve kulun kurtuluşunu fıkhın / hukukun detaylarına vakıf olmaya bağlar. Maalesef dini, sadece fıkha uymak olarak gören bazı ulema-i zahir “İslam dini eşittir, fıkıh / hukuk.” kabul ederek, İslam’ın aşk ve iman-ı hakikat boyutunu ise yok kabul ederler. Hz. Peygamber Efendimizin, ilahi aşkla ve ilm-i hakikatle ilgili olan hadislerini ve yaşantısını, görmezden gelmişler, ilm-i hakikate ait olan hadis-i şerifleri, fıkıh ilmine uymuyor diye, zayıf, yalan hadis olarak ilan etmişlerdir. Halbuki ulema-i zahirin gafletle zayıf, yalan hadis olarak gördükleri hadisleri ve Peygamber Efendimizin yaşantısını; yüzyıllardır bu dinin yetiştirdiği İmam Gazali, Muhiddin Arabi, Mevlana, Yunus Emre, Niyazi Mısri gibi sayılamayacak kadar çok olan cümle insan-ı kamil ve arifler, baş tacı edip; irşad olmuşlar ve o hadislerle Hak yolundakileri irşad etmişlerdir.
Bugün dahi bu hadisler ehl-i kemalin baş tacıdır. İslam dini, gerek zahiri, gerek batını ile bir bütündür. Kulun zahiren, sosyal meseleleri için fıkıh gereklidir. Fakat kulun, hakikati ve yaradılışının gayesine ulaşıp insan-ı kamil olması için de dinin batınına ve hakikatine, yani zikr-i daim uyanıklığına ve ilm-i tevhid irfaniyetine muhakkak ihtiyaç vardır ve kesinlikle gereklidir.
İlm-i fıkıh, Cenab-ı Hakk’ı iman-ı istidlal yani delilli imanla bilir ve Hakk’ın eserlerini mevcut; Hakk’ın zatını ise mevcut olmamakla yani mevhumlukla kayıtlar. Bazı büyükler “Allah’a ne kadar delil olursa, o kadar da şüphe olur.” demişlerdir. Delilli imanla Hakk’ı bilmek, eserlerini delil ederek Hakk’ı bilmektir. Bu iman ehli de şüpheden ari olup kurtulamaz. Böyleleri, her şeyi yaratan Allah’tır, çünkü bu yaratılanların bir beşer tarafından yapılması mümkün değildir, anlayışındadır. Ona ‘Cenab-ı Hak mevcut mu, yoksa mevhum mu?’ diye sorsan, eserleri mevcuttur, fakat Hakk’ın zatı mevhumdur, mevcut değildir der. Bu anlayışla delilli iman ehli olanlar, Hakk’ın kendi nefsimizdeki ve alemdeki zuhurundan, cümle eşyadaki mevcudiyetinden ve hakikatinden mahrum ve mahcuptur. Böyleleri, iman-ı hakikiye ulaşmadığı için, Cenab-ı Hakk’ı hakikatçe bilmez ve yaradılışının yüce gayesine eremeyip yaratana kavuşamaz, Rabbine vasıl olamaz. Velhasıl, yalnız ilm-i fıkhı tahsil ve  ezber eden kimse, hakikat-ı ilahiden habersiz olup, insan-ı kamil olamaz. Çünkü bir kul, ancak zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhidin keşfi irfaniyetiyle Hakk’a vasıl olup insan-ı kamil olabilir.
Beytin ikinci mısrası olan ‘Eyle bu eşyaya nazar, oku sana Kur'an yeter.’ denmesinin manası ise şöyledir: İmam-ı Gazali Hazretleri “Kur'an, Allah'ın zatından, sıfatından ve ef’alinden başka bir şeyden bahsetmez. Kur’an’ı nerden okursanız okuyun, ya ef’al-i ilahidir, ya sıfat-ı ilahidir  ya da zat-ı ilahidir. İşte Kur’an’ın sırrı budur.” diyor. Bu görünen eşya dediğimiz her şey ve cümle varlık alemi, Allah’ın zatı, sıfatı ve ef’alinin harici değildir. Kim ki, ilm-i tevhidin irfaniyetine mazhar olmazsa, o kimse bu eşyaya bakıp nazar eder, fakat hep eşya görür ve Rabbinden mahcup olur, Rabbini göremez. Fakat her kim ki, daim zikir uyanıklığı ve ilm-i tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar olursa, o kul kendine ve cümle eşyaya baktığında zat-ı ilahi, sıfat-ı ilahi ve ef’al-i ilahi zuhurunu görür. Ve böylece Kur’an’ın sırrı mahiyetine arif olur, demektir. Allahualem.

Bu görünen mefhuma bak metn-i insandır bir kitab
Ol kitabı her kim okur ol ders ona irfan yeter.

Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kur’an bir kitaptır, insan bir kitaptır, kainat bir kitaptır.” Buyurmuşlardır. Kur'an vahy-i ilahidir. Kainat ise tafsilat, çoğul ve detaydır. Fakat insan ise o tafsilatın metnidir, yani kainatın özetidir. İnsanın mahiyeti açığa çıktığında, cümle kainatın sırrı da açığa çıkar. İnsan, yaratılanlar içinde Cenab-ı Hakk’ın kemaliyle tecelli ettiği yegane varlıktır. Çünkü Kur’an’da ‘Biz insanı gerçekten en güzel bir biçimde yarattık.’ (Tin, 4) buyrulur. Bu itibarla insan, mazhar-ı cami olup, kainatın bütün sırrını kendinde toplayandır. Allah yarattıkları içinde insana en kemalli bir şekilde tecelli ettiğinden Cenab-ı Hak, kendi zat, sıfat ve ef’aliyle olan zuhurunun keşfine, insanı mazhar kılmıştır. Bu itibarla yaratılan her şey Hakk’ın mevcudiyeti dahilinde olup, insan ise, her şeyin, yani cümle varlığın nasıl Hakk’ın mevcudiyeti olduğuna arif olmaya müsaittir.
Başka hiç bir yaratılan, insanın kemaline eş değerde yaratılmadığından; Kulun kendi mazhariyetini, yani kendi kitabını okuması gerekir. Bunu beyanla Kur’an’da “Oku kitabını, bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin / öz benliğin yeter.’ (İsra, 14) buyrulur. Hz. Peygamber Efendimiz ise “Kendini / nefsini bilen, Rabbini bilir.” diyor. İşte ‘Her kim ki kendi kitabını okur ve kendine arif olursa, bu irfaniyet o kimseye yeterlidir. Çünkü kendi kitabını okuyan ancak, bu eşyanın hakikati olan Rabbine arif olur.’ demektir.
 
Duysa sofu Hak’tan haber evradını hep terk eder
Zühd ü hevasından geçer ol aşk ona evrad yeter

Sofu kimse, beş vakit namazla yetinmez; daha fazla kılar. Ramazan orucu ile kalmaz; daha fazla oruç tutar. Bir kere gitmekle ifa edilen hacca, daha fazla gider. Saç şöyle olacak, sakal böyle olacak der ve şekil suret düzer.
Günümüzdeki sofu, binlerce yıldır milli benliğimizde İslam ahlakı ile yoğrulmuş, milletin genel kabulü olan kadın - erkek kıyafetlerini beğenmeyip, kendini toplumdan farklı gösteren özel kılık kıyafetler giyer. Bütün bu yaptığı virdleri, şekil ve suret düzmeyi, kılık-kıyafetle uğraşmak olan faaliyetlerini, kulluğun vazgeçilmez yüce gayesi zannederek kendinden ve kendi gibi olanlardan başkasını beğenmez.
Kur’an’da “…iman edenler Allah’ı şiddet ve kararlılıkla severler…” (Bakara, 165) buyrulmuştur. İşte bu ayette ifade edilen şiddetli, kararlı sevgi, Allah aşkıdır. Sofu olan kimse aşk-ı ilahiden nasiplenmiş olsa, o aşk ona yeter. O zaman onun maşuku olan ilahi sevgili ile beraber olmanın dışında bir kulluğu olmaz ve yaptığı fazla ibadetleri, kılık kıyafet düzmeyi kemalat olarak değerlendirmez. Demektir.

Bilmek istersen kuş dilin gir kalbine Hak mürşidin
O dili talim etmeğe Fehmi bugün muallim yeter

 Bir gün Hz. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebubekir ilm-i tevhid-i hakiki mahiyetinden sohbet ederlerken, orada bulunan Hz. Ömer dinliyor, fakat bir şey anlamıyor ve Hz. Peygamber’e soruyor: “Ya Resulullah, aynı lisanı konuştuğumuz halde neden sizin konuştuklarınızı anlayamıyorum?” diyor. Hz. Resulullah “Ey Ömer, bizim Ebubekir ile konuştuğumuz kuş dilidir de onun için anlamıyorsun. Bu bir ilimdir. İstersen sana da öğreteyim.” diyor. Ve Hz. Ömer’e kuş dilini, yani tevhidin hakikatini öğretiyor.
Yine asr-ı saadette Hz. Ali ile Hz. Fatma tevhid sohbeti yaparlarken, bunları dinleyen Hz. Hüseyin “Ey benim anam babam, sizinle Arapça olan aynı dili konuştuğumuz halde ben neden sizin konuştuklarınızı anlayamıyorum?” diyor. Hz. Ali “Biz Arapça, fakat kuş dili konuşuyoruz, bu bir ilimdir, bu durumu git dedene, yani Hz. Resulullah’a söyle.” diyor. Hz. Peygambere ağlaya ağlaya giden Hz. Hüseyin durumu anlatıyor ve “Bu kuş dili olan ilmi bana da öğret.” diyor. Hz. Resulullah da “Var git babana selam söyle, sana kuş dili ilmini telkin ve tarif etsin.” buyuruyor. Bunun üzerine Hz. Hüseyin tekrar babası Hz. Ali’ye gelip makamat-ı tevhidin telkin ve tarifini bir defada alıp, öğreniyor. Kuş dili demek, tevhidin hakikati irfaniyetiyle konuşmak demektir ki, bu dili ancak makamat-ı tevhidin arifleri konuşur.
Hz. Pir Efendimiz, bir seyahatinde maiyeti ile beraber bir handa konaklar ve sohbet ederlerken, handa konaklayan başka birisi sohbete kulak kabartıp dinler. Sonra Hz. Pir Efendimize ‘Sohbetini yaptığın bu ilmi, bana hemen şimdi öğret.’ der. Hz. Pir ‘Bu ilmi öğrenmek için sohbetlere katılman lazımdır, zaman gerekir, biz ise yeni tanıştık bu hemen olmaz.’ buyurur. O şahıs devam ile ‘Bu hemen olur, nasıl ki Hz. Hüseyin, Hz. Ali'den hemen tahsil etti ise şimdi de bu hemen olur.’ diyor. Hz. Pir Efendimiz ‘Hemen olması için Hz. Hüseyin gibi bir mürit olmak, Hz. Ali gibi mürşit olmak gerektir.’ diyor. O şahıs da ‘Senin karşında Hz. Hüseyin gibi bir mürit var ve ben karşımda Hz. Ali gibi mürşit görüyorum.’ diyor ve talebinde ısrar ediyor. Hz. Pir Efendimiz bu talep karşısında orada teveccüh açıyor ve tevhid-i hakikiyi tam olarak telkin ediyor ve bu şahıs telkini aldı diyor. Bunu beyanla; kuş dili olan tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmak için, hak ve gerçek olan doğru bir mürşid, yani kamil bir mürşidi bulup, onun irşadına mazhar olmakla mümkün olduğu, buyruluyor. Zamanın kamil mürşidi olan Fehmi Efendi ‘Bugün bu kuş dilinin, yani tevhid-i hakikinin mürşidi, öğreticisi benim.’ diyor. Allahualem.

Hiç yorum yok: