16 Haziran 2016 Perşembe

En fazla suistimâl edilen ZEKAT ibadetinin zahiri ve leddun-i yönden yorumu

Kullarına maddi ve manevi nimetlerini ihsan ve lütfeden Allah övülmeye layık olandır. Selam Hz. Muhammed’e (sav) evladı resule ve onların izinden gidenlere olsun.  

          Zekâtın zahiri yönü: Zekât kuranın birçok ayetinde mali, yani malla mülkle yapılması açıkça ifade edilen farz bir ibadettir. İnfak ise kulun Allah’ın rızasını kazanmak için muhtaçlara malı veya nakdi ile yardım etmesidir. Bu bakımdan infak, farz olan zekâtı, vacip olan kurban ve fıtır sadakası ile her türlü hayrın ifadesidir. Kurandaki "…Ve sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: "Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin." (Bakara-219) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, bir mümin kendinin ve bakmakla mükellef olduklarının asıl ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kalan zekâta tabi mal veya nakdinden muhtaç olanlara vermesi, Allah’ın emridir.
Yine kurandaki; “Sadakalar/zekât malları Allah'tan bir farz olarak sadece şunlar içindir: Fakirler, düşkünler, sadakalarla ilgilenmeye memur edilenler, kalpleri yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar, özgürlüğünü yitirmiş olanlar, borçlular, Allah yolundakiler, yolda kalmış kişi. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.” (Tevbe-60) ayet beyanı ile Cenabı Hak, sadakanın / zekâtın kimlere verileceğini de bizlere açıkça belirtiyor. Buna göre zekât; ayet’te vasıfları belirtilen muhtaçların, zekât verecek durumdaki zenginlerden alacağıdır.
Zekât zahiren toplumsal bir ibadet olup, eğer zekât Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru ifa edilirse, o toplumda sosyal rahatsızlıklar önemli ölçüde azalır. Çünkü toplumsal rahatsızlıkların önemli bir bölümü ekonomiktir.
       Yüce Allah Kuranda; “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” (Ali İmran-189) Ve “De ki mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım sen mülkü dilediğine verirsin dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltirsin dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her şeye kaadirsin ” (Ali İmran -26) buyurur. Ki zengin müminler, bu ilahi beyanlardaki iman ve şuur ile mülkün sahibi Allah’tır, ben ise o mülkün bu âlemdeki bekçisiyim ve onunla imtihan olunuyorum anlayışıyla infaklarını yapıp, muhtaç olanlara zekât ve sadaka dağıtması gerekir.
        Yine kurandaki; Sana, neyi infak edip vereceklerini soruyorlar. De ki: "İnfak ettiğiniz mal ve nimet; ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır…" (Bakara-215) Ayeti ile infak edilecek muhtaçların kimler olduğunu yüce Allah kesin ve net ifadeyle bizlere apaçık bildiriyor.
      Buna göre infakta öncelik anne, baba, akraba, komşu, mesai arkadaşı vb. gibi sosyal yönden yakın olanlardır. Bunlar içinde anne ve baba muhtaç ise, yılda bir kere verilen zekâtla gözetilmeyip her zamanda infak edilerek bakılır. Zekat verilip infak yapılırken kardeş akraba, komşu gibi yakınlar öncelikle gözetilmelidir. Ve zekât muhtacın zengindeki hakkı olduğundan, eğer zekat muhtaç olmayana verilirse zekat verilmiş olmaz. Bu aynı, Ali’ye borçlu olduğu halde kişinin borcunu gidip Ahmet’e ödemesi gibidir. Ki, Ahmet’e ödeme yapmakla alacaklı olan Ali nin borcu ödenmiş olmaz. Bunu beyanla bazı âlimler “zekât’ın muhtaç olana verilmediği sonradan anlaşılırsa zekât verilmiş sayılmaz. Ve zekâtın tekraren muhtaç olanı arayıp bulunup ona verilmesi gerekir demişlerdir.
Bu itibarla zekât ve infak eğer akraba komşu gibi yakınlara verilirse, ehline verilip verilmediğinden şüphe ve tereddüt de olmaz. Çünkü herkes kardeşinin akrabasının ve komşusunun muhtaç olup olmadığını kendisi gayet iyi bilir.   
      Fakat maalesef günümüzde kardeş, akraba, komşu gibi muhtaç ve fukaranın hakkı olan zekat ve infaklar, bazı cemaatler tarikatlar ve kurumlar tarafından kurs, burs, hizmet, dava vb. isimler adı altında organize olunarak pervasızca toplanıyor. Ki bunlar halkımızın zekât ve infakının büyük bir kısmını ele geçirdiklerinden, kardeş akraba ve komşu gibi muhtaçlığından emin olunan fakire fukaraya infakın verilmesi engelleniyor. Ve kuran’ın zekat verilecekler olarak apaçık tanıttğı fakir, fukara, yetim ve muhtaçlara zulüm yapılıyor. Ve bu engelleme zulmü, mümin bir zenginin zekâtının Allah’ın emri gereğince yerine varıp varmadığı tereddüt ve şüphesini de getirir. Ki yakınlarındaki muhtaçlığından emin olunan akraba, komşu ve sosyal yakınları bırakıp, bu organizasyonlara infak yapmakla belki zekât verilmemiş olur. Ve tekraren muhtaç olanın bulunup ona verilmesi gerekebilir.
Buna göre, kuranın açıkça ve kesinlikle belirttiği gibi zekât, muhakkak ve öncelikle akraba komşu vb. sosyal yönden yakın olan muhtaçlara verilmesi gerekir.  
     Bu infak ve zekât vermekle alâkalı mevzularda toplumun kafası karşık olup, bu konunun yetkili kurum ve uzman alimleri maalesef toplumun kafa karışıklığını çözecek görüş ve fetvalar üretmedikleri gibi bunlar, yetki ve otoritelerini bu konuda didinerek çözüm getirmeye gayret edenleri diskalifye etme ve engelleme yönünde kullanıyorlar. Bu yetkili kurum ve sözde uzmanların beceriksizliklerinden ve yetersizliklerinden, halâ 1200 1300 yıl önce verilmiş fetva ve değerlerle müminler zekât ve infak yapıyorlar. Mesela, bu konuyla alakalı kitapların ve âlimlerin birçoğu, yaklaşık 80 gram altının, yaklaşık 560 gram gümüşün, 40 adet küçükbaş hayvanın, 30 adet büyükbaş hayvanın zenginlik sınırı olduğunu beyan ediyorlar. Ki bu değerlerin zenginlik sayıldığı zamanlarda 80 gr altın, 560 gr gümüş, 40 adet koyun keçi vb. küçükbaş, 30 adet büyükbaş sığırın fiatı birbirine eşit değerler taşıdığından, bunlara sahip olanlar zengin kabul ediliyordu. Yani 80 gr altın, kırk küçükbaş ve 30 büyükbaş parası ile eş değerdeydi. Keza 560 gr gümüşte, aynı şekilde 40 küçükbaş 30 büyük baş değerindeydi. Oysa günümüzde bu zenginlik değerleri çok değişmiş 560 gr gümüş yaklaşık iki koyun değerinde olup bir adet büyük başın değeri kadar bile etmez. Keza günümüzde 80 gr. Altın yaklaşık 10 adet koyun veya bir ya da iki büyükbaş değerindedir.
       Velhasıl zekât ibadetini yerine getirme sınırı, günümüz şartlarına ve günümüzün mali ve ekonomik alet ve enstürümanları ile düzenlenip müminleri 1200, 1300 yıl önceki verilmiş fetvalarla amel etmekten acilen kurtarmak gerekir. Ayrıca zekât ve infakların öncelikle akraba ve sosyal yönden yakın olanlara verilmesi özendirilip, bunların cemaat tarikat ve çeşitli kurumlar tarafından gasp edilişi önlenmelidir.
Yüzde 99 u Müslüman olan milletimizin hazinesinden maaş alıp hayatiyetlerini devam ettiren yetkili kurum ve uzmanların bunları düzenleyerek, toplumun önünü açıp kafa karışıklıklarını gidermesi onların vebâli olup asli görevleridir.
        Böyle akraba ve komşu gibi yakın fakir muhtaç ve yetimlere zekatın verilmesini engelleyip, illa bizim kursa bursa veya bizim hizmete bizim davaya zekatları verin, biz sizin verdiğiniz infakları Allah yolunda harcıyoruz, bize verirseniz zekatınız kabul olur,’ gibi ifadelerle müminleri aldatanların ürettiği bir saptırma daha vardır, o’da; ‘herkese zekat verilmez ancak ehil olana verilir ve biz abdestinde namazında olanlara dağıtıyoruz’ yalanıdır. Çünkü kuran beyanlarından anlaşıldığı gibi Cenabı Hak, namaz kılana abdest alana zekât verin demediği gibi, muhtaç olana verin diyor. Ayetteki “...kalpleri yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar..” (Tevbe-60) ifadesinden de açıkça anlaşıldığı gibi, İslam dışı olanlara, yani Müslüman olmayanlara dahi eğer muhtaç ise zekât verilip infak yapılır. Bu itibarla; Zekâtı bize ver, biz namazlılara abdestlilere ve Allah için harcarız demek,büyük bir saptırma ve yalan olup, fakirin yetimin mutacın hakkı olan infak ve zekâtı gasp etmektir.
Bunlar çeşitli ünvân ve isimlerle faaliyet gösterip hizmet, dava, burs, kurs, deyip halkı soyuyor ve fakirin, yoksulun, garibanın zengindeki alacağı hak olan zekât, kurban, sadaka gibi infakı kendi organizasyonlarına aktararak, zekât ve yardımın fakire, yoksula gitmesini engelleyip fukaraya zulüm ediyorlar. İşte bunları beyanla Kuranda; “Gördün mü o dini yalan sayanı, işte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı özendirmez o, vay haline o namaz kılanların ki namazlarında gaflet içindedir onlar. Onlar riyaya sapandır, onlar gösteriş yaparlar ve onlar yardıma, zekâta engel olurlar.(Maun 1…7) Buyrulur.
    Velhasıl, buraya kadar infak ve zekât ibadetinin zahirine yönelik bazı önemli gördüğümüz hususlarından bahsedildi. Fakat “İslam’ın her temel değerinin ledduni hikmeti olduğu” gibi, kuranın her birkaç sayfasında sıkça bahsedilen zekât ibadetinin de ledduni hikmeti vardır. Ve bu hikmetleri araştırmak şüphesiz kulların kemale ulaşıp insanı kâmil olabilmelerinde gidecekleri yegâne yoldur.

      Zekat’ın ledduni hikmet yönü: Nasıl ki zahiri açıdan, yani şeriata göre zekat herkes tarafından değil de zengin olan tarafından ifa edilen bir ibadet ise, Hakikati itibarıyla da zekat ve infak; ilim irfan ve kemalat zenginliğine mazhar olan alim, arif ve ehli kemal tarafından, cahil olup ilim ve irfanın mahrum ve muhtaçlarını irşat ederek yapılır.
Bunu ifadeyle kuranda; Güzel, yapıcı bir söz, bir bağışlama, ardından bir eziyet gelen sadakadan daha üstündür..” (Bakara-263) buyrulduğu gibi, “... Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden, başkalarına pay çıkaranlardır / infak edenlerdir.” (Şura-38, Fatır-29) beyanı vardır. Bu ayette geçen “rızık” ifadesi, hem zahiri mal mülk nimeti zenginliğidir, hem de manevi nimetler zenginliğidir. Bu itibarla manevi nimetlerin en hayırlısı ilim ve irfandır ki, bunu “...De ki Rabbim ilmimi arttır” (Taha-114) “... Ve kendisine hikmet verilmiş olana çok büyük bir hayır verilmiş demektir…” (Bakara-269) Ayetleri açıkça ifade eder.
      İlim sahibine âlim denildiği gibi irfan ve hikmet ehline arifibillâh denir. Pir seyyid Muhammed Nur Hz. leri; “İlim akılla tahsil edilir, irfan ise müşahede ile tahsil edilir.” Buyurur. Bu itibarla her âlim de muhakkak ilim vardır fakat irfan olmayabilir. Eğer bir Âlim de irfan yoksa hikmette olmaz. Fakat her arifte muhakkak ilim olduğu gibi o, irfaniyeti ile hikmetin de mazharıdır.
Bundan dolayı âlimler tahsil ettiği ilim ve ihtisasına göre halkı irşat ederek onlara yol gösterip halkı aydınlatırlar.  İşte bu yol gösterip aydınlatma, o âlimin ilim zenginliğinden dağıttığı zekat olup o ilmin mahrumu ve muhtaçlarına yaptığı manevi infaktır.
         Arif ise, ilim ve irfan mazharı olmakla kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbine kavuşmuş olan kâmil kuldur. Ki insanın yaradılışının yüce amacı, bu imtihan alemi olan yeryüzünde yaratıcısını bulup rabbine vasıl olmasıdır. İşte bu yaradılışın yüce gayesine erişebilmesi için her mümin, arif ve ehli kemalin infak ve zekatına muhtaçtır. Bunu ifade ile cenabı Hak; “…eğer bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun" (Nahl-43) “…sorun zikir ehline eğer bilmiyorsanız” (Enbiya-7) buyurur. Çünkü arif ve kâmilin infakı olan irfana mazhar olmayan mümin bir insanın, bu imtihan âleminde yaradılışının yüce gayesine ulaşıp rabbine kavuşması mümkün değildir. Ancak kâmilin irşadı ile bir kul yaratıcıya vuslat edebilir. Bunu beyanla yüce Allah; "Ey iman edenler! Allah’tan korkun. O’na varıp kavuşmaya vesile arayın. O’nun yolunda mücahede/gayret edin ki felaha/kurtuluşa eresiniz" (Maide-35) buyurur. Ehli kemal; bu ayetteki “vesileden” maksadın, zamanın kâmil mürşidi olduğunu ifade etmişlerdir.
          Bu itibarla, bu alemde yaşayan her mümin ölmeden, yani bu alemden göçmeden önce kamili bulup onun infakı olan irşattan nasiplenerek, arif ve ehli kemal arasına karışması gerekir. Bir kimse kamilin infakı olan irşat olmadan bu alemden göçerse o, bir daha irşat bulamaz ve cehalet perdesini kaldırıp rabbine kavuşamaz. Ve böyle bir kul var olduğu her yerde, yani dünya kabir ve ahiret âlemlerinde ebediyen rabbinden perdeli olur ve rabbini müşahede edemez. Bunu ifadeyle kuranda; “Bu Dünyada kör olan ahirette de kördür” (İsra-72) buyrulur. Çünkü insanın imtihan yeri, bu yeryüzü olan dünya âlemidir. Ve Rabbini müşahede irşadı sadece bu yeryüzü olan imtihan âleminde olduğu için, bir kulun bu âlemde kâmili bulup onun zekât ve infakı olan irşadından nasiplenmesi yegâne gereklilik olduğundan Cenabı Hak, hem de iman sahibi olan müminlere hitaben; “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman Allah’a ve Resulüne icabet edin..” (Enfal-24) Diyor. Dikkat edilirse bu ayetteki muhatap müminlerdir ve Mümin hayat bulmaya yani dirilmeye çağrılıyor. Ki bu dirilme; bir kimsenin taklidi iman veya istidlal/delilli imanla Mümin olduğu halde, hakiki / kâmil imanla şereflenmesinin diriliğidir. Bu dirilik aynı zamanda cümle alemlerde mevcut olan rabbine vuslat eden arif ve insanı kamil kulluğuna erişme diriliğidir.
       Çünkü üç kısım imanla mümin olunur. Birincisi imanı taklittir, imanı taklit müminlerinin imanı çok zayıf olup bunlar annesinden, babasından hocasından duyduklarıyla yetinip, yaratıcı hakkında bir araştırma ve tefekkürü olmayan müminlerdir. İkincisi imanı istidlal yani delillerle yaratıcıyı araştırarak türlü delillerle Hakk’ın eserlerini görüp, gördüğü eserlerini delil yaparak Allah’a iman eden müminlerdir. Üçüncüsü ise imanı hakikidir ki kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbine kavuşmuş hakiki kâmil imanla mümin olanlardır. Ki bu imanı hakiki müminleri var oldukları her âlemde rabbinden gayrı müşahede etmeyip daima rabbine vuslat keyfiyeti ile yaşarlar. Bu itibarla ayette ifade edilen ve mümine hayat verecek olan dirilik hakiki / kâmil mümin diriliğidir. İşte Bu diriliğe ulaşmak için, imanı taklit ve imanı istidlal müminlerinin zamanın mürşidi kâmilinin ilim irfan zekât ve infakından muhakkak nasiplenmeleri icap eder. Bu nasiplenme, onların da yaradılışlarının yüce gayesine uygun arif ve kâmil kulluğa erişmeleri için kesinlikle, muhakkak gereklidir.
    Çünkü Hz. Resulullah efendimizden sonra hidayet daveti, âlimler ve kâmil mürşit tarafından yapılır ki, Pir seyyid Muhammed Nur Hz; “hidayatin baş mazharı Hz. Muhammed (sav)’dir, onun temsilcileri ise âlimler ve kâmil mürşittir” buyurmuştur. Resulullah efendimizin bu temsilcileri hakkında Cenabı Hak; Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz: İyilik ve güzelliği belirlenmiş olana özendirirsiniz, kötülük ve çirkinliği belirlenmiş olandan sakındırırsınız..” (Ali İmran-110) Ve “Rabbin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele et…” (Nahl-125) Buyurur.
        Resulullahın bu temsilcileri, mazhar olduğu marifet ve kemalatı tebliğ etmekte hiç tereddüt etmezler ve hiç üşenmezler. Hz. Ali’nin “ilim sarf edildikçe artar” dediği gibi onlar, ruhani manevi zenginliklerini muhtaç ve mahrumlara sarf edip onlarla paylaşırlar. Onlar tevhidi hakiki marifetiyle fenafillah ve bekabillah keşfi marifetiyle yaşadıkları gibi, bu marifeti yaşatmak için fedakâr ve gayretli olurlar. Bunlar tevhidi hakikinin mahrum ve muhtaçlarını arar bulurlar ve onların da fenafillâh ve bekabillâh müşahedesine erişmeleri için onlara infakta bulunurlar. Ve bu yolda yani mahrum ve muhtaçlara infakta maddi ve manevi fedakârlıkla gayret göstermeleri onların mazhar olduğu ruhaniyeti ve kemalatı arttırır. Bunu ifadeyle cenabı Hak; “...sadakalar karşılığında artışlar getirir...” (Bakara-276) buyurur.
      Nasıl ki, zahiren zenginin malında fakirin zekat hakkı varsa, arifin irfanı da Allah’ın bağışı olup, arif ve kâmilin irfaniyetinde de mahrum ve muhtaçların hakkı vardır. Bunu beyanla kuranda, “Bunların mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun için. (Meariç-24,25) buyrulur. Kamil arif bir kul, Mazhar olduğu İrfan ve ruhaniyetin Hakk’ın bağışı olduğu şuuru ile muhtaçları arayıp bulmaz ve bunlara infakta bulunmazsa, ondan Hakk’ın bağışı kesilir ve o arif, irfan fakiri olur. Kendisine Hakk’ın lütfettiği irfanı mahrum ve muhtaçlara infak etmekte gayret göstermeyip maddi ve manevi fedakarlıkta bulunmaması, arifin irfaniyet ve ruhaniyetinde donukluk ve gerilemeye sebep olur. Ve mazhar olduğu ruhaniyet ve marifet zenginliği azalarak zayıflar ve onun sözleri ruhaniyetten mahrum ve cılız olur. Ki bu bağışın kesilmemesi için Hz. Ali’nin; “Ey Rabbimiz! Bize hidayet ettikten sonra kalplerimizi döndürme bize leddunun dan bir rahmet ver. Muhakkak ki Sen, yalnız sen Vahhâb'sın, bol bol bağışta bulunansın.” (Ali İmran-8) ayetini sıkça okuyarak dua ettiği rivayet edilir.
       Bu bağış mazhariyeti ile infakta bulunan ehli kemal’in, gayret ve infakları karşılığında maddi hiçbir beklentisi olmaz. Ve infakta bulunduğu mahrum ve muhtaçlara asla maddi ve beşeri bir külfet yüklemez. Bu onların değişmez özelliklerinden olup, bir mürşidin Kâmil olmasının da en belirgin özelliğidir. Bu konuda yüce Allah, ”Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. De ki bu hizmetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben ancak dileyen kişinin Rabbine doğru bir yol tutmasını istiyorum“ Furkan (56-57) buyurur. Yine Kuranın’ birçok ayetinde peygamberlerin dilinden ; “…ben bu iş için sizden bir ücret/ödül istemiyorum. Benim ücretim/ödülüm yalnız âlemlerin Rabbindendir” Şuara (109-127-145-164-180) buyrulur. Ki bütün bu ayetlerde açıklandığı gibi, velayet irşadı ile infakta bulunan bir mürşidin, bu infakına karşılık her hangi bir maddi külfet ve ücret yüklemesi, o mürşidin kâmil olmayışının en büyük alametidir. Velhasıl arif ve kâmil, mazhar olduğu marifet zenginliğini infak ederken bu zenginliği bağışlayan Allah’a şükrederek, “Zekâtı vermek için faaliyettedir onlar.” (Müminun-4) ilahi beyan gereği daima, manevi zekât ve infak gayreti ile yaşar.
        Kuranı kerimde; Yine yola koyuldular. Biraz sonra bir kente geldiler. Kent halkından yemek istediler, ama onlar bu ikisini konuk etmekten çekindiler. Orada, yıkılmayı bekleyen bir duvara rastladılar; genç adam tuttu onu onardı. Musa "İsteseydin buna karşılık bir ücret elbette alırdın." dedi. Dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramın ayrılmasıdır..." (Kehf-77,78) Buyrulur. Ki bu ayette Hz. Musa ile Hızır’ın, yolculuklarında uğradıkları ve kendilerine yiyecek ve içecek vermeyen şehir halkının duvarını, Hz. Musa’nın ‘bunlar bize yiyecek içecek vermedikleri halde duvarlarını neden yapıyorsun, bari karşılığında yiyecek içecek alsa idik’ diye itiraz etmesine rağmen Hızır’ın imar etmesi ifade ediliyor.
Ki, bu ayetin ledduni manası şöyledir; Hızır ve Hz. Musa’nın gittiği O şehir, şeriat ahkâmına tabi olup o ahlak üzere yaşayanları ifade eder. Bir peygamber veya veli, böyle bir halk ile yaşayıp sohbet etse de onlar dinin sadece şeriat ahkâmı ile yetinip, İslam’ın ledduni marifetinden uzak ve nübuvet velayet irfanından mahrum oldukları için, onların bir peygamberi veya veliyi besleyip gıdalandıracak kemâlat ve irfaniyetleri olamaz. Bu sebeple nebinin ve velinin ruhani açlıklarını ve ihtiyaçlarını gideremezler. Fakat buna rağmen Hızır, şeriat ahkâm ve ahlâkıyla yaşayanların tevhidi hakikiye olan istidat duvarlarını imar etti. Ve buna itiraz eden Hz. Musa ya “...Duvar, o kentte yaşayan iki yetim oğlanındı. Altında, oğlanlara ait bir define vardı...” (Kehf-82) dedi. Ve o iki yetimin” hakkının korunması için bu duvarı yaptığını ifade etti. Yani Hızır o şehir halkı olan ehl-i şeriat ile ilgi ve münasebet duvarını imar ederek, onlara irşat ile infakta bulundu.
      Bu hadise; her insanın doğuştan potansiyelindeki sahipsiz iki yetim olan Nübüvet ve velayet ruhaniyetinin açığa çıkıp, o kişi de arif ve kâmil insan olsun diye hiçbir ücret vb. karşılık almadan Hızır’ın, gayretle çalışmasını ifade eder.  
     Hızır; zamanın Kâmil mürşididir ki, Hızır’ın ölümsüz ve her zaman sağ olması yeryüzünde Kâmil’in her zaman mevcut olmasının ifadesidir. Velhasıl Hidayetin davetçisi olan ehli irfan ve ehli kemal her zaman var oldukları bu imtihan âleminde, Allah’ın ihsanı ve lütfu ile mazhar oldukları ledduni marifet ve kemalatlarıyla, manevi zekât ve infakı, mahrum ve muhtaçlara hiçbir maddi karşılık beklemeden ifa ederler. Bizler de bu ledduni infaktan nasiplenenlerden oluruz inşallah. Her şeyi en iyi bilen Allah’tır.

                                                                                Nejdet ŞAHİN

Hiç yorum yok: