Kullarına maddi ve manevi nimetlerini ihsan
ve lütfeden Allah övülmeye layık olandır. Selam Hz. Muhammed’e (sav) evladı resule
ve onların izinden gidenlere olsun.
Zekâtın zahiri yönü: Zekât kuranın birçok
ayetinde mali, yani malla mülkle yapılması açıkça ifade edilen farz bir ibadettir. İnfak ise kulun Allah’ın rızasını
kazanmak için muhtaçlara malı veya nakdi ile yardım etmesidir. Bu bakımdan infak, farz olan zekâtı, vacip olan
kurban ve fıtır sadakası ile her türlü hayrın ifadesidir. Kurandaki "…Ve
sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: "Helal kazancınızın
size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin." (Bakara-219)
beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, bir mümin kendinin ve bakmakla mükellef
olduklarının asıl ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra kalan zekâta tabi mal veya
nakdinden muhtaç olanlara vermesi, Allah’ın emridir.
Yine kurandaki; “Sadakalar/zekât
malları Allah'tan bir farz olarak sadece şunlar içindir: Fakirler, düşkünler,
sadakalarla ilgilenmeye memur edilenler, kalpleri yakınlaştırılıp ısındırılacak
olanlar, özgürlüğünü yitirmiş olanlar, borçlular, Allah yolundakiler, yolda
kalmış kişi. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir.” (Tevbe-60) ayet beyanı ile Cenabı Hak, sadakanın / zekâtın
kimlere verileceğini de bizlere açıkça belirtiyor. Buna göre zekât; ayet’te vasıfları
belirtilen muhtaçların, zekât
verecek durumdaki zenginlerden alacağıdır.
Zekât zahiren toplumsal bir ibadet olup, eğer
zekât Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru ifa edilirse, o toplumda sosyal
rahatsızlıklar önemli ölçüde azalır. Çünkü toplumsal rahatsızlıkların önemli
bir bölümü ekonomiktir.
Yüce
Allah Kuranda; “Göklerin ve yerin mülkü Allah’ındır.” (Ali İmran-189) Ve “De ki mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım
sen mülkü dilediğine verirsin dilediğinden geri alırsın. Dilediğini yüceltirsin
dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir. Gerçekten sen her
şeye kaadirsin ” (Ali İmran -26)
buyurur. Ki zengin müminler, bu ilahi
beyanlardaki iman ve şuur ile mülkün sahibi Allah’tır, ben ise o mülkün bu âlemdeki
bekçisiyim ve onunla imtihan olunuyorum anlayışıyla infaklarını yapıp, muhtaç
olanlara zekât ve sadaka dağıtması gerekir.
Yine kurandaki; “Sana, neyi infak
edip vereceklerini soruyorlar. De ki: "İnfak ettiğiniz mal ve nimet;
ana-baba, yakınlar, yetimler, yoksul ve çaresizlerle yolda kalan için olmalıdır…"
(Bakara-215)
Ayeti ile
infak edilecek muhtaçların kimler olduğunu yüce Allah kesin ve net ifadeyle bizlere apaçık bildiriyor.
Buna göre infakta öncelik anne, baba,
akraba, komşu, mesai arkadaşı vb. gibi sosyal yönden yakın olanlardır. Bunlar
içinde anne ve baba muhtaç ise, yılda bir kere verilen zekâtla gözetilmeyip her
zamanda infak edilerek bakılır. Zekat
verilip infak yapılırken kardeş akraba, komşu gibi yakınlar öncelikle
gözetilmelidir. Ve zekât muhtacın zengindeki hakkı olduğundan, eğer zekat
muhtaç olmayana verilirse zekat verilmiş olmaz. Bu aynı, Ali’ye borçlu olduğu
halde kişinin borcunu gidip Ahmet’e ödemesi gibidir. Ki, Ahmet’e ödeme yapmakla
alacaklı olan Ali nin borcu ödenmiş olmaz. Bunu beyanla bazı âlimler “zekât’ın
muhtaç olana verilmediği sonradan anlaşılırsa zekât verilmiş sayılmaz. Ve
zekâtın tekraren muhtaç olanı arayıp bulunup ona verilmesi gerekir” demişlerdir.
Bu itibarla zekât
ve infak eğer akraba komşu gibi yakınlara verilirse, ehline verilip
verilmediğinden şüphe ve tereddüt de olmaz. Çünkü herkes kardeşinin akrabasının
ve komşusunun muhtaç olup olmadığını kendisi gayet iyi bilir.
Fakat
maalesef günümüzde kardeş, akraba, komşu gibi muhtaç ve fukaranın hakkı olan zekat
ve infaklar, bazı cemaatler tarikatlar ve kurumlar tarafından kurs, burs, hizmet, dava vb. isimler
adı altında organize olunarak pervasızca
toplanıyor. Ki bunlar halkımızın zekât ve infakının büyük bir kısmını
ele geçirdiklerinden, kardeş akraba ve komşu gibi muhtaçlığından emin olunan fakire fukaraya infakın verilmesi
engelleniyor. Ve kuran’ın zekat verilecekler olarak apaçık tanıttğı
fakir, fukara, yetim ve muhtaçlara zulüm yapılıyor. Ve bu engelleme
zulmü, mümin bir zenginin zekâtının Allah’ın emri gereğince yerine varıp
varmadığı tereddüt ve şüphesini de getirir. Ki yakınlarındaki muhtaçlığından
emin olunan akraba, komşu ve sosyal yakınları bırakıp, bu organizasyonlara
infak yapmakla belki zekât verilmemiş olur. Ve tekraren muhtaç olanın bulunup
ona verilmesi gerekebilir.
Buna göre, kuranın açıkça ve kesinlikle belirttiği
gibi zekât, muhakkak ve öncelikle akraba komşu vb. sosyal yönden yakın olan muhtaçlara
verilmesi gerekir.
Bu infak
ve zekât vermekle alâkalı mevzularda toplumun kafası karşık olup, bu konunun yetkili
kurum ve uzman alimleri maalesef toplumun kafa karışıklığını çözecek görüş ve
fetvalar üretmedikleri gibi bunlar, yetki ve otoritelerini bu konuda didinerek
çözüm getirmeye gayret edenleri diskalifye etme ve engelleme yönünde
kullanıyorlar. Bu yetkili kurum ve sözde uzmanların beceriksizliklerinden
ve yetersizliklerinden, halâ 1200 1300 yıl önce verilmiş fetva ve değerlerle
müminler zekât ve infak yapıyorlar. Mesela, bu konuyla alakalı kitapların ve âlimlerin
birçoğu, yaklaşık 80 gram altının, yaklaşık 560 gram gümüşün, 40 adet küçükbaş
hayvanın, 30 adet büyükbaş hayvanın zenginlik sınırı olduğunu beyan ediyorlar.
Ki bu değerlerin zenginlik sayıldığı zamanlarda 80 gr altın, 560 gr gümüş, 40
adet koyun keçi vb. küçükbaş, 30 adet büyükbaş sığırın fiatı birbirine eşit
değerler taşıdığından, bunlara sahip olanlar zengin kabul ediliyordu. Yani
80 gr altın, kırk küçükbaş ve 30 büyükbaş parası ile eş değerdeydi. Keza 560
gr gümüşte, aynı şekilde 40 küçükbaş 30 büyük baş değerindeydi. Oysa
günümüzde bu zenginlik değerleri çok değişmiş 560 gr gümüş yaklaşık iki koyun
değerinde olup bir adet büyük başın değeri kadar bile etmez. Keza günümüzde 80
gr. Altın yaklaşık 10 adet koyun veya bir ya da iki büyükbaş değerindedir.
Velhasıl zekât ibadetini yerine getirme sınırı, günümüz şartlarına ve günümüzün
mali ve ekonomik alet ve enstürümanları ile düzenlenip müminleri 1200, 1300 yıl
önceki verilmiş fetvalarla amel etmekten acilen kurtarmak gerekir. Ayrıca zekât ve infakların öncelikle akraba ve
sosyal yönden yakın olanlara verilmesi özendirilip, bunların cemaat tarikat ve
çeşitli kurumlar tarafından gasp edilişi önlenmelidir.
Yüzde 99 u Müslüman
olan milletimizin hazinesinden maaş alıp hayatiyetlerini devam ettiren yetkili
kurum ve uzmanların bunları düzenleyerek, toplumun önünü açıp kafa
karışıklıklarını gidermesi onların vebâli
olup asli görevleridir.
Böyle
akraba ve komşu gibi yakın fakir muhtaç ve yetimlere zekatın verilmesini
engelleyip, ‘illa bizim kursa bursa
veya bizim hizmete bizim davaya zekatları verin, biz sizin verdiğiniz infakları
Allah yolunda harcıyoruz, bize verirseniz zekatınız kabul olur,’ gibi
ifadelerle müminleri aldatanların ürettiği bir saptırma daha vardır, o’da; ‘herkese zekat verilmez ancak ehil olana
verilir ve biz abdestinde namazında olanlara dağıtıyoruz’ yalanıdır.’
Çünkü kuran beyanlarından anlaşıldığı gibi Cenabı Hak, namaz kılana abdest
alana zekât verin demediği gibi, muhtaç olana verin diyor. Ayetteki “...kalpleri
yakınlaştırılıp ısındırılacak olanlar..” (Tevbe-60) ifadesinden de açıkça anlaşıldığı gibi, İslam dışı
olanlara, yani Müslüman olmayanlara dahi eğer muhtaç ise zekât verilip infak
yapılır. Bu itibarla; ‘Zekâtı bize
ver, biz namazlılara abdestlilere ve Allah için harcarız demek,’ büyük
bir saptırma ve yalan olup, fakirin
yetimin mutacın hakkı olan infak ve zekâtı gasp etmektir.
Bunlar çeşitli ünvân ve isimlerle faaliyet gösterip
hizmet, dava, burs, kurs, deyip halkı soyuyor ve fakirin, yoksulun, garibanın
zengindeki alacağı hak olan zekât, kurban, sadaka gibi infakı kendi
organizasyonlarına aktararak, zekât ve yardımın fakire, yoksula gitmesini
engelleyip fukaraya zulüm ediyorlar. İşte bunları beyanla Kuranda; “Gördün
mü o dini yalan sayanı, işte odur yetimi itip kakan. Yoksulu doyurmayı
özendirmez o, vay haline o namaz kılanların ki namazlarında gaflet içindedir
onlar. Onlar riyaya sapandır, onlar gösteriş yaparlar ve onlar yardıma, zekâta
engel olurlar.”(Maun 1…7) Buyrulur.
Velhasıl, buraya kadar infak ve zekât
ibadetinin zahirine yönelik bazı önemli gördüğümüz hususlarından bahsedildi.
Fakat “İslam’ın her temel değerinin
ledduni hikmeti olduğu” gibi, kuranın her birkaç sayfasında sıkça
bahsedilen zekât ibadetinin de ledduni hikmeti vardır. Ve bu hikmetleri
araştırmak şüphesiz kulların kemale ulaşıp insanı
kâmil olabilmelerinde gidecekleri yegâne yoldur.
Zekat’ın
ledduni hikmet yönü: Nasıl ki zahiri açıdan, yani şeriata göre zekat
herkes tarafından değil de zengin olan tarafından ifa edilen bir ibadet ise, Hakikati
itibarıyla da zekat ve infak; ilim irfan
ve kemalat zenginliğine mazhar olan alim, arif ve ehli kemal tarafından, cahil
olup ilim ve irfanın mahrum ve muhtaçlarını irşat ederek yapılır.
Bunu ifadeyle
kuranda; “Güzel,
yapıcı bir söz, bir bağışlama, ardından bir eziyet gelen sadakadan daha
üstündür..”
(Bakara-263) buyrulduğu gibi, “... Ve kendilerine rızık olarak
verdiklerimizden, başkalarına pay çıkaranlardır / infak edenlerdir.” (Şura-38, Fatır-29) beyanı vardır. Bu ayette geçen “rızık”
ifadesi, hem zahiri mal mülk nimeti zenginliğidir, hem de manevi nimetler
zenginliğidir. Bu itibarla manevi nimetlerin en hayırlısı ilim ve irfandır ki,
bunu “...De
ki Rabbim ilmimi arttır”
(Taha-114) “... Ve kendisine hikmet verilmiş olana
çok büyük bir hayır verilmiş demektir…”
(Bakara-269) Ayetleri
açıkça ifade eder.
İlim sahibine âlim denildiği gibi irfan ve hikmet ehline arifibillâh denir. Pir seyyid Muhammed Nur Hz. leri; “İlim
akılla tahsil edilir, irfan ise müşahede ile tahsil edilir.” Buyurur.
Bu itibarla her âlim de muhakkak ilim vardır fakat irfan olmayabilir. Eğer bir Âlim
de irfan yoksa hikmette olmaz. Fakat her
arifte muhakkak ilim olduğu gibi o, irfaniyeti ile hikmetin de mazharıdır.
Bundan dolayı âlimler tahsil ettiği ilim ve ihtisasına
göre halkı irşat ederek onlara yol gösterip halkı aydınlatırlar. İşte bu
yol gösterip aydınlatma, o âlimin ilim zenginliğinden dağıttığı zekat olup o
ilmin mahrumu ve muhtaçlarına yaptığı manevi infaktır.
Arif ise, ilim ve irfan mazharı
olmakla kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbine kavuşmuş olan kâmil kuldur.
Ki insanın yaradılışının yüce amacı,
bu imtihan alemi olan yeryüzünde yaratıcısını bulup rabbine vasıl olmasıdır.
İşte bu yaradılışın yüce gayesine erişebilmesi için her mümin, arif ve ehli
kemalin infak ve zekatına muhtaçtır. Bunu ifade ile cenabı Hak; “…eğer
bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun" (Nahl-43) “…sorun zikir ehline
eğer bilmiyorsanız” (Enbiya-7) buyurur. Çünkü arif ve kâmilin infakı
olan irfana mazhar olmayan mümin bir insanın, bu imtihan âleminde yaradılışının
yüce gayesine ulaşıp rabbine kavuşması mümkün değildir. Ancak kâmilin irşadı
ile bir kul yaratıcıya vuslat edebilir. Bunu beyanla yüce Allah; "Ey
iman edenler! Allah’tan korkun. O’na varıp kavuşmaya vesile arayın. O’nun
yolunda mücahede/gayret edin ki felaha/kurtuluşa eresiniz" (Maide-35) buyurur. Ehli kemal; bu
ayetteki “vesileden” maksadın, zamanın kâmil mürşidi olduğunu ifade
etmişlerdir.
Bu itibarla, bu alemde
yaşayan her mümin ölmeden, yani bu alemden göçmeden önce kamili bulup onun
infakı olan irşattan nasiplenerek, arif ve ehli kemal arasına karışması
gerekir. Bir kimse kamilin infakı olan irşat olmadan bu alemden göçerse
o, bir daha irşat bulamaz ve cehalet perdesini kaldırıp rabbine kavuşamaz.
Ve böyle bir kul var olduğu her yerde, yani dünya kabir ve ahiret âlemlerinde
ebediyen rabbinden perdeli olur ve rabbini müşahede edemez. Bunu ifadeyle kuranda;
“Bu
Dünyada kör olan ahirette de kördür”
(İsra-72) buyrulur. Çünkü insanın imtihan yeri, bu yeryüzü olan dünya âlemidir.
Ve Rabbini müşahede irşadı sadece bu yeryüzü olan imtihan âleminde olduğu için,
bir kulun bu âlemde kâmili bulup onun zekât ve infakı olan irşadından
nasiplenmesi yegâne gereklilik olduğundan Cenabı Hak, hem de iman sahibi olan
müminlere hitaben; “Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman
Allah’a ve Resulüne icabet edin..”
(Enfal-24) Diyor. Dikkat edilirse bu ayetteki muhatap müminlerdir ve Mümin
hayat bulmaya yani dirilmeye çağrılıyor. Ki bu dirilme; bir kimsenin taklidi
iman veya istidlal/delilli imanla Mümin olduğu halde, hakiki / kâmil imanla
şereflenmesinin diriliğidir. Bu dirilik aynı zamanda cümle alemlerde
mevcut olan rabbine vuslat eden arif ve insanı kamil kulluğuna erişme
diriliğidir.
Çünkü üç kısım imanla mümin olunur. Birincisi imanı taklittir, imanı taklit müminlerinin imanı çok zayıf olup bunlar
annesinden, babasından hocasından duyduklarıyla yetinip, yaratıcı hakkında bir
araştırma ve tefekkürü olmayan müminlerdir. İkincisi imanı istidlal yani delillerle yaratıcıyı araştırarak türlü
delillerle Hakk’ın eserlerini görüp, gördüğü eserlerini delil yaparak Allah’a
iman eden müminlerdir. Üçüncüsü ise imanı
hakikidir ki kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbine kavuşmuş hakiki
kâmil imanla mümin olanlardır. Ki bu imanı hakiki müminleri var oldukları her âlemde
rabbinden gayrı müşahede etmeyip daima rabbine vuslat keyfiyeti ile yaşarlar.
Bu itibarla ayette ifade edilen ve
mümine hayat verecek olan dirilik hakiki / kâmil mümin diriliğidir. İşte Bu
diriliğe ulaşmak için, imanı taklit ve imanı istidlal müminlerinin zamanın mürşidi kâmilinin ilim irfan zekât
ve infakından muhakkak nasiplenmeleri icap eder. Bu nasiplenme, onların da
yaradılışlarının yüce gayesine uygun arif ve kâmil kulluğa erişmeleri için kesinlikle, muhakkak gereklidir.
Çünkü Hz. Resulullah efendimizden
sonra hidayet daveti, âlimler ve kâmil mürşit tarafından yapılır ki, Pir seyyid
Muhammed Nur Hz; “hidayatin baş mazharı Hz. Muhammed (sav)’dir, onun temsilcileri ise âlimler
ve kâmil mürşittir” buyurmuştur. Resulullah efendimizin bu temsilcileri
hakkında Cenabı Hak; “Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz: İyilik ve güzelliği belirlenmiş olana özendirirsiniz, kötülük ve
çirkinliği belirlenmiş olandan sakındırırsınız..” (Ali İmran-110) Ve “Rabbin
yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir tarzda mücadele
et…” (Nahl-125) Buyurur.
Resulullahın bu temsilcileri, mazhar
olduğu marifet ve kemalatı tebliğ etmekte hiç tereddüt etmezler ve hiç
üşenmezler. Hz. Ali’nin “ilim sarf edildikçe artar” dediği
gibi onlar, ruhani manevi zenginliklerini muhtaç ve mahrumlara sarf edip
onlarla paylaşırlar. Onlar tevhidi hakiki marifetiyle fenafillah ve bekabillah keşfi
marifetiyle yaşadıkları gibi, bu
marifeti yaşatmak için fedakâr ve
gayretli olurlar. Bunlar tevhidi hakikinin mahrum ve muhtaçlarını arar bulurlar
ve onların da fenafillâh ve bekabillâh müşahedesine erişmeleri için onlara
infakta bulunurlar. Ve bu yolda yani mahrum ve muhtaçlara infakta maddi ve
manevi fedakârlıkla gayret göstermeleri onların mazhar olduğu ruhaniyeti ve
kemalatı arttırır. Bunu ifadeyle cenabı Hak; “...sadakalar karşılığında
artışlar getirir...” (Bakara-276)
buyurur.
Nasıl ki, zahiren zenginin malında fakirin
zekat hakkı varsa, arifin irfanı da Allah’ın bağışı olup, arif ve kâmilin irfaniyetinde
de mahrum ve muhtaçların hakkı vardır. Bunu beyanla kuranda, “Bunların
mallarında belirli bir hak vardır: Yoksul ve yoksun için. (Meariç-24,25) buyrulur. Kamil arif
bir kul, Mazhar olduğu İrfan ve ruhaniyetin Hakk’ın bağışı olduğu şuuru ile
muhtaçları arayıp bulmaz ve bunlara infakta bulunmazsa, ondan Hakk’ın bağışı
kesilir ve o arif, irfan fakiri olur. Kendisine Hakk’ın
lütfettiği irfanı mahrum ve muhtaçlara infak etmekte gayret göstermeyip maddi
ve manevi fedakarlıkta bulunmaması, arifin irfaniyet ve ruhaniyetinde donukluk
ve gerilemeye sebep olur. Ve mazhar olduğu ruhaniyet ve marifet zenginliği
azalarak zayıflar ve onun sözleri ruhaniyetten mahrum ve cılız olur.
Ki bu bağışın kesilmemesi için Hz. Ali’nin; “Ey Rabbimiz! Bize hidayet
ettikten sonra kalplerimizi döndürme bize leddunun dan bir rahmet ver. Muhakkak
ki Sen, yalnız sen Vahhâb'sın, bol bol bağışta bulunansın.” (Ali İmran-8) ayetini sıkça okuyarak dua ettiği rivayet
edilir.
Bu bağış mazhariyeti ile infakta bulunan
ehli kemal’in, gayret ve infakları karşılığında maddi hiçbir beklentisi olmaz.
Ve infakta bulunduğu mahrum ve muhtaçlara asla maddi ve beşeri bir külfet
yüklemez. Bu onların değişmez özelliklerinden olup, bir mürşidin Kâmil olmasının da en belirgin özelliğidir. Bu
konuda yüce Allah, ”Biz seni sadece müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. De ki bu
hizmetime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ben ancak dileyen kişinin Rabbine
doğru bir yol tutmasını istiyorum“ Furkan (56-57) buyurur. Yine Kuranın’
birçok ayetinde peygamberlerin dilinden ; “…ben bu iş için sizden bir ücret/ödül
istemiyorum. Benim ücretim/ödülüm yalnız âlemlerin Rabbindendir” Şuara (109-127-145-164-180) buyrulur.
Ki bütün bu ayetlerde açıklandığı gibi, velayet irşadı ile infakta bulunan bir
mürşidin, bu infakına karşılık her hangi bir maddi külfet ve ücret yüklemesi, o
mürşidin kâmil olmayışının en büyük alametidir. Velhasıl arif ve kâmil,
mazhar olduğu marifet zenginliğini infak ederken bu zenginliği bağışlayan
Allah’a şükrederek, “Zekâtı vermek için faaliyettedir onlar.” (Müminun-4) ilahi beyan gereği daima, manevi zekât ve infak
gayreti ile yaşar.
Kuranı kerimde; “Yine yola koyuldular. Biraz
sonra bir kente geldiler. Kent halkından yemek istediler, ama onlar bu ikisini
konuk etmekten çekindiler. Orada, yıkılmayı bekleyen bir duvara rastladılar;
genç adam tuttu onu onardı. Musa "İsteseydin buna karşılık bir ücret
elbette alırdın." dedi. Dedi ki: "İşte bu, seninle benim aramın
ayrılmasıdır..." (Kehf-77,78) Buyrulur. Ki bu ayette Hz. Musa ile
Hızır’ın, yolculuklarında uğradıkları ve kendilerine yiyecek ve içecek vermeyen
şehir halkının duvarını, Hz. Musa’nın ‘bunlar
bize yiyecek içecek vermedikleri halde duvarlarını neden yapıyorsun, bari
karşılığında yiyecek içecek alsa idik’ diye itiraz etmesine rağmen Hızır’ın imar etmesi ifade ediliyor.
Ki, bu ayetin ledduni manası şöyledir;
Hızır ve Hz. Musa’nın gittiği O şehir, şeriat ahkâmına tabi olup o ahlak üzere
yaşayanları ifade eder. Bir peygamber veya veli, böyle bir halk ile yaşayıp
sohbet etse de onlar dinin sadece şeriat ahkâmı ile yetinip, İslam’ın ledduni
marifetinden uzak ve nübuvet velayet irfanından mahrum oldukları için, onların
bir peygamberi veya veliyi besleyip gıdalandıracak kemâlat ve irfaniyetleri
olamaz. Bu sebeple nebinin ve velinin ruhani açlıklarını ve ihtiyaçlarını
gideremezler. Fakat buna rağmen Hızır,
şeriat ahkâm ve ahlâkıyla yaşayanların tevhidi hakikiye olan istidat
duvarlarını imar etti. Ve buna itiraz eden Hz. Musa ya “...Duvar, o kentte yaşayan iki
yetim oğlanındı. Altında, oğlanlara ait bir define vardı...” (Kehf-82)
dedi. Ve o “iki yetimin” hakkının korunması için bu duvarı yaptığını ifade
etti. Yani Hızır o şehir halkı olan ehl-i şeriat ile ilgi ve münasebet duvarını
imar ederek, onlara irşat ile infakta bulundu.
Bu hadise; her insanın doğuştan potansiyelindeki sahipsiz iki yetim olan Nübüvet ve velayet ruhaniyetinin açığa çıkıp,
o kişi de arif ve kâmil insan olsun diye hiçbir ücret vb. karşılık almadan Hızır’ın,
gayretle çalışmasını ifade eder.
Hızır; zamanın Kâmil mürşididir ki, Hızır’ın ölümsüz ve her zaman sağ
olması yeryüzünde Kâmil’in her zaman mevcut olmasının ifadesidir. Velhasıl Hidayetin davetçisi olan ehli irfan ve ehli
kemal her zaman var oldukları bu imtihan âleminde, Allah’ın ihsanı ve lütfu ile
mazhar oldukları ledduni marifet ve kemalatlarıyla, manevi zekât ve infakı,
mahrum ve muhtaçlara hiçbir maddi karşılık beklemeden ifa ederler. Bizler
de bu ledduni infaktan nasiplenenlerden oluruz inşallah. Her şeyi en iyi bilen
Allah’tır.
Nejdet ŞAHİN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder