31 Ağustos 2020 Pazartesi

MUHARREM AYI, KERBELA, ŞEHİTLER ŞAH-I HZ. HÜSEYİN


        Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamt, resulü Muhammed Mustafa’ya (sav) ve evlatlarına / ehli beytine selâm olsun. O evlâdı resul ki, her zamanda mevcut ve sağ olup insanlığı aydınlatmaktadırlar.

        Yüce Allah’ın Kuran’daki; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git / onlara danış / istişare et...” (Al-i İmran-159) Ve “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura-38) Beyan ve buyruğu gereğince Hz. Muhammed; insanların kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini kaldırıp “şurayı / meclisi”, yani halkın meclisini kurmuş ve o meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur.

        Yine “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa-58) Allah’ın emri doğrultusunda Hz. Peygamber Efendimiz; belli aşiret mensuplarına değil liyâkata yani işin ehli olan kişilere değer vermiş ve her işin başına ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir.

        Çünkü Hz. Resulullah’ın zuhuruna kadar aşiret, kabile reisleri toplumu yönetiyor ve onlar ne derlerse o oluyordu. Aşiret reislerinin kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. İşte Hz. Peygamber Efendimiz, Allah’ın emri doğrultusunda bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan, aşiretinden dolayı üstün olmayacağını ilan etti. Ve her türlü emanetin ehil / lâyık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurduğu gibi, kendisi de bizzat uyguladı. Ve böylece Allah’ın elçisi Hz. Muhammed, cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı.

        Bu uygulama Hz. Peygamber Efendimiz’den sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı müddetince devam etti. Ve bunların hiç birisi, kendisinden sonra oğlunu kardeşini veya kendi aşiret ve soyundan geleni kendi yerine emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir seçelim mi”? Diye sorduklarında Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için seçmeyin, lâyık ve ehil ise öyle seçin” demiştir.

        Bu itibarla şuranın / meclisin, yani halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçmesiyle emirül Mümin’in (devlet başkanının) tespit edilmesi, yüce Allah’ın kuran kaynaklı açık emri olduğu için Hz. Resulullah Efendimiz; kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir / başkan şu veya bu kişi olsun demedi. Halbûki o zaman, Hz. Peygamber kendisinden sonraki emir / başkan olarak hangi sahabeyi ifade etse idi o kimse tereddütsüz emirül mümin, yani devletin başkanı olurdu.

        Halk meclisinin ehil / lâyık olanı seçme uygulaması, Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ki, Allah’ın emri olan ve Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı seçici halk şurasını / meclisini Muaviye kaldırıp lâğvettiği gibi; ehli kemal ve ehli irfan olan sahabe ve müminlerin itirazlarına rağmen Muaviye, oğlu olan Yezit’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Ve Resulullah Efendimizin kaldırdığı cahiliye geleneği olan aşiretçiliği kabileciliği tekrar ihya edip diriltti. Muaviye; buna karşı gelen Resulullah’ın sahabelerini ve müminlerin kimilerini şehit, kimilerini de sürgün ettirdiği gibi, Hz. Hasan’ı da karısına zehirlettirdi.

        Bu şekildeki oldubitti ile Muaviye oğlu Yezit’in emir / padişah olmasını kabul etmeyen küfe halkı, emir el mümini (müminlerin reisini) seçmek üzere toplayacakları halk meclisine başkanlık yapması için, Hz. Hüseyin’i küfe şehrine davet ettiler. Ve Hz. Hüseyin’in ve beraberindekilerin can mal güvenliğini sağlamayı da taahhüt ettiler. Fakat küfeliler, maalesef bu taahhütlerini yerine getiremediler. Ve Hz. Hüseyin’le beraberindekiler, toplanacak olan halk meclisine başkanlık (reislik) etmek için Medine’den küfeye giderken kerbelâ mevkiinde, Muaviye’nin padişah olarak atadığı oğlu Yezit’e bağlı zorba katiller tarafından şehit edildiler.

        Kısaca özetlediğimiz ve İslâm dünyasında derin bir üzüntü ve keder hisleriyle malûm olan bu kerbelâ hadisesi, çok kimselerce çok değişik açılardan değerlendirilmiş ve hâlen de değerlendirilmektedir.

        Günümüzde de her hicri takvim yılının muharrem ayında bu kerbelâ hadisesi çeşitli etkinliklerle yâd edilip anılmakta, oruçlar tutulup, perhizler yapılıp, aşure dağıtılarak ziyaretler yapılmakla beraber, Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edilişleri vaazlar ve sohbetler yapılarak tekraren hatırlatılır. Ayrıca, küfe halkının Hz. Hüseyin’e yaptıkları koruma taahhütlerini yerine getirememe üzüntüsüyle kendilerini döverek / dövünerek yas etmelerini, günümüzde de bazı müminler devam ettirerek kendilerini dövüp kendilerine eziyet edip kanlarını akıtmak gibi abartılı yas törenleri de düzenlerler.

        Bazıları ise; Camilerde vaaz-ı nasihat edip Cuma hutbelerinde hutbe verirken, sanki bu yas törenlerine alternatif olarak, ‘Hz. Âdem’le Havva validemiz muharrem ayında Arafat ta buluştular; Hz. Nuh tufandan bu muharrem ayında kurtuldu; Yunus as. Balığın karnından bu ayda karaya çıktı’ vb. gibi peygamber kıssalarını ön plana çıkarıp, kerbelâ hadisesinden de etliye sütlüye dokunmadan kısaca bahsederler. Bunlar vaazlarında, o zaman Şam şehrinde vali olan Muaviye’nin emirül mümin Hz. Ali’ye isyan eden bir asi olmasını; Muaviye’nin Hz. Hasan’ı karısına zehirleterek öldürüp şehit ettiren bir azmettirici olmasını da söylemedikleri gibi; “De ki bu tebliğime karşılık sizden yakın akrabamı / ehli beytimi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…” (Şura- 23) Kuran beyanı ile yüce Allah’ın sevmemizi buyurduğu ehli beyti Hz. Hüseyin ile beraber katledenlerin baş katilinin Muaviye oğlu Yezit olduğundan da hiç bahsetmeden, güya kerbelâyı da kısaca anlatıyorlar.

        Maalesef günümüzde baktığımızda, her hicri yılın muharrem ayında Hz. Hüseyin ve ehli beytin şehit edildiği kerbelâ etkinliği olarak müşahede edilen manzara, aşağı yukarı böyledir. Oysa kerbelâ hadisesinin zahiri ve tarihi yönü haricinde leddûn-i manevi yönüne bir bakılsa, nice hikmetler olduğu müşahede edilir. Ki biz kerbelâ hadisesini leddûn-i hikmetleri açısından değerlendirmeye çalışacağız.

        Buna göre; rivayet olur ki, Hz. Ali ile Hz. Fatma ilmi tevhidi hakikiden, yani tevhidin hakikat yönünden bahisle kendi aralarında sohbet ederken, onları dinleyen oğul Hz. Hüseyin; “Ey benim anam babam siz ne konuşuyorsunuz ki ben dinlediğim halde hiçbir şey anlamıyorum”.  Deyince Hz. Ali; “biz annenle bir ilim tahtında ki buna kuşdili derler. Bu lisanla konuştuğumuz için sen konuştuklarımızı anlamadın. Eğer bu ilmi öğrenmek istersen dedene (Hz. resulullaha) git bu durumu söyle” diyor. Ve rivayet olunur ki Hz. Hüseyin ağlaya ağlaya resulullah efendimize gidip durumu anlatınca Hz. peygamber; “var babana selâmımı söyle sana bu Kuşdili olan ilmi öğretsin” buyuruyor. Ve babasına gelen Hz. Hüseyin selâmı söyleyip keyfiyeti anlatınca Hz. Ali, teveccüh açıp bir defa da mesleki resul seyri süluku’nun tamamını Hz. Hüseyin’e telkin edip onu irşat ediyor.

        Hz. Ali’nin kuşdili olarak ifade ettiği ilim, tevhidi hakiki ilmi irfanı olup bu ilim kuranda; “leddun ilmi” (Kehf-65) olarak beyan edilir. İmi leddûn açısından muharrem ayı; Hz. Ali’nin imamı olduğu velâyet makamını remzeder. Leddun-i yönden kerbelâ: İnsanı velâyet makamı keşfi irfanına eriştiren mesleki resul seyri sülukunu ifade eder. Ledduni açıdan Kerbelâ da şehit olmak ise: Velâyet irşadı ile şehitlik mertebesine ulaşmayı remiz eder.  

        Kuran’ı Kerim’de şehitlik mertebesini ifadeyle, “Ant olsun eğer Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz, Allah’ın bağışlaması ve rahmeti onların topladıklarından daha hayırlıdır. Ölseniz de öldürülseniz de mutlaka Allah’ta / Allah katında Haşr olacaksınız / toplanacaksınız.” (Ali imran-157,158) Buyrulur ki bu kuran beyanından açıkça anlaşıldığı gibi şehitlik; Allah yolunda ölenler ve öldürülenler olmakla iki kısımdır;

        Buna göre “Allah yolunda öldürülenler; kılıç şehidi olup, bu şehitler din vatan uğruna canını feda edip öldürülerek şehitlik makamına yükselenlerdir.

        “Allah yolunda ölen” şehitler ise; bu yeryüzü olan imtihan âleminde “ölmeden evvel ölenlerdir.” (Hadisi şerif) Bunu beyanla Hz. Resulullah Efendimiz, “İnsanlar gaflettedir öldükleri zaman uyanırlar.” deyince, meclisteki bazı sahabelerin; “Ya Resulullah ölümle uyanacağımız gafletten kurtulmak için ne yapalım?” sorularına cevaben Hz. Peygamber Efendimiz; Ölmeden evvel ölün. Sizin gibi yer, içer, gezer fakat ölmeden evvel ölenlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir’e bakın o, onlardandır.” Buyurmuşlardır.

        İşte her kim bu imtihan âleminde “ölmeden evvel ölürse” o, Şah’ı Hz. Hüseyin olan şehitler katına / mertebesine yükselir. Çünkü şehit, şahit olmak demek olup, bu şahitlik kul’un kendinde ve cümle eşyada mevcut olan “Allah’ta / Allah katında Haşır olması, toplanmasıdır.” (Ali imran-158) Ve insanın rabbin cemalini müşahede ederek şahit olmasıdır. Bu şahitlik / şehitlik için, zamanın kâmil mürşidinin irşadıyla Hz. Ali’nin imam olduğu velâyet mertebesi keşfi irfanına ulaşmak icap eder. Ki buna ulaşmak için Kerbelâyı remiz eden fenafillâh makamlarının fenayı efal, fenayı sıfat ve fenayı zat keşfi irfanıyla kulun kendine nispet ettiği varlığını fena edip yokluğa eriştirmesi gerekir. Ve her kim nispet varlığını fenaya / yokluğa eriştirirse o kişi, Hz. Ali’nin “kuşdili” dediği tevhidi hakiki irfanına, yani tevhidi ef’al, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi irfanıyla rabbine kavuşup, rabbin vahdet-i cemaline şahit / şehit olur. Ve “ölmeden evvel ölen” şehitlerle beraber Hz. Hüseyin’in şah ve sancaktarı olduğu şehitler mertebesine dâhil olur.

        Bu itibarla şehitler şahı Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut etmek, muharrem ayında peygamber kıssalarını anlatmak, perhizler yapmak veya kendini dövmekle değil, şehitlik makamına yükselerek şehitler Şah’ı Hz. Hüseyin sancağı altına dâhil olmakla mümkündür.

        Bunun için bir insan; leddun-i yönden muharrem velâyet irşad-ı aydınlığına kerbelâ seyri süluku ile erişip, ölmeden evvel ölürse ancak şehitlik makamına yükselir. Ve Hz. Hüseyin’e yakın olup onun ruhaniyetini hoşnut eder. Vesselam. Her şeyi en iyi bilen ancak Allah’tır.

                                                                                                                                                     

                                                             Nejdet Şahin                                    

                                                 25Aralık2010 cumartesi

 

 

10 Ağustos 2020 Pazartesi

VELAYET ELÇİSİ HACI ÖMER LÜTFİ HZ.LERİ

 Kosova Devletinin Prizren şehrinde ikamet eden Mesleki Resulü Melami hizmetkârı,Mürşidi kâmil Abdullah RAHTE Efendinin biricik evlâdı, kızımız Maide RAHTE hanımefendiye yadigârdır


Yüce yaratıcı olan Allah, yarattığı insanları resulleri/elçileri vasıtasıyla uyararak onlara neyin doğru ve faydalı, neyin yanlış ve zararlı olduğunu öğretir. Her kim bu elçilerin tebliğine inanarak itaat ederse o kimse, dünya ahiret ebedi huzur ve felaha kavuşur. Çünkü Hz. Muhammed (sav) “huzur ve mutluluk İslam’dadır” buyurmuşlardır. Ki insanlara faydalı olmak için tebliğ ve irşatta bulunan bu elçilerin bir kısmıpeygamber, diğerleri veli olmakla iki kısımdır.

Peygamber elçiler; insanı kâmil arasından Allah tarafından seçilirler ve peygamberlere Cebrail meleği tarafından vahiy gelir. Ki gelen vahiy doğrultusunda peygamberler insanlığı aydınlatırlar. Kurandaki “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o nebilerin/peygamberlerin sonuncusudur…”(Ahzab-40) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed, insanlığa gelen peygamberlerin sonuncusu olup onun şahsında inzal olan kuran ve İslâm dini, kıyamet kopuncaya kadar yeryüzü olan bu imtihan âlemine gelmiş ve gelecek tüm insanlığa hitap eder. Bu itibarla her insan dünya ahiret ebedi mutluluk huzur ve felahı için,Hz. Muhammed’e vahiy olunan kuran ve İslam dini irşadı aydınlığına muhtaçtır.

Veli elçiler;Velayet tebliğ ve irşadıyla insanlığı aydınlatarak hizmet ederler ki, bu Veli’leri ifadeyle kuranda “Gözünüzü açın Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur onlar mahzun olmayacaklardır da.” (Yunus-62)buyrulur. Veli; kelime anlamı itibarıyla dost ve sığınılacak kimse anlamında olup İnsanı kâmil Veliler, Hz. Muhammed’e vahiy olunan İslam dininin zahiri olan şeriatına ve batını olan tarikat, hakikat ve marifet ilimlerine vakıf ve mazhar olurlar. Ve bu mazhariyetleriyle insanlığa Resulullah Efendimizin kulluğunu tebliğ ederek müminlerin, Muhammed-i kulluk ile Muhammed çe yaşamalarının irşadını yaparlar.

Velayet irşadı yapan insanı kâmile, mürşidi kâmil denir ki mürşidi kâmil; bu irşat faaliyetlerinde asla ve kat’a kuran haricine çıkmayan kuran müminidir. Yüce yaratıcı olan Allah; “Cinleri ve İnsanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat-56) buyurur ki, sahabe İbni Abbas (ra) bu ayetteki kulluğu ‘Arifibillâh ve ehli tevhit olmaktır’ diye tefsir etmiştir (yorumlamıştır). Hacı Kâmil Tosko Hz.leri ise; Bu ayette bahsedilen kullukta “ameli Salih, yakaza ve tevhidi mabut olmakla üç hikmet vardır.” buyurmuştur.

Ameli Salih hikmeti;Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmek olup rabbimizin,yapın ve yapmayın dediği güzel işleri yapmaktır.
Yakaza hikmeti;ameli Salih’le beraber, yani Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle itaat edenkulun kalbinin, zikri daim ile uyanmasıdır.
Tevhidi mabut hikmeti ise; Allah’ın emir ve yasaklarına itaat ve zikri daim ile uyanık olankulun, tevhit makamları keşfi irfanıyla bu âlemde rabbine kavuşup, rabbin katına yükselmesidir.

        Gerek İbn-i Abbas (ra)gerekse Hacı Kâmil ToskoHazeratlarının bu beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, insanın yaratılışının yüce amacı yeryüzü olan bu imtihan âleminde rabbine arif olup rabbine kavuşmasıdır. İşte bir kulun bu yüce hedefe erişip ulaşabilmesi ancak, zamanın velayet irşadı yapan mürşidi kâmilinin tebliğ ve irşadı ile mümkündür. Bunu ifadeyleKuran’da “…eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun.” (Nahl-43) “…sorun zikir ehline, eğer bilmiyorsanız”(Enbiya-17)buyrulduğu gibi bu konuda Yunus Emre Hz.

Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen
Mürşidi kâmile varmadan olmaz
Resulün cemalini göreyim dersen
Mürşidi kâmile varmadan olmaz,
der.

Velayet irşadı yapan mürşidi kâmil tüm zamanlarda yeryüzünde var olup kıyamete kadar bu imtihan âleminde, insanların Muhammed-i kullukla yaratılış yüce gayesine erişmelerinintebliğ ve irşat faaliyeti ileyaşar.Ki velayet irşadı yapan zamanın kâmil mürşidinin tebliğ ve irşadı ile aydınlanmayan şeriat ehli bir kimse, işlediği ameli Salih’le yani Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmekle ahirette amel cennetine girerek nefsini o cennetin huri, Gilman, köşk vb. nimetleriyle lezzetlendirse de o kişi, dünya ve ahiret rabbine kavuşamaz, rabbin katına erişmekten ebediyen mahrum olur. Bunu beyanla yüce Allah Kuran’da; “Dünyada ama/kör olan Ahirette de amadır/kördür…”(İsra-72) buyurur.
İşte Hacı Ömer Lütfi Hz.leri, yaşadığı zaman diliminde insanların yaratılış yüce gayesine erişip rabbine kavuşma tebliğ ve irşadı yapmış, velayet elçisi olan mürşidi kâmildir.

Kikendisi zamanında PrizrenMelami tekkesinin şeyhi olarak insanlığı aydınlatmış, bıraktığı eserleri ise günümüzde de insanlığı aydınlattığı gibi kıyamete kadar aydınlatmaya devam edecektir.Hacı Ömer Lütfi,Mesleki resulü Melami piri Seyit Muhammed Nur’ulArabî Hz.nin halifelerindendir. Ki bunu ifadeyle Hacı Ömer Lütfi;

Sensin ashabı dilin müntehabı
Medet ey Hazreti Nur’ulArabî
Sensin ol varisi esrarı nebi
Medet ey Hazreti Nur’ulArabî,
buyurduğu gibi başka bir şiirinde:

Muhammed Nur’a biz bir bende olduk
Gönüldenuru feyzi Hakk’ı bulduk
Şarabı zevki tevhit ile dolduk
Melami’yiz Melami’yiz Melami,
diyor.

Bu ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı gibi Hacı Ömer Lütfi; Pir seyyit Muhammed Nur Hz. ne bağlılığını vemesleki resulü Melami’ye aidiyetini  beyan ediyor.

Pir Seyyit Muhammed Nur Hz.nin şahsında tasnifi (düzenlenmesi) açığa çıkan Melami’lik,bir tarikat yapılanması değildir. Melamilik, Hz. Adem’den (as) kıyamete kadar gelmiş ve gelecek tüm İnsanı kâmil veli’lerin müşterek marifet-i neşesidir. Bu itibarla, yeryüzü olan bu imtihan âlemine gelmiş geçmiş ve gelecek olan insanı kâmil velilerin tamamıMelami’dirler. Bunu ifadeyle; değişik zamanlardave değişik coğrafyada yaşamış, değişik tarikata mensup olan tüm insanı kâmil velilerin hepsi Melami olduklarını beyan ederler.Mesela;12 inci ve13 üncü yüz yılda yaşayan Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabî Hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde;“Melâmîler, bunlara melâmetçiler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden, bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur. Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün âlemin tek efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük efendi de Resulullah Muhammed (sav) Efendimizdir. Bunlar, Hak Teâlâ’nın emir ve yasaklarını bu âlemde yerleştirdiler, kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerli yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar, ahiret gününün hacetlerini de ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar, gerçekleri birbirine karıştırmadılar.” buyurur.

Yine 12 inci yüz yılda yaşamış olan Hoca AhmedYesevi Hz:
Aşk kapısını mevlâm çalınca bana değdi
Toprak eyleyip hazır ol deyip boynumu eğdi
Yağmur gibi Melâmetin oku değdi
Ok saplanıp yürek bağrımı deştim ben işte,
diyor.


13 üncü yüz yılda yaşayan Yunus Emre Hz;
Kanaat hırkası içre
Selamet başını çektim
Melamet gömleğin biçtim
Arif olup giyen gelsin,
der.

15 inci yüzyılda yaşayan Hz. Nesimi;
Ben Melamet Hırkasını
Kendim giydim eynime
Aru namus şişesini
Taşa çaldım kime ne,
buyurduğu gibi.

Yine 15 inci yüzyılda yaşayan Eşref oğlu Rumi Hz;
Melamet yolunu tuttum
Selamet mülküne yettim
Bu aşıklar makamıdır
Komazlar buna ranayı,
ve

“Enelhak” sırrını eylerim faş
Melamet olurum pinhan gerekmez,
demiştir.

16 ıncı yüz yılda yaşayanİsmail Maşuki Hz. ise;
Terk edip namu nişanı giy Melamet hırkasın
Bu Melamet hırkasında nice sultan gizlidir,
diyor.

Yine 16 ıncı yüzyılda yaşayan Fuzuli Hz;
Ey Fuzuli Melamet mülkünün sultanıyım
Berki ahım tac-ı zer simsirişkim tahtı ac,
dediği gibi başka bir beytinde ise;
Ey Fuzuli ben Melamet gevherinin genciyim
Ejderhadır kim yatar çevremde zenciri cünun,
buyurur.

17 inci yüzyılda yaşayan Niyazi Mısri Hz. de;
Ar u namusun bırak şöhret kabasından soyun
Giy Melamet hırkasın kim ol nihan etsin seni,
demiştir.

19 uncu ve 20 inci yüz yılda yaşamış Abdulmalik Hilmi Hz;
Giymişiz çünkü Melami hırkasını hem şalını
Ol hakikat şehridir seyranımız meydanımız,
ve

Bahri aşka daldım türlü gevher aldım
Melamet deryada hayret içre kaldım,
buyurur.

Yirminci yüz yılda yaşamış Hasan Fehmi (TEZDOĞAN) Hz. de
Zümre-i ehli Melamet dersi Hak’tan aldılar
Zevklerine yok nihayet çünkü Hay’dan aldılar,
der.


İşte ancak bazılarını aktarabildiğimiz İnsanı kâmil velilerin bu ve benzeri kıymetli beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi,Hacı Ömer Lütfi Hz.nin mensubu olduğu Melamilik, bir tarikat oluşumu değildir. Melamilik, tüm zamanlarda yeryüzü olan bu imtihan âleminde var olan ve Muhammed-i kullukla rabbin katına ulaşıp rabbine kavuşmayı insanlığa telkin eden,zamanınvelayet elçisiMürşidi kâmilin kimliğidir/hüviyetidir. Bizim açıklamaktan ve ifade etmekten aciz kaldığımız bu hüviyetin kıymet/değer ve mahiyetini ifadeyle mürşidi kâmil Hacı Ömer Lütfi Hz;

Lütfi ihsanı hüdadan olmasınmı müstefid (istifadelenen/faydalanan)
Zübde-i fahri risalettir Melami zümresi.

Buyurmakla Melamilik hüviyetinin/kimliğinin, fahri kâinat efendimiz Hz. Muhammed (sav) ile zahir olan resullüğün/elçiliğin özü olduğunu söylüyor. Yüce rabbimizden bizleri de; Hacı Ömer Lütfi gibi Melamet marifeti neşesiyle gelmiş geçmiş ehli kemâlin ruhaniyet ve himmetine mazhar etmesini ve bizleri de zamanın velayet elçisi olan mürşidi kâmilin tebliği irşadından nasiplenenlerden kılıp, böyle nasiplilerin meclisinden mahrum ve mahcup etmemesini niyaz ederiz. Vesselam.

21Temmuz2014pazartesi
(24Ramazan)
Nejdet ŞAHİN