23 Ağustos 2011 Salı

Ey şeyda-yı Hak de Allah Allah

Ey şeyda-yı Hak de Allah Allah
Ver kalbe berrak de Allah Allah

Kur’an-ı Kerim’de “Biz gökleri, yeri ve arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık. Ama onların çokları bilmiyorlar.” (Duhan, 38-39) buyrulmuştur. Kudsi hadiste ise Cenab-ı Hak “…bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” Diyor. İşte bu ilahi beyanlar, kulun halkiyetinin / yaradılışının, yüce gayesinin Hakk’ı bulup da O’na kavuşmak olduğunu söylüyor. Hadis-i şerifte “…kalbin cilası zikrullahtır.” Buyrulur ki, bu beyandan açıkça anlaşıldığı gibi, bir kalb ancak zikrullahla cilalanıp berrak olur. Bu itibarla “Ey yaradılışının gayesi zikrullah ve Hakka kavuşmak olan kul, senin kalbin ancak zikrullah ve fikrullahla parlayıp berraklaşır.” demektir.
                                    
Leyl ü neharda her bir zamanda
Cümle mekanda de Allah Allah

Leyl ü nehar, gece - gündüz demektir. Gecede ve gündüzde, her yerde, her zamanda ve her bir mekanda, Allah’ı Allah ile, yani uluhiyet makamının ismi olan Allah’ı, ism-i celal olan Allah’la zikretmek gerektir. Çünkü Kur’an’da “Şu bir gerçek ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde gönül ehli için çok ibretler vardır. Gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler…” (Al-i İmran, 190-191) buyrulmuştur. Mevlid-i Şerif’te Süleyman Çelebi Hazretlerinin de:

Allah adın zikredelim evvela
Vacip oldur cümle işte her kula

dediği gibi Allah’ın kullarından yapmasını istediği ve Kur’an-ı Kerim’de emredilen zikrullah, daim zikirdir. Çünkü nefes alıp da yaşayan bir kul, ya ayaktadır ya oturur ya da yatar. Yaşayan bir insanın başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Demek ki bir kul, hangi zaman ve mekanda olursa olsun, onun hiç bir faaliyet ve pozisyonu zikr-i daime engel değildir. Çünkü ayette “Seçkinlerden, erlerden öyleleri vardır ki; ticaret yaparlar. Onların ticaretleri Allah’ı anmalarına, namazı kılmalarına, zekatı vermelerine engel değildir…” (Nur, 37) Buyrulur. Bu ayette beyan edilen alış verişten maksat, kulun tüm beşeri faaliyetleridir; yani tüccarın ticareti, memurun memuriyeti, ev hanımının ev işleri, çiftçinin ziraatı vb. hiç bir beşeri faaliyet ve mekan zikr-i daime mani / engel olmaz. Bunu beyanla “Gece ve gündüz her zaman ve mekanda Allah de.” buyruluyor.

Zakir ol Hakk’a fikretme başka
Arif ol Hakk’a de Allah Allah

Zakir, zikreden demektir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri ‘Kalbi zikir, daim zikri hasıl eder.’ diyor ki, her kim kalbi zikre devam ederse, daim zikre mazhar olur. Her kim ki daim zikre mazhar olursa, o kul Rabbine vasıl olup, arif ve kamil bir insan olur. Bunun başkaca bir yolu yoktur. Bu itibarla “Allah’ı zikret, tefekkür et ki, Hakk’a arif olasın.” buyruluyor.

Hu dolu camdan iç dost elinden
Aksın dilinden de Allah Allah

Hu, Cenab-ı Hakk’ın gayb-ı mutlak ismidir. Hak gayb-ı mutlak hüviyeti / kimliğiyle cümle alemlerde mevcut olup, Hu tecellisiyle her yerdedir. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “uluhiyet, hüviyet tahtında mündemiçtir.” diyor. Yani Allah olan uluhiyet makamı, gayb-ı mutlak olan hüviyet makamının içindedir. Çünkü Hu olan gayb-ı mutlak hüviyet sırf zattır. Kul, kendi yokluğunda zat-ı ilahiye vuslat etmedikçe kamil ve arif olamaz. ‘Hu dolu camdan / kadehten iç dost elinden’ sözü ise;  salikin, kamilin irşadıyla zat-ı ilahi tecellisine mazhar olmasıdır. Bu itibarla “Dost, zamanın kamil mürşididir ki, onu bul, zikr-i daim uyanıklığıyla Hu, yani gayb-ı mutlak olan ilahi zata vuslat kemaline ulaş” buyruluyor.

Bülbül ol seste çağır kafeste
Her bir nefeste de Allah Allah

Kafesteki bülbül daima asıl vatanın hasretiyle öterek, çığırır. Çünkü bülbül kafeste hürriyetten mahrumdur. Onun hürriyeti, kafesinden uçup vatanına kavuşmasıdır. Bir kulun kafesi ise, onun cehaletle kendine ve cümle aleme nispet ettiği varlıklardır. İşte bu varlıklara mustakil vücut nisbet etmesi, kulu, vatan-ı asliyemiz olan Cenab-ı Hak’tan ayırarak ona kafes olur. Hz. Peygamber Efendimiz. “Vatan sevgisi imandandır.” buyurur ki, burada beyan olunan ‘vatan’ kulun asli cevheri olan Hak varlığıdır. Başka bir hadis-i şerifte ise ‘Dünyada gurbetçi olun.’ Deniyor. Peygamber Efendimizin bu beyanı; Cehaletle sana dünya olan kendine ve aleme nisbet ederek bu tabiat aleminden nefsinle tattığın lezzetlere takılıp kalma, senin asli vatanın cenabı Hakk’ın varlığıdır Sen bu alemde geçicisin, misafirsin, sen burada gurbetçi olduğunu bil ve asli vatanın olan Rabbini ara ve ona vasıl ol, demektir. Çünkü bir kulun hürriyeti, huzur ve mutluluğu, ancak asli vatanına, yani Rabbine kavuşmasıdır.  Kulun buna mazhar olmasına engeli, yani kafesi, onun cehaletle var olduğunu zannettiği kendinin ve cümle alemin nispet varlığıdır.Bu itibarla “Asıl vatanın olan Rabbinden seni ayıranın,yani kafesinin nisbet varlığın olduğunu bil. Her nefeste zikr-i daim uyanıklığı ile bu kafesten kurtulup, vatanına yani Rabbine kavuşma hürriyetine ulaş” demektir.

Fiilin et zail Hak olsun fail
Gör Hakk’ı zahir de Allah Allah

Cenab-ı Hak, zatı ile evveldir, sıfatları ile batındır, esması ile ahirdir, fiilleri ile zahirdir. Bu itibarla zahir olan, yani apaçık görünen Hakk’ın fiilleridir. Çünkü Kur’an’da ‘..işlerin tümü Allah’ındır...’ (Ra’d, 31) Başka bir ayette ise ‘sizi ve fiilinizi yaratan Allah’tır.’ (Saffat, 96) buyrulur. Her kim zikr-i daim uyanıklığıyla, tevhid-i ef’al makamının müşahedesine ulaşırsa, o kimse kendine ve aleme nispet ettiği cümle fiilleri, fena-yı ef’al müşahedesiyle fena edip, her fiilde failliği ile zahir olan Rabbini apaçık görür. Bunu beyanla “Kendine nispet ettiğin fiillerini fena-yı ef’al müşahedesiyle terk et, çünkü kendindeki ve alemdeki her fiilde failliği ile zahir yani apaçık olan Hakk’ı müşahede et.” demektir.

Ol Fehmi zakir kalb olsun tahir
Konsun misafir de Allah Allah

Cenab-ı Hak, kudsi hadiste “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyurmuştur. Mümin kulun kalbinin misafiri Allah’tır. Bir kulun kalbinde eğer zikr-i daim olmazsa, o kalbde gayriyet, masiva muhabbeti galip ve hakim olur ki, kalbin kiri bunlardır.
Bu konuda Hz. Resulullah Efendimiz “Kalbler demir gibi paslanır, demir nasıl cilalanırsa kalbin cilası da zikrullahtır.” buyurmuştur. İşte hangi mümin kulun kalbi zikr-i daime mazhar ve aşina olursa, onun kalbinde gayriyet ve masiva muhabbeti kalkar ve o kalb zikr-i daimle tahir, yani tertemiz olur. Allah, ancak böyle bir mümin kulun kalbine misafir olur. İşte Fehmi Efendi bunu beyanla kendini muhatap ederek bizlere “Zikr-i daimle Allah’ı zikret ki, kalbin tahir, yani tertemiz olup, Rabbin sana misafir olsun.” diyor. Allahualem.

Ey kardeş gel de Allah zikredin dedi Allah

Ey kardeş gel de Allah zikredin dedi Allah
Her nefeste de Allah budur makbul indallah
                   
Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi Cenab-ı Hak, kullarından öyle adetle, 300 kere 500 kere gibi çeşitli rakamlarla zikredilmesini istemiyor. Kur’an’ın (Al-i İmran, 191- Nisa, 103) ayetlerindeki apaçık beyanında Allah, kendisinin “Ayakta iken, oturur iken, yatar iken…” zikredilmesini emrediyor ve kulun, yaşayıp nefes alıp verdiği her yerde ve her zamanda, yani her nefeste zikr-i daimle Allah’ı zikretmesini de örnek olarak beyan ediyor.

Zikrin olsun zikrullah fikrin olsun fikrullah
Hubbun olsun hubbullah hiç kalmasın gayrullah

İmam Gazali Hazretleri “Sen neyi seversen sev, bir gün ayrılacaksın. Neyi istersen iste, bir gün yok olacaktır. Sen öyle bir şey sev ki, hiç senden ayrılmasın. Öyle bir şey iste ki, hiç yok olmasın.” diyor. Kur’an-ı Kerim’de ise “O’nun vechinden / yüzünden başka her şey helaktadır, yokluktadır…” (Kasas, 88) buyrulur. Demek ki Cenab-ı Hak’tan gayri ve başka olan her şey fenadır, yokluktur. İşte H. Fehmi Hazretleri:
“Fani ve yok olan gayriyeti, yani Allah’tan başka hiç bir şeyi zikretme, tefekkür etme ve sevme” diyor. Ve devamla “İlla ki zikrin, fikrin ve sevdiğin, ancak ve ancak Allah olsun ki, kalbinde gayriyet yani Allah’tan başka hiç bir şeyin muhabbeti kalmasın.” buyuruyor. Çünkü kulun kalbindeki zikir Allah ise, ism-i celal olan Allah zikri kalpteki tüm gayriyet ve masiva sevgisini yakıp yok ederek muhabbetullahı hakim kılar.

Aşkın olsun aşkullah zevkin olsun zevkullah
Seyrin olsun seyrullah çünkü oldun ehlullah

Kur’an-ı Kerim’de “Gerçek inananlar Allah’ı her şeyden daha çok şiddetle seviyorlar…” (Bakara, 165) buyrulmuştur. Şiddetli sevgiden maksat, aşktır. Bunu beyanla bizlere “Allah’tan başkasına muhabbet edip de aşık olma, aşkın Allah aşkı olsun, seyrin yani yolculuğunda Allah’a vuslat yolculuğu olsun, zevkin zevkullah olsun. O zaman sen de yeryüzündeki ehlullah, yani Allah’ın veli / dost kullarına karışıp, onlardan olursun.” buyruluyor. Çünkü Kur’an’da “Gözünüzü açın Allah’ın velileri / dostları için asla bir korku ve hüzün yoktur.” (Yunus, 62) buyrulur.
Allah de avaz eyle ten kafesin çak eyle
Can kuşun azad eyle vuslat etsin illallah

Kur’an-ı Kerim’de “Biz insanı en güzel surette / biçimde yarattık, sonra aşağıların en aşağısına indirdik. Kim iman eder, amel-i salih işlerse, ona sınırsız / kesintisiz iyilikler, ecirler vardır.” (Tin, 4-6) buyrulmaktadır. Niyazi Mısri Hazretleri ise:

Gökte uçar iken yere indirdiler
Çar anasır bendlerine vurdular
Nur iken adım Niyazi koydular
Ta ezelki itibarım kandedür?

Diyor. Yine ehlullahtan Aşık Mustafa;

Beka-yı mülkünden eyledim teşrif
Bu dar-ı fenaya imtihan için
Gece gündüz daim muradım budur
Cemal-i pakini anlamak için.

Demiştir. İşte bu beyanlardan da anlaşıldığı gibi, bu yeryüzü olan imtihan alemindeki her insan; Hakk’ın varlığından yaratılmış olup, et ve kemikle bedenlenerek bu imtihan alemi olan yeryüzüne indirilmiştir. Bu halkiyet / yaratılış “Biz insanı en güzel biçimde yarattık sonra onu aşağıların aşağısına indirdik…” (Tin, 4-5) olarak beyan edilen en güzel halkıyettir / yaratılıştır. Velhasıl insan, bedenlenip bu aleme gelince, kendi varlığının Hakk’ın varlığından ayrı olduğunu zannetti ve cehaletle varlığını kendine nispet ederek ruhunu / canını kendi nispet varlık kafesine hapsetti. Çünkü bu suret, yani beden ve ten gaileleriyle meşguliyet, insanı kendi hakikatinden yani ruhunun / canının aslı olan Hak’tan ayırdı. Cehaletle kendinin ve cümle alemin varlığını Hak’tan ayrı zannederek Allah’a gizli şirk koştu ve kendine zulmetti. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de“Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti / yüklendi, çünkü o çok zalim ve çok cahildir” (Ahzab, 72) buyrulur. Yine kuranda  “Allah’a şirk koşma, çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) beyan edilir.
İnsanın muhatap olduğu bu en büyük şirk zulmü, kulun kendinde ve cümle varlıkta mevcut olan aslına, yani Rabbine tevhidi hakiki keşfi irfaniyetiyle vuslat etmesiyle sona erer. Rabbına kavuşanın canı, ten ve suretlere cehaletle vücut nispet etmesiyle oluşan, kafesten azad olarak hürriyetine kavuşur. İşte böyle bir kul ancak lamekan, yani hiç bir mekanla ve nispet varlıkla kayıtlı olmayan bir irfaniyet ve kemalata ulaşır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Zikr-i daimle her nefeste Allah de ki, senin ruhunu / canını işgal edip, sarıp sarmalayan cehalet ve zanla kendine nispet ettiğin suret / ten kafesi kırılıp, canın asıl vatanı olan Rabbine vuslat hürriyetiyle azad olsun, özgür olsun.” diyor.

Kalb evini pak eyle ravza-i rıdvan eyle
Hur’ile gılman ile zevke er sen abdullah

Kur’an-ı Kerim’de “İnananların kalbleri zikrullah ile tatmin olur; gözünüzü açın, kalbler ancak zikrullah ile mutmain olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Hz. Ali: “Îman, kalbte karanlık içinde beyaz bir noktadır. Kim onunla meşgul olursa o beyaz nokta büyür, bütün kalbi kaplar ve o kalbte karanlık gider, iman aydınlığı hakim olur.” Diyor. Mümin kulun kalbi Beytullah’tır, yani Allah’ın evidir. Bunu beyanla Niyazi Mısri Hazretleri:

Padişah konmaz saraya
Hane mamur olmadan

Diyor. Yani bir kulun kalbi zikrullah ve fikrullah ile aydınlanmadan, alemlerin padişahı olan Allah, o kulun kalbine gelmez, misafir olmaz.
Bu itibarla: “Allah’ın evi olan kalbin, zikrullah ve fikrullahla tertemiz olsun ki, bu alemde cennet-ül irfan nimetleriyle zevklenen bir keyfiyetle Abdullah, yani Allah’a kul olasın.” buyruluyor.

Madem ki  ben bende yok sen senlikte sende yok
Hak’tan gayri nesne yok hep görünen vechullah

Gerek ben, gerek sen, yani kulun kendi varlığı ve cümle alem dediğimiz her şey, Hakk’ın zuhurundan ibarettir. Allah kendi vahdetinden / bir’liğinden tecelli edip kesreti / çokluğu, yani cümle alemleri halk etti. İşte bu halkiyet, aynı zamanda ben veya sen dediğimiz, kulun kendi varlığı ve cümle alemlerdir ki; gerek ben denilen, gerekse sen denilen her şey, Allah’ın tecellilerinden başka bir şey değildir. Çünkü Kur’an’da “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır…” (Bakara, 115) buyrulur. Eğer Allah, yarattığı cümle mahlukata ve kullarına ‘Ben varlığımı sizden alıyorum, ayrılıyorum.’ demiş olsa, kulun kendi varlığıda dahil, yaratılmış olan hiç bir şey, hiç bir varlık kalmaz. Bu itibarla gerçek kulluk, hiç bir şey olmamaktır, yani yokluktur. Ki, kul ancak böyle bir yokluk / fena irfaniyetine ulaşırsa ‘vechullahı’ yani hep Allah’ın yüzünü müşahede edip görür. Allahualem.

Aç gözün ibretle bak görünen değil mi Hak
Fehmi’nin sözü mutlak zahirim dedi Allah

Kamil olan bir mürşit, Kur’an’la telkin ve tarif eder. Onun marifeti, vahiyle çelişmez.  O, her ne telkin ve tarif etmişse, vahiyle izah ve irşadını yapar. O daim zikir telkin etmişse ‘Şu ayete göredir, Allah faildir diyorsa bu ayetlerdir’ diyerek onun Kur’an’ın emri veya beyanı olduğunu açıklar. Bu bakımdan kamil mürşit, Hakk’ın emrinden ve Hak’tan başka bir şey telkin ve tarif etmez. O her ne emrederse, Kur’an dahili olup, Hakk’ın emridir, Kur’an emri olan ise mutlaktır. Ayet’te”… zahirdir O. Her şeyde aşikardır / apaçıktır…” (Hadid, 3) buyrulur. Cenab-ı Hak, bu mutlak beyanıyla, kendisinin ‘zahir’ yani apaçık, aşikar olduğunu söylüyor. Bu itibarla, Mürşid-i Kamil Fehmi Efendi Hazretleri “Benim mesleki resul telkini olan sözüm, Kur’an dahili ve Kur’an beyanı olup, mutlaktır diyor. Ve devamla Zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid müşahedesiyle öyle bir kemalata mazhar ol ki; her nereye baksan ‘zahir’ yani apaçık, aşikar olan Rabbini gör.” buyuruyor.

Gelin tevhid edelim Lailaheillallah

Gelin tevhid edelim Lailaheillallah
Hakk’a doğru gidelim Lailaheillallah

Lailaheillallah, tehvidin lafzıdır, kelimesidir. Fehmi Efendi “Geliniz, tevhidin lafzından, tevhidin hakikatine yönelelim ve Hakk’a vuslata gidelim.” diyor. Çünkü bir kul, ancak tevhidin hakikatine ulaşırsa Rabbine vasıl olup, kavuşur.

Dertlerimizin dermanı tenlerimizin canı
Canlarımızın cananı Lailaheillallah

Kur’an-ı Kerim’de “…ve insanın yaratılışına çamurdan başladı. Sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu. Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi. Sizin için işitme gücü, gözler ve gönüller vücuda getirdi.” (Secde, 7-9) buyrulmuştur. Ruh, Türkçede can demektir. Çamurdan yaratılan bedeni, teni ayakta tutan ruhtur, candır. Ki Ruh Hakk’ın kendi ruhundandır.
Niyazi Mısri Hazretleri ise: ‘Nefs ruh ile zindedir.’ Buyurmuştur. Bu itibarla mutlak varlık olan ruh, her bir varlığın özü ve aslıdır. Bir kulun derdi eğer Allah’a kavuşmak olursa, o derdin dermanı ancak kulun Allah’a kavuşmasındadır, yani çare Allah’tır. Çare başka yerlerde olmaz, çünkü Allah cümle varlığın asl-ı hakikatidir. Bizim canımız olan hayatımız da Allah’ın hayatından ayrı değildir. Çünkü ruh / can, cümle varlıktaki hayatla açığa çıkar. Bu itibarla cümle canların cananı Allah’tır. İşte bunun anlaşılması için kulun Lailaheillallah’ın hakikatine vakıf olması gerektir. Allahualem.

Hakk’a doğru gidelim Hak’la Hakk’ı bulalım
Hak yolunda ölelim Lailaheillallah”

Ölüm ikidir: Biri izdirari ölüm, yani mecburi ölümdür.” Küllü nefsin zaikatülmevt... / Her nefis ölümü tadacaktır.” (Al-i İmran, 185) ayetinin hükmüdür ki, doğan ve yaşayan her şeyin bir zaman sonra ölmesi, yani bu alemden ayrılmasıdır. Diğer ölüm ise, ihtiyari ölümdür.
Bu ölüm, Hz. Peygamber’in “Ölmeden evvel ölünüz.” beyanındaki  ölüm olup, kulun bu ölümle ölüp veya ölmemesi, kendi elindedir, ihtiyarındadır. Kul isterse ölür, isterse ölmez. İşte burada ifade edilen Hak yolunda ölmek, ihtiyari ölümdür, kulun ölmeden evvel ölmesidir. Her kim ki, ölmeden evvel ölürse, Hakk’a vuslat eder, Hakk’ın ebediyeti olan bekasına kavuşur. O kulun gayriyeti olmadığından, onun müşahedesinde hep Hak olup, Hakk’ı görür, Hak işitir, Hak söyler; yani onun irfaniyeti, hep Hak’la Hak olmaktır ki; böyle bir irfaniyet ve kemalat bulalım, buyruluyor.

Nar-ı aşka dalalım yanalım kül olalım
Bahr-ı vahdet bulalım Lailaheillallah

Süleyman Çelebi Hazretleri mevlütte “Her kimde aşk nişanı vardır, akıbeti maşukunu er görür.” Diyor. İşte Aşk-ı ilahiye mazhar olan kulun kendine ve aleme nispet ettiği varlığı fena bulup, kül olur ve vahdet denizini yani Rabbin Bir’liğini bulur. Bunu beyanla “İlahi aşka mazhar olup, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’ın vahdetini, bir’liğini bulalım.” buyruluyor.

Sular gibi akalım kuşlar gibi uçalım
Dost ile buluşalım Lailaheillallah

Zikir ve tefekkür kanatlarıyla kanatlanalım ve tevhidin hakikatine uçup yükselelim. Suların hiç bir engel tanımadan, gayret ve azimle denize kavuşmak için aktığı gibi, biz de gayret edelim. Mümin kulun yegane dostu / mevlası olan Cenab-ı Hak’la buluşup, ona vuslat edelim...

Sular gibi çağ u çağ dolaşalım dağ u dağ
Bulalım umman-ı Hak Lailaheillallah

Suların; dağların, yücelerinden çağlayarak engine akıp, ovada nehir olması ve nehrin de denize akıp, denize gark olması gibi, biz de nispet varlık dağımızın yüceliğinden, zikr-i daimle çağlayarak akalım, tenezzül ovasına inip, tevhid-i hakiki irfaniyet nehriyle ummana, yani Hakk’a kavuşup, gark olalım. Demektir. 

İçelim meyhaneden olalım divaneden
Çıkalım bu haneden Lailaheillallah

Meyhaneden maksat, kamil mürşidin meclisidir. Orada ehl-i aşk, sohbet ve muhabbetullahla meşgul olduğundan o meclisten ancak tevhid-i hakiki irfaniyeti tahsil edilir. İşte Hasan Fehmi Hazretleri “Böyle bir meyhane bulalım, biz de oraya dahil olup, o meclisin muhabbetinden istifade edip nasiplenelim de bu nispet varlık hanesinden kurtulup çıkalım. Varsın cahiller kınayıp, bize divane, sarhoş desin.” diyor.
Bu itibarla ehl-i hakikat olan Melamiler; halkın dediğine değil, Hakk’ın dediğine bakar ve onu gözetirler. Çünkü, Kur’an-ı Kerim’de Melamiler hakkında “Ey inananlar, içinizden kim dininden dönerse Allah onun yerine öyle bir kavim getirir ki; Allah onları sever, onlar Allah’ı severler, onlar müminlere karşı boyunları büküktür, mütevazi ve merhametlidirler. Kafirlere karşı başları dik / izzetlidir. Onlar, Allah yolunda mücahede ederler, dil uzatanın levminden / kınamasından korkmazlar. Bu Allah’ın dilediğine yönelttiği bir lütuftur / ihsandır…” (Maide, 54) buyrulur.

Tac u tahttan geçelim keçe külah nidelim
Nurdan hırka giyelim Lailaheillallah

Tac u taht, keçe külah; bunlar eskiden tekkelerdeki dervişlik ve mürşidliğin alametleridir. Orada mürşidler özel kıyafet giyer, özel oturakta, yani tahtta vb. otururlardı. Halen günümüzde bu tekke geleneğini sürdürenler vardır. Bu zevatın itibar ve kıymetleri, başındaki taç, takke, sarık ve oturdukları post, minder, taht icazet vb. dir.
Bunların mensupları ilme, irfaniyete ve kemalata kıymet vermezler. Tacı kim giyip, başına sarığı kim sarmışsa, tahtta / postta kim oturmuşsa ona biat ederler. O biat ettikleri mürşitlerinden, şeyh ve liderlerinden yanlış işler, cehalet vb. şeyler zahir olsa dahi itiraz etmezler. İtirazı taca, taht’a ve makama saygısızlık veya sadakatsizlik olarak değerlendirirler. İlme ve irfaniyete kıymet vermediklerinden onların mürşitleri, kendine biat edenlerin bu körü körüne teslimiyetlerini, biatlerini istismar ederek, maddi, siyasi ve ekonomik vb. beşeri menfaat temin eder.
Bu tür uygulamalar, İslam dininin hem zahirine, şeraitine, hem de hakikatine terstir. Dinimiz, ilme değer verilmesini ister. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “De ki, hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?...” (Zümer, 9) buyurmuştur. Peygamber Efendimiz: “Dünyayı isteyen ilme sarılsın. Ahireti isteyen, ilme sarılsın. Her ikisini isteyen yine ilme sarılsın.” buyurmuşlardır. Yine Kur’an-ı Kerim’de emanetin ehline verilmesi emredilir. (Nisa, 58) Bu emanet ilim emaneti de olur, başka emanetler de. Bunu beyanla Hz. Pir Efendimiz “Tevhid gibi emanet olmaz.” buyurmuştur.
Melamiler, ehl-i hakikat olup, taç, külah, sarık, post, taht, diploma, icazet gibi şeylere bakıp da insana değer vermezler. Melamiler, ancak insandaki ilim ve irfaniyete değer verirler. “Hikmet, müminin kaybolmuş kendi malıdır.” hadisinde beyan edildiği gibi hareket edip ilim ve irfaniyeti nerede bulurlarsa, o kemalat ve irfaniyete hürmet ederler. Kişinin adı, unvanı ne olursa olsun. Hz. Ali’nin dediği gibi ‘Söyleyene değil, söylenene bakarlar.’
Ehl-i tevhid-i hakiki olan Melamiler, surete yani özel kıyafete, post’a, taht’a itibar etmedikleri gibi, bunlardan bir medet de beklemezler. Sohbet ve zikir etmek için tekke, zaviye gibi özel mekan aramazlar. Çünkü, onlar daim zikir ehli olduklarından, her nefeste ve her yerde zikrederler. Sohbet ve muhabbetlerini ise gerek kahvehanede, gerek işyerinde, gerek kaldırımda yapıp, ilim ve irfaniyetin var olduğu herkesle ve her yerde sohbet ederler. Melamilerin amaçları ilim, irfaniyet, hikmet ve Muhammedi kulluk mazhariyetidir. Bu itibarla “Şekil ve surete, yani keçeye, külaha, taca, tahta, posta, iltifat etmeyelim. Nurdan hırka olan tevhid-i hakikinin irfaniyet ve kemalat elbisesini giyelim.” buyruluyor.

Karga bülbül halinden anlamaz hiç razından
Talibi’nin sözünden Lailaheillallah

Karga, leş yiyici, sürü halinde yaşayan bir kuş olup, leşin cazibesiyle hep birden öterek çığıran mahluktur. Peygamber Efendimiz: ‘Dünya leştir.’ buyurmuşlardır. Ehl-i dünya olan kimse, cehaletle kendinin ve cümle alemin varlığının Hak’tan ayrı olduğu zannındadır. Bu itibarla ehl-i dünya, kendi nispet varlığını aziz tutar ve o nispet varlık zannı onu Hak’tan ayırarak, onun dünyası yani leşi olur. Leşe ise ancak kargalar hürmet ederler. Bu gibi kimselerin meclislerinde herkes, kendi varlığını diğerinden daha üstün gördüğünden, kimse kimseyi dinlemez, her birinin nispet varlık ve benliklerinin oluşturduğu ‘leş’in cazibesiyle birbirlerini dinlemeyip hep birlikte konuşurlar, yani kargalar gibi çığırıp gürültü ederler.
Bülbüller ise, gülün aşk ve cazibesiyle tek tek öterler. Gülün kokusu ise Resulullah Efendimizin kokusu olup, Nur-u Muhammed zuhurunu remzeder. İşte ehl-i aşk ve tevhid-i hakiki arifleri, bülbül gibi zikr-i daim ile meşgul olurlar ve Nur-u Muhammed’in zahir olduğu kemalat ve irfaniyeti ararlar. Onların meclisinde, hep birden konuşulmaz. Bülbülün tek tek öttüğü gibi, biri konuşur, diğerleri dinlerler, böylece onların meclisinde zahir olan marifet ve kemalattan meclisteki herkes istifade eder.
Bülbülün yani ehl-i aşk olan ariflerin yüce gayesi, Muhammedi bir kullukla Hakk’a kavuşmaktır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Karga gibi olan kimse, bülbül gibi daim zikreden aşk ehlinin dilinden ve halinden anlamaz.” diyor. Çünkü bülbül olanın halinden, ancak bülbül olan bilir ki, Hz.Pir ‘Arifi, yine arif olan bilir.’ buyurmuştur.

Ey üftade gönlünden de Lailaheillallah

Ey üftade gönlünden de Lailaheillallah
Berk eylesin dilinden de Lailaheillallah

Hadis-i şerifte “En efdal zikir Lailaheillallah.” Buyrulmuştur. Hz. Pir’in dördüncü kuşak halifelerinden Prizren Rahovesli Hacı Süleyman Efendi Hazretleri “Dil ile ‘Lailaheillallah’ demek şeriat zikridir; daim zikir ise tarikattır, tarikatın zikridir. Hakikatin zikri ise ‘Semme vechullah’ yani kulun her nereye dönerse dönsün orada Allah’ın yüzünü müşahede etmesidir. Marifetin zikri ise her şeyi yerli yerinde görmektir.” buyurdular. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Ey Hakk’a meyletmiş / üftade kul, dilinde kelime-i tevhid parlasın, gönlün ise tevhidin hakikatiyle dolsun.” diyor.

Devlet-i eman budur kamil-i iman budur
Cenneti açan budur de Lailaheillallah

Hadis-i şerifte “Kim Lailaheillallah derse cennete girer.” Buyrulmuştur. Lailaheillallah, imandır. Cennete imansız girilir mi? Girilmez. İşte müminin cennetini açan imdadı, devlet-i amanı onun imanıdır. İman ise üçtür: En zayıfı taklidi imandır. İkincisi iman-ı istidlal / delilli imandır. Üçüncüsü ise kamil imandır. Hangi kul kamil imana ulaşmışsa o, Lailaheillallah’ın hakikatine ermiş olur ve daim cennet-ül irfanda Rabbinin müşahedesiyle zevklenir.

Şeytanı senden koğar eder emrullaha yar
Kalbinde hikmet doğar de Lailaheillallah

Bir gün Hz. Peygamber Efendimiz mescidin kapısında İblis’i gördü ve ‘Ne yapıyorsun burada?’ dedi. İblis cevaben: ‘Şu namaz kılanın namazını bozacağım, fakat şuradaki uyuyan yüzünden içeri giremiyorum.’ dedi. Hz. Peygamber, uyuyanın hikmet ehli olduğunu gördü ve “Hikmet ehlinin uykusu, cahilin ibadetinden efdaldir.” buyurdular.
Kelime-yi tevhidin sırr-ı hakikatini, her kim araştırırsa, o araştırma; kulu yeryüzünde yaşayan Allah’ın velilerine / dostlarına götürür ve onu Allah dostlarıyla arkadaş eder. O da Allah velilerinden olur. Her kim Allah’ın veliliğine / dostluğuna kavuşursa, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfanıyetiyle hikmete mazhar olup oda ehl-i hikmet olur. Kur’an’da “Hikmeti kime dilerse ona verir, kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Gönül / kalb sahiplerinden başkası düşünüp anlayamaz.” (Bakara, 269) buyrulur. İşte hikmete mazhar olan kimse kesinlikle emrullaha, yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayet eder, ona şeytan yanaşamaz ve şeytan ondan kaçıp uzak olur.

Lailaheillallah lafzını tevhid sanma
Evrad esmada kalma de Lailaheillallah

“Dil ile ‘Lailaheillallah’ demek tevhidin lafıdır, kelimesidir. Sen de tesbihatla veya çeşitli virdlerle, dil ile ‘Lailaheillallah’ demeyi tevhid zannetme. Bu yaptığın virdler ve tesbihatlar tevhidin hakikati değildir.” buyruluyor.

Bu lafız suretdurur içi hikmet doludur
Dosta vuslat buldurur de Lailaheillallah

“Lailaheillallah” kelimesi, tevhidin suretidir, yani tevhidin elbisesidir. Tevhidin içi, yani hakikati ise, sırf irfaniyet ve hikmettir ki, kulu ancak bu hikmet mazhariyeti dost olan Rabbine vuslat ettirir. Çünkü zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle kul, kendinin ve cümle alemin nispet varlığını fena eder ve Rabbine vasıl olur. İşte böyle bir hikmete ulaşan kul ‘Lailaheillallah’ dediğinde, onun müşahedesinde Allah’tan gayri varlık olmaz, vesselam.

Ma’nası ab-ı hayat içenler görmez memat
Münkir Nekir’e cevap de Lailaheillallah

Pir Seyyit Muhammed Nur’ul Arabi Hazretleri “Ab-ı hayat, ab-ı tevhiddir.” Buyurmuştur. Her kim ki tevhidin hakikatine mazhar olursa, o Ab-ı hayata, yani ölümsüzlüğe kavuşur. Bu alemde “Ölmeden evvel ölünüz.” hadisinin sırrına ulaşıp, ölümsüzleşir ve o hep Hak’la yaşayıp, Hak’la var olur.
Bu imtihan aleminden göçenler üç hal üzeredirler: Birincisi günah ehlidir ki, görevli melekler bunların amellerini, sevap ve günahlarını ölçüp tartarlar. Günahı fazla olanlar durumlarına göre azap içinde berzah / kabir cehennem çukurunda kıyameti beklerler. İkincisi sevap ehli olanlardır ki; görevli melekler, bunların da sevap ve günahlarını ölçerek hesabını görür. Sevap ehlinin sevabı fazla olduğundan, bunlar da durumlarına göre güzellik ve rahatlık içerisinde berzah / kabir cenneti bahçelerinde kıyameti beklerler. Üçüncüsü ise, bu alemde zikr-i daim ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle, ölmeden evvel Hakk’a kavuşanlardır. Ki, bunlar bu alemde ve cümle alemlerde hep Hak’la olup; Hakk’a vuslat müşahede ve zevkiyle yaşayanlardır.
Bunların mazhar olduğu bu ölümsüzlük marifetine melekler yükselemezler. Onlar günaha yanaşıp günah işlemediklerinden, günahları olmaz, yaptığı sevabı da kendine nispet etmeyip her fiilin faili olan Allah’a nispet ettiklerinden, onların hesabını verecekleri sevapları da olmaz. Bu itibarla melekler, onlara sual, hesap soramazlar. Melekler, ancak cehalet ve zanna tabi olup kendi nispeti varlığından geçmemiş olan sevap ve günah ehlinin hesabını görebilirler. İşte bunu beyanla “Ab-ı hayat içenler, yani zikr-i daim uyanıklığıyla tevhidin hakikatine ulaşanlar, ölümsüz olurlar; Nekir, Münker isimli meleklerinin sorgusuna muhatap olmazlar.” buyruluyor.

Cennete asan çıkar alem-i ervaha uçar
Kabrine rahmet saçar de Lailaheilllallah

Cennetler ikidir: Birisi amel cenneti ki; salih, güzel amellerle alem-i ahirette müminler ona dahil olurlar. Diğeri ise cennet-ül irfandır ki; bu alemde ‘Lailaheillallah’ın hakikatine ulaşan ehl-i tevhid-i hakiki arifleri cennet-ül irfana dahil olur.
Alem-i ervah, ruhlar alemi demektir. Ervah alemi birlik, yani vahdet alemidir. Bir kul, ruhlar alemine tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat irfaniyetiyle yükselir. Hangi kul tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olursa, bu alemde cennet-ül irfana girer ve tevhidin keşfi irfaniyetiyle vahdete yani alem-i ervaha ulaşıp, ruha mensup olur. Ruha mensup olanın beden ve sureti ise, onun kabridir. İşte Vahdet / Bir’lik ruhaniyeti, onun suret, beden kabrinden zahir olur ve etrafına rahmet saçar. Yani tevhidin hakikatine ulaşan arif ve ehl-i kemalden zahir olan hal ve kelam, tevhidin hakikati ruhaniyetiyle yüklü olup, kendine ve halk-ı aleme rahmet, iyilikler saçar. Çünkü ondan hidayete yönelik iyilikler ve güzellikler zahir olup, açığa çıkar. Demektir.

Yakın eder uzağı atar yoldan tuzağı
Siler hesap mizanı de Lailaheillallah

Her kim ki tevhidin hakikatine ermedi ise, o kimse Hakk’ı kendinden ve cümle alemden uzak, öteler ötesi olarak zanneder. Kur’an-ı Kerim’de “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) “…biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) buyrulduğu halde, böyle kimseler Rabbini, cehalet ve zan tuzağı ile, kendinin ve alemin gayrısı zanneder.
İşte kulun yaradılış amacı olan Rabbine kavuşma yolundaki tuzak budur. Bu tuzağı bozmanın çaresi ise Lailaheillallah’ın hakikatine ermektir. Kul ancak tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, kendini ve alemi Rabbinden  uzak ve ayrı görme tuzağından kurtulur. Çünkü hadis-i şerifte “Hesap günü gelmeden hesabınızı görün.” Buyrulmuştur. Hesap ve sual kulun nispetlerinedir. Bir kimse, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle nispet varlığını fena eder ve Rabbine vasıl olursa, cehaletle var zannettiği cümle nispet varlığından kurtulup ‘ölmeden evvel ölüm’ sırrına vakıf olur. Böyle bir kul, günah ve haramın her türlüsünden uzak olup bunları işlemez, Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle uyar ve ahkama riayet eder. İşte böyle bir kimsenin, işlemediği için günahı olmaz. İşlediği sevabı ise nefsini cennet nimetlerinden lezzetlendirmek için yapmayıp; ilahi sevgilisi olan Allah emrettiği için yapar ki, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Hakk’a arif olduğu için yaptığı sevap ve iyilikleri Hakk’a nispet eder. Böyle Arif ve ehli kemalin hesap, mizan için sevap ve günahı olmaz. Allahualem.

Budur mü’mine Burak kuş gibi geçer Sırat
Nar-ı nirandan beraat de Lailaheillallah

Ahiretteki cennet nimetleri mazhariyeti ve cehennemden nefsini korumak amacıyla olan kulluk, ehl-i nefsin kulluğudur. Tevhidi hakiki ile ruha mensup olan Arif ve ehli kemalin kulluğu ise, Hak vuslatıdır. İşte Budur mümine Burak... sözünün manası: Lailaheillallah’ın hakikatine eren mümin, nefsini ahiret nimetlerinden lezzetlendirmek ve cehennem azabından halas etmek için kulluk yapmaz. O, Burak olan ilahi aşk mazhariyetiyle, tevhid-i hakiki keşf-i irfaniyetiyle Arif olup, dünyada, ahirette ve cümle alemlerde hep Hakk’a vuslat keyfiyetiyle yaşadığından; soru, hesap ve cehennem ateşinden beraata mazhar olur demektir.

Cehl-i Süfyan’ın kaçar irfanın kanat açar
Dost iklimine uçar de Lailaheillallah

Ebu Süfyan, Hz. Hamza’nın ciğerlerini söktürüp de yiyen Hind’in kocası olup, Muaviye’nin de babasıdır. Ehlibeyt’i Kerbela’da şehit eden Yezid’in dedesidir. Ebu Süfyan’ın ömrünün tamamına yakını, Hz. Peygamber Efendimize karşı mücadeleyle geçmiştir. Kızı Habibe iman edip Hz. Resulullah’la evlenmiştir ve müminlerin annesi olmuştur. Ebu Süfyan, kızı Habibe validemizin evine girmek istediğinde, Habibe validemiz “Sen pissin, murdarsın, bu eve giremezsin!” diyerek onu koğmuştur. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “…müşrikler pistir.” (Tevbe, 28) buyrulur.
Cehl-i Süfyan sözü ise; hidayeti Nur-u Muhammed’in zahir olduğu mekteb-i irfan meclisinden, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki ariflerinden kişiyi uzaklaştıran, cümle zan ve vehimlerden oluşan anlayışlardır. Bu itibarla “Lailaheillallah’ın hakikatine arif olursan, seni mekteb-i irfandan ve evlad-ı Resul olan tevhid-i hakiki ariflerinden alıkoyup uzaklaştıran, Cehl-i Süfyan’ın olan körlük ve taassubun senden kaçar gider. Sen O zaman, tevhid-i hakiki irfaniyet ve aydınlığına kavuşursun. O irfaniyet seni, dost olan Rabbine yükseltip kavuşturur.” buyruluyor.

Fehmi’ye haldaş budur yolunda yoldaş budur
Dilinde dildaş budur de Lailaheillallah

Lailaheillallah’ın hakikat-i sırrına ulaşan bir kulun nispeti varlığı kalmaz, o kul;  Allah’ın varlığıyla var olup, arif ve kamil bir insan olur. Bu itibarla, Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri “Benim kulluğum, tevhidin hakikati aydınlığıyla yürüyüp, konuşmak ve hallenmektir.” Diyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

Ey gönül sen aşkı yar et

Ey gönül sen aşkı yar et
Bin ol Burağa seyran et
Akl-ı Cibril’in burhan et

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah
                                          
Kelime-yi tevhid olan Lailaheillallah’ın anlam ve mahiyeti, ehl-i şeriata göre; Allah’tan başka ilah yoktur, Allah beni ve cümle alemi yaratandır, anlayışıdır. Ehl-i şeriat, eserini delil yaparak Allah’a iman eder, kendini ve cümle alemi Allah’tan ayrı zanneder.
Ehl-i hakikate göre ise, Lailaheillallah demek, mevcutta Allah’tan gayri yok, demektir. Ehl-i tevhid-i hakiki kendini ve cümle alemi Hakk’ın gayrısı olarak görmeyip, Kur’an’ın “Rabbin insanları çepeçevre kuşatmıştır…” (İsra, 60) “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4) ayetlerinde beyan edilen mana ve hakikatin şuur ve müşahedesiyledirler. Yani onlar, daim Hak’la vuslattadırlar. Hakk’a vuslat ise miraçtır. İşte bu miraca ulaşmak için kulun, ehl-i şeriatın tevhid anlayışından tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine yükselip, terakki etmesini gerektirir ki, bu yükseliş ve terakki kulun miracıdır.
Hz. Peygamber Efendimizin nasıl ki miraca giderken bazı yol arkadaşları olduysa, müminin miracında da bu yol arkadaşları mevcuttur. Müminin miraç yolculuğunda, aşk-ı ilahi Burak’tır. Her aşk burak değildir. Ancak ilahi aşk Burak’tır. Cebrail ise, akl-ı Resuldür. Her akıl, akl-ı Resul olmaz, ancak Muhammedi olan bir akıl Cebrail’dir. Çünkü Cebrail vahyin mazharıdır. Cebrail olan bir akıl, kesinlikle vahye tabi olup Kur’an’a bağlı olan akıldır. Miraç yolculuğunda bir de Refref vardır ki, ehl-i kemal ona zevk-i ilahi demişlerdir. İşte Lailaheillallah’ın hakiki mahiyeti olan Hakk’a vuslat yolculuğu, yani miraç; aşk-ı ilahiye aşina olmakla, akl-ı Muhammedi’ye nail olmakla ve zevk-i ilahiye mazhar olmakla yapılır. Hasan Fehmi Hazretleri, kendi gönlünü muhatap ederek bizlere bunu ifade ediyor.

Hicr-i kesretten uzlet et 
Fakr-i fenada sohbet et
Bahr-ı vahdete vuslat et 

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah
Hz. Resulullah “El fakru fahri, el fakru fahri, el fakru fahri.” Buyurmuştur. Yani üç defa “Fakirlik benim iftiharımdır.” demiştir. Bu fakirlik, nispeti varlığın fenası, yokluğu olan fakirliktir. Yani kulun fenafillaha ulaşmasıdır. Yoksa, Hz. Resulullah Efendimiz, zahiren mal mülk itibariyle zengindi ve tüccarlık yapardı. Hiç fakir olan kimse tüccarlık yapabilir mi? Yapamaz. Ayrıca, muharebelerden gelen ve Hz. Resulullah’ın payına düşen ganimetler de vardı. Velhasıl Hz. Peygamber Efendimiz zahiren fakir olmayıp, zengindi. Onun iftihar ettiği fakirlik ise manevidir, yani fenafillah fakirliğidir.
İşte bunu beyanla Hasan Fehmi Hazretleri “Cümle varlık kesreti olan kendine ve cümle aleme cehaletle nispet ettiğin varlıklardan uzlet edip uzaklaş ve Hz. Peygamberin iftihar ettiği fenafillah fakirliğine er.” Diyor. “Sohbetin fenafillah irfaniyet ve kemalatıyla olsun ki, o zaman vahdet denizine yani Hakk’ın birliğine vuslat edip, kavuşursun.” buyuruyor.

Bu faniye bak al ibret
Seraptır ancak şuhud et
Beka-yı zatı vatan et 

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah

Serap, sıcağın hararetinden peydah olan, var gibi görünen fakat yaklaşıldıkça olmadığı anlaşılan, hayal olan görüntülerdir. İşte Allah’tan gayrı / başka bir her şey seraptır, var gibi görünürler, fakat araştırıp da Hakk’a yakınlık hasıl olunca hiçbir şeyin nispet varlığının olmadığını, var gibi görünenlerin ise fenasını / yokluğunu görürüz. Kur’an-ı Kerim’de “O’nun yüzü/veçhi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Zat-ı ilahi her şeyin aslıdır. Zat-ı ilahiye nispetle her şey fenadır / yoktur. Hakk’ın zatı ise bekadır. Bu itibarla “Kendine ve cümle aleme nispetle varlıkların serap olduğunu görüp, onların fenasını / yokluğunu idrak et, Hakk’ın zatı bekadır. Bu beka olan tecelli zat keşfi irfaniyetinin zevkine ulaş bu müşahede ve zevki vatan et.” buyruluyor.

Yoksun yokluğuna sabret
Varlığın Hak’tandır şükret
Hak’la Hakk’ı hem fikret 

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah


Yokluğun sabrı hakkında Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “Sabır, nefsini gayriye şikayetlerden hapsetmektir.” buyurmuştur. Yani şikayette muhatap, gayriyet olmayıp aynı Hak olursa, işte bu sabırdır. Bu sabır ancak yoklukla, yani fenafillah irfaniyetiyle yapılan bir sabırdır. Kim yokluğuyla Hakk’ın varlığına kavuşursa, o kul Hak’tan gayrı görmez ve şikayetin daima Hakk’a yapıldığı bir sabra ulaşır. Vesselam.
Hz. Peygamber Efendimiz miraçta “Rabbimi Rabbimle gördüm.” Buyurmuştur. Bu itibarla miraç edip Hakk’a kavuşan bir kulun müşahedesinde; Hak, Hakk’ı görür, Hak söyler ve işitir. O kul daima Hak’la olup Hakk’ı fikreder. Çünkü onun müşahedesinde gayriyet olmayıp hep Hak vardır. Kur’an’da “Zikredin beni ki zikredeyim sizi; şükredin bana, sakın küfür / nankörlük etmeyin.” (Bakara, 152) buyrulmuştur. Şükür, nimete yapılır. Kulun Hakk’a vuslatı ise, en büyük nimetidir. Bu itibarla “Yokluğunla, fenafillah irfaniyetiyle sabret. Enfus ve afaktaki cümle varlığın Hakk’ın zuhuru olduğunun müşahedesine ulaştırdığı için Allah’a şükret. Böyle bir kullukla tefekkürün gayriye olmayıp, daima Hak’la Hakk’a olsun.” buyruluyor.

Allah de her nefes zikret 
Oynasın kalb-i basiret
Murg-ı ruhun alsın lezzet 

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah

Herkes zikrullahtan bahseder. Günümüzde, büyük küçük mevcut bir çok tarikat mürşidi, cemaat lideri, kulu maksada ulaştıracak olan zikrullah diye bazı esmaları söylemeyi ve tesbih çekmeyi mensuplarına telkin eder veya vekillerine telkin ettirirler. Bu tarikat, cemaat mürşitleri, liderleri çok saltanatlı olup, çeşitli enformasyonla kamil insan, büyük mürşit, zamanın gavsı, asrın hatta bin yılın en büyük üstadı, müceddidi gibi vasıflarla, halka, kamuoyuna lanse edilirler. Fakat bu kadar saltanat ve debdebeye rağmen zikrullahı kendileri de bilmez. Tarifleri de öğretileri de kulu maksada ulaştıran zikrullah değildir. Kendi zikrullahtan gafil olan bir mürşit, nasıl başkalarına zikrullah telkin edebilir? Onun kendisi, zikrullah telkin ve irşadına muhtaçtır. Vesselam.
Kulu yaratılış maksadına ulaştıracak olan zikrullah, falancanın dediği gibi şu kadar esma çekmek, fişmancanın söylediği gibi fazla ibadet etmek, şekil, sakal, sarık, suret düzmek değildir. Cenab-ı Hak, 300-500 gibi rakamlarla kendisinin zikredilmesini istemiyor. Kur’an’da “...bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı size öğrettiği gibi zikredin. (Bakara, 239) Buyrulur. Zikrullah, aynı Kur’an-ı Kerim’de tarif edildiği gibidir. Kur’an beyanıyla, kulun yapması istenen zikir, zikr-i daimdir. Çünkü “…siz ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…” (Nisa, 103) buyrulur. Yaşayan bir insanın başka bir pozisyonu var mıdır? Yoktur. Bir kişi nefes alıp verdiği müddetçe ya ayaktadır, ya oturur ya da yatar. Başka bir ayette ise “Aklını işleten / gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken daima Allah’ı zikrederler…” (Al-i İmran, 191) beyanı vardır. Demek ki Cenab-ı Hak, kullarından kendisini sayı ile değil, her nefeste zikr-i daimle zikretmesini istiyor. İşte bunu beyanla Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’inde “Her nefeste Allah adın de müdam” buyurur.
Cenab-ı Hak, bizden hangi azamızla ve hangi ismiyle O’nu zikretmemiz gerektiğini ise Kur’an’da şöyle beyan ediyor: “Gerçek mümin olanlar ancak o kimselerdir ki; Allah zikredildiğinde kalbleri titrer...” (Enfal, 2) “Onlar öyle insanlardır ki, Allah zikredilince kalbleri titrer…” (Hac, 35) Başka bir ayette ise “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin, kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) İşte bu ve benzeri ilahi buyruklar bize Cenab-ı Hakk’ı kalb ile ve isimleri içerisinde Allah ismiyle zikretmemizi beyan ediyor. Çünkü kalb vücudun merkezidir. Bir ülkenin başkenti gibidir, başkentte kim iktidar olursa o ülkenin diğer şehirleri de onun hakimiyetine girer. İşte bizim varlık ülkemizin başkenti kalbtir. Eğer bir kulun kalbinde zikrullah hakim olursa, o kulun vücudunun tamamında hakimiyet Allah’ın olur. Yani vücudun diğer azaları da kalbdeki zikrullah hakimiyetine girer ve Allah’a boyun eğer. Vesselam. Burada kast edilen kalb, kan pompası olan kalb değildir. Vücud-u manevinin hasleti olan kalbdir.
Cenab-ı Hakk’ın isimleri içinde Allah ismi, mertebe itibariyle uluhiyet mertebesinin ismidir. Yani Hakk’ın uluhiyet mertebesindeki ismi Allah’tır. Allah, esmaya nispetle ise ism-i celaldir. İsm-i celal zuhuru yakıcıdır ki, kulun kalbindeki zikir Allah ismiyle olursa, zikrullah o kalpteki Allah’tan gayrı olan muhabbetleri yakıp yok eder. Demek ki Cenab-ı Hak kullarına, azalar içinde merkezi aza olan kalb ve makam-ı uluhiyetin adı olan Allah ismiyle, her nefeste daim olarak kendisini zikretmesini bildiriyor, emrediyor. İşte zamanın kamil mürşidi olan her kim ise, o muhakkak zikr-i daime aşinadır ve zikr-i daim ancak onun telkin ve irşadıyla öğrenilir. Çünkü bir mürşit kamil ise, kesinlikle Kur'an’a tabidir. O Kur'anla çelişen hiç bir şeye onay vermediği gibi, Kur’an harici ne eksik ne fazla bir şey emir ve tavsiye etmez. O ancak Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de emrettiklerini telkin ve tarif ederek irşad eder. Vesselam.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her nefeste zikr-i daimle öyle bir basiret elde et ki, kalbi titreyen müminlerden ol. O zaman Murg-i ruhun / gönül kuşun ruhaniyete yükselip, ruhani gıdalarla lezzetlenip zevklenir.” buyuruyor.


Tefekkür eyle bir saat
Bir saatin olsun bin saat
Budur ol makbul ibadet 

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah

Hadis-i şerifte “Bir saat tefekkür, yetmiş yıl yapılan ibadetten efdaldir.” Buyrulmuştur. Bu beyan ediliyor. İbadet kulluk demektir. Yetmiş yıl ise ortalama, yaklaşık bir insanın bu imtihan alemindeki ömr-ü müddetidir. Kulluktan, yani ibadetten yüce amaç ise, kulun yaratıcısıyla yani Rabbiyle buluşmasıdır. Bir insanın kalbinde zikr-i daim varsa, o kalpteki tefekkür fikrullah olur. Bu itbarla ancak zikr-i daim ve fikrullah mazharı olan kul, Rabbine kavuşarak kulluğun yüce gayesine ulaşır. Fakat bir kulun kalbinde zikrullah ve fikrullah yoksa, onun bu alemdeki ömrü müddetince yapmış olduğu kulluk / ibadet, onu asla Rabbine kavuşturmaz ve böyleleri Rabbinden ebediyen mahcup / perdeli olur. Çünkü Kur’an’da “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulmuştur. Bu itibarla bir saat tefekkür, kulu Rabbine kavuşturduğundan, zikrullah ve fikrullahtan yoksun olarak, yetmiş yıllık, yani bir ömür yapılan ibadetten / kulluktan efdaldir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bir saat tefekkür, bin saat olur.” Diyor. Burada bin saattan maksat bir ömür yapılan kulluk / ibadet demektir. Allahualem.

Fehmi fehminde sen sabret 
Kulsun Rabbine taat et
Fakr-i devletine fahret 

De Lailaheillallah
De Lailaheillallah

‘Ey, Hz. Peygamber Efendimizin iftihar ettiği fakr-u devlet olan fenafillah yokluğunu, fakirliğini bulan kul! Bu anlayış ve irfaniyetini muhafaza et. Çünkü kulluğun zirvesi olan yokluğa ermişsin. Alemlerin Rabbine böyle bir kullukla itaatten sakın ayrılma. Lailaheillallah kelimesi olan tevhidin hakikatine, yani Allah’tan gayrı her şey fanidir / yoktur, müşahede ve zevkine ulaşmışsın. Bu kemalatı, kulluğun en yüce rütbesi. devleti bilerek iftihar et.” Diyerek Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap edip, bu beyitlerin cümlesiyle bizlere tembih ve irşatda bulunüyor. Ruhu şad olsun.

Ey gönül tefekkür eyle

Ey gönül tefekkür eyle
Esrar-ı Hakk’ı fehmeyle
Ol beyt-i kalbe ver cila

Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle
                                
Cenab-ı Hak, Kur’an’daki bir çok ayette tefekkür etmemizi emreder, tavsiye eder. Resulullah Efendimiz “Bir saat tefekkür, yetmiş sene yapılan ibadetten efdaldir.” buyurmuşlardır. Bazı büyükler “Bir kalb zikr-i daime mazhar olmuşsa o kalb ile esrar-ı ilahiyi düşünmek tefekkürdür, ancak o kalbe ilahi ilham gelir ve o kalbte fikrullah hasıl olur.” demişlerdir. Çünkü Kur’an’da “Aklını işleten gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken daima Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin tefekkür ederler.” (Al-i İmran, 190-91) buyrulmuştur. Bu itibarla bir kalb zikrullahtan mahrumsa o kalb, ancak felsefe üretir, fikrullah üretmez vesselam.
Ol beyt-i kalbe ver cila... demek ise, kalb evini cilala, parlat demektir. Bunu beyanla Hz. Resulullah “Kalbler demirin paslandığı gibi paslanır, nasıl ki demirin cilası var ise kalbin cilası da zikrullahtır.” buyurmuştur. Dolayısıyla zikrullahtan mahrum olan bir kalb kirli ve paslı olup, bu kirin pasın giderilip o kalbin cilalanıp parlaması için, zikr-i daim telkinine mazhar olması gerekir. Kulun her azasını bir sebeple yaratan Cenab-ı Hak, kalbi ise beytullah yani Allah’ın evi olarak yaratmıştır. Çünkü kudsi hadiste: “Ben yerlere göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” buyrulmuştur. Zikrullahla temizlenip, cilalanmış olan müminin kalbi ancak, esrar-ı Hakk’ı, yani Allah’ın sırlarını tefekkür eder ve onun kalbine Allah misafir olup, onun kalbi Hakk’ın evi olur. Herkes zikrullahtan bahsederek bir takım esmalar çeker ve buna zikrullah der. Kur’an okur, sohbet eder, bunlara zikrullah der ki, bunlar zikirdir, fakat zikrullah değildir.
Peki zikir ile zikrullah arasındaki fark nedir? Zikir genel ifadedir ki, bu genel ifadeyle namaz, Kur'an, hac gibi ibadetler de zikirdir. Zikrullah ise başlı başına özel ve bir büyük ibadettir. Çünkü Kur’an’da “Kitaptan sana vahyedileni oku, namazı yerine getir. Çünkü namaz çirkinliklerden ve kötülüklerden alıkoyar. Elbette ki zikrullah daha büyüktür.” (Ankebut, 45) buyrulur. Zikrullahın özel olması şu itibarladır ki, zikrullah kitaplardan, sohbet veya vaaz ve konferanslardan öğrenilmez. Kur’an-ı Kerim’de “…eğer bilmiyorsanız zikir ehline sorun.” (Nahl, 43) Başka bir ayette ise “…hadi sorun zikir ehline eğer bilmiyorsanız.” (Enbiya, 7) buyrulur. Başlı başına büyük ibadet olan zikrullah, ancak ehil olanın, yani mürşid-i kamilin telkin ve tarifiyle öğrenilir. Kamilin öğrettiği zikrullah, daim zikirdir, çünkü daim zikri  “Siz Allah’ı ayakta iken, oturur iken ve yatarken zikredin.” (Nisa, 103) beyanıyla Kur’an buyurur. Velhasıl bu ve benzeri ayetlerin beyanına göre kulun, daim zikre mazhar olması emrediliyor. Çünkü insan nefes alıp verip yaşadığı müddetçe, ya ayaktadır, ya oturur, ya da yatar. Başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere “Gönül / kalb ehli ol, her nefeste zikr-i daimle kalbini cilalandır ki, kalbin fikrullah ile tefekkür edip Hakk’ın evi olsun.” diyor.

Zikrullah nefsin öldürür
Hem seni sana bildirir
İrfanla seni doldurur 

Her nefes zikrullah eyle     
Kalb ile fikrullah eyle

Hz. Peygamber Efendimiz Uhud Muharebesi'nden dönerken “Küçük harpten büyük harbe gidiyoruz.” buyurdu. Ashabın “Aman ya Resulullah, Uhud'dan daha büyük harb mi olur. Yenen yenilen belli değil.” demeleri üzerine Hz. Resulullah “Uhud’da belli bir düşmanla, belli bir mevkide, belli bir zamanda harp ettik. Fakat nefis ise, yaşadığımız müddetçe her zamanda, her yerde, her mekanda bize düşmandır. Onunla harb etmek ise büyük harptir.” buyurdular.
İşte nefs ile olan büyük harp, zikr-i daimle yapılır ve nefs, zikrullah uyanıklığıyla mağlup olur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Zikr-i daim, cihadı ekberdir. Hacc-ul ekberdir. Çünkü salik nereye dönse Allah der, her daim Allah’ladır.” Diyor. Hadis-i şerifte “Kendini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Bu kendini bilmek irfaniyetine, ancak her nefeste zikr-i daim ve tefekkürle esrar-ı ilahiyi araştırmak yoluyla ulaşılır. Başka bir yol, kulu, kendini bilme irfaniyet ve kemalatına götürmez. 

Esrar-ı tevhidi bilmek
Eyledi  da’vet Muhammed
Çünkü eyledin icabet 


Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle

Hz. Peygamber Efendimiz miraçtan geldiğinde “Size üç hediye getirdim: Biri umumidir, herkese açıyorum. İkincisi özeldir, kim talep ederse beni tenhada bulsun. Üçüncüsü ise kendime aittir.” buyurdular. Birinci, herkese ait olan hediye, ilm-i şeriattır ki umuma yani herkesin zahirine hitap eder. Ulema-yı zahir tarafından herkese tebliğ edilir. İkinci hediye ise özeldir ki, ilm-i tevhid-i hakikidir. Tevhid-i hakiki umuma, yani herkese ait olmayıp, özeldir ve ancak talep eden kimseye öğretilir. Sahabeden bazıları “Ben Hz. Resulullah’tan iki ilim öğrendim, birini herkese açıyorum diğerini öğrenmek isteyen ise beni tenhada bulsun.” demişlerdir. Bu beyandan anlaşıldığı gibi bazı sahabeler Hz. Peygamber Efendimizi tenhada bulup, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid telkinine mazhar olmuşlardır. İşte bu özel olan tevhid-i hakiki davet ve irşadı, bu gün hidayet-i nur-u Muhammed mazhariyetiyle, insan-ı kamil olan veliler tarafından yapılır. Her kim bu davet ve telkine icabet eder, kamil mürşidin irşadına mazhar olursa, tevhidin hakikati sırrına arif olur. 

Gir sen irfan-ı cennete 
Gark ol safa-yı izzete
Ermek dilersen devlete 

Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle

Cennet iki türlüdür: Biri amel cenneti, diğeri ise irfan cennetidir. Amel cenneti, kulların amel-i salihleri mukabilidir ki, oraya ancak ahiret aleminde, iyi ve güzel amellerle girilir. Cennet-ül irfana ise bu alemde zikrullah, fikrullah ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle girilir ve bir daha oradan çıkılmayıp daim cennet-ül irfanda zevklenilir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Cennet-ül irfana dahil olup, orada olmanın zevkine ulaş. Bir kula bu makam ve mevkiden daha sefalı bir izzet, devlet yani rütbe ve itibar olmaz.” diyor. Çünkü cennet-ül irfana dahil olan bir kul, hep Hak’la olup, cemalullahla zevklenir. Vesselam.

Sıvadan kalbin eyle pak
Tecelli etsin hubb-i Hak
Sücud-ı kalb odur mutlak

Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle

Kalbinde Hak'tan başka hiç bir şey kalmayıp tertemiz olsun. Tevhid-i hakikinin keşfi her kimde hasıl olursa, o kimsenin kalbinde gayriyet olmaz. O kulun kalbi pak olup Hakk’ın muhabbetine mazhar olarak hep Hak’la olur. Kalbin secdesi ise, kulun Hakk’ın karşısında kendi fenasının, yani acziyet ve yokluğunun müşahedesi ve irfaniyetidir.

Tevhid et Hakk’ı Hak ile 
Ef’al sıfat-ı zat ile
Gir ol vücud-ı vahide 

Her nefes zikrullah eyle        
Kalb ile fikrullah eyle

Cenab-ı Hakk’ın vücudu vahid’dir, bir’dir, yani vahdet-i vücuttur. Bir/Vahdet olan vücudun zuhuru mahiyet ise, Hakk’ın ef’al, sıfat ve zatıdır. İşte bunlar nedir, nasıldır? gibi müşküllerin cevabı ancak zikrullah, fikrullah uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle vahdet-i vücuda girip, gark olmakla hallolur. Başka türlü asla hallolmaz.   

Mahvet vücudun kıl fena 
Fena-yı tamda bul beka
Yetmez mi sana bu safa 

Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle

Kudsi hadiste Cenab-ı Hak “Ey kulum! Sen yok / fena olmadıkça bana kavuşamazsın. Ben tecelli etmedikçe sen yok / fena olamazsın.” buyurmuştur. Vücudun mahvı, kendimizin ve cümle alemin nisbi varlığının fenasına, yokluğuna arif olup keşfetmekle olur. Bizim kendimize ve cümle aleme ait olup da var zannettiğimiz cümle varlıklar, Hakk’ın zuhurundan başka bir şey değildir. İşte makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kendi nispet varlığımızın yokluğunun anlaşılması, kulun fenasıdır. Hakk’ın kulun yokluğundaki zuhuru tecellisi ise bekadır. Bu keşfe ve marifete ulaşıp mazhar olmak ise, kulluğun en ala sefasıdır. Vesselam.


Uyandır kalbin arif ol 
Salat-ı hamse dahil ol
Huzur-ı Hakk’a kaim ol

Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle

Kur’an-ı Kerim’de “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin, kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. Bu itibarla Fehmi Efendi “Zikr-i daimle kalbin uyanık olsun ki, bu uyanıklık ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif ol. Salat-ı hamse, beş vakit kılınan namazdır ki; sakın beş vakit namazı terk etme.” diyor. Çünkü Kur’an’da “…Namaz müminler üzerine vakti belirlenmiş bir farz olmuştur.” (Nisa, 103) Buyrulur. Bütün alem-i halk, beş vakit namazı terk edip de kılmasa, bir tek daim zikir ve tevhid-i hakiki arifi kalsa, o beş vakit namazı kılar asla terk etmez. Aynı zamanda böyle bir arif, daim zikir ve tevhid-i hakiki kemalatıyla bir an dahi Hak’tan ayrı olmaz. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Sen de daim zikirle kalbini uyandır, beş vakit namazını kıl, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle hep Hak’la ol, yani sen Hakk’ın zuhuruyla var olduğuna vakıf ol.” buyuruyor.

Fehmi’nin sözün yad eyle
Sırrına ermek cehdeyle
Ol dil ve canı şad eyle 

Her nefes zikrullah eyle
Kalb ile fikrullah eyle   

Arifbillah Hasan Fehmi Hazretleri “Sözlerimi hatırla ve güzel sesinle bu ilahileri okuyup sözlerimin dışı ile yetinme, sözlerin içine, hikmetine ulaşıp da sırrına vakıf ol. Gayretin bu olsun ki, o zaman zikrullah ve fikrullahla kalbin ve ruhun şenlenir, mutlu olur, felah bulursun.” buyuruyor. Çocuklar cevizin dışı ile oynayıp avunurlar, olgun insan ise cevizin içiyle ilgilenir. Velilerin ilahileri de ceviz gibidir ki, içi mana ve hikmet yüklüdür. Kamil, olgun kimse velilerin sözlerindeki mana ve hikmetle meşgul olur. Vesselam.