30 Temmuz 2011 Cumartesi

Derman arama derdine derdin yeter derman sana

Derman arama derdine derdin yeter derman sana
Fakr ile eyle iftihar zillet yeter devlet sana

Burada bahsedilen dert, derd-i ilahidir. Hakk’ın bize yakınlığı nasıldır, zuhuru nedir, her şeyi ihata etmesi nasıldır gibi, Allah’ı tanımaya ve ona kavuşmaya yönelik müşküller, problemler ve dertlerdir. İşte her kimki derd-i ilahiyle dertlenirse, o dert onu çareye, Rabbine arif olmaya ve Rabbine vuslat dermanına götürür. Derdi olmayan, çare, derman arar mı? Aramaz. Bu itibarla derd-i ilahi, kulun aynı zamanda dermanıdır, vesselam. Hz. Peygamber Efendimiz “Fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır.” buyurmuşlardır. Hz. Resulullah Efendimizin üç defa buyurduğu fakirlik, maddi fakirlik değildir. Çünkü Resulullah Efendimiz tüccar olup, ticaret yapardı. Hiç fakir kimse sermayesi olmadan tüccarlık yapabilir mi, yapamaz. Hz. Peygamber Efendimiz, madden fakir değil, zengindi. Çünkü Kur’an’da “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha, 8) Buyrulmuştur. Hz. Pir “Resulullah Efendimiz için, bazı kimseler madden fakirdi, yok hasırda yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı, derler. Bunların hepsi uydurma, yalan olup Hz. Peygambere iftiradır.” diyor. Hz. Resulullah Efendimize madden fakirdi demek, yukarıdaki ayeti inkar etmektir. Velhasıl burada kastedilen ve Hz. Peygamber Efendimizin iftihar ettiği fakirlik, maddi olmayıp, ehl-i kemalin fenafillah keşfi irfaniyetiyle, kendine nispet ettiği varlığının fenası / yokluğu itibariyle olan fakirliktir.
İşte Hz. Resulullah Efendimizin öğündüğü fakirlik böyle bir fakirlik olduğu içindir ki, Hasan Fehmi Hazretleri: “Derd-i ilahi ile dertlen, bu dert aynı zamanda sana ilahi derman olur. Fenafillah fakirliğine ulaş. O fakirlik ve yoklukla öğün ki, bu düşkünlük ve fakirlik sana en yüce makam ve devlettir.” buyuruyor.

Zevkine uydur kulluğu Hak’tan ata bil yokluğu
Mahv eyle sen ağyarlığı hep görünen dildar sana

Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretleri “İster farkta, ister cemde, hangi makamda olursan ol, kula Rab olma; Rabbe kul ol.” buyuruyor. Hakikatte Allah’a yapılan en ala kulluk, kulun cehaletle kendine nispet ederek var zannettiği varlığının tevhid-i hakiki irfaniyetiyle yokluğunu keşfetmesidir. Bu keşif ve irfaniyet ise, vehbi yani Hakk’ın bağış ve hediyesidir. Cümle ilimler ise, irfaniyet gibi bağış yani vehbi olmayıp, akılla tahsil edilir.
Ağyar, Hakk’ın gayrısı olan her şey demektir. İşte bu gayriyet ancak, zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle fena edilip mahvedilerek, cümle eşyada mevcut olan ilahi sevgili müşahede edilir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Ağyar olan cümle gayriyeti zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle mahvet ki, her tecellide ilahi sevgili sana gözüksün. Bu irfaniyet ve kemalatı kendim tahsil ettim zannetme, Hakk’ın sana bir ihsanı ve hediyesi olduğuna arif ol.” diyor. Çünkü Kur’an’da “Ey Rabbimiz! Bizi doğruya ve güzele yönelttikten sonra kalblerimizi bozup eğriltme ve bize katından bir rahmet bağışla. Sen, yalnız sen vehhabsın, bol bol bağışta bulunansın.” (Al-i İmran, 8) Buyrulmuştur.
Allah, cümlemizi böyle bağış ve ihsana mazhar kılsın.

Dünya ile ukbayı bırak, var ol kuru sevdayı bırak
Ol beni zakir dedi Hak işte yeter canan sana

Ehl-i dünyanın kulluğu, nefsinin bu alemdeki heva ve lezzetleri içindir, dünya menfaati içindir. Ukba ehlinin kulluğu ise, nefsini ahiretteki amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmek içindir. Gerek ehl-i dünya, gerekse ehl-i ukbanın hali, anlayışı; kulu yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine vuslata götürmez. Bu itibarla dünya ve ukba sevgisiyle ifa edilen kulluk ve yapılan ibadet, kulu ilahi sevgiliyle vuslata götürmediği için kuru sevdadır. Kulu canana, yani ilahi sevgiliye götürecek olan kulluk, daim zikir uyanıklığıyla ifa edilen kulluktur. Çünkü zikr-i daim yolundan / tarikinden başka Hakk’a giden yol yoktur. Bu itibarla kul, ancak zikr-i daim mazhariyetiyle Rabbine vasıl olup yaradılışının yüce gayesine ulaşır. Kur’an’da Cenab-ı Hak “Beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim…” (Bakara, 152) Buyuruyor. Velhasıl “İlahi sevgiliye kavuşup, O’nun sevgisine, muhabbetine mazhar olmak istersen, ehl-i dünya ve ehl-i ukba kulluğunu bırak, zikr-i daime mazhar ol.” demektir.

Dinle güzel mürşid sözün aç gözlerin hem gör yüzün
Uydur izine hep izin şeyhin yeter burhan sana

Mürşid-i kamilin yüzü, hidayetin zuhur yüzüdür. Hidayetin baş mazharı Hz. Resulullah Efendimizdir. Onun temsilcisi de, alimler ve mürşid-i kamildir. Mürşidin vazifesi Hakk’ın emrini tebliğden ibarettir. Bu itibarla mürşid-i kamilin emrini tutmamak, Hakk’ın emrini tutmamaktır. Çünkü kamil olan bir mürşidin irşadı Kur’an’la olduğundan, Kuran’la olan telkin ve irşad Hak ve gerçektir. Velhasıl bunu beyanla “Mürşid-i kamilin izi olan telkinine uy. Çünkü o hidayetin zuhur yüzüdür ki, mürşid-i kamilde telkine riayetle kemalat ve marifete ulaşmıştır. Bu itibarla kulluğunu kemale ulaştırmada mürşid-i kamil, senin en büyük dayanağın ve delilindir. Çünkü Kur’an’da ‘Emr olunduğun gibi dosdoğru ol…’ (Hud, 112 – Şura, 15) buyrulur. Sen de kamilin izi olan telkine dosdoğru olarak uy, yani telkini eksiltmeden ve ona ilave yapmadan, aynen riayet et.” demektedir.

Aşkı yar et yoldaş yeter kalbi zikrin haldaş yeter
Kıl tefekkür sırdaş yeter ihsan eder irfan  sana

Aşk ehli ol, yani muhabbetin, muhabbet-i ilahi olsun. Çünkü Hakk’a kavuşmak için bütün menziller ve merhaleler, ancak aşk-ı ilahi ile aşılır. Kalbi zikrin hali ise şöyledir: Kalbi zikir, her nefeste zikr-i daimi hasıl eder. Hz. Pir “Zikr-i daim, iman-ı huzurdur.” diyor. Îman-ı huzur, kulun zikr-i daim uyanıklığıyla her an, her nefeste Allah’ın huzurunda olmasıdır. Bu itibarla kalbi zikrin hali iman-ı huzurdur vesselam.
Tefekkür ise, esrar-ı ilahiyi düşünmek ve araştırmaktır. Kalbi zikre mazhar olmuş gönüllerde yapılan tefekkür, ilahi tefekkürdür ve ancak ilahi tefekkürden fikrullah hasıl olur. Çünkü Kur’an’da “Gönül ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler / tefekkür ederler.” (Al-i İmran, 191) Buyrulmuştur. Demek ki ayakta, otururken ve yatarken, yani her zamanda, her pozisyonda ve her nefeste zikr-i daimle Allah’ı zikreden bir kulun tefekkürü ancak ilahi sırra ulaşır ve yaratılanı abes, boş görmeyip, her şeyi yerli yerinde müşahede eder. Bunu beyanla Erzurumlu İbrahim Hakkı:

Hak şerleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler
Arif onu seyreyler

Görelim Mevla neyler
Neylerse güzel eyler

Diyor. Velhasıl, bu beyitlerde Hak yolculuğunda yoldaşın aşk-ı ilahi olsun ki, o zaman yolculuğun kolay olur. Kalbi zikirle zikr-i daim zevki haline ulaşmaya bak. Tefekkürle ilahi sırları araştırarak, hasıl olan müşküllerini ehil olanlara sor, o zaman irfaniyet lütuf ve ihsanına, yani bağışına mazhar olursun buyruluyor. 


Aşk ile olsun pazarın ko nefsin hep arzuların
Ver gıdasın murg-ı ruhun ondan doğar envar sana

Murg-ı ruh, ruh kuşu demektir. Ruh, ikilik kabul etmeyen vahdet’ir/bir’liktir. Her kim bu bir’liğe yükselirse, ruh kuşu yani murg-ı ruh olur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Bir kimse süfliyete düştü mü nefs tabir olunur, ulviyete yükselirse ruh tabir olunur.” buyurmuştur. Murg-ı Ruh’un gıdası zikr-i daim ve muhabbetullahtır. Kişi bunlarla meşgul olursa ruha yükselip, terakki eder ve ruha mensup olur, aksi olursa nefsin arzusuna uymuş olur ve ehl-i nefs olur. Vesselam. Envar ise, nurlar demektir ki, ruha yükselen kimse ruh vahdeti’nin/birliği’nin irfaniyetiyle nurlanıp, aydınlanır.
İşte bunu beyanla: “Süfliyete düşme, düşersen orada eğlenme. Sen zikr-i daim ve Allah aşkıyla hemdem ol, o zaman ulviyete yükselir ve ruha mazhar olup vahdet’le aydınlanır, nurlanırsın.” buyruluyor.

Aşk ile  sen ol arkadaş nefsinle et daim savaş
Kıl tarumar nefs askerin olsun emin yollar sana

Hz. Resulullah Efendimiz “Nefisle savaş, büyük harptir.” Buyurmuştur. Nefisle savaş, neden büyük savaştır? Çünkü nefis her an bizimledir ve bir gaflet buldu mu hemen bizi ifsat eder, kötülüğe götürür. Nefsin askeri ise, kalbe gelen ve bizi kötülüğe sevk eden havatır ve fikirlerdir. Bunu beyanla “Süfliyete düşüp de nefsine uyma, gönlüne gelen olumsuz fikirlerle, seni kötülüğe götürecek olan anlayışlarla, zikrullah ve fikrullah ile savaşarak onları tarumar et. Sen aşk-ı ilahiye bağlı olup onunla arkadaş ol, o zaman Hak yolculuğun güvenli, emniyet içinde olur.” buyruluyor.


Bin sen ol aşk Burağına azmeyle dost iklimine
Kurban olursan uğruna yakın olur uzak sana

Hz. Resulullah Efendimiz miraca giderken ona daima Burak arkadaşlık etti ve menzilleri hep Burak’la aştı. Bundan dolayı Mevlid-i Şerif’te “Ta ezelden aşk oluptur bana delil.” buyrulur.
Burak, kuldaki aşk-ı ilahidir. Bunu işaret ederek “Burak olan Allah aşkıyla Hak yolculuğuna çık, seni Allah’tan alıkoyan nispet varlığını ve cümle gayriyet olan masivayı kurban ederek kes at. O zaman görürsün ki, uzak zannettiğin ilahi sevgili sana yakınmış, hatta seninle berabermiş.” demektir. Çünkü Kur’an’da “…O nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4)  “Biz ona şah damarından daha yakınız” (Kaf, 16) Buyrulmuştur.

Allah der isen her nefes kalbin olur beyt-i akdes
Onda huzur et kıl namaz ehven olur miraç sana

Beyt-i akdes, temiz ev demektir. Zahiren Mescid-i Aksa’ya Beyt-i Akdes denir. Hakikatte ise kamil müminin kalbi beyt-i akdestir. Cenab-ı Hak, hadis-i kudside, böyle kalbi beyt-i akdes olan kamil mümin için: “Yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine sığarım.” diyor.
Müminin kalbi her nefeste daim zikre mazhar olursa, onun kalbi beyt-i akdes olur ve o kalbe Cenab-ı Hak misafir olur. Böylece o kul zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle miraç ederek Rabbine kavuşur. Hz. Resulullah Efendimiz miraca giderken, Mescid-i Aksa'da cümle peygamberlere imam olup, iki rekat namaz kılmıştır. Fehmi Efendi Hazretleri buna atıfta bulunarak “Kalbin Beyt-i Akdes olduysa, sen de orada huzur edip namaz kıl, o zaman miraç sana kolay olur.” diyor. Bu mevzuda Hz. Pir’in ikinci kuşak halifelerinden olan Prizren Rahovesli Malik Hilmi Hazretleri:

Mescid-i Aksa'yı bulduk Mustafa mihrabımız
Kıldılar vusta namazın cümleyi yaranımız.

 Buyurmuştur. Vusta namazı orta namazı demektir. Hakikat itibariyle vusta namazı, kulun kalbinde vahdet olan Hak zuhuruyla, kesret olan halk zuhurunun toplanıp, cem olması kemalatıdır. Bu kemalata ulaşan kula Cenab-ı Hak, uluhiyetinin tüm sırrını açarak göstermesiyle, o kul miraç yapar. Ve o kulun kalbine uluhiyet mertebesinin keşfiyle Allah sığar. Böyle bir kul,  nübüvvet marifetiyle şereflenir ve nebilerin kıldığı vusta namazı irfaniyetine mazhar olur. Vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her nefeste daim zikirle kalbin gafletten uyanıp beyt-i akdes kemalatına ulaşsın, o zaman vusta namazı kemal ve marifetiyle kolaylıkla miraç yaparsın.” diyor.

Nedersin sen mülk-i fena eyle talep azm-i beka
Ondadır ol vasl-ı lika didar olur ihsan sana

Mülk-ü fena, Allah'tan gayrı olan her şeydir. Gayriyetin sonu vardır. Bir gün fena bulur, yok olur. Çünkü ayette “Yer üzerinde bulunan herkes fanidir.” (Rahman, 26) buyrulmuştur. Beka mülkü ise, her yerde mevcut olan Hakk’ın varlığıdır, O’nun başlangıcı da sonu da yoktur. Yine Kur’an’da “O evveldir, başlangıcı yoktur. Ahirdir O, sonu yoktur…” (Hadid, 3) buyrulur. 
Fehmi Efendi Hazretleri: “Allah'tan gayriyi ne edeceksin? Çünkü cümle gayriyet fanidir. Sen baki ve ebedi olan Rabbini isteyip, talep et ki, o zaman ilahi sevgilinin güzel yüzünü görüp, O’na vuslat ihsan ve bağışına erersin.” diyor. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Allah kuluna bir çok nimet verir fakat geri alabilir. İki nimeti vardır ki verdi mi bir daha geri almak şanından değildir. Biri, kulun kalbini zikrullah ile kurdu mu bir daha durdurmaz; biri de, kul ile arasındaki perdeyi açtı mı bir daha örtmez.” buyurmuştur. Bir kulun mazhar olabileceği en büyük nimet, zikr-i daim ve Rabbine vuslat nimeti olup, bu Cenab-ı Hakk’ın kuluna olan yüce bir ihsanıdır. Vesselam.

Fehmi sen çıkma kesrete halvet edip düş vahdete
Eriş ol ulu Hazret’e vuslat yeter seyran sana

Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere: “Seni Rabbinden ayıran, gayriyet, masiva kesretine çıkma, gayriyet kesretinden hayır ve fayda olmaz sana.” diyor ve devamla “Sen, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle, vahdetle halvet et, yani Rabbine vasıl ol ki, bu vuslat zevki sana yeter.” buyuruyor. Çünkü bir kul için Rabbine vuslat zevkinden, daha ziyade bir zevk asla olmaz. Vesselam.

Surette dört terkibim sirette hem beştenim

Surette dört terkibim sirette hem beştenim
Ol vücud-ı cevherim Hakk’a etti inkılap

Terkip, karışım demektir. Suretin dört terkibi ise; hava, su, toprak ve ateştir. Bu dört terkip aynı zamanda tabiat aleminin aslı olduğu gibi, suretimizin yani ceset / beden varlığımızın da aslıdır. Siretteki beş ise, manevi vücudun beş hasleti olan hafa, ruh, nefs, kalb ve sırdır. Bu beş haslet insanın hakikatidir ve her insanda bu hasletler potansiyel olarak mevcuttur. Fakat bu beş haslet, insan-ı kamilde faal ve aktiftir. Bu itibarla, fenafillah mazhariyetiyle insan-ı kamilin kendi nispet varlığı olmadığından; gerek unsur / beden varlığı, gerekse siret varlığı Hakk’ın zuhurundan ibarettir. Çünkü tabiatın aslı olan hava, su, toprak ve ateş; Hakk’ın tecellisi olduğu gibi, hafa, ruh, nefs, kalb ve sır ise Cenab-ı Hakk’ın açığa çıkıp göründüğü mertebeleridir.
İşte insan-ı kamilin yokluğunda bu mertebelerin kemalatı zahir ve mevcut olduğundan dolayı, Fehmi Efendi Hazretleri: “Makamat-ı tevhidin keşfiyle arif ve vakıf oldum ki; gerek mana, gerek suret itibariyle vücud-u cevherim, yani varlığımı oluşturan hasletler Hakk’a aittir. Cehaletle kendime nispetle var zannettiğim vücud varlığımdan kurtulup Hakk’a döndüm, yani vücud-ı cevherim Hakk’a inkılap etti.” diyor.

Hakk’ın sureti olan hem odur siret bana
Vücudum bulmaz fena suretimdir bir serab

Hakk’ın sureti, sıfat-ı subutiyesidir. Ki bunlar hayat, ilim, irade, kudret, basar (görmek), semi (işitmek), kelam ve tekvindir. Allah’a ait olan bu sıfat-ı subutiye eskimez, değişmez ve aşınmaz. Allah’ın zat-ı sıfat tecellisiyle açığa çıkıp, zahir olması itibariyle sıfat-ı subutiye Hakk’ın suretidir. Her insanda bu sıfatlar mevcut olup, her kul Hakk’ın bu sekiz sıfat-ı subutiyesinin potansiyel olarak mazharıdır. Bir kul öldüğü zaman, kulun ceset varlığından bu sıfatlar ayrılır ki, cesette göz vardır fakat görmez, kulak vardır işitmez, ayaklar mevcuttur yürümez. Çünkü görünürde kulun göz, kulak, el, kol gibi azalardan oluşan sureti / cesedi vardır, fakat sireti olan sıfatlar yoktur. İşte her insanın sireti bu sıfatlar olduğu için, kul gerek bu alemde gerekse ahiret aleminde siretiyle var olur.
Suret, yani beden varlığımızın mahiyeti topraktır, siret bedenden ayrıldığında, beden yine toprağa dönerek toprak olur. Bu itibarla kulun bedeni bu aleme ait siretinin elbisesi olup, berzah, ahiret ve başka alemlerde olmayan bir hayal ve seraptır. Fakat kulun sireti berzah, ahiret diğer alemlerde varlığını ebediyen devam ettirir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hakk’ın sureti olan sıfat-ı subutiyesi, benim siretim ve asli vücudumdur. Bu aslım ve siretim asla fena bulmaz ve yok olmaz. Benim et kemikten ibaret ve serap olan bedenimdir, suretimdir, fena bulup yok olan.” diyor.

Ben var oldum varlıktan nefholdum zat-ı Hak’tan
Zikr-i “Ene’l-Hak” bana ondan oldu istilab
Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak “Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu kıvama erdirip ruhumdan üflediğimde önünde secde ederek eğilin.” (Sad, 71-72) başka bir ayette ise “Sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 9) buyurmuştur. Bu ve benzeri ayetlerde de açıkça beyan edildiği gibi, bizim asıl varlığımız Hakk’ın kendi ruhundan üfleyip / nefhettiği kendi ruhudur. Bedenimiz de Hakk’ın tecellisi olduğundan, gerek beden, gerekse ruh / can varlığımız, her şeyin asli hakikati olan Hakk’ın zat-ı mevcudiyeti dahilindedir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Nefholdum zat-ı Hak’tan, yani benim varlığım Hakk’ın zat-ı mevcudiyetinden gayrı değil.” diyor.
Zikr-i Ene’l Hak ise ‘Ben Hakk’ım!’demektir ki, bu aynı nehrin denize akarak, denizde kaybolup da ‘Ben denizim’ demesi gibidir. Kul, kendi varlığını Hakk’ın varlığında fena / yok ederse, o kulun kendi varlığı kalmaz. O kulda zahir olan Hak olur ve Hak kendisi “Ene’l Hak” (Ben Hakk’ım!) der. İşte cümle ehl-i kemal, makamat-ı tevhidin keşfiyle “Ene’l Hak” sırrına arif olduklarından, Fehmi Efendi Hazretleri: “Benim varlığım, Hakk’ın varlığından gayrı olmayıp, zat-ı ilahinin nefhası, yani tecellisidir. Ki, mazhariyetimden zahir olan ‘Ene’l Hak’ zuhuru, Hakk’ın kendi sözüdür.” diyor. Çünkü Ene’l Hak sözünü kula nispet etmek, küfürdür. Vesselam.

Madem ki kul Hak olmaz, kul Hakk’ın gayrı olmaz
Kul çün ayn-ı Hak olmaz kimdir kul kimdir Çalap?

Kul, Hak olmaz. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın başlangıcı ve sonu olmadığı gibi, yaratılmışlardan hiç bir şeye benzemeyen “Bir”dir. Kul ise, başlangıcı sonu olduğu gibi, aciz ve benzerleri çok olandır. Bu itibarla kula Hak demek, Hakk’ı kayıtlamak olduğundan küfürdür. Ve en büyük ve affedilmeyen günah olan şirk-i celidir, açık şirktir. Kur’an’da “Yemin olsun ki, insanı biz yarattık. Nefsinin ona neler fısıldadığını da biliyoruz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16) başka bir ayette ise “O, nerede olursanız olun sizinle beraberdir…” (Hadid, 4) buyrulmuştur. Bu ve benzeri Kur’an beyanlarından da anlaşılacağı gibi, Cenab-ı Hak, kuldan ayrı da değildir.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Kul kimdir? Çalap yani Allah kimdir? Kul Hakk’ın aynı mıdır, gayrı mıdır?” Diyerek, bizlere sual sorup, müşkül arz ediyor ki, Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Mutlak olan Allah’tır, mukayyet olan ise kuldur.” buyurmuşlardır.  

Kulun varlığı Hak’tır kul esmadan elyaktır

Cismin hiç hükmü yoktur döner suda bir dolap

Kur’an’da “O doğurmamış ve doğmamıştır.” (İhlas, 3) buyrulmuştur. Hakikatte Allah’ın varlığı, O’na hiç bir yerden gelip intikal etmediği gibi, O varlığını kendinden başka kimseye vermedi ve O’nun varlığı kendinden başka bir şeye ve yere de intikal etmemiştir. Yani Allah, kendi varlığından başka bir şey zuhura getirmemiştir. Bu itibarla, Allah her anda ve her zamanda vahdet-i vücuddur. Ayette “... Zahirdir O, her şeyde apaçıktır. Batındır O, gözlerden gizlenmiştir...” (Hadid, 3) Buyrulmuştur ki, Hakk’ın batın-ı mutlak olan sıfatlarıdır. Zahiri ise ef’alidir ki, her fiil esmalarla isimlenerek kayıtlanır ve suretlenerek zahir olur. İşte böylece mutlak olan sıfatlardan mukayyetlikle zahir olan suretler, kuldur. Bu itibarla mukayyet olan kulun varlığı, mutlak olan Hakk’ındır. Kul ise ancak esma mazharıdır. Esmanın ise tesiri vardır fakat vücudu olmaz. Çünkü esma, sıfatın taallukundan, yani sıfatın ilgilenmesiyle meydana gelir.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Kulun varlığı Hak’tır.” diyor ve devamla: “Kul denilen cümle varlık ise, Hakk’ın tecellisi olup, esmaya layıktır. Yani kul, varlığı olmayan bir isimden ibarettir.” diyor.
Cismin hükmü yoktur suda döner bir dolap... sözünün manası ise şöyledir: Su, Hakk’ın vahdet-i vücududur, ki Hak, mutlak olan batınından suretlenerek cisim olarak mukayyetlikle kul olarak zahir olur ve görünür. Kul ise aciz ve muhtaç olup tecellilerin tesiri hakimiyetinde, müteessir ve mahkumdur. Bu itibarla kulun hükmü olmaz, hüküm Allah’ındır. Kur’an’da “Allah, hakimlerin en güzel hüküm vereni değil mi” (Tin, 8) buyrulmuştur. Şeyh-ül Ekber ise “Hak zuhurdan, kul ise kabulden ibarettir.” demiştir ki, Hak hakim olup zuhuruyla, kul ise aciz ve mahkum olup kabulü ile, vahdet-i vücud suyunda bir dolap döner, demektir.

Hak faildir hem muhtar kulda yoktur ihtiyar
Onun için ehl-i Hak etmedi hiç ittirab

 Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Sizi de, amellerinizi de / fiillerinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) “İş ve oluşun tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31) buyurmuştur. Bu ve benzeri ayetlerden de anlaşılacağı gibi, her fiilin / işin faili Allah’tır. Madem ki her fiilin faili Allah’tır; o halde kulun emir ve yasak mükellefi olması nedir denirse?
Bizde şöyle deriz: Kulun mükellefiyeti, bir fiilin oluşunu istemesi ve neticesini kabul etmesindendir. Mesela, bir kimseye iyilik etmek de fiilullahtır, kötülük etmek de fiilullahtır. Her iki fiilin faili Allah’tır. Fakat kul kötülük yapmayı ister, o fiilin / işin zuhurunu ister ve neticesini kabul ederse, Allah, kulun isteğine göre kudretiyle o fiili zuhura getirir ve o fiilde fail olur. Fakat o fiilin zuhurunu istediği ve neticesini kabul ettiği için, mükafat ve mücazat mükellefiyeti kula ait olur. Kur’an-ı Kerim’de “O gün, insanlar yapıp ettikleri kendilerine gösterilsin diye kümeler halinde ortaya fırlayacaklardır. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür.” (Zilzal, 6-8) buyrulmuştur. Bu itibarla mükellef kuldur.
Hz. Pir’in ilk halifelerinden Tikveş Kavadarlı Hacı Kadir Bey “Allah, kulun iradesine ve fiiline cebir / mecburiyet kullanmadı.” buyurmuştur. Çünkü kulun irade ve fiilinde cebir/mecburiyet olsaydı kulun mükellefiyeti olmazdı. Fehmi Efendi Hazretleri “Hak failliğinde muhtardır. Çünkü bir fiilin meydana gelmesi için kuvvet / kudret, irade ve ilim gerekir ki; Allah ilmin, iradenin, kudret ve kuvvetin sahibi olup; failliğinde muhtardır.” buyuruyor. Kulun failliğe ihtiyarı olmaz. Çünkü bir iş yapmak için önce kudret / kuvvet sahibi olmak gerekir. Kulluk ise, acziyet ve yokluktur. Bu ifadeyle “Tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetiyle, bu mevzuda ehl-i hakikat hiç şüpheye düşmeyip, ittirab etmediler, yani yalpalamadılar.” buyruluyor.

Fehmi Hakk’ı arif ol hem kadere bağlı ol
İhtiyarın terk eyle işleme günah sevap

Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kader, Allah’ın kudretiyle zuhura getirdiği fiilullahtır.” diyor. Demek ki, kudret-i ilahi ile zuhur eden cümle iş ve oluşa kader denir. Sevap ve günah işlememek ise şöyledir:
Meslek-i Resul-ü Melamiye salikleri, Kur’an-ı Kerim-in cümle emir ve yasaklarına kesinlikle riayet ederler, ahkam-ı şeriata muhakkak uyarlar ve Resulullah Efendimizin güzel ahlakı ile ahlaklanmaya gayret ederler. Bu itibarla Melamiler, haram olana ve günaha asla yanaşmazlar. Yani günah ve haram işlemezler. Cümle alem-i halk Kur’an’ın emrine ve ahkama riayet etmese, Melamiler tek başına da kalsa mutlaka ve kesinlikle Kur’an’ın ve ahkamın emrine uyar ve yasaklarından kaçar. Fakat cümle meşru, sevap olan ahkamı yerine getirirken, ehl-i zahir gibi amel cennetinin nimetlerine mazhar olayım diye bunları yapmaz, emr-i ilahi olduğu için yapar. Hakk’a arif olan Melamiler, her fiilin failinin Allah olduğunu müşahede ettiği için, yapmış olduğu cümle sevapları da Hakk’a nispet edip sahip çıkmadığından, onun sevabı da olmaz. Böylece sevabı Hakk’a nispet ettiği için, günah ve harama asla yanaşmadığı için, arifibillah olan Melamiler, günah ve sevap işlemezler. 
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere, Allah’ın kudretiyle zuhura gelen her fiilin kader olduğuna vakıf olmamızı, sevap ve günah işlememe irfaniyet ve kemalatına ulaşmamızı tembih ediyor. Allahualem.

Hak buyurdu ‘fezküruni’ emre taat etsene

Hak buyurdu ‘fezküruni’ emre taat etsene           
Gafil olma her nefeste Hakk’a zakir olsana

Kur’an’da “Fezküruni ezküruküm veşküruni ve la tekfürun / Beni zikredin ki sizi zikredeyim.  Şükredin bana sakın küfretmeyin” (Bakara, 152) buyrulmuştur. Cenab-ı Hak, bu ve benzeri bir çok ayet-i kerimesinde, Allah’ı zikr etmemizi emretmektedir. Fakat herkes bir şekilde yaptığı virdlerle ve tesbihatla meşguliyeti, Allah’ın emri ve kulu gafletten uyandıracak olan zikrullah zanneder. Cenab-ı Hak bize, nasıl ve hangi esma ile zikretmemiz gerektiğini, yani kulu gafletten uyandıracak zikrullahın nasıl olacağını “Siz Allah’ı ayakta iken, oturur iken, yatar iken O’nu zikredin” (Nisa, 103) ayetiyle açıkça beyan ediyor. Bu itibarla Cenab-ı Hak, Allah ismiyle ve her nefeste, her zamanda daim zikretmemizi emretmektedir. Çünkü yaşayan bir insan, nefes alıp verdiği müddetçe ya ayaktadır ya oturur ya da yatar. Başka bir durumu, pozisyonu var mıdır? Yoktur. İşte Allah bizlere ayakta iken, oturarak, yatarak, kendisini her nefeste ve daima isimleri içerisinde Allah ismiyle zikretmemizi emrediyor.
Fehmi Efendi Hazretleri, buna işaretle: “Hakk buyurdu ‘Fezküruni / beni zikredin’ siz de Allah’ın bu emrine uyup her nefeste, zikr-i daimle Allah’ı zikredip, gafil olmayın.” buyuruyor. 

Çün buyurdu Hak Teala sem-i kalbi açsana

‘Kad fetenna kavmeke’de sen rumuzu bilsene

Hz. Musa Tur’a, Cenab-ı Hak’la konuşmaya gittiğinde, kavmini Ha­run (as)’a emanet etmişti. Kavminden adı Samiri olan biri, altından bu­zağı yaptı. Hz. Harun’un ikaz ve gayretine rağmen kavmi, Samiri’nin yaptığı altın buzağıya taptı. Hz. Musa Tur’dan gelince gördü ki, kavmi onun öğütlerini ve tebliğini unutup buzağıya tapıyorlar. İşte bu olay üze­rine Cenab-ı Hak “...kad fetenna gavmeke min ba’dike ve edallehümüssamiriyyü / Kavmini tam bir biçimde imtihan ettik, Samiri onları sapıttı.” (Taha, 85) buyurmuştur. Samiri’nin altından yaptığı buzağı, nasıl ki o kavmin peygamberlerinin vahiyle olan tebliğ ve irşadından yüz çevirmelerine sebep olduğu gibi, Hz. Musa kavminin Samiri’nin buzağısıyla muhatap olduğu imtihan, her zamanda, bu gün dahi her an olmaktadır. Bu günkü vahyin tebliğcisi alimler ve mürşid-i kamildir. Her kim ki mürşid-i kamilin tebliğ ve irşadından uzak kalırsa, o kimseyi irşad olmaktan alıkoyan her ne varsa onlar Samiri’nin buzağısı gibi olup, o kimseyi zikr-i daim ve ilm-i tevhid irfaniyet ve kemalatından mahrum ve mahcup eder.
Fehmi Efendi Hazretleri bunu beyanla ‘Bu alem imtihan alemi olup, sen de her an imtihan olmaktasın. Kulluğun irfan ve kemalinden seni uzaklaştıranları terk edip kalb kulağını aç, vahiy ve ilham irşadıyla şereflen.’ buyuruyor. Çünkü kamil olan mürşidin irşadı, Kur’an rehberliğiyle olup, kesinlikle vahiyle çelişmez. Sem-i kalb, kalb kulağı demektir ki, kalbe enfus ve afaktan gelen ilham ve irşada duyarlı olup, kulak vermektir. Vesselam.

‘Lillahi’l-emru cemia’ kelamın fehmetsene
Geç ikilik nispetinden fail Allah bilsene

Kur’an-ı Kerim’de “…Lillahil emru cemia... / İşlerin tümü Allah’ındır” (Ra’d, 31); başka bir ayette ise “…Sizi de fiilinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) buyrulmuştur. İşte bu ve benzeri ayetlerden anlaşılacağı gibi, kulun kendine ait fiili olmayıp tüm oluş ve fiillerin faili Allah’tır. Çünkü bir fiilin olabilmesi için kuvvete ihtiyaç vardır, hiç bir fiil kuvvetsiz, kudretsiz meydana gelmez. Ayette “… bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) idrak etseler ” (Bakara, 165) buyrulmuştur. Ki, imanın şartlarından birisi de, hayır ve şerrin Allah’ın kudretinden meydana geldiğine iman etmektir. Hayır ve şer dediğimiz de bir iş ve oluştur. Bu itibarla Allah’ın kudreti her bir şeyi ve her kimseyi kuşatmış olup, herkesteki ve her şeydeki iş ve oluş, Allah’ın kuvvet ve kudreti ile olmaktadır. Bu itibarla tüm işlerin ve oluşun faili Allah’tır. İşte her fiilin faili Allah olduğu halde cahiller; kendine ve alem-i halka nispetle, fiil-i mustakiliyesi var zannederek, bir olan Hakk’ın fiillerini, kendinin ve halk-ı alemin işi olarak görerek ikileştirir.
Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olunmadan her işin failinin Allah olduğu anlaşılmaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ara bul tevhid-i hakiki irfaniyetini ki, bu ikilikten kurtularak her işin failinin Allah olduğunun müşahedesine ulaş.” diyor.

Çünkü mevsuf Hak oluptur böyle nazar etsene
Hem ‘semi’ül basir’ oldur ayne’l-yakin görsene

 Allah’ın sıfat-ı subutiyesi sekizdir: Hayat, ilim,  irade, kudret, kelam, görmek, işitmek, tekvin (yaratmaktır). Allah’a ait olan bu sıfatlar aşınmaz, eskimez, değişmez ve sabittir. Bu sıfatlar nerede var olup zuhur etmişse, o sıfatların mevsufu Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de sıfat-ı subutiyenin Hakk’a ait olması hususunda bir çok ayet vardır ki, bunlardan bazıları şu ayetlerdir: Hayat sıfatı için “Allah’tan başka ilah yok, Hay’dır O, sürekli / daim diridir..” (Bakara, 255). İlim sıfatı için “De ki, ilim ancak Allah’ın indindedir / katındadır..” (Mülk, 26). Görme ve işitme sıfatı için “…kuşkusuz / şüphesiz O’dur semi / işiten, O’dur basir / gören.” (Mü’min, 56). İrade sıfatı için “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz…” (İnsan, 30). Kelam sıfatı için “…Allah Musa'ya kelime kelime söz söylemişti.” (Nisa, 164). Kudret sıfatı için “Bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) idrak etseler.” (Bakara, 165). Tekvin sıfatı için “O’nun işi bir şeyi yapmak / yaratmak istediğinde ol der, o şey de oluverir.” (Yasin, 82). “…iş ve oluşun tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31). İşte cümle sıfat-ı subutiyenin mevsufunun nasıl Allah olduğunun anlaşılması için mürşid-i kamili bulup, onun zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle olan irşadına mazhar olmak lazımdır. Başka türlü cümle sıfatlarda Allah’ın nasıl mevsuf olduğu bilinmez. Cümle ilimler akıl ile tahsil edilir. Fakat ilm-i tevhid marifet-i müşahedeyle, yani görerek tahsil edilir.
Kullar Allah’a üç şekilde yakın olurlar: Birincisi ilm’el yakınlıkla. Bunların Hakk’a yakınlığı, tahsil ettikleri ilimlerle, Hakk’a eserlerini delil yapmakla olup, bunlar nefislerinde ve cümle alemde mevcut olan Cenab-ı Hak’tan mahcup / perdelidirler ve Rabbini göremezler. İkincisi ayn’el yakınlıktır. Ki cümle fiilde ve sıfatta fail ve mevsuf olan Hakk’ı müşahede etmektir. Üçüncü yakınlık olan Hakk’el yakınlık ise, cümle varlıkta Hak’tan gayrı müşahede etmemektir. Bu itibarla makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, cümle sıfat-ı subutiyede mevsufun Allah olduğu müşahedesine ulaşmak, ayn’el yakınlık müşahedesi olduğu için, Fehmi Efendi Hazretleri “İşiten, gören O’dur. Cümle sıfatta mevsufun Cenab-ı Hak olduğunu görüp nazar et de ayne’l yakın müşahedesine ulaş.” diyor.

Çün vücudun Hakk’a mazhar zatına mahvolsana
Yok edip kendi vücudun ‘küntü kenz’i bulsana

Cenab-ı Hak, hakikatte kendinden başka hiç bir şey yaratmadı. Bizim, var zannettiğimiz cümle alem ve varlık olan her şey, zat-ı ilahinin zuhur ederek açığa çıkmasıdır ki, tecelli olarak açığa çıkan her şeyin vücudu zat-ı ilahidir. Açığa çıkan tecellinin kendine mahsus vücudu olmaz, tecellinin varlığı zat-ı ilahinin görüntüsüdür ki, Allah bu görüntülerle, yani kendi zatından olan zuhuruyla zatını perdeleyip gizler. Bu gizleme Hakk’ın tecellisini hudutsuz bir şekilde isimlendirip, ef’aliyle şekillendirmesiyle meydana gelen cümle varlık ve suretlerle olur. İşte bu varlıklar ve suretlerle tecelli ederek Cenab-ı Hak, zatını örtüp gizler. Her kim ki, bu suretlere vücut nispet eder de kendisinin ve cümle alemin varlığını zat-ı ilahiden ayrı zannederse, o kimse Allah’ın zatından mahcup / perdeli olur. Böylece kendindeki küntü kenz / gizli hazine olan zat-ı ilahi tecellisini müşahede etmekten mahrum kalır. Kulun vücudunun zat-ı ilahi zuhuruna nasıl mazhar olduğuna arif olması için, zikr-i daim ve tevhid-i zat makamının keşfiyle, kendinin ve cümle varlığın fenasının / yokluğunun irfaniyetine ulaşması gerekir. Bunu beyanla “Gizli hazine olan zat-ı ilahiyi, kendi nispet varlığını fena ederek bulsana.” buyruluyor.

 Küllü men aleyha fanin’ sırrın agah olsana
 Baktığınca şeş cihette vech-i Hakk’ı görsene

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Küllü men aleyha fan ve yebga vechü rabbike zülcelali vel’ikram / yeryüzündeki herkes / her şey fanidir, yokluktadır. Celal ve ikram sahibi Rabbinin veçhi / yüzü bakidir.” (Rahman, 26-27) buyurmuştur. Bu beyan-ı ilahiden de anlaşıldığı gibi mevcutta Rabbin yüzünden başka bir veçhe (yüz) / varlık yoktur. Bizim var zannettiğimiz cümle varlıklar ise, kendi cehlimizden olup, zandan ibarettir. Halbuki Kur’an’da “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez” (Yunus, 36) buyrulur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: “Cehalet ve zandan kurtul, makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle ‘küllü men aleyha fan / her şey fani…’ ayetinin sırrına vakıf ol, her tarafta, her yerde ve her tecellide Hakk’ın veçhini / yüzünü müşahede edip, gör.” diyor.

Talibi sırr-ı hüviyyet membaından içsene
Bir zaman çıkıp bekaya Hakk’ı zahir görsene

‘Hüviyet sırrı membaı’ ölümsüzlük, yani ebediyen diri olmanın kaynağı demektir. Ki, bu memba zamanın mürşid-i kamilidir. Her kim, zamanın kamil mürşidinin telkin ve irşadına mazhar olursa, sırr-ı hüviyet membaından içmiş olur. Çünkü bir kimse, ancak kamilin irşadı olan daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid müşahedesiyle Hakk’ın zuhurunda kendi varlığını fena ederek, daima Hak’la olup, Hak’tan başka görmeme marifetine ulaşır.Yani “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır…” (Bakara, 115) ayetinin hikmet ve hakikatine erer ve zahirde hep Hakk’ı görür. Velhasıl kim, kamilin irşadına mazhar olur da, makamat-ı tevhid keşfiyle Hakk’ın zuhurunda kendini kaybedip fena ederse, o kul Hak’la ebediyen beka bulur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, Talibi mahlasıyla kendini muhatap ederek bizlere “Sırr-ı hüviyet membaı olan zamanın mürşid-i kamilini bulup, onun irşadıyla kendinin ve cümle alemin yokluğunda, Hakk’ı zahiren / apaçık görsene.” diyor.

Yine yaz oldu gönül açtı bahar eşcar bana

Yine yaz oldu gönül açtı bahar eşcar bana           
Açtı evrak libasıyla göründü ol dost bana

Yine yaz oldu gönül... Vahdetin kesret-i zuhuruna mazhar oldum. Yani Hakk’ın, vahdetinden kendi kesreti olan halkı zahir ettiği irfaniyet ve kemalata gönlüm ulaştı, demektir. Ki bu, kulun kurb-u nevafil marifetiyle Rabbine yakın olmasıdır. Çünkü Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Kulum bana nafilelerle öyle yaklaşır ki, onun görmesine göz olurum, işitmesine kulak, tutmasına el olurum..” buyurmuştur. Nevafil yakınlığı; Hakk’ın ruh vahdaniyetine kendi kesretiyle suret, aza ve isimlenerek bedenlenip, halk olarak zahir olmasının müşahedesidir. İşte bu halk zuhuruyla vahdet, batın olur ve görünmez. Görünen ise cümle alem-i kesret olan halktır. Fakat bu halk, kulu Rabbinden ayırıp ta hicap / perde olan halk olmayıp, vahdetin kesreti olan halktır. Vesselam.
‘Bahardaki ağaçlar gibi açtı evrak libasıyla göründü...’ sözünün manası ise şöyledir.  Kışın gövdesi, yani bedeni açık olan ağaçlar, bahar geldiğinde yapraklarını zahir ederek açığa çıkarır ve yapraklarla kendi çıplak olan bedenini, gövdesini örter. Baharda ağaca bakıldığında gövdesi görünmez, aynı yapraktan elbise giymiş gibi hep yapraklar görünür.
Velhasıl, kurb-u nevafil yakınlığını beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Benim dostum olan Allah, vahdetinin örtüsü, yani elbisesi olan kendi kesret-i halk zuhuru ile göründü bana.” buyuruyor .

Öyle bir gülzare düştüm ki zevk-i cinan bana
Harir atlasla donanmış hem bakar ol dost bana

Fehmi Efendi: “Hakk’ın kesret-i zuhuru olan halk içerisinde, hidayetin baş mazharı Nur-u Muhammed’in zahir ve hakim olduğu meclisi buldum. Gülzar, yani gül bahçesi olan o mecliste olmak, benim cennetimdir. Çünkü oradan bana cennet-ül irfan zevkleri gelir.” diyor.
‘Harir atlasla donanmış bakar ol dost bana...’ demek ise: “Cenab-ı Hakk’ın vahdetinden zahir ettiği kesret alemindeki en ziyalı ve kemalatlı tecellisi olan Nur-u Muhammed’in mazharı olan insan-ı kamille bakışırız.” demektir. Bu bakışma, kamilin meclisinde saliklerin ve ehl-i irfanın birbirlerinin irfaniyet ve kemalatlarından istifade etmeleridir. Çünkü ehl-i kemalin meclisinde sual sorulması da, cevap verilmesi de hep irfaniyet ve kemalatla olduğundan, o mecliste bulunan herkes faydalanıp zevk-i ilahi ile zevklenirler.

Nasibim ruz-i ezeldendir göründü ol bana
Anın için her nazar gamze eder ol yar bana

Ruz-i ezel ‘elestü’ hitabıdır ki, Kur’an’ın “Hani Rabbin adem oğullarının sırtlarından zürriyetlerini alıp kendi nefislerine şahit tutarak ‘Ben Rabbiniz değil miyim?’ Onlar; evet sen bizim Rabbimizsin, biz buna şahidiz dediler…” (A’raf, 172) beyanıdır. İşte ruhlar alemindeki bu ahitleşmenin ve şahitliğin tekrarı, bu alem-i şahadette mürşid-i kamilin irşadıyla yapılır ki; bu aynı zamanda saliklerin kendi nispet varlıklarından kurtulup makam-ı insanla doğmasıdır.
 Hz. İsa “İnsan iki defa doğar; bir anasından, ikincisi ise kendinden. Kim ki kendinden doğmazsa melekut aleminin sırrına eremez.” buyurmuştur. Demek ki ariflerin, anasından doğmakla başlayan bir suret, beden yaşı vardır, bir de mekteb-i irfana dahil olup, kendinden doğmasıyla başlayan bir yaşı vardır. Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, ikinci doğumunu beyanla: “Ruz-i ezelden, yani cehaletle var zannettiğim nispetlerden kurtulup, makam-ı insanla doğduğum günden beri, kendimde ve cümle eşyadaki her tecellide, ilahi sevgili gamze ederek bana gözükür ve beni zevklendirir.” buyuruyor.

Cümle alemden müberradır görünen yar bana
Saray-ı şehr-i hakikatte görünür ol bana

Hz. Pir Efendimiz: “Kur’an-ı Kerim, dört ilim, yedi makam üzre inzal olmuştur.” diyor. Bu dört ilim; ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i hakikat, ilm-i marifettir. Yedi makam ise; mekteb-i irfandaki yedi tevhid makamıdır. İşte mekteb-i irfana her kim dahil olursa, bu dört ilme ve yedi tevhid mertebesine mazhar olur. Bir kul, ancak tevhid-i hakiki irfaniyetiyle hakikat ehli olup, hakikat şehrine girebilir. Ki, hakikat şehrine giren, hep Hakk’ı görür, Haktan gayrı görmez. Bunu beyanla Fehmi Efendi: “Hakikat şehri sarayında, ilahi sevgilim; müberra, yani safiyetle görünür bana.” diyor.
Sofular vasf-ı cemalinden sual eder bana
Edemem tarif kemalin mahiyet olmaz ona

Sofu, fazla ibadet ve virtlerle meşgul olup ta bu halini beğenip, kendisi gibi olmayanları eksik görüp de beğenmeyen kimsedir. Ki, sofu bu hal ve anlayışıyla Cenab-ı Hakk’ın cemalini göremez. Çünkü cemal-i ilahiyi görmek, ancak zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşıp, insan-ı kamil olmakla mümkündür. Sofu kimse, sofuluğunun kendisine perde olmasıyla cemal-i ilahiyi göremediği gibi, daim zikir ve tevhid mertebelerinin irfaniyetinden de mahrum olduğu için, insan-ı kamilin marifet ve kemalatının gafili ve cahilidir. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Sofu kimse, bana sofuluğuyla  cemal-i ilahiyi soruyor. O kemalatın mahiyetine sofulukla ulaşılmaz.” diyor. Çünkü o kemal ve irfaniyete, ancak mürşid-i kamilin irşadı mazhariyetiyle insan-ı kamil olunmakla ulaşılır.

Görmüş olsa sofu ol yüzü nedir evrad ona?
Unuturdu taat evrad can verirdi ol ona

Bir kula Cenab-ı Hakk’ın güzel yüzüne, cemaline kavuşmaktan daha ziyade bir nimet, devlet olmaz. Çünkü cemal-i ilahiye kavuşmak, kulun yaradılışının yüce amacıdır. Fazla ibadet etmekten, tesbihattan keyif alan sofu kimse, eğer cemal-i ilahinin müşahedesiyle zevk-i ilahiye ulaşmış olsa, fazla ibadet ve tespih çekmek gibi virdlerini ve sofuluğunu terk edip unutur, hatta canını verir ki, cemal-i ilahi müşahedesinden ayrılmayayım, diye.
Gel götürem seni ol yare ki mahremdir bana
Talibi’nin derdine düş sözleri burhan sana

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de: “Ey iman edenler, Allah’tan korkun. O’na ulaşmak / kavuşmak isterseniz bir vesile arayın…” (Maide, 35) Buyurmuştur. Şeyh-ül Ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri, bu ayeti tefsir ederken “Vesile’den maksat mürşid-i kamildir. Ki ancak onun irşadı ile Hakk’a kavuşulur.” diyor. Bu itibarla zamanın mürşid-i kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri: “Talip olanı, yare, yani ilahi sevgiliye meslek-i Resul irşadıyla götürürüm.” diyor. Bizlere hitaben de “Sen yeter ki, dert ehli olup, mürşid-i kamili ara bul ve onun telkin ve irşadına mazhar olmaya bak. Ancak kamilin irşadıyla, yani burhan / yol göstericiliğiyle, ilahi sevgiliye kavuşursun.” buyuruyor.


23 Temmuz 2011 Cumartesi

Herkesin bir sevdası var biri mal olmaz bana

Herkesin bir sevdası var biri mal olmaz bana
Aşıkım ol bimisale misal olmaz yar bana

Herkes doğuştan aşkın mazharıdır. Çünkü halkiyetin sebebi aşktır, muhabbettir. Hadis-i kudside “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim; halkı yarattım.” buyruluyor. Bu itibarla halk edilip, yaratılan her şeyde, herkeste muhabbet / aşk vardır. Fakat herkes muhabbetini bir şekilde açığa çıkarır. Kimi karşı cinse, kimi tabiat, kimi servet, kimi mevki makam, kimi siyaset, kimi güzel sanatlar vb. Ehl-i kemalin muhabbeti ise Hakk’adır. Daha evvelki beyitlerin açıklanmasında beyan edildiği gibi,  Hak’tan gayrı olan bir şeyin, mutlaka dengi benzeri vardır ve misallendirilir. Cenab-ı Hakk’ın ise dengi, benzeri olur mu? Olmaz. Çünkü ayette: “O’nun eşi ve benzeri yoktur.” (İhlas, 4) buyrulmuştur.
Mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri: “Herkesin bir sevdası, muhabbeti var. Bir şeylere aşık olmuşlar ve gereğini yapıp muhabbetlerini açığa çıkarıyorlar. Benim aşkım, muhabbetim ise, eşi benzeri olmayıpta hiçbir varlıkla misallendirilemeyen ilahi sevgiliyedir, gayriyete muhabbetim yok. Gayriyet bana yar olmaz.” buyuruyor.

Bilmezem nedir kusurum küstü cananım benim
Rahat olmaz dertli gönül gülmeyince yar bana

Aşık olanın rahatsızlığı, maşukunu, sevdiğini görememekten, ayrı kalmaktandır. Aşığa sevgilisi yakın olurda, görünürse hiç bir derdi ve rahatsızlığı kalmaz. Fehmi Efendi; yari, sevgilisi olan Cenab-ı Hak’tan ayrı kalınca, kusuru kendisinde arıyor ve ‘kusurum nedir bilmezem’ diyor. Yarin gülmesi ise, aşığa sevgilinin yakın olup görünmesidir. Allahualem.

İçmez isem gamze-i nazından onun kevseri
Bağ-ı cennette olursam görünür zindan bana

Kevser, süreklilik veren, kulu ebediyete kavuşturan içkidir ve makamat-ı tevhid müşahedesinden hasıl olan keyfiyettir. Cenab-ı Hak,meratibi ilahi olan, tevhid mertebelerindeki tecellisiyle ancak müşahede edilir. Bunu beyanla “Makamat-ı tevhidle zahir olan ilahi sevgiliyi müşahede etmekle hasıl olan, zevk-i ilahiden ayrı kalırsam, beni amel cennetinin bağ ve bahçelerine koysanız da bana zindan olur.” deniyor. Bu konuda Niyazi Mısri Hazretleri:
Aşk ile tamuda olmak cennetidir aşıkın
Lakin cennette olsa da tamudur aşksız ona

buyurmuştur.

Kısmeti ruz-ı ezelde kullara bahşeyledin
Kimseye dost olmayan bir tali’i verdin bana

Ruz-u ezel “Elestü birabbiküm / Rabbiniz değil miyim?…” (A’raf, 172) hitabının yapıldığı ervah alemidir. Şu anda bu hitabın tekrarı, mekteb-i irfanda mürşid-i kamilin irşadıyla yapılmaktadır.
Kulluk yokluktur, acziyettir, hiç kimsenin kendine ait varlığı yoktur. Fakat Hakk’a arif olanların haricindekiler, cehaletle kendinin ve cümle alemin nispet varlığının olduğunu zannederler. Arifibillah ise, tevhid-i hakiki keşfiyle bilir ki, kendinin ve alemin nispet varlığı yoktur ve cümle varlık Hakk’ındır. 
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Elestü hitabının tekraren yapıldığı kemalat ve irfaniyete, mürşid-i kamilin irşadıyla mazhar oldum. Kendimin ve cümle alemin fena / yokluk keşfi irfaniyetinin, Allah’ın kullarına en yüce ihsan ve bağışı olduğunu anlayarak, Allah’tan gayriye dost olmadım.” diyor. Ve Cenab-ı Hakk’a hitaben “Böyle bir talih ve kısmetle tecelli ederek beni şereflendirdin.” buyuruyor.

Mahzeninde olmayan bir yokluğu verdin neden?
Ol hazine-yi gınadan mı gelir yokluk bana?

Hz. Ebubekir (ra): “Hamd Allah’a mahsustur. Allah, kullara kendi acziyetini / yokluğunu itiraftan başka bir yol vermedi.” diyor. Demek ki kulun en kemallisi, yokluğunu idrak ve keşfedendir. Cenab-ı Hak, kendinden başka hiç bir şey yaratmadığı gibi, kendi varlığı başka bir yere de intikal etmedi. Cenab-ı Hak kendi varlığında tecelli ederek görünmezlikten, yani batından zahir olup, açığa çıkarak göründü. Cehaletle var zannedilen cümle nispet varlıklar, Hakk’ın batından / gizlilikten açığa çıkardığı kendi tecellisidir.
Cahiller, bu tecellilerin her birine ayrı ayrı vücut nispet ederek, Allah’a şirk koşuyorlar. Arifibillah ise, kendinde ve cümle alemde Rabbinden başka bir şey görmeyip, kendinin ve alemin nispet vücudunun olmadığını müşahede ederek zevk eder. Peygamber Efendimiz miraçta “Allah’ın hazinesi varlık hazinesidir, orada olmayan tek şey yokluktur.” buyurmuştur.
Fehmi Efendi Hazretleri: “Senin mahzeninde olmayan, bendeki yokluğu neden verdin? Yokluk, senin hudutsuz zengin olan hazinenden mi gelir bana?” diyerek soruyor. Cevaben deriz ki; evet, kulun yokluk irfaniyeti de Hakk’ın varlık hazinesinden gelir, çünkü Hakk’ın vücudundan gayrı varlık yoktur. Cümle alem denilen her bir tecelli, zat-ı ilahinin zuhurudur. Vesselam.

Bilir iken cümle varlık hep senin muhtaç benim
Aciz ü naçar olursam niçin gelir gam bana?

Kur’an’da: “…küllü şeyin halikun illa vecheh…/ O’nun yüzü / veçhi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Bu itibarla kulun varlığı Hak’tır. Kul ise mazhar-ı esmadır. Esmanın ise vücudu olmaz. Çünkü esma sıfat-ı ilahinin zuhurudur. Kul mazhariyeti icabı zat-ı ilahinin zuhuru olan fiillerden ve esmalardan etkilenir. Muhiddin Arabi Hazretleri “Hak zuhurdan ibarettir, kul ise kabulden ibarettir.” diyor.
Bu konuda Hz. Pir “Vahdet tekessür etmeyince ayanda zahir olmaz. Ol kesret, Hz. Maşuk’un zatıdır. Ol meratib iki kısımdır: Biri müessiredir, esma-yı zatiye ve evsafı fiiliyedir ve birisi de müteessiredir; elvan-ı hissiye ve akliyedir.” buyurmuşlardır. İşte görmek, işitmek, tatmak, koklamak ve dokunmakla beşi zahir olan; vehim, hayal, idrak, hafıza ve akıl ile beşi de batın olan duygularla kul, esma-yı zatiye ve evsaf-ı fiil tecellilerinin tesiriyle müteessirdir,yani etkilenir. Velhasıl cümle varlık Hakk’ın iken, kulun aciz ve naçar olup etkilenerek, gamlanması mazhar-ı esma olup kulluğun icabındandır.

Yokluğu varlık bilirsen izzetin oldur senin
Fehmi bildinse bu remzi dü cihan bostan sana

Kur’an’da “Allah gani / zengindir, yoksul / fakir olan sizlersiniz…” (Muhammed, 38) buyrulmuştur. Bu itibarla yokluk kulluğa ait olup, varlık ise Cenab-ı Hakk’a aittir. Bir kimsenin kendinin ve alemin yokluğunu idrak etmesi, yani fenafillah’a ulaşıp Allah’ta yok olması, kulun en yüce izzetidir, makamıdır. Çünkü bu imtihan aleminde, yoklukla Rabbine vasıl olup kavuşan bir kul, bu alemde ve cümle alemlerde hep Hak’la beraber olur ki, kulun Hakk’a vuslat etmesinden daha yüce bir keyif ve zevki olmaz.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek: “Ey Fehmi! Fenafillah yokluğunu; kulluğun en yüce makamı olduğunun idrak ve şuuruna erersen, bil ki bu irfaniyet en ala kıvançtır. Bu keşif ve irfaniyetten hem bu alemde, hem de ahirette nasiplenirsin. Bu keyfiyet, dünya ve ahireti sana, cennetin bağı, bahçesi.yani bostanı yapar.” diyor.


Bak şu Hakk’ın hikmetine nice dert verdi bana

Bak şu Hakk’ın hikmetine nice dert verdi bana         
Çün ezelden dertli idim yine dert verdi bana

Kur’an’da “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?.. Evet sen bizim Rabbimizsin biz buna şahidiz…” (A’raf, 172) Buyrulur ki, bu hitap ve cevap ruhlar aleminde olmuştur. Ruhlar aleminde herkes, Rabbin hitabına evet dedi ve şahit oldu. Hz. Pir Efendimiz “Ruhlar alemindeki bu şahitlikte ilim vardı, fakat marifet yoktu. İlim akılla elde edilir, marifet ise müşahedeyle elde edilir.” diyor.
Bu imtihan / şahadet alemine gelen herkes, Rabbini görüp ona şahit olmak potansiyeliyle doğar. Bu potansiyel ve kabiliyeti insanı, yeryüzünde Rabbine halife olma ademiyetiyle mükellef yapar ki, bu mükellefiyete insandan başka yaratılan hiç bir mahluk muhatap değildir. Bu aleme bedenlenerek doğup gelen herkes, ruhlar alemindeki hitabı ve şahitliğini cehalet ve gafletle unutarak ademiyet potansiyelini ve mükellefiyetini hapseder. Çeşitli dertlere muhatap olur ki, bu dertler gayriyetten hasıl olan dertlerdir. Bu gayrıyet dertleri, kulun ezeliyle, yani bedenle bu aleme doğmasıyla başlayan dertler olduğundan ezel derdidir. Bu dertlerden kurtulmanın çaresi ise, Hak aşıklarıyla, ehl-i kemalle arkadaş olup onların meclisine dahil olmak ve cehalet ve gaflet içinde olduğunu anlamaktır. Çünkü cahil ve gafil olduğunu bilen kimse ancak ‘Ruhlar aleminde muhatap olduğum hitap ve yapmış olduğum şahitlik nedir? Cenab-ı Hak nasıl bilinir ve ona nasıl kavuşulur, alemlerin Rabbini görerek nasıl şahit olurum?’ diyerek, Allah derdiyle yeniden dertlenir.
Böyle dertlenmek insanı terakki ettirdiğinden, derd-i ilahi kul için rahmettir. Çünkü bu dert, kulu Rabbine vuslata ulaştırır ve kul arif, kamil bir insan olur. Bu itibarla Süleyman Çelebi Hazretleri Mevlid’inde:

Bu Süleyman kuluna rahmet et
Ehl-i derdin sohbetine mahrem et.

Diyor. Kendisinin de dert ehli olup, dertliler meclisinde dertlilerle beraber olabilmesi için Allah’a niyaz ediyor, Allah’tan yardım istiyor. Bunu dikkate alırsak ezel derdi, cehalet ve gafletten hasıl olan gayrıyet derdidir. ‘Yine dert verdi’ beyanındaki dert ise, derd-i ilahidir, vesselam.
Bir de irşadla görevli olan velilerin muhatap olduğu dert vardır: Bunların irşadından rahatsız olanlar, onun irşadını engellemek için çeşitli zorluklar ve engeller çıkararak dert üretirler. Çünkü irşadla görevli olan cümle peygamberler ve veliler, yaptıkları tebliğ ve irşad yüzünden zorluklar ve engellere muhatap olmuşlar ve dertlenmişlerdir. Fehmi Efendi Hazretleri de zaman zaman böyle zorluk ve engellerden dertlenmiştir. Allahualem.

Aradım buldum tabibi sıdk ile uydum ona
İçirdi sehpa-yı camı ol imiş derman bana

Her kim ki dert ehli olup dert sahibidir, daima derdine derman arar. Her derdin bir doktoru vardır. Derd-i ilahinin tabibi ise, kamil mürşiddir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Aradım buldum zamanın mürşid-i kamilini, kamil bana teveccühte bulunup, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyet kadehinden ikram etti, telkin ve irşada bulundu. Ben de kamilin telkinine sadakat gösterip uymakla, müşküllerim hallolup irşad oldum, derdim de derman buldu.” buyuruyor.

Nice bir derttir acaib mübtela oldum ona
Geldiğince hatırıma hiç rahat vermez bana

Dert ehli rahat olmaz, çünkü derdini hatırladıkça araştırır sorar; Cenab-ı Hak nasıl görünür, nasıl bilinir, ona nasıl kavuşacağım... gibi müşküllerle dertlenir ve dertlerine cevap, yani çare bulduğu nisbette irfaniyete terakki ederek arif ve kamil olur demektir. 

Yine tuttu eski derdim ne olur bu hal bana
Kaynayıp taştı içerden mevc urur derya bana

Fehmi Efendi Hazretlerini çok meşgul eden bir müşkülü hasıl olmuş ki, onu beyan ediyor. Hem de “Bu dert ve müşküllerin zuhuru Hak’tandır. Nasıl ki, denizin dalgası denizden ayrılmadan dalgalanırsa, bana da bu müşküller, cümle varlık ve eşyada mevcut olan Hak’tan gelir.” buyuruyor.

Böyle bir derde giriftar olmamış hiç kimse de
Depreşir eski yareler dert olur derman bana

Bir çok mesleğin taraftarı, müptela ve dertlisi vardır. Mesela futbol ve diğer spor dallarının taraftarları, siyaset ve tabiat meraklıları ve dertlileri pek çok olur. Fakat Cenab-ı Hakk’a kavuşmanın meraklısı, dertlisi çok azdır, bazı memleket ve muhitlerde ise hiç bulunmaz. Bunu göz önüne alarak ehl-i kemal “Hakk’ı bulmak kolaydır, Hakk’ı bulduranı bulmak zordur.” demişlerdir.
Fehmi Efendi Hazretleri “Bu dert yani derd-i ilahi, aynı zamanda benim dermanımdır.” diyor. Çünkü dermanı, çareyi kim arar? Elbette dertli olan arar ve aradığı için de dermana kavuşur. Derd-i ilahiye bulaşmamış bir kimse, derman-ı ilahiyi arar mı? Aramaz ve aramadığından ilahi dermanı da bulamaz. Bu itibarla Allah derdi, aynı zamanda kulun dermanıdır.
Öyle bir ma’şuka aşık olmuşum hiç misli yok
Görmeyince hub cemalin dü cihan zindan bana

Her güzellik bir şekilde temsil edilir ve misallendirilir. Mesela, falancanın gözlerinin güzelliği ceylana benzer, huyu melek gibidir, kaşı yay gibidir, boyu fidan gibidir... şeklinde misallendirilir. Fakat güzeller güzeli olan Cenab-ı Hakk’ın bir şeye benzetilip de misallendirilebilmesi için, Hakk’ın eşi, dengi ve benzeri olması icap eder. Kur’an’da “O doğmadı, doğurmadı. Onun eşi ve benzeri yoktur.” (İhlas, 3-4) buyrulmuştur. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Benim ilahi sevgilim hiç bir şeye benzemez. Ben onun güzel yüzü olan cemalini görmezsem, iki cihan yani gerek bu alem gerekse alem-i ahiret bana zindan olur.” diyor. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın güzelliğini görmek, onun cemaline kavuşmak, bir kulun ulaşacağı en büyük nimet ve mazhariyettir. Vesselam.

Neylerim evrad kuyudat var iken ol yar bana

Görmezem nücum ziyasın çün doğar envar bana 

Hz. Pir, özetle: “İbadet üçtür: Birincisi, abidin ibadetini nefsi ile nefsinin menfaati için yapmasıdır. İkincisi, abidin ibadetini nefsi ile Hakk’ın rızası için yapmasıdır. Üçüncüsü ise abidin ibadetinde abid, ibadet ve mabut bir olur.” diyor. 
Nefsiyle nefsi için ibadeti, ehl-i şeriat olan avam-ı nas yapar ve bunlar daima nefsini ahiret nimetleriyle lezzetlendirmeyi düşünür. Nefsiyle Hak rızası için ibadeti ise, şeriat alimlerinin bazısı ve bazı tarikat ehilleri yaparlar. Bunlar, kulluk ve ibadetlerini nefsiyle Allah rızası için yaparlar.
Abidin, ibadetin ve mabudun bir olduğu ibadet ise, ehl-i hakikat olan insan-ı kamilin ibadet ve kulluğudur. Çünkü onlar, daim zikir ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, kendi nispet varlıkları olmadan Hakk’a vuslat zevkiyle yaşarlar.
İşte mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri, Hakk’a vasıl olduğundan “Fazla ibadet ve tesbihatla kaydedilerek nefisle, yani nispet varlık zannıyla yapılan kulluğu ne yapayım? Çünkü ilahi sevgiliyle vuslattayım. O hep benimle beraberdir. Benim kulluğumda gayrıyet olmayıp, ibadet eden, ibadet ve ibadet edilen birdir.” diyor ve devamla “Gündüz güneşin aydınlığına kavuşan kimsenin, yıldızların aydınlığını arayıp özlememesi gibi; Hakk’a vuslat irfaniyeti doğdu bana, Hak’tan gayriyetle ve nefisle yapılan kulluğa dönüp de bakmam.”  buyuruyor.

Öyle bir çeşm-i siyaha mail oldum ben bugün
Her nazarda çeşm-i dilara hayat verir bana

“Ben ilahi sevgilimin, vahdetinden açığa çıkardığı tecellilerindeki güzelliğine, cemaline tutulup bağlandım. İlahi sevgilinin her tecellisindeki güzelliğiyle bana görünmesi, benim hayat kaynağımdır, beni yaşatandır.” buyruluyor. Çünkü aşık olana cehennem, sevgilisinden ayrı kalmasıdır. Bu itibarla Hak aşıklarının ve ehl-i kemalin her daim aradığı, ilahi sevgiliye vuslat olan cennet-ül irfan zevkidir. Vesselam

Niceler geldi ve geçti ol yüze kör oldular

Talibi gördüm dese de hiç kanar olmaz bana

Fehmi Efendi Hazretleri: “Rabbini göremeden, ona kavuşup vuslat etmeden, bir çok kimse bu aleme geldi ve geçti. Yani yaradılışının icabı olan kulluğu yerine getirmeden, Rabbinden mahcup ve perdeli bir hal ile kör olarak bu alemden göçtüler,fakat ben bu alemde Rabbimden perdelenmedim ve ilahi sevgilinin müşahedesine asla doyup kanmadım, ona bakmaktan ise hiç usanmadım.” buyuruyor.