30 Temmuz 2011 Cumartesi

Hak buyurdu ‘fezküruni’ emre taat etsene

Hak buyurdu ‘fezküruni’ emre taat etsene           
Gafil olma her nefeste Hakk’a zakir olsana

Kur’an’da “Fezküruni ezküruküm veşküruni ve la tekfürun / Beni zikredin ki sizi zikredeyim.  Şükredin bana sakın küfretmeyin” (Bakara, 152) buyrulmuştur. Cenab-ı Hak, bu ve benzeri bir çok ayet-i kerimesinde, Allah’ı zikr etmemizi emretmektedir. Fakat herkes bir şekilde yaptığı virdlerle ve tesbihatla meşguliyeti, Allah’ın emri ve kulu gafletten uyandıracak olan zikrullah zanneder. Cenab-ı Hak bize, nasıl ve hangi esma ile zikretmemiz gerektiğini, yani kulu gafletten uyandıracak zikrullahın nasıl olacağını “Siz Allah’ı ayakta iken, oturur iken, yatar iken O’nu zikredin” (Nisa, 103) ayetiyle açıkça beyan ediyor. Bu itibarla Cenab-ı Hak, Allah ismiyle ve her nefeste, her zamanda daim zikretmemizi emretmektedir. Çünkü yaşayan bir insan, nefes alıp verdiği müddetçe ya ayaktadır ya oturur ya da yatar. Başka bir durumu, pozisyonu var mıdır? Yoktur. İşte Allah bizlere ayakta iken, oturarak, yatarak, kendisini her nefeste ve daima isimleri içerisinde Allah ismiyle zikretmemizi emrediyor.
Fehmi Efendi Hazretleri, buna işaretle: “Hakk buyurdu ‘Fezküruni / beni zikredin’ siz de Allah’ın bu emrine uyup her nefeste, zikr-i daimle Allah’ı zikredip, gafil olmayın.” buyuruyor. 

Çün buyurdu Hak Teala sem-i kalbi açsana

‘Kad fetenna kavmeke’de sen rumuzu bilsene

Hz. Musa Tur’a, Cenab-ı Hak’la konuşmaya gittiğinde, kavmini Ha­run (as)’a emanet etmişti. Kavminden adı Samiri olan biri, altından bu­zağı yaptı. Hz. Harun’un ikaz ve gayretine rağmen kavmi, Samiri’nin yaptığı altın buzağıya taptı. Hz. Musa Tur’dan gelince gördü ki, kavmi onun öğütlerini ve tebliğini unutup buzağıya tapıyorlar. İşte bu olay üze­rine Cenab-ı Hak “...kad fetenna gavmeke min ba’dike ve edallehümüssamiriyyü / Kavmini tam bir biçimde imtihan ettik, Samiri onları sapıttı.” (Taha, 85) buyurmuştur. Samiri’nin altından yaptığı buzağı, nasıl ki o kavmin peygamberlerinin vahiyle olan tebliğ ve irşadından yüz çevirmelerine sebep olduğu gibi, Hz. Musa kavminin Samiri’nin buzağısıyla muhatap olduğu imtihan, her zamanda, bu gün dahi her an olmaktadır. Bu günkü vahyin tebliğcisi alimler ve mürşid-i kamildir. Her kim ki mürşid-i kamilin tebliğ ve irşadından uzak kalırsa, o kimseyi irşad olmaktan alıkoyan her ne varsa onlar Samiri’nin buzağısı gibi olup, o kimseyi zikr-i daim ve ilm-i tevhid irfaniyet ve kemalatından mahrum ve mahcup eder.
Fehmi Efendi Hazretleri bunu beyanla ‘Bu alem imtihan alemi olup, sen de her an imtihan olmaktasın. Kulluğun irfan ve kemalinden seni uzaklaştıranları terk edip kalb kulağını aç, vahiy ve ilham irşadıyla şereflen.’ buyuruyor. Çünkü kamil olan mürşidin irşadı, Kur’an rehberliğiyle olup, kesinlikle vahiyle çelişmez. Sem-i kalb, kalb kulağı demektir ki, kalbe enfus ve afaktan gelen ilham ve irşada duyarlı olup, kulak vermektir. Vesselam.

‘Lillahi’l-emru cemia’ kelamın fehmetsene
Geç ikilik nispetinden fail Allah bilsene

Kur’an-ı Kerim’de “…Lillahil emru cemia... / İşlerin tümü Allah’ındır” (Ra’d, 31); başka bir ayette ise “…Sizi de fiilinizi de yaratan Allah’tır.” (Saffat, 96) buyrulmuştur. İşte bu ve benzeri ayetlerden anlaşılacağı gibi, kulun kendine ait fiili olmayıp tüm oluş ve fiillerin faili Allah’tır. Çünkü bir fiilin olabilmesi için kuvvete ihtiyaç vardır, hiç bir fiil kuvvetsiz, kudretsiz meydana gelmez. Ayette “… bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) idrak etseler ” (Bakara, 165) buyrulmuştur. Ki, imanın şartlarından birisi de, hayır ve şerrin Allah’ın kudretinden meydana geldiğine iman etmektir. Hayır ve şer dediğimiz de bir iş ve oluştur. Bu itibarla Allah’ın kudreti her bir şeyi ve her kimseyi kuşatmış olup, herkesteki ve her şeydeki iş ve oluş, Allah’ın kuvvet ve kudreti ile olmaktadır. Bu itibarla tüm işlerin ve oluşun faili Allah’tır. İşte her fiilin faili Allah olduğu halde cahiller; kendine ve alem-i halka nispetle, fiil-i mustakiliyesi var zannederek, bir olan Hakk’ın fiillerini, kendinin ve halk-ı alemin işi olarak görerek ikileştirir.
Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olunmadan her işin failinin Allah olduğu anlaşılmaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Ara bul tevhid-i hakiki irfaniyetini ki, bu ikilikten kurtularak her işin failinin Allah olduğunun müşahedesine ulaş.” diyor.

Çünkü mevsuf Hak oluptur böyle nazar etsene
Hem ‘semi’ül basir’ oldur ayne’l-yakin görsene

 Allah’ın sıfat-ı subutiyesi sekizdir: Hayat, ilim,  irade, kudret, kelam, görmek, işitmek, tekvin (yaratmaktır). Allah’a ait olan bu sıfatlar aşınmaz, eskimez, değişmez ve sabittir. Bu sıfatlar nerede var olup zuhur etmişse, o sıfatların mevsufu Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de sıfat-ı subutiyenin Hakk’a ait olması hususunda bir çok ayet vardır ki, bunlardan bazıları şu ayetlerdir: Hayat sıfatı için “Allah’tan başka ilah yok, Hay’dır O, sürekli / daim diridir..” (Bakara, 255). İlim sıfatı için “De ki, ilim ancak Allah’ın indindedir / katındadır..” (Mülk, 26). Görme ve işitme sıfatı için “…kuşkusuz / şüphesiz O’dur semi / işiten, O’dur basir / gören.” (Mü’min, 56). İrade sıfatı için “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz…” (İnsan, 30). Kelam sıfatı için “…Allah Musa'ya kelime kelime söz söylemişti.” (Nisa, 164). Kudret sıfatı için “Bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) idrak etseler.” (Bakara, 165). Tekvin sıfatı için “O’nun işi bir şeyi yapmak / yaratmak istediğinde ol der, o şey de oluverir.” (Yasin, 82). “…iş ve oluşun tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31). İşte cümle sıfat-ı subutiyenin mevsufunun nasıl Allah olduğunun anlaşılması için mürşid-i kamili bulup, onun zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle olan irşadına mazhar olmak lazımdır. Başka türlü cümle sıfatlarda Allah’ın nasıl mevsuf olduğu bilinmez. Cümle ilimler akıl ile tahsil edilir. Fakat ilm-i tevhid marifet-i müşahedeyle, yani görerek tahsil edilir.
Kullar Allah’a üç şekilde yakın olurlar: Birincisi ilm’el yakınlıkla. Bunların Hakk’a yakınlığı, tahsil ettikleri ilimlerle, Hakk’a eserlerini delil yapmakla olup, bunlar nefislerinde ve cümle alemde mevcut olan Cenab-ı Hak’tan mahcup / perdelidirler ve Rabbini göremezler. İkincisi ayn’el yakınlıktır. Ki cümle fiilde ve sıfatta fail ve mevsuf olan Hakk’ı müşahede etmektir. Üçüncü yakınlık olan Hakk’el yakınlık ise, cümle varlıkta Hak’tan gayrı müşahede etmemektir. Bu itibarla makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, cümle sıfat-ı subutiyede mevsufun Allah olduğu müşahedesine ulaşmak, ayn’el yakınlık müşahedesi olduğu için, Fehmi Efendi Hazretleri “İşiten, gören O’dur. Cümle sıfatta mevsufun Cenab-ı Hak olduğunu görüp nazar et de ayne’l yakın müşahedesine ulaş.” diyor.

Çün vücudun Hakk’a mazhar zatına mahvolsana
Yok edip kendi vücudun ‘küntü kenz’i bulsana

Cenab-ı Hak, hakikatte kendinden başka hiç bir şey yaratmadı. Bizim, var zannettiğimiz cümle alem ve varlık olan her şey, zat-ı ilahinin zuhur ederek açığa çıkmasıdır ki, tecelli olarak açığa çıkan her şeyin vücudu zat-ı ilahidir. Açığa çıkan tecellinin kendine mahsus vücudu olmaz, tecellinin varlığı zat-ı ilahinin görüntüsüdür ki, Allah bu görüntülerle, yani kendi zatından olan zuhuruyla zatını perdeleyip gizler. Bu gizleme Hakk’ın tecellisini hudutsuz bir şekilde isimlendirip, ef’aliyle şekillendirmesiyle meydana gelen cümle varlık ve suretlerle olur. İşte bu varlıklar ve suretlerle tecelli ederek Cenab-ı Hak, zatını örtüp gizler. Her kim ki, bu suretlere vücut nispet eder de kendisinin ve cümle alemin varlığını zat-ı ilahiden ayrı zannederse, o kimse Allah’ın zatından mahcup / perdeli olur. Böylece kendindeki küntü kenz / gizli hazine olan zat-ı ilahi tecellisini müşahede etmekten mahrum kalır. Kulun vücudunun zat-ı ilahi zuhuruna nasıl mazhar olduğuna arif olması için, zikr-i daim ve tevhid-i zat makamının keşfiyle, kendinin ve cümle varlığın fenasının / yokluğunun irfaniyetine ulaşması gerekir. Bunu beyanla “Gizli hazine olan zat-ı ilahiyi, kendi nispet varlığını fena ederek bulsana.” buyruluyor.

 Küllü men aleyha fanin’ sırrın agah olsana
 Baktığınca şeş cihette vech-i Hakk’ı görsene

Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Küllü men aleyha fan ve yebga vechü rabbike zülcelali vel’ikram / yeryüzündeki herkes / her şey fanidir, yokluktadır. Celal ve ikram sahibi Rabbinin veçhi / yüzü bakidir.” (Rahman, 26-27) buyurmuştur. Bu beyan-ı ilahiden de anlaşıldığı gibi mevcutta Rabbin yüzünden başka bir veçhe (yüz) / varlık yoktur. Bizim var zannettiğimiz cümle varlıklar ise, kendi cehlimizden olup, zandan ibarettir. Halbuki Kur’an’da “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez” (Yunus, 36) buyrulur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: “Cehalet ve zandan kurtul, makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle ‘küllü men aleyha fan / her şey fani…’ ayetinin sırrına vakıf ol, her tarafta, her yerde ve her tecellide Hakk’ın veçhini / yüzünü müşahede edip, gör.” diyor.

Talibi sırr-ı hüviyyet membaından içsene
Bir zaman çıkıp bekaya Hakk’ı zahir görsene

‘Hüviyet sırrı membaı’ ölümsüzlük, yani ebediyen diri olmanın kaynağı demektir. Ki, bu memba zamanın mürşid-i kamilidir. Her kim, zamanın kamil mürşidinin telkin ve irşadına mazhar olursa, sırr-ı hüviyet membaından içmiş olur. Çünkü bir kimse, ancak kamilin irşadı olan daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid müşahedesiyle Hakk’ın zuhurunda kendi varlığını fena ederek, daima Hak’la olup, Hak’tan başka görmeme marifetine ulaşır.Yani “Doğu da batı da Allah’ındır. Nereye dönerseniz orada Allah’ın yüzü vardır…” (Bakara, 115) ayetinin hikmet ve hakikatine erer ve zahirde hep Hakk’ı görür. Velhasıl kim, kamilin irşadına mazhar olur da, makamat-ı tevhid keşfiyle Hakk’ın zuhurunda kendini kaybedip fena ederse, o kul Hak’la ebediyen beka bulur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, Talibi mahlasıyla kendini muhatap ederek bizlere “Sırr-ı hüviyet membaı olan zamanın mürşid-i kamilini bulup, onun irşadıyla kendinin ve cümle alemin yokluğunda, Hakk’ı zahiren / apaçık görsene.” diyor.

Hiç yorum yok: