8 Aralık 2014 Pazartesi

KELİMEYİ ŞAHADET’in HİKMETİ

“Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne            
            Muhammed’en abduhu ve resulühu”

    İnsanlar içinde bizleri kendine ve resulü (elçisi) Muhammed’e (sav) şahit olmakla şereflendiren Allah’a hamdolsun. Resulü Muhammed’e ve evlatlarına / ehlibeytine selam olsun.
    İslam’ın beş temel farzından olan Kelimeyi şahadet; iki kısımdan ibaret olup birinci kısmında Allah’a şahitlik yapılır, ikinci kısmında ise Hz. Muhammed’e şahitlik yapılır.
Kelimeyi şahadet, Oruç, namaz gibi bedenle,  zekât gibi malla mülkle, Hac gibi hem beden hem de malla ifa edilen bir ibadet olmayıp Kelimeyi şahadet; İslam dini’nin giriş kapısı ve İslam dininin temeli olan icmâli (özlü) tevhit imanı’ dır.
       Kurandaki: “Muhakkak ki Allah indinde / katında din İslam'dır...” (Ali İmran-19) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi İslam dini, Hz. Âdem den Hz. Muhammed’e (sav) kadar gelmiş cümle peygamberlerin tebliğ ettiği yegâne dindir. Ve her peygamberin şahsında tebliğ olunan İslam dini’nin temelini; “Lâ ilâhe illâllah Muhammed en resûlullah / Allah’tan başka ilâh yoktur Muhammed Allah’ın elçisidir” İcmâl (özlü) tevhit imanı oluşturur. Ki, yeryüzü olan bu İmtihan âlemine gelen tüm Peygamberler bu “tevhit imanına” mensup olduğu gibi, peygamberler kendi zamanlarındaki insanlığa bu tevhit imanını tebliğ ederek onları aydınlatmışlardır.  
     Bunu beyanla; “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğime muhabbet ettim / âşık oldum, halkı yarattım…”(hadisi kutsi) beyanı gereğice cenabı Hak, kendi zat’ı tekliğinden cümle âlemleri ve cümle âlemlerdeki her bir varlığı yaratıp, kesretini, yani çokluğunu meydana getirip apaçık etti. Ki bu yaratılışın nedeni: Kulların, yaratan Allah’ı bu âlemi kesrette (çokluk âleminde) bularak, onun zat-ı tekliğine vasıl olup kavuşmaları içindir. Hadisi kutside açıkça ifade edildiği gibi bu yaradılışın temelini muhabbet / aşk oluşturur.
Bu aşk, rabbimizin kendi vahdetinden yaratıp açığa çıkardığı çokluk olan halk içinde Habibim / sevgilim dediği Hz. Muhammed’e (sav) olan aşkıdır. Yani Hakk’ın halk kesreti (çokluğu) içinde, kendinin bilinip kendine vasıl olunmasında Muhammed kulluğuna olan aşkıdır. Daha başka bir ifadeyle, Rabbimizin yaratıp zuhura getirdikleri içinde, Muhammed’çe olan kulluğa olan muhabbet ve aşkıdır. Çünkü Muhammed (sav) kulluğu, yaratılanlar içinde yaratılışının yüce gayesine erişmiş en olgun en kemâl li kulluktur. Ve O’nun şahsında yaratılışın temeli olan aşk en parlaklığıyla açığa çıktığı için Hz. Muhammed, Habibullahtır / Allah’ın sevgilisidir.
      İşte Rabbimizin aşık olduğu Muhammed kulluğu; tüm peygamberlerde nur-u Muhammed mazhariyeti ile açığa çıktığı için, cümle peygamberlerde zahir olan tebliğ ve irşadın özü, İslam’ın temeli olan tevhit imanıdır. Yani tüm zamanlarda insanlığa gelen peygamberler tarafından tebliğ edilmiş olan hak Dini İslâm’ın temelini ve ruhunu, “Lâ ilâhe illâllah Muhammed en resulüllah / Allah’tan başka ilah yoktur Muhammed Allah’ın elçisidir” İcmâli / özlü tevhid imanı oluşturur. Ki, ahir zaman peygamberi Hz Muhammed’in (sav) şahsında zahir olan İslam dininin özü temeli de, işte bu tevhit’tir.
Ve herkim ki bu tevhidin kelimesini kalbi ile tasdik eder, dili ile ikrar ederse o kimse, İslam dininin mümini olur. Bir kimse bu tevhit kelimesini kalbi ile tasdik ettiğini kamuoyuna veya kamu otoritesine açıkça ilan eder de; “Eşhedü en lâ ilâhe illâllah ve eşhedü enne Muhammed en abduhu ve resulühu / Ben şahidim Allah’tan başka ilah yoktur ben şahidim Muhammed Allah’ın elçisi ve kulu dur” der ise. O kimse İslam dini çerçevesine girer ve o kimsenin Müslümanlığına hükmedilir.
      Buna göre, her türlü ibadet / kulluk temel olan bu tevhit imanıyla olur. Başka bir ifadeyle oruç, namaz, zekât ve hac gibi İslam’ın temel ibadetlerinin hepsinde bu tevhit imanı mevcut olduğu için, kelimeyi şahadet’in hakikati bu ibadetleri ve tüm meşru kulluğu / ibadeti kapsar.
Ki zahiren Arapça söylenen Kelimeyi şahadetin Türkçe tercümesi; “Müşahede ederek şahidim ki Allah’tan başka ilah yoktur, müşahede ederek şahidim ki Muhammed, Allah’ın elçisi ve kuludur.” Demektir.
     Kelimeyi şahadetin hakikati, yani ledduni hikmet yönü ile değerlendirilmesi ise şöyledir; Bir İnsanın mazhar olduğu zahir (dış) ve batın (iç) hisleri / duyguları vardır ve bu hisler beşi zahir, beşi de batın olmakla on’dur. Zahir olan duyular; Görmek, işitmek, koklamak, tatmak ve dokunma duyularıdır. Batın olan beş duyular ise; Akıl, idrak, vehim, hayal ve hafızadır. Ki her insan tesir alıp müteessir olduğu tüm algılamalarını bu iç ve dış duyuları ile yapar.
Buna göre; görme duyusuyla gördüklerimizden olumlu ya da olumsuz etkileniriz. Aynı şekilde duyduklarımızdan kokladıklarımızdan tattıklarımızdan ve dokunduklarımızdan olumlu ya da olumsuz müteessir olup etkileniriz. Batın olan duyularla da, mesela akıl ile bir şeyin iyi kötü veya doğrumu yanlış mı olup olmadığını tespit etmekle etkileniriz. İdrak; isminden de anlaşıldığı gibi anlamak, vakıf olmak, idrak etmekle etkiler, keza vehim acaba ve şüphe ile etkiler. Hayalden, hayal ederek tesir alıp müteessir oluruz. Hafıza ise unutmamakla hıfzetmekle etkiler.
      Bunu beyanla hakikati, yani ledduni hikmet açısından bir kul;  Eşhedü enlâ ilâhe illâllah / ben müşahede ediyorum Allah’tan başka bir ilâh yoktur” dediğinde o, ‘bütün iç ve dış duyularımla (hislerimle) şahitlik ediyorum” demiş olur. Yani görerek, duyarak, dokunarak, koklayarak, tadarak şahitlik ettiğim gibi, akıl ederek, idrak ederek, hayal ederek, vehmederek ve hıfz ederek şahidim ki,  Hakk’ın vahdet-i zat mevcudiyetinden gayrı bir varlık yoktur, mevcut olan ancak Allah’tır. Keşfi irfanıyla şahitliğini beyan eder. Ki bu şahitlik, irfan ile yapılan şahitlik olduğundan, bu şahitliği ancak Arifi billâh, yani Allah’a arif olanlar yapabilir. Çünkü bu irfana ancak böyle iç ve dış duyular (hisler) müşahedesiyle ulaşılır. Bunu ifadeyle pir seyit Muhammed Nur Hz.leri; “irfan müşahede ile elde edilir” diyor.
     Hz. Resulullah efendimiz; “Allah ilk önce bir cevher yarattı, ondan da cümle âlemleri yarattı” buyurmuştur. Ki, ehli kemal; “önce yaratılıp açığa çıkan ilk cevherin Nuru Muhammed (sav) olduğunu beyan ederler. Pir seyit Muhammed Nur Hz. ise; “Bu hadisi şerifteki yaratma kelimesi, zuhur manasında olup, açığa çıktı anlamındadır.” Demiştir. Buna göre Cenabı Hak hiçbir şey yaratmadan önce, Nur-u Muhammedi zuhura getirdi ve nur-u Muhammed’den de cümle âlemleri ve varlıkları yarattı. Ki bu itibarla, cümle varlıklar tafsilatı Muhammed olarak vasıflandırılmıştır. Çünkü cenabı Hak; “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım”, (Hadisi kutsi) buyurdu için cümle âlemler, Hz. Muhammed (s.a.v) aşkıyla yaratılmış ve halen yaratılmaktadır.  
     Yine Peygamber efendimiz; “Allah evvela benim nurumu yarattı, Allah evvela benim Ruhumu yarattı, Allah evvela kalemi yarattı, Allah evvela aklı yarattı, Allah evvela arşı yarattı” buyurur. Bu hadiste evvel yaratıldığı ifade edilen “nur”, “ruh”, “akıl”, “kalem” ve “arş’ı” bazı âlimler ayrı ayrı değerlendirmişlerdir. Fakat Pir seyit Muhammed Nur Hz; “Bu değerlerin ayrı olmayıp hepsinin aynı olduğunu” ifade etmiştir. Ki, bunlar ilk cevher olarak zuhura gelen nur-u Muhammed dir. Bunu beyanla ehli kemâl; “Hz. Resulullah mazhar olduğu marifetle Hakk’ın Cemaline kavuştuğunda, yaratıcının zahir olup zuhura gelişine Nur. Hay (hayatta) olup muhyi (hayat verici) oluşuna Ruh. İdrakli olup idrak ettiriciliğine akıl. Muhafazasın da olanları açığa çıkarışına kalem. Her şeyi ihata edişini (kuşatmasını) ise arş olarak isimlendirmiştir. Ki, bunların hepsi ayrı ayrı ifade edilmelerine rağmen, ilk yaratılan ve bir olan nur-u Muhammed’in (sav) müşahedesidir.”  
Ki bir kul bu müşahedeye ancak, zamanın kâmil mürşidinden gördüğü mesleki resul seyri süluku marifetiyle erişir.
Ve böyle kâmil bir kul; “Ve eşhedü enne Muhammed en abduhu ve resulüh / şahitlik ediyorum ki Muhammed Allah’ın elçisi ve kulu dur.” Diyerek kelimeyi şahadetin ikinci kısmını ifade ettiğinde o, beşi zahir (dış) ve beşi batın (iç) olan duyuları keşfi irfanıyla şahit olduğu Nur-u Muhammed müşahedesini / şahitliğini beyan eder.
     Bu itibarla İslam’ın beş esasından biri ve dinin temeli olan kelimeyi şahadet, ibadet ve kulluğun tümünün her yönüne sirayet ederek kuşatan tevhid-i hakiki (gerçek tevhid) imanıdır.
Allah ve Hz. Muhammed şahitliğinin ifadesi olan kelimeyi şahadet; hakikati ve ledduni hikmet açısından bütün olarak ifade edildiğinde; Kendi mevcudiyetinden gayrı bir varlık olmayan zat-ı vahdet’in batını Hak, zuhuru Muhammed müşahedesiyle insanı kamil’in yaptığı şahitliğin ikrârıdır. Vesselam. 
Bunu ifadeyle ehli kemal:
                       Âdemi safiyullah çekti şahadet
                       Hak ile Muhammed gördü bir vücut. Buyurmuştur.
Ki, insanı kamil marifeti ile âdem-i kemâlât aynıdır. 
     Noksanlarıyla beraber sona ermiş olan bu çalışma, umarım kelimeyi şahadetle açığa çıkan icmâli / özlü tevhit imanı hakikatine ulaşmamıza yardımcı olur. Allah her şeyi en iyi bilendir. Kelimeyi şahadetin ledduni hikmet açısından değerlendirilmesine yönelik çalışmayı bize lütuf ve ihsan eden Allah’a hamt, Hz. Muhammed’e (sav) ve evladı resüle selam olsun. Rabbim bizleri onlardan ayırmasın.
                                                                               

                                                                                 Nejdet Şahin
                                                                                17 Eylül 2009

                                                                                 27 Ramazan

11 Kasım 2014 Salı

ON KASIM’da Atatürk’ü anarken


Allah’a hamt, resülü Muhammed’e (sav) ve ehli beytine / evlâdı resule selam olsun. Rabbim bizleri onlardan ayrı komasın.

Dinimiz İslâm’a göre, bu âlemden ölümle ayrılan bir kul’un son nefesini Allah diyerek vermesi, pek muteberdir. Bu itibarla, çeşitli nedenlerle yapılan tüm dua ve niyazlarda, müminler son nefeste Allah diyerek çene kapamayı nasip etmesi için Allah’a yakarıp dua ederler.

  Ömrünün önemli bir kısmı savaşlarda ve cephede geçen Mustafa Kemal Atatürk, “Gazi’dir:” Ki gazi; şehit olmayı göze alarak, vatan millet uğruna gayret mücadele eden demektir. Ve şehitliğe ait bütün değerlere gaziler de mazhar olduğundan, şehitlik mertebesi hiç şüphesiz gazilerin de mertebesidir. Bunu ifadeyle Hz. resulıllah (sav) efendimiz; “Bir kimse Allah yolunda şehit olmayı canı gönülden isterse, yatağında ölse dahi Allah onu şehitler derecesine ulaştırır.” Diyor.

  Ki bazı iddialara göre, yanlış tedavi uygulamalarıyla yavaş yavaş öldürülen Atatürk; “şehit”lik mertebesiyle de şereflenerek son nefesinde, “ve aleykümselam” diyerek ruh’unu Hakk’a teslim etmiştir. Bunu beyanla hadisi şerifte; “siz nasıl yaşarsanız öyle ölürsünüz nasıl ölürseniz öyle haşr olursunuz” buyrulur. İslâm dini esaslarına göre Atatürk; son derece muteber ve her müminin özenip gıpta ettiği bir şekilde ölerek bu âlemden ayrılmıştır. Atatürk’ün ölümünün bu şekilde Allah’ın “selâm” ismini zikrederek gerçekleşmiş olmasını, bazı mahfiller Türk milletinden gizleyerek, “Atatürk son nefesinde saat kaç” diyerek öldü demişlerdir.

  Her yıl on kasım olan ölüm yıldönümünde kimilerince samimiyet gözyaşlarıyla, kimilerince ikiyüzlülük fışkıran nutuklarla anılan Atatürk’ün, böyle şanlı ve şerefli bir şekilde ölmesi milletimizden gizlendiği gibi, Atatürk’ün gerçek kimliği bazıları tarafından engellenerek milletimize tanıtılmadı. Ve Atatürk; Atatürkçü olduğunu iddia eden bazıları tarafından leblebiyle rakı içen, başında melon şapka, frak gibi kıyafetlerden başka kıyafet giymeyen, din’le iman’la hiçbir alâkası olmayan, laikliği tam bir dinsizlik olarak yaşayan bir kişi olarak bu millete lânse ederek gösterdiler.

 Diğer taraftan bazı muhafazakâr ve dindar olduğunu iddia edenler ise; gece gündüz içkiden başını kaldırmayıp her türlü nefsani zevki sefa peşinde ömür tüketen. Müslümanlara her türlü eziyeti yapmayı revâ gören. Ve bu asrın (yüzyılın) en büyük din düşmanı olarak Atatürk’ü ifade ederler. Hatta bazı mahfillerde gizlice yapılan toplantılarda Atatürk’e ve onun önderliğiyle kurulan cumhuriyete en galiz hakaretlerle aşağılayıp saldıran, Atatürk ve cumhuriyete olan nefret ve kin’lerini din haline getirmiş olan bazı kimselerin, bu tür söylemlerle millete tanıttıkları Atatürk ile gerçek Atatürk’ün hiçbir alakası yoktur. Ki bu tanıtım ve ifadelerin hiç birisi Atatürk’ün gerçek vasıflarını ifade etmeyen yalan, dolan ve iftira yüklü beyanlardır.

Atatürk’ü tanıyabilmek, onun gerçek kişiliğini anlayabilmek için bir kimsenin deli olmayıp aklı başında olması yeterlidir. Ve en evvela, İslam peygamberine vahiy olan Kur’anı Kerim’in tercümesini okumakla beraber, çok değil biraz da İslam tarihini bilmesi kâfidir.

Bu gün yüzlerce Alim tarafından Türkçeye tercüme edilen Kuranı kerim, Türkiye cumhuriyeti kurulana kadar İngilizce, Fransızca, Rusça hatta Boşnakça vb. gibi diğer birçok dillere tercüme edilmesine rağmen Türkçeye tercüme edilmemişti. Ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın Türkçe tercüme ve tefsir ettiği Kuranla, Müslüm’ün 13 cilt olan hadis külliyatı Türkçeye, Türkiye cumhuriyeti kurulduktan sonra tercüme edilmiştir. Ve milletimizin Kuranı ve peygamber efendimizin hadislerini anlayarak okuması sağlanmıştır. Ki bu tercüme işlerine devletten bütçe ayrılmış olmasına rağmen Atatürk, kendi şahsi parasından vererek katkı sağlamıştır.

 Ayrıca Kur’an’da çokça, sıklıkla bahsedilmesine rağmen, bu gün hepimizin toplum olarak tam ilgi ve hasasiyet gösteremediğimiz yetimlerin, öksüzlerin korunup gözetilmesi hususunda da Atatürk, tam bir kuran mümini gibi hareket etmiş ve birçok yetimin bakım ve eğitimini sağlamıştır. Ve bunları halka göstermeden gizlilik içinde yapmıştır.   

 Atatürk’ü anlayıp tanımak için; asrısaadette Hz. peygamber efendimizin ve ashabının uygulamalarına şöyle kabaca bakmak bile yeterlidir. Buna göre Hz. Muhammed, (s.a.v) içinde bulunmuş olduğu toplumun kabileler, aşiretler tarafından yönetilmesini Kur’an’ın; “İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git/onlara danış/istişare et..” (Al-i İmran, 159) “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” (Şura, 38) emri gereğince kaldırarak, kabile aşiret yönetimine son verip şurayı, yani halk meclisini kurmuş ve meclisin kararları doğrultusunda yönetim oluşturmuştur. Ve yine Kur’an’ın “Şu bir gerçek ki, Allah size, emanetleri onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.”(Nisa-58) buyruğu doğrultusunda, belli aşiret mensuplarına değil, liyâkata değer vermiş ve her işe ırkı, cinsi, rengi ne olursa olsun ehil olanları getirmiştir. İşte çok özet olarak ifade ettiğimiz bu değerler cumhuriyet ilkeleri olup, Hz. Resulullah efendimiz bu esaslarla halkı yönettiği gibi Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali bu şekilde halkı yönetmişlerdir. Çünkü Cumhuriyet; belli bir sınıfın belli bir kabile ve aşiretin yönetimini reddeden, halkın kendi kendisini liyakatle, yani ehil olanlar ile yönetmesidir.

Hz. resulullah efendimizin zuhuruna kadar aşiretler, kabileler ve onların reisleri toplumu yönetiyordu. Ve onlar ne derlerse o oluyordu, kendilerinden sonra oğulları emir, reis, padişah vb. oluyor ve bu şekilde halk idare ediliyordu. Hz. Resulullah bu yönetim şeklini kaldırdı ve hiç bir kimsenin soyundan sopundan dolayı üstün olmayacağını söyledi, her türlü emanetin ehil / layık olanlar tarafından tasarruf edilmesini buyurdu ve uyguladı. Hz. Peygamber Efendimiz, bu uygulamalarıyla cahiliye Arap geleneği olan kabileciliği ve aşiretçiliği kaldırdı. Kendisinden sonra halkı yönetecek olan emir veya reisi işaret ederek, şu sahabe veya bu sahabe devletin reisi olsun demedi. Şurayı / meclisi, yani halkın ehil / layık olanı seçerek emir el mümin’in, yani halkın başkanı olunmasını tavsiye ve işaret etti. Halbûki o zaman Hz. Peygamber her kimi işaret etse idi, tereddütsüz o kimse emir-el mümin yani devletin başkanı olurdu.

Hz. Peygamber Efendimizden sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, hatta Hz. Hasan’ın altı ay süren emirliği / başkanlığı, hep şura / meclis kararıyla olmuştur. Bunların hiç birisi kendinden sonra oğlunu veya kardeşini veya soyundan geleni tavsiye etmemiş ve emir / başkan yapmamıştır. Hatta Hz. Ali yaralı olup vefat etmeden önce kendisine; “Oğlun Hasan’ı emir yapalım mı?” diye sorduklarında, Hz. Ali cevaben; “Benim oğlum olduğu için yapmayın, layık ve ehil ise öyle yapın.” demiştir.

Bu uygulama Muaviye emir / başkan oluncaya kadar devam etmiştir. Ve Muaviye, Kur’an buyruğu olup Hz. Peygamberin uyguladığı şurayı / meclisi, yani halka danışmayı kaldırarak oğlu Yezid’i kendisinden sonra emir / padişah yaptı. Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber’in apaçık uyguladığı şura / meclis mirasını, cümle ehl-i kemal olan sahabelerin ve ehl-i irfanın itirazlarına rağmen Hz. Hasan’ın zehirletilerek, Hz. Hüseyin’in ve Ehl-i Beytin kerbelâda şehit edilmeleri pahasına, şahsı ve kabilesinin/aşiretinin menfaati için yıkıp iptal etti. Buna karşı gelenlerin kimilerini sürgün etti, kimilerini de şehit etti.

Emevi’lerden sonra kurulan İslam devletlerindeki yönetim ve idareler, genellikle kabile ve aşireti esas olan bir yapı üzerine kuruldu. Ve bu uygulama, yaklaşık 1300 yıl, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna kadar devam etti. Cumhuriyet kurulduğunda Atatürk’ün emri ile TBMM dışına pankartlarla; “işleri, yönetimleri aralarında bir şuradır/ aralarında istişare iledir…” Ve ‘Emanetin ehillere verilmesi...’ mahiyetindeki ayetler ve hadisler asılarak, meclis’in ve cumhuriyet sisteminin Kur’an emri ve Hz. resulullah efendimizin uygulaması olduğu vurgulanmıştır.

Böylece Kur’an’ın emri olup Hz. Resulullah’ın, Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin ve Hz. Hasan’ın uyguladığı şura’ya / meclis’e yani halka danışarak, herkesin seçme ve seçilme hakkının olduğu ve Muaviyenin yıktığı cumhuriyet idaresi; Mustafa kemal Atatürk’ün liderlik yaptığı kadrolar tarafından tekrar Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile kurulmuş oldu.

Bu itibarla cumhuriyet; Kur’an emridir. Cumhuriyet Hz. Resulullah’ın (sav) mirasıdır. Cumhuriyet Ehli Beytin, Evladı Resul’ün davasıdır. Cumhuriyet Atatürk ve arkadaşlarının Türk milletine hediyesidir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran kadrolardan, başta 10 Kasım’da “ve aleykümselâm diyerek iman edenlerin gıpta ettiği bir şekilde bu dünyadan bekâ’ya göçen Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere, cümlesinden Allah razı olsun, ruhları şad olsun. Makamları peygamberlerin mukarriplerin sıddıkların şehitlerin rızıklandıkları makam olsun. Vesselâm.

                                                                                                             Nejdet Şahin

                                                                                                       05 Kasım 2010 Cuma

21 Ekim 2014 Salı

BESMELE ve FATİHA SURESİNİN YORUMU

                                   Bismillahirrahmanirrahim

         Hamt / Öğünmek her şeyi kendi zatından zuhura getirerek yaratan ve zat-ı mevcudiyetinden gayrı hiçbir şeyin var olmadığı Allah’a aittir. Selam’a layık olan; yaratılanların en şereflisi olup, dünya ahiret cümle âlemler yüzü suyu hürmetine yaratılan habibullah  (Allah sevgilisi) Hz. Muhammed (sav) ve evlatlarıdır. O evladı resul ki, her zamanda ve halen sağ ve mevcut olup, Ruh-u Muhammed (sav) mazhariyetiyle insanlığı aydınlatırlar. 
        Kuranı kerimin en cemiyetli surelerinden birisi olan Fatiha suresi mealen şöyledir.

         Rahman ve Rahim Allah adıyla: 

        “1- Hamt âlemlerin Rabbi Allah’adır. 
          2- Rahmandır, Rahimdir O. 
          3- Din günün sahibidir O. 
          4- Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.
          5- Dosdoğru giden yola ilet bizi. 
          6- Kendilerine nimet sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin karanlık ve dalalete saplanmamışların yoluna.”

        Ehlulah, “Her kim fatiha suresini bir nefeste besmele ile beraber okursa o, felah bulur” buyurmuşlardır. Bu kibarı kelam batın ağırlıklıdır ki nefes, nefsin yani kişinin bu yeryüzü âleminde yaşamasının alameti olup nefes alıp verdiği müddetçe nefsin / kişinin diriliğine ve yaşadığına hükmedilir. Bunun için bu kibarı kelamda ifade edilen nefesten maksat, kulun yeryüzündeki ömrüdür. Ve her kim ömrü müddetince besmelenin ve Fatiha suresinin hakikati manasını idrak ederse o kişi, bu âlemdeki imtihanı kazanıp “felah bularak” ebedi kurtuluşa erer, demektir.  

                                BESMELENİN Açıklaması     

       Besmele; Tevbe suresi hariç kurandaki tüm surelerin ve Fatihanın başlangıcında okunur. Besmele Allah, Rahman ve Rahim isimlerinden oluşur ki bu üç isim, Allah’ın yani uluhiyetin cümle makamlarını kendinde toplayan isimlerdir. Bu üç isim; cümle âlemlerin ve yaratılmış olan her bir şeyin aslı hakikatini temsil ettiği için İslâm dini, her meşru faaliyetin
evvelinde besmele çekilmesini ön görür. Bunu ifadeyle Resulullah (sav) efendimiz, “Besmele ile başlanmayan her iş bereketsiz ve sonu güdüktür” demiştir. 
Kuranı kerimde “Biz sana tekrarlanan yedi âyeti ve şu büyük Kur’an’ı verdik.” (Hicr-87) buyrulur ki, bu ayette beyan edilen “tekrarlanan yedi ayet”; insanlığa gelmiş ve sonuncusu Hz. Muhammed (sav) olan tüm peygamberlerin ve cümle insanı kâmil velilerin tebliğ ve irşadında açığa çıkan “yedi tevhit makamıdır.” Yani yüce yaratıcının her bir şeyi zuhura getirerek yarattığı Allah’ın yedi makamıdır/mertebesidir. İşte Bu Allah’ın yedi makamının müşahedesi, Mesleki Resul seyri sülukunda (salikin manevi yolculuğunda) üçü “Fenafillah” dördü “Bekabillâh” olarak tahsil olunan yedi tevhit makamı irşadıdır. Ki bu tevhit makamlarının irşadı, ancak zamanın kâmil mürşidinin telkini ile mümkün olur.

      Besmelede geçen Allah isminin iki yönü vardır, biri “makam-ı uluhiyet” yönü, diğeri ise “Celal” olan esma yönüdür. Ki Celal tecellisi yakıcı olup, kul’un cehil ve zanlarından hâsıl olan masivayı, yani kişinin Allah’tan gayrı zannettiği cümle varlıkları yakıp yok / fena eder. Ki böyle bir kul, kalbindeki Allah zikrinin uyanıklığı ve fenafillah makamlarının keşfi irfanı ile rabbimizin “…Allah’a şirk / ortak koşma, çünkü Allah’a şirk / ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman-13) Buyruğu ve Hz. Resulullahın “Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım” dediği gayriyet / masiva olan gizli şirk zulmünden arınır. Çünkü bir kimse, gizli şirk zulmünden ancak fenafillah makamlarının irşadına mazhar olmakla kurtulur. Ki, fenafillah keşfi irfanı aynı zamanda besmeledeki Celal olan Allah isminin taşıdığı mahiyettir.
      Besmeledeki Rahim isminin manası ise şöyledir: Rahim ismi “Cemal” mazharı olup, bekabillâh makamlarının müşahedesidir. Bekabillâh müşahedesine ise; kendine ve cümle âleme nispet ettiği gizli şirk olan varlıklardan kurtulan gerçek müminler bu yeryüzü âleminde ulaşırlar. Ki bunlar Rahim rahmeti mazhariyetiyle, kendi yokluklarında Allah’ın cümle tecellilerinin her çeşidinde Allah’ın hüsnü Cemali’ni (güzel yüzünü) müşahedeyle, Allah’la beka bularak ölümsüzleşirler. Bu itibarla, besmeledeki “ Rahim” ismi’nin mahiyeti, “bekabillah” keşfi marifetidir. Vesselam. 
      Besmeledeki Rahman ismi ise; “Allah ve Rahim” isimlerinin ceminden hâsıl olan “Kemâl’dir.” Ki bu Kemâl’in her bir tecelliyi ihata edip kuşatması ise “Rahman”lıktır. Bunu beyanla Kur’an-ı Kerîm’de, “O Rahman olan arşı kuşattı…” (Taha- 5) buyrulur. 
Rahman kemaline ancak, üçü fenafillah dördü bekâbillâh olan tevhit makamları keşfi marifetiyle, insanı kâmil mazhar olur. 
İşte bu ve benzeri ilahi beyanlardan anlaşıldığı gibi İnsanı kâmilin, Allah ve Rahim isimlerinin mahiyetine dair müşahedesinden hâsıl olan marifet ve kemalâtıyla Hakk’ın her nevi tecellisini tanıyıp kuşatması, besmeledeki “Rahman” isminin sırrı mahiyetidir.
Velhasıl, Besmeleyi oluşturan üç isimden Celal mazharı olan “Allah” ismi fenafillâh’ı. Cemal mazharı olan “Rahim” ismi bekabillâh’ı. Kemal mazharı olan “Rahman” ismi ise, üçü fenafillah dördü bekabillah olan ve kuranda “tekrarlanan yedi ayet” (Hicir-87) olarak beyan edilen yedi “Makamatı tevhit” marifetine mazhariyettir. 
Besmelenin sırrı mahiyeti, ancak zamanın Mürşidi Kâmilinde ve onun telkini irşadında bulunur. İşte cümle surelerin ve Fatiha’nın evvelinde okunan Besmelenin kısaca mana ve hikmeti böyledir. Her şeyi en iyi Allah bilir.   

                         FATİHA SURESİNİN açıklaması

      Fatiha suresi’nın birinci ayetinde, “Hamt âlemlerin Rabbi Allah’a dır” beyanı vardır ki hamt, öğünmek methedilmek anlamındadır. Meratibi ilahi ise uluhiyetin / Allah’ın makamları olup Cenabı Hak, Zat’ı tekliğinden Allahlığına / uluhiyetine tecelli ederek uluhiyet makamlarıyla görünen ve görünmeyen cümle âlem ve varlıkları yaratır. Ve yarattığı cümle varlıkta “…O zâhirdir...” (Hadîd-3) beyanı gereğince mevcudiyetini zahir edip açığa çıkarır.  
Cenabı Hak uluhiyet makamı itibarıyla her bir isimden, yani gerek Hakk’a ait olan Settar, gaffar, kerim gibi isimlerinden, gerekse ağaç, taş, insan, hayvan gibi Halk’a ait olan isimlerden yücedir. Çünkü bu isimlerin hepsi uluhiyetin / Allah’ın zuhuru olduğundan, settar kimdir, Rahman kimdir, Gaffar kimdir diye sorulsa? Allah’tır, diye cevap verilir. Yine Halka ait olan taşı, bitkiyi, hayvanı, insanı yaratıp açığa çıkaran kimdir denilse? Yine Allah’tır diye cevaplanır.  
     Bu itibarla ayette beyan olunan “âlem,” uluhiyetten zahir olup açığa çıkan isim olup, ayetteki “âlemler” ifadesi ise tüm isimler tecellisi demektir. Ve cümle âlemler olan isim tecellileri uluhiyetten “Rab” ismi ile zahir olur. Yani cümle âlemler ve varlıklar, Allah’ın rab’lığı olan rububiyet ile açığa çıkarak gözükür. İşte bunu beyanla “Resulullah miraçta Hakk’ı baş gözüylemi, kalp gözüylemi gördü” diyen sahabelere hitaben, Hz. Ayşe validemizin “Hak Hakk’ı gördü” buyurmasını Pir seyit Muhammed Nur Hz.leri; “Hak, Rububiyetiyle Rububiyetini gördü” olarak beyan etmiştir.
       Bu itibarla Fatiha’nın birinci ayetindeki “Hamt âlemlerin Rabbi Allah’adır” beyanının manası şöyledir;  Uluhiyetinden rububiyeti ile zuhur ederek açığa çıkardığı cümle isimlerin / âlemlerin rabbi olan Allah,
uluhiyet makamı itibarıyla hamt edilip övülmeye yegâne lâyık olandır. Demektir.
      Fatiha’nın ikinci ayetinde “Rahmandır, Rahimdir O” Buyrulur. “Rahman,” umumun / genelin icadına mahsustur ki cenabı Hakk’ın Rahmanlığı;  cümle âlemlerdeki her bir tecelliyi kuşatarak umumun kemal bulmasıdır, yani her bir şeyin gıdalanıp zinde ve var olmasıdır. Aynı güneşin sıcaklığı ve aydınlığı ile sınırsız bir şekilde her bir şeyi ayırt etmeksizin ısıtıp aydınlatarak zinde kılması gibi Rahman rahmeti; cümle âlemleri ihata edip kuşatıcılığıyla bitkimi? Hayvan mı? İnsan mı? Kâfir mi? Mümin mi? olduğuna bakmadan yaratılan her şeyi ayırt etmeksizin kapsayan kemâldir.  Rahman tecellisi her bir şeyi kuşatıcı olmasıyla beraber, esma olması itibarıyla varlığı uluhiyetten olup Allah’ın Rahman ismiyle olan tecellisidir. İşte bunu beyanla Ayette, “O Rahmandır” Buyrulur. 
        Ayetteki “Rahim” İsmi ile ifade olunan rahmet ise, Rahman gibi umumi değil hususidir / özeldir. Bu özellik, yaratılmış olanlar içinde müminlere mahsus olan rahmettir ki bunu beyanla Kur’an-ı Kerîm’de, “O, müminlere karşı Rahîm’dir.” (Ahzâb-43) buyrulur. 
Rahim isminin müminlere has olan hidayetle zuhurunun baş mazharı, Hz. Muhammed (sav) dir. Ki bunu beyanla Kur’an’da “Ant olsun, içinizden size onurlu bir Resûl gelmiştir. Sizi rahatsız eden her şey O’nu da üzer, üstünüze çok hırslıdır / düşkündür. Müminlere Rauf ve Rahîmdir.” (Tevbe-128) buyrulur. 
Hz. Peygamber efendimiz bu mazhariyeti ile cümle âlemlerin hürmet ve hatırına yaratıldığı şahsiyet olan bir kuldur. Çünkü Cenabı Hak Hadisi Kutside ; “…bilinmekliğime muhabbet ettim (âşık oldum) halkı yarattım” buyurur ki, muhabbetin şiddetlisi Türkçe de aşk olarak ifade edilir. İşte yüce Allah’ın bilinmekliğine âşık olmasıyla yarattıklarının içindeki Hidayetin baş mazharı olan Hz. Muhammed kulluğu, yaradılış gayesinin en zirve kulluğu olduğu için cenabı Hak O’na âşık oldu ve “Habibim” (Sevgilim) dedi. Ve yüce Allah âşık olduğu Muhammed kulluğunu seyretmek için cümle âlemleri yarattı. Ki bunu ifadeyle rabbimiz “sen olmasaydın sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” (hadisi kutsi) buyurur. Bu itibarla, cümle âlemlerdeki yaratılmış olan her bir varlık var oluşunu, Hz. Muhammed’e (sav) muhtaçtır. 
Ki yeryüzündeki her insan Muhammed’i kulluğa yakın olduğu nispette yaradılış maksadına uygun kulluk yapar ve iman ederek mümin olur. 
Ve bir mümin; kulluğunu Muhammed’leştirdiği oranda Hakk’ın Rahim rahmetine mazhar olur ve onun kulluğunda Rahim rahmeti zahir olur. Bunu beyanla Arifi billâh Hasan Fehmi Hz. leri;      

“Rahimsin şüphe yok asla               
 Habibin oldu müsemma
 Onunla cümle arifler 
 Bulup tur sureti insan” diyor.

Ki, bu beyitte ifade edilen sureti insandan maksat, kişinin insanı kâmil mertebesine yükselerek Kâmil insan olmasıdır. Çünkü herkes yaradılış itibarıyla sureta insandır, fakat insanlar içinde her kim tüm zamanlarda vücudu Nur-u Muhammed’in zahir olduğu, “mesleki Resul” irşadına mazhar olursa, ancak o kimse İnsanı kâmil olur.
Velhasıl, Hz. Resulullah efendimizin baş mazharı olduğu hidayet-i nuru Muhammed kulluğu, insanı kâmilin marifetindeki Allah’ın rahmeti Rahim’likle olan tecellisidir. Rahim ismi de diğer cümle isimler gibi uluhiyetten, yani Allah’tan olması itibarıyla ayette, “…Rahimdir O” buyrulur.
        Fatihanın Üçüncü Ayeti ise; “Din günün sahibidir / Malikidir O.” Beyanıdır. Burada ifade edilen din günü, kıyametle açığa çıkan “Haşır” toplanma günüdür. Çünkü kıyamet cümle peygamberlerin tebliğ ve irşadında insanlığa haber verdikleri, fakat kimi insanların iman ettiği kimi insanların ise inkâr ettiği gündür. Ki, kıyametin kopmasıyla yeryüzünde hiçbir canlı kalmaz ve herkes kabir / berzah âleminde haşır olur, toplanır. Ve o haşırda herkese cenabı Hak; “Bu gün mülk kimindir?” (Mümin-16) diye sorar. Fakat hiç kimse bu soruya cevap veremez ve herkes öylece susup kalır. Ki yine cenabı Hak kendi sorusuna kendi, “Kahhâr olan Allah’ındır…” (Mü’min-16) diye hitap ederek cevap verir. Böylece cümle Mülkün sahibi/maliki olan Allah, herkesin yokluğunda kendi kendine cevap vererek cümle mülkün Maliki, yani sahibi olduğunu ilan eder. İşte bu gün kastedilerek ayette; “Din günün malikidir / sahibidir O” buyrulur ki, insanlığa gelen cümle peygamberlerin tebliğinde ölüm sonrası olan bu günden bahsedildiği için ayette, “Din günü” olarak beyan edilir. Allah u âlem.
     Buraya kadar bahsettiğimiz kıyamet ve haşır, umumi kıyamet ve Haşır dır. Ki bu âlemde yani yeryüzünde yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan herkes, bu umumi kıyamet ve haşıra muhatap olacaktır. Ve buna inanmak İmanın şartlarındandır. 
Hz Peygamber efendimiz; “Hesap günü gelmeden hesabınızı görün” buyurmuştur ki, bu hadisin anlamı açık olup bu yeryüzü âleminden ölümle ayrılmadan evvel, ahirette görülecek hesabınızı bu âlemde görün demektir. Yine Hadisi Şerifte; “…Ölmeden evvel ölünüz. Sizin gibi yer içer gezer fakat ölmeden evvel ölmüş olanlardan birini size göstereyim mi, Ebu bekire Bakın o ölmeden evvel ölmüşlerdendir” buyrulur. 

Ehli kemâlden Şem-i Hz.leri;

“Mutu kablu ente mutu” (ölmeden evvel ölün)                                         
 Sırrına mazhar olan
 Haşrı neşri burada gördü(Haşır-toplanma, neşir- ahirette cennete cehenneme herkesin dağılması)
 Nefha-i sur vurmadan. Diyor. (nefa-i sur- İsrafil meleğinin kıyameti bildiren borusu )

Beyitteki “Mutu kalbe ente mutu” beyanı yukarıda bahsettiğimiz Hadisi şerifin Arapça ifadesi olup “ölmeden evvel ölünüz” demektir. Bu beytin manası, ‘Her kim bu alemde ölmeden evvel ölüm sırrına mazhar olursa, o kimse umumi kıyamet kopmadan, Haşır ve Neşir gününü burada yani bu yeryüzü aleminde görür demektir.’ 

Yine ehli kemal’den Niyazi Mısri Hz.leri;

“Men aref sırrına er ko gafleti (Men aref sırrı- kim kendini bilirse rabbini bilir) H.Ş 
Gör ne remz eyler bu insan sureti
Haşrı neşri hem tamuyu cenneti
Gayre bakma sende iste sende bul” Buyurur. 

 Beyitte geçen “Men aref” kelimesiMen arefe nefse fekat arefe rabbe / Kim kendini bilir o Rabbini bilir” Hadisi Şerifi olup, beytin manası şöyledir. Hz. resulullahın “Kim kendini bilir o rabbini bilir” beyanındaki sırra ulaşmana engel olan gafleti terk edip, “Kendini bilme” irfanı ile arif olursan. Ancak o zaman suret yönüyle küçük, fakat mana yönüyle büyük olan insanı tanırsın. Ve o zaman Haşır ve Neşir gününü, cenneti ve tamuyu (cehennemi) kendinde bulup müşahede edersin, demektir.
       İşte, bütün bu ve benzer beyanlardan anlaşıldığı gibi, Ölüm iki’dir. Birisi umumi ölüm, yani mecburi ölümdür. “Her nefis ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 185) âyetinin hükmüdür ki, doğan ve yaşayan her şeyin bir zaman sonra ölmesi, yani bu âlemden ayrılmasıdır. 
Diğer ikinci ölüm ise, ihtiyarî ölümdür ki bu ölüm; Yüce Allah’ın buyurduğu “…Gelin yaratıcınıza tövbe edin de nefislerinizi / kendinizi öldürün. Bu yaratıcınız katında sizin için daha iyidir…” (Bakara-54) Ve Hz. Peygamber efendimizin “Ölmeden evvel ölünüz.” beyanındaki ölümdür. 
Kulun bu ölümle ölüp veya ölmemesi kendi ihtiyarında olup, Kişi isterse ölmeden evvel ölür isterse ölmez. Bu ölüm, “Yeryüzündeki herkes / her şey fânidir, yokluktadır. Celâl ve ikram sahibi Rabbinin veçhi / yüzü bâkidir.” (Rahman-26,27) ayetlerinin Leddun-i mana ve mahiyetiinin açığa çıkarak kulun, Allah’ın makamlarını müşahede etmesiyle kendi yokluğunun (fenasının) irfanına ulaşmasıdır. Ki bu irfan ile kulun ölmeden evvel ölmesi onun hususi / özel kıyametidir ki, böyle bir kul ancak bu âlemde Hakk’a kavuşarak Hak’la var olur ve Hakk’ın bekasıyla beka bulur. İşte Hak’la beka bulma marifetine ulaşabilen kul, “Bugün mülk
kimindir? Kahhar olan Allah’ındır…” (Mülk-16) müşahedesiyle bu yeryüzü âleminde yaşarken Hak’la haşır olur. 
Bahsettiğimiz bu kıyamet ve haşır, özel haşır olup, umumi kıyamet ve haşır imanıyla çelişmez. Yani özel kıyamet ve haşır’ın Arifleri, kesinlikle umumi kıyamet ve haşır’ın zuhur edeceğine iman ederler. Bu itibarla gerek umumi, gerekse hususi olan haşır, cümle peygamberlerin  ve insanı kâmil velilerin tebliğ-i irşadındaki, “Din günü” dür. 
Bunu beyanla; Fatiha’nın üçüncü Ayetinde ifade olunan, din gününde, Allah’ın kendi mülküne sahip / Malik olmasının ve Allah’ın kendi sorusuna yine kendinin cevaplamasının sırrı mahiyeti, Allah’ın makamları olan tevhit makamları keşfi marifetine mazhar olanların kulluğunda kâmilen açığa çıkarak zahir olur. Vesselam.

Fatiha’nın dördüncü ayetinde, “Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” Buyrulur: 
İbadet kulluk demektir ki, şeriata göre Hakk’a yönelik ve Hakk’ın emirleri yasakları ve tavsiyeleri olan cümle faaliyetler ibadettir/kulluktur.
Yine şeriata göre “yalnız senden yardım dileriz” beyanının anlamı; gerek faaliyetle, gerekse dil ile yapılan dua ve niyaz kulluğuyla Allah’a yönelip Allah’tan istenen yardımlardır. Çünkü cenabı Hak “…Dua edin bana cevap vereyim size…” (Mümin-60) ve “De ki Duanız olmazsa Rabbin size ne diye değer versin…” (Furkan-77) buyurur.    
Hakikate göre ibadet/kulluk ise; Hakk’ın zuhuru karşısında hâsıl olan yokluk/fena acziyeti olup kişi, yaptığı gayret ve ibadetle ancak acziyetin zirvesi olan kendinin ve âlemlerin fenasının/yokluğunun irfanına ulaşabilir. Bunu beyanla Hz. Ebu Bekir; “Hamt Allah’a dır ki, Allah kullara kendi acziyetlerini/yokluklarını itiraftan başka bir yol vermedi” buyurmuştur. Çünkü Kul yaratılmış olmakla, makamı uluhiyetin yani Allah’ın tecellisinden başka bir şey değildir. Cenabı Hak uluhiyet makamıyla görünen ve görünmeyen cümle âlemlerdeki her bir şeyin aslıdır. Ve her bir şey denilen cümle varlıklar uluhiyetin, yani Allah’ın makamından yaratılarak açığa çıkan isimlerden oluşur.
Bu yaradılış, Allah’ın Vahdet’i / Birliği dâhilinde şöyledir: Hakk’ın Ehat yani Tek olan Zat’ının Uluhiyet ile olan tecellisi, Allah’ın sıfat’ları esması ve efal’i ile dir. Allah sıfat yönüyle mutlaktır, esma ve efal yönüyle ise mukayyet yani kayıtlıdır. Sıfatlar batın, fiiller ise zahirdir. Allah batın olan sıfatlarından isimle tecelli eder ve isimler fiil ile zahir olup gözükür. Fiiller isimle buluşunca her bir fiil isimlenerek kayıtlanır ve böylece mukayyet olan tüm suretler ve cümle âlemler yaratılır. İşte bu suretlerle olan yaratılışa Halk denir. Ki, halkın cümlesi yaratılmış olmakla kuldur. Ve her kul mazhariyetine göre kulluğunu zuhura getirip meydana çıkarır.
Bu itibarla; Bir olan Allah, batın ve mutlak tecellisiyle Mabuttur, yani ibadet edilendir. Allah’ın zahir ve mukayyet tecellisi ise kulluktur. Ki kul
muhtaç ve aciz olup, mabuda ibadet ederek ondan yardım ister. Bunu beyanla, yapılan cümle kulluk/ibadet Allah’ın zahirinden yani mukayyetliğinden, batın olan mutlakıyetine olur. Vesselam. 
       Bu itibarla Uluhiyetin zahiri olan kulluk/ibadet, hakikatte yokluktur. Ki kâmil insan yokluğu ile rabbin makamlarını kemaliyle zuhura getirip açığa çıkardığı için onun kulluğu, Allah’a yardım etmektir. Bunu beyanla Kuranı kerimde; “Ey iman edenler Allah’ın yardımcıları olun Hani Meryem oğlu İsa havarilere Allah’a gidişte benim yardımcılarım kimdir? Demişti de, havariler: Biz Allah’ın yardımcılarıyız cevabını vermişlerdi…” (Saff-14) Ve “ …Havariler dediler ki: Biz Allah’ın yardımcılarıyız Allah’a iman ettik biz şahit ol biz Müslümanlarız” (Ali İmran-52) Buyrulur. 
Velhasıl Fatiha’nın “yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz” ayet beyanındaki ibadet/kulluk, Hakk’a farz yakınlıkla hâsıl olan arifi billâh ibadettir/kulluktur. Bu kulluğu ifadeyle rabbimiz bir kutsi beyanın da; “Ve kulum bana, kendisine farz kıldığım şeyden bana daha sevimli hiçbir şeyle yaklaşmaz.” (Hadisi kutsi) Buyurmuştur. Ki Kul aciz ve muhtaç, kulluk ise acziyet ve ihtiyaç icap ettiğinden Hakk’a arif bir kul, gerek haliyle gerekse diliyle daima Allah’tan yardım ister. Ve yokluğu ile rabbin makamlarının kemâlini zuhura getirmekle de, arifi billâh bir kul “Allah’a yardımcı” olur, demektir. Allah u âlem. 

    Fatiha’nın beşinci ayetinde; “Dosdoğru giden yola ilet bizi.” Buyrulur. Ki kurandaki “Şüphesiz Allah katında din ancak İslam’dır” (Ali imran-19) Ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi, ayette ifade olunan “dosdoğru yol,” cümle peygamberlerin tebliğ ettiği İslam dininin “tevhit” yoludur. Çünkü her peygamber Allah katındaki İslam dinini tebliğ ettiği için onların tebliği hıristiyanlık Musevilik vb. şekilde isimlendirilse de, her peygamber tevhit dini İslam’ı tebliğ etmişlerdir. Pir seyyit Muhammed nur Hz. “Tüm peygamberlerin hepsi hatmül makamdır” diyor. Ki peygamberlerin tamamı tevhit makamlarının keşfi kemâline mazhar olmuşlardır, demektir. 
Bu itibarla tüm peygamberler İslam dininin şeriatını temsil ettikleri gibi, İslam’ın batını olan yedi tevhit makamları keşfi irfanına da mazhar olmuşlardır. Ve peygamberler bu mazhariyetlerini ümmetlerindeki Hak yolcularına ve Hak taliplerine de tebliğ etmişlerdir. Ki bu tebliğin mahiyetini; mesleki resul seyri sülukunun cemiyeti ilâhi müşahedesiyle Allah’tan gayrı hiçbir şey hiçbir varlık yoktur. Ve cemiyeti Muhammed müşahedesiyle de, Muhammed Allah’ın kulu ve elçisidir marifetiyle, vücudu nur-u Muhammed’e ulaşma kemalâtını içerir. İşte her kim kendi zamanındaki Allah elçisinden meratibi tevhit seyri süluku gördü ise o mümin, cemiyeti ilâhi ve cemiyeti Muhammed keşfi marifetiyle “Lailahe
illallah Muhammeden resulullah” kelimeyi tevhidinin hakikatine erişerek, “Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur Muhammed Allah’ın elçisidir müşahedesiyle İslam tevhidinin  kâmil ve “hakiki müminlerin”den (Enfal-2,4) olur. 
Her peygamber zuhur ettiği zaman Allah indindeki İslam tevhidini kâmilen tebliğ etmiştir. Bu tebliğ, tüm zamanlarda Muhammed (sav) kulluğuyla zuhur eden cümle peygamberler de, “Lailaheillallah İbrahim resulullah” veya “Lailahe illallah Musa resulullah” veya “Lailahe illallah İsa resulullah” olarak zahir olup açığa çıkmıştır. Ki bu peygamberler zahiren umum halk tarafından kendi isim ve ünvânlarıyla, yani “Âdem resulullah, İbrahim resulullah, Musa resulullah, İsa resulullah” vb. olarak tanınıp bilinseler de, her peygamber hidayeti nuru Muhammed mazharı kullukla peygamberlik yapmıştır. Ve her peygamber nuru Muhammed (sav) mazharı olduğuna kendisi arif olduğu gibi, kendi zamanlarındaki müminlere de bildirmişlerdir. Bunu ifadeyle Hz. Ebu Bekir; “Her peygamber kavmine Hz. Muhammedi bildirdi, fakat kimi iman etti kimileri iman etmedi” buyurmuştur. 
Bunu beyanla; zahiren umumi halk tarafından kendi isimi ile tanınıp bilinen tüm peygamberlerin tebliği hıristiyanlık, Musevilik gibi hangi isimle anılsa da, bu tebliğ olunan dinlerin içeriği İslam’dır. Ve insanlığa gelmiş tüm peygamberler hidayeti nuru Muhammed mazhariyetiyle, rabbimizin “Şüphesiz Allah katında din ancak İslam’dır” (Ali imran-19) olarak beyan ettiği Allah katındaki tevhit dini İslam’ı tebliğ ve temsil etmişlerdir. 
Son peygamber Hz. Muhammed’in (sav) zuhurunda da ona iman edenler olduğu gibi, onu inkâr ederek, cümle peygamberlerin irşadında zahir olan İslam dininin tevhit tebliğinden ve aydınlığından mahrum olmuşlar ve halen de olmaktalar. Bu kâfir ve müşriklerin büyük bir kısmı daha evvel zuhur eden Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya tabi olduklarını söyleyip, Hz. İsa ve Hz. Üzeyir’i ilahlaştırarak şirk ve küfür işlemekteler. Bunu beyanla Kuran’da; “Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur dediler; Hırıstiyanlar da Mesih Allah’ın oğludur dediler. Kendi ağızlarının sözüdür bu. Kendilerinden önce inkâr edenlerin sözlerine benzetme yapıyorlar. Allah onları kahretsin. Nasıl da yüz geri çevriliyorlar” (Tevbe-30) Buyrulur. 
Velhasıl bugün, Hz. Resulullah efendimizin şahsında zahir olan İslam, Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e kadar gelen, cümle peygamberlerin irşadında zahir olan “tevhid dini” İslam olup, Fatiha’nın beşinci ayetinde beyan edilen “Dosdoğru yoldur.”  Bu zamanda her kim “Eşhedü en lailaheillallah ve eşhedü enne muhammeden abduhu ve resuluhu” icmâli tevhit imanını diliyle ikrar edip kalbi ile tasdik ederse, o kimse doğru yol olan “tevhit dini” İslam içerisine girerek, açık şirk ve küfürden kurtulur. Fakat tevhit dini olan İslam’a dâhil olup ta, tevhit kelimesini sadece kalp ile tasdik dil ile ikrâr edenler, açık şirkten
kurtulup arınırlar. Fakat bunların, Hz. Resulullah’ın “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli olan şirkinden korkarım” beyanındaki “gizli şirki” devam eder. Ki bu gizli şirkten kulun kurtulması için, onu tevhidin hakikatine ulaştıracak olan “zikri daim uyanıklığıyla, tevhidi hakiki” ilmi irfanını tahsil etmesi gerekir. 
Bunu beyanla; İslam tevhidinin bir zahir şeriat, bir de batın hakikat yönü vardır. Tevhidin zahiri şeriat yönü şöyledir; her kim “Lailaheillallah Muhammeden resulullah - Allah’tan başka / gayrı ilâh yoktur Muhammed Allah’ın elçisidir” icmâli iman kelimesini kalbi ile tasdik edip dili ile ikrar ederse o kimse, gayrı Müslüm olmaktan yani İslam dışı kalmaktan kurtularak İslam’ın şeriat tevhidi imanına mensup müminlerinden olur. Ki bu iman sahiplerini ifadeyle kuranda “mümin veya müminler” olarak bahsedilir.  
Tevhidin batın hakikat yönüne ise; tevhit makamları müşahedesi ile hâsıl olan tevhidi hakiki keşfi irfanıyla erişilir. Bu erişim, zamanın mürşidi kâmilinin daim zikir ve tevhit makamları irşadıyla, kâmil imana mensup olan hakiki / gerçek Mümin olmaktır. Bu müminler kuranda; “Hakiki / gerçek müminler” (Enfal-2,4) olarak ifade olunur. 
Bu hakiki müminlerdeki tevhidi hakiki irfanı, Daim zikir uyanıklığı ve Allah’ın makamlarının keşfi irfanıyla hâsıl olur ve ancak bu irfanla kul, İnsanı kâmil mertebesine ulaşır. Ki insanı Kamil, kendine ve cümle âleme nispet ettiği “gizli şirki” oluşturan varlıklardan fenafillah irfanıyla kurtulup Hakk’a vuslat etmiş, Bekabillâh Marifetiyle de Hak’la beka bulmuş kimsedir. İşte İslam’ın batın yönü olan ilmi hakikate göre, kulu gizli şirkten kurtaran “Daim zikir ve tevhidi hakiki” keşfi irfanı, “Dosdoğru yol” dur.
Bu kişiyi insanı kâmil marifetine ulaştıran ve “Dosdoğru” yol olan zikri daim ve tevhidi hakiki irfanı, ancak zamanın yaşayan Kâmili mürşidinden tahsil edilir. Çünkü nübüvvet, yani peygamberlikle yapılan tebliğ ve irşat sona erdiğinden, yeryüzündeki velayet tebliğ ve irşadı kıyamete kadar her zamanda yaşayan insanı kâmil veliler tarafından yapılır. Her kim kendi zaman diliminde yaşayan kâmil mürşidi bulmaz da, ‘ben şu kadar yıl evvel bu âlemden geçmiş olan falanca velinin mesela; Hz. Mevlananın, Hz. yunus emrenin, Hz. bahaddin nakşıbendinin, Hz abdülkadir geylani gibi, zamanlarında insanlığı irşat edip aydınlatmış olan velilerin yolundayım diyerek.’ Kendi zamanında yaşayan Kamil’in irşadına mazhar olmazsa, o kimse gizli şirkten onu kurtaracak olan zikri daim uyanıklığından ve tevhidi hakiki marifetinden mahrum kalır ki, “böyle olanların durumu aynı zamanın peygamberine değil de geçmişteki falanca peygamberin yolundayım diyenler gibidir. ” Bu itibarla, ayetteki kul lisanı ile yapılan,  “Dosdoğru giden yola ilet bizi.” Duası, Hakikatte “zikri daim ve makamatı tevhid yoluna ilet bizi” demektir.

       Fatiha’nın altıncı ayetinde; “Kendilerine nimet sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin karanlık ve şaşkınlığa / dalalete saplanmamışların yoluna.” Buyrulur ki, kulun mazhar olabileceği en âlâ “nimet,” yaradılışının yüce gayesine ulaşarak “insanı kâmil” olmasıdır. Çünkü Allah, yaratıcısını bulup yaratıcısına kavuşup vuslat etsin diye kullarını yaratmıştır. Bunu beyanla rabbimiz; “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık…” (Duhan-38,39) Buyurduğu gibi, kutsi beyanında ise; “Ben bir gizli hazine idim bilinmekliğime / arif olunmaklığıma muhabbet ettim / âşık oldum, halkı yarattım.” (Hadisi kutsi) Diyor. 
Yine kuranı kerimde “Ey mutmain olan nefis, dön Rabbine, Rabbin senden razı sen de ondan razı olarak gir Benim kulluğuma / kullarımın arasına, gir benim cennetime.” (Fecr-27…30) buyrulur. 
Yani, ey zikri daimle kalbi uyanarak “mutmain olan” ve tevhit makamları irfanıyla mevcuttaki rabbine vuslat edip kavuşan kulum, ulaştığın bu vuslat keşfi irfanıyla kâmil bir insan olarak “gir benim” arifi billâh ve Kâmil “kullarımın arasına.” Ki, senin yokluğa/fenaya ermiş kulluğundan “rabbin razıdır.” “Sen de” yokluğunda zuhur eden rabbin Beka tecellisinden “razı olarak, gir benim irfan cennetime” dâhil ol, demektir.
 Bunu beyanla, “gaflet” ve “cehaletten” arınarak İnsanı Kâmil mertebesi “nimetine” erişen bir kişi, rabbine vuslat keşfi irfanıyla bu âlemde cennet’ül irfana girer. Ve hangi âlemde var olursa olsun bir daha oradan çıkmayıp irfan cennetinde, daima rabbin hüsnü cemalini (güzel yüzünü) müşahedeyle zevklenir. Ki bu keyfiyete, ahiretteki amel cenneti nimetlerinden hâsıl olan lezzetler de dâhil dünyevi ve uhrevi hiçbir nimet emsal olamaz. Bunu beyanla Arifi billah Niyazi Mısri Hz.leri; 

Bu günkü cennetül irfana
Dâhil olsa uşşak       (uşşak- âşıklar)
Yarınki vaad olunan 
Huri ve gilmanı neylerler. Diyor. (Huri Gilman- Ahiretteki amel cenneti nimetleri ) 

Velhasıl Allah’ın kuluna sunduğu en âlâ “nimet” O kulun, insanı Kâmil mertebesine ulaşmasıdır. Çünkü bu mertebe “gazaba” muhatap olmayan, “sapkınlık ve delalete düşmemiş” olanların mertebesidir.
Ayette “Dalalete düşen ve gazaba uğrayanlar” diye ifade olunanlar; Açık zahiri anlamı itibarıyla Tevhit dini olan İslam dışı olan gayrı müslimlerdir. Ki bunlar, “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedüenne muhammeden abduhu ve resuluhu” kelimeyi şahadet icmâli imanı ile şereflenmemiş açık kâfir ve müşrik kimselerdir.  
Bir de; İslam dini çerçevesinde kelimeyi şahadet imanına mensup olmalarına rağmen, dalalet ve gazap ehli olanları vardır. Ki bunlar dalalet ve gazap ehli olmakla iki kısımdır: 
        Dalalet ehli olanlar: “Eşhedüenlailaheillallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhu ve resuluhu. / Ben şahidim (Görüyorum) Allah’tan başka ilah yoktur şahidim (Görüyorum) ki Muhammed Allah’ın elçisi ve kuludur.” İman ve ikrarına mensup olmalarına rağmen, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan rabbini, bu imtihan âleminde görünmezlik ve bulunmazlıkla kayıtlayıp tenzih ederek dalalete düşen “tenzihçilerdir.” Bunların en bilgilisi en üstünü Allah bu âlemde isimleri, fiilleri ve sıfatları ile zuhur eder, fakat Allah’ın zatı ötelerin ötesidir diyerek Allah’ın her yerde mevcut olan zat’ını, kendinin ve cümle eşyanın harici olarak mevhumlukla kayıtlayanladır. Bunlar Kuran kaynaklı olan ilmi şeriat, ilmi tarikat, ilmi hakikat ve ilmi marifet’ten, sadece şeriata yönelik zahir ilimlerle meşgul olup, bu meşguliyeti ile kendini kâmil insan zannederek, diğer ilmi tarikat, ilmi hakikat ve marifet ilminin cahili olmakla yanılmış ve “dalalete” düşmüş olan kimselerdir.
Bu “dalalet” ehilleri, şeriat imanına ve ameli Salih’e mensup olmakla, yani Allah’ın emir ve yasaklarına riayet etmekle âlemi ahirette nefislerini / kendilerini cehennem azabından kurtarıp, amel cenneti nimetleri ile lezzetlenirler. Fakat kendilerinde ve cümle varlıkta mevcut olan Hakk’ın zatına vuslat zevki keyfiyetinden gafil ve mahrum olmakla, dünya ve ahirette rabbinden mahcup / perdeli kalarak hüzünlenir ve kederlenirler. Vesselam.
 Gazap ehilleri de; kelimeyi şahadet iman ve ikrarına mensup olmalarına rağmen, Hakk’ı yaratılmışa benzeten “teşbihçilerdir.” Bunlar daha ziyade bir mürşide giden ve tarikat ehli olduğunu iddia eden kimselerden olur. Bunlar genellikle mürşitlerini veya kendilerini ilahlıkla Rab’lıkla “teşbih” ederek (Allah’a veya rabbe benzeterek) açık şirk işleyenlerdir. Çünkü Mürşidini, kendini veya herhangi bir kimseyi Allah’lıkla, Rab’lıkla kayıtlamak aynı zamanda küfür olup kâfirliktir
Cahil ve Nakıs / eksik birçok mürşit, kendine tabi olan müritlerine, resmi veya hayali ile kendini râbıta yaptırır. Mürit de, bu rabıta ile mürşit bana nazar eder, beni olumsuzluklardan koruyup irfan sahibi yapar diye mürşidinden yardım himmet bekleyerek kendini heba eder. Pîr Seyyit Muhammed Nur Hz.leri; “Bu şekilde mürşidi râbıta yapmak küfürdür.” Diyor. Çünkü mürşidi resim veya hayâl ile râbıta yapmak şirk-i celîdir, yani Allah’a açıkça şirk, ortak koşmaktır. Ve yegâne affedilmeyen en büyük günahtır. Bunu beyanla Kur’an’da, “Şu bir gerçek ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder…” (Nisâ, 48-116) buyrulur. Başka bir ayette ise “…Allah’a şirk / ortak koşma, çünkü Allah’a şirk / ortak koşmak gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lokman, 13) Beyanı vardır.
 Velhâsıl, İslam’ın iman şartlarından biri “Ve bil kaderi ve hayrihi ve şerrihi minallahu teâlâ - Hayır ve şerrin (iyiliklerin ve kötülüklerin) Allah’ın kudretinden / kuvvetinden olduğuna” iman etmektir. Ve kulun muhatap olduğu iyilik ve olumsuzlukları yaratan âlemlerin rabbi olan Allah olmasına rağmen: Müridini maddi manevi kötülüklerden koruyup iyiliklere ulaştıracağını beyanla bir mürşidin, fotoğrafı veya hayâli ile kendini müridine rabıta yaptırması “teşbih” tir. Yani o mürşidi Allah’a rabbe benzetip “teşbih” etmek olup açık şirk ve küfürdür.  
  Bu “teşbih”çilerden bazıları ise zındıklardır. “Zındık;” dinin zahir yönünü inkâr edip, şeriat ile kendini mükellef görmeyen, dinin batın yönü ile kul olduğunu iddia edendir. Bunların bazıları mürşidi kâmilin telkinine muhatap olmalarına rağmen, o telkinin irşat ve irfanına ulaşamazlar. Çünkü bunlar, kâmil’in telkinini imam edip de ona uyup riayet etmeyerek emri ilahîye uymazlar, Allah’ın yasaklarından kaçmazlar. Bunlar abdest, namaz, oruç vb. ibâdetleri ifa etmedikleri gibi, Allah’ın yasak ettiklerine de yanaşırlar. Bir de bu hâl ve davranışlarını âlem-i halka irfanmış gibi gösterirler. Âyetleri, hadisleri ve velîlerin sözlerini çeşitli tevillerle çarpıtarak abdestsizliği, namazsızlığı, oruçsuzluğu bir mârifet ve kemâlât olarak beyan ederler. ‘Ben daim namazdayım, daim oruçtayım, her daim abdestliyim...’ gibi ifadeleriyle, vakit namazlarını kılmayı, ramazan orucunu tutmayı gereksiz görürler. Bunları şeriat ehilleri ve avam tarafından yapılması gereken ibadetler olarak değerlendirip kendilerini mükellef görmezler. Bu zındıklardan bazıları ise, itikatları diğerleriyle aynı olduğu halde, namaz kılarlar. Fakat ‘Neden namaz kılıyorsun?’ diye sorulduğunda, ‘halk-ı âlem bir şey deyip tenkit etmesin,’ ‘taş attırmayayım’ diye kıldıklarını söylerler. İşte bunlar da aynen diğerleri gibi zındıktır. Çünkü zındıklık, amel de değil itikat’tadır. Bunlar, Kuran’ın beyanı ile “Kalpleri eğri ve bozuk olanlardır…” (Âl-i İmran-7) 
Zındıklar hakkında Pîr Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, “Bir taife var, onlara taife-yi batıniye tabir olunur. Kur'an’ı yalnız enfûsa hasrederler: Oruç dâhil Allah’ın farz ettiklerini ‘murat enfûsidir’ deyip zâhirini âfâkını inkâr ederler. ‘Cebrail, akl-ı Resuldür. İsrafil himmet-i Resuldür. Yoksa öyle Cebrail’in, İsrafil’in aslı yoktur, bunlardan gaye / murat enfûsi anlamlardır.’ der ve âfâkı inkâr eder. İşte taife-yi zındık gibi bunlar kâfirdir. Halbûki Kur'an’ı yalnız enfûsa hasreden küfreder.” buyurur.
Velhasıl, bu ve benzeri “teşbihçiler,” daim zikir uyanıklığından ve tevhidi hakiki keşfi irfanından mahrum ve sapık itikatlarıyla, “Gazap” ehilleridir. 
 Bunu beyanla; kalpteki zikri daim ve tevhit makamları keşfi marifeti ile ulaşılan İnsanı kâmil “nimetine” mazhar olup. Cehalet karanlığı ve şaşkınlığıyla Allah’ı “tenzih” ve “teşbih” eden “dalalet ve “gazap” ehillerinden olmamamız niyazını kul lisanıyla; “Kendilerine nimet
sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin karanlık ve dalalete saplanmamışların yoluna” ilet beyanıyla tamamlanan Fatiha suresi, aynı zamanda baştan sona kadar mükemmel bir duadır. Bu itibarla, tevhit dininin müminleri her fırsatta fatiha suresini okurlar ki, Fatihayı namazın her rekatında okumak bazıları tarafından vacip olarak, bazıları tarafından sünnet kabul edilmiştir.
Fatiha’yı anlatan o kadar çok beyan var ki, ehli kemâl Fatiha’yı anlata anlata bitirememişlerdir. Hz. Ali kv: “Fatiha suresini tefsir etsem yetmiş deve yükü cilt olur fakat yine de fatihanın tefsirini anlatamam” demiştir. Çünkü Fatiha suresi; makamı uluhiyetin, yani Allah’ın ve zuhurunun sırrını beyandır. Uluhiyetin/Allah’ın zuhuru, nihayetsiz olan kesret/çokluk âlemi olduğu için sınırlandırılamaz/  hudutlanamaz. Bu itibarla Hakk’ın ve cümle halkın sırrını içeren Besmele ve Fatiha suresi, ne kadar şerh edilip zahir ve batın yönüyle izah edilse de, yine anlatılmış olmaz. Allah her şeyi en iyi bilendir.  
 Besmele ve Fatiha suresinin yorum ve açıklaması, cümle hataları ile beraber Çarşamba günü 08 Ekim 2008 tarihinde tamamlandı.    

                                                                                        NEJDET ŞAHİN 

3 Ağustos 2014 Pazar

Velayet elçisi HACI ÖMER LÜTFİ Hz.leri

KOSOVA devletinin Prizren şehrinde ikamet eden Mesleki Resulü Melami hizmetkârı, Mürşidi kâmil Abdullah RAHTE efendinin biricik evlâdı, kızımız Maide RAHTE hanımefendiye yadigârdır.


         Yüce yaratıcı olan Allah, yarattığı insanları resulleri/elçileri vasıtasıyla uyararak onlara neyin doğru ve faydalı, neyin yanlış ve zararlı olduğunu öğretir. Her kim bu elçilerin tebliğine inanarak itaat ederse o kimse, dünya ahiret ebedi huzur ve felaha kavuşur. Çünkü Hz. Muhammed (sav) “huzur ve mutluluk İslam’dadır” buyurmuşlardır. Ki insanlara faydalı olmak için tebliğ ve irşatta bulunan bu elçilerin bir kısmı peygamber, diğerleri veli olmakla iki kısımdır. 
        Peygamber elçiler; insanı kâmil arasından Allah tarafından seçilirler ve peygamberlere Cebrail meleği tarafından vahiy gelir. Ki gelen vahiy doğrultusunda peygamberler insanlığı aydınlatırlar. Kurandaki “Muhammed sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o nebilerin/peygamberlerin sonuncusudur…” (Ahzab-40) beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Hz. Muhammed, insanlığa gelen peygamberlerin sonuncusu olup onun şahsında inzal olan kuran ve İslâm dini, kıyamet kopuncaya kadar yeryüzü olan bu imtihan âlemine gelmiş ve gelecek tüm insanlığa hitap eder. Bu itibarla her insan dünya ahiret ebedi mutluluk huzur ve felahı için, Hz. Muhammed’e vahiy olunan kuran ve İslam dini irşadı aydınlığına muhtaçtır.
        Veli elçiler; Velayet tebliğ ve irşadıyla insanlığı aydınlatarak hizmet ederler ki, bu Veli’leri ifadeyle kuranda “Gözünüzü açın Allah’ın velileri için hiçbir korku yoktur onlar mahzun olmayacaklardır da.” (Yunus-62) buyrulur. Veli; kelime anlamı itibarıyla dost ve sığınılacak kimse anlamında olup İnsanı kâmil Veliler, Hz. Muhammed’e vahiy olunan İslam dininin zahiri olan şeriatına ve batını olan tarikat, hakikat ve marifet ilimlerine vakıf ve mazhar olurlar. Ve bu mazhariyetleriyle insanlığa resulullah efendimizin kulluğunu tebliğ ederek müminlerin, Muhammed-i kulluk ile Muhammed çe yaşamalarının irşadını yaparlar.
Velayet irşadı yapan insanı kâmile, mürşidi kâmil denir ki mürşidi kâmil; bu irşat faaliyetlerinde asla ve kat’a kuran haricine çıkmayan kuran müminidir.
         Yüce yaratıcı olan Allah; “Cinleri ve İnsanları ancak bana ibadet/kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat-56) buyurur ki, sahabe İbni Abbas (ra) bu ayetteki kulluğu ‘Arifi billâh ve ehli tevhit olmaktır’ diye tefsir etmiştir. (yorumlamıştır) Hacı Kâmil Tosko Hz.leri ise; Bu ayette bahsedilen kullukta ‘ameli Salih, yakaza ve tevhidi mabut olmakla üç hikmet vardır,’ buyurmuştur.
Ameli Salih hikmeti; Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmek olup rabbimizin, yapın ve yapmayın dediği güzel işleri yapmaktır.
Yakaza hikmeti; ameli Salih’le beraber, yani Allah’ın emir ve yasaklarına kesinlikle itaat eden kulun kalbinin, zikri daim ile uyanmasıdır.
Tevhidi mabut hikmeti ise; Allah’ın emir ve yasaklarına itaat ve zikri daim ile uyanık olan kulun, tevhit makamları keşfi irfanıyla bu âlemde rabbine kavuşup, rabbin katına yükselmesidir.          
        Gerek İbni Abbas (ra) gerekse Hacı Kâmil Tosko Hazeratlarının bu beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, insanın yaratılışının yüce amacı yeryüzü olan bu imtihan âleminde rabbine arif olup rabbine kavuşmasıdır. İşte bir kulun bu yüce hedefe erişip ulaşabilmesi ancak, zamanın velayet irşadı yapan mürşidi kâmilinin tebliğ ve irşadı ile mümkündür. Bunu ifadeyle
kuranda “…eğer bilmiyorsanız, zikir ehlinden sorun.” (Nahl-43) “…sorun zikir ehline, eğer bilmiyorsanız ” (Enbiya-7) buyrulduğu gibi bu konuda Yunus Emre Hz.
Gel ey kardeş Hakk’ı bulayım dersen
Mürşidi kâmile varmadan olmaz
Resulün cemalini göreyim dersen
Mürşidi kâmile varmadan olmaz.
Der.
        Velayet irşadı yapan mürşidi kâmil tüm zamanlarda yeryüzünde var olup kıyamete kadar bu imtihan âleminde, insanların Muhammed-i kullukla yaratılış yüce gayesine erişmelerinin tebliğ ve irşat faaliyeti ile yaşar.
Ki velayet irşadı yapan zamanın kâmil mürşidinin tebliğ ve irşadı ile aydınlanmayan şeriat ehli bir kimse, işlediği ameli Salih’le yani Allah’ın emir ve yasaklarına itaat etmekle ahirette amel cennetine girerek nefsini o cennetin huri, Gilman, köşk vb. nimetleriyle lezzetlendirse de o kişi, dünya ve ahiret rabbine kavuşamaz, rabbin katına erişmekten ebediyen mahrum olur . Bunu beyanla yüce Allah kuranda; “dünyada ama/kör olan Ahirette de amadır/kördür…” (İsra-72) buyurur. 
        İşte Hacı Ömer Lütfi Hz.leri, yaşadığı zaman diliminde insanların yaratılış yüce gayesine erişip rabbine kavuşma tebliğ ve irşadı yapmış, velayet elçisi olan mürşidi kâmildir.
Ki, kendisi zamanında Prizren Melami tekkesinin şeyhi olarak insanlığı aydınlatmış, bıraktığı eserleri ise günümüzde de insanlığı aydınlattığı gibi kıyamete kadar aydınlatmaya devam edecektir.
Hacı Ömer Lütfi, Mesleki resulü Melami piri Seyit Muhammed Nur-ul Arabi Hz. nin halifelerindendir. Ki bunu ifadeyle Hacı Ömer Lütfi;
Sensin ashabı dilin müntehabı
Medet ey Hazreti Nur’ul Arabi
Sensin ol varisi esrarı nebi
Medet ey Hazreti Nur’ul Arabi.
Buyurduğu gibi başka bir şiirinde:

Muhammed Nur’a biz bir bende olduk
Gönülde nuru feyzi Hakk’ı bulduk
Şarabı zevki tevhit ile dolduk
Melami’yiz Melami’yiz Melami.
Diyor.

Bu ifadelerinden de açıkça anlaşıldığı gibi Hacı Ömer Lütfi; Pir seyyit Muhammed Nur Hz. ne bağlılığını ve mesleki resulü Melami’ye aidiyetini  beyan ediyor.
       Pir Seyyit Muhammed Nur Hz. nin şahsında tasnifi (düzenlenmesi) açığa çıkan Melami’lik, bir tarikat yapılanması değildir. Melamilik, Hz. Adem’den (as) kıyamete kadar gelmiş ve gelecek tüm İnsanı kâmil veli’lerin müşterek marifet-i neşesidir. Bu itibarla, yeryüzü olan bu imtihan âlemine gelmiş geçmiş ve gelecek olan insanı kâmil velilerin tamamı Melami’dirler.
Bunu ifadeyle; değişik zamanlarda ve değişik coğrafyada yaşamış, değişik tarikata mensup olan tüm insanı kâmil velilerin hepsi Melami olduklarını beyan ederler.
Mesela; 12 inci ve13 üncü yüz yılda yaşayan Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabî Hazretleri, Fütuhat-ı Mekkiye adlı eserinde;
“Melâmîler, bunlara melâmetçiler de denir. Bu ad dahi lügat yönünden, bunlar için zayıf bir kelime olmuş olur. Bu gibi kişiler, Allah yolunun efendileri ve önderleridir. Bütün âlemin tek efendisi bunların arasındadır. İşte o büyük efendi de Resulullah Muhammed (sav) Efendimizdir. Bunlar, Hak Teala nın emir ve yasaklarını bu âlemde yerleştirdiler, kuvvetlendirdiler. Sebeplerini yerli yerinde açıkladılar. Yaramayanların da nedenlerini anlattılar. Dünya evine yarayacak hacetleri dünyaya bıraktılar, ahiret gününün hacetlerini de ahirete bıraktılar. Eşyaya Allah’ın baktığı nazarla baktılar, gerçekleri birbirine karıştırmadılar.” Buyurur.

 Yine 12 inci yüz yılda yaşamış olan Hoca Ahmed Yesevi Hz:
Aşk kapısını mevlâm çalınca bana değdi
Toprak eyleyip hazır ol deyip boynumu eğdi
Yağmur gibi Melâmetin oku değdi
Ok saplanıp yürek bağrımı deştim ben işte.
Diyor.

13 üncü yüz yılda yaşayan Yunus Emre Hz;
Kanaat hırkası içre
Selamet başını çektim
Melamet gömleğin biçtim
Arif olup giyen gelsin.
Der.
15 inci yüzyılda yaşayan Hz. Nesimi;
Ben Melamet Hırkasını
Kendim giydim eynime
Aru namus şişesini
Taşa çaldım kime ne
Buyurduğu gibi,

Yine 15 inci yüzyılda yaşayan Eşref oğlu Rumi Hz;
Melamet yolunu tuttum
Selamet mülküne yettim
Bu aşıklar makamıdır
Komazlar buna ranayı.
Ve
“Enelhak” sırrını eylerim faş
Melamet olurum pinhan gerekmez.
Demiştir.

16 ıncı yüz yılda yaşayan İsmail maşuki Hz. ise;
Terk edip namu nişanı giy Melamet hırkasın
Bu Melamet hırkasında nice sultan gizlidir.
Diyor.

Yine 16 ıncı yüzyılda yaşayan Fuzuli Hz;
Ey Fuzuli Melamet mülkünün sultanıyım
Berki ahım tac-ı zer sim sirişkim tahtı ac.
Dediği gibi başka bir beytinde ise;
Ey Fuzuli ben Melamet gevherinin genciyim
Ejderhadır kim yatar çevremde zenciri cünun.
Buyurur.

17 inci yüzyılda yaşayan Niyazi Mısri Hz. de;
Ar u namusun bırak şöhret kabasından soyun
Giy Melamet hırkasın kim ol nihan etsin seni.
Demiştir.

19 uncu ve 20 inci yüz yılda yaşamış AbdulMalik Hilmi Hz;
Giymişiz çünkü Melami hırkasını hem şalını
Ol hakikat şehridir seyranımız meydanımız.
Ve

Bahri aşka daldım türlü gevher aldım
Melamet deryada hayret içre kaldım.
Buyurur.
Yirminci yüz yılda yaşamış Hasan Fehmi (TEZDOĞAN) Hz. de
Zümre-i ehli Melamet dersi Hak’tan aldılar
Zevklerine yok nihayet çünkü Hay’dan aldılar.
Der.

         İşte ancak bazılarını aktarabildiğimiz İnsanı kâmil velilerin bu ve benzeri kıymetli beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi, Hacı Ömer Lütfi Hz.nin mensubu olduğu Melamilik, bir tarikat oluşumu değildir. Melamilik, tüm zamanlarda yeryüzü olan bu imtihan âleminde var olan ve Muhammed-i kullukla rabbin katına ulaşıp rabbine kavuşmayı insanlığa telkin eden, zamanın velayet elçisi Mürşidi kâmilin kimliğidir/hüviyetidir. Bizim açıklamaktan ve ifade etmekten aciz kaldığımız bu hüviyetin kıymet/değer ve mahiyetini ifadeyle mürşidi kâmil Hacı Ömer Lütfi Hz;

Lütfi ihsanı hüdadan olmasın mı müstefid
(faydalanan)
Zübde-i fahri risalettir Melami zümresi.


Buyurmakla Melamilik hüviyetinin/kimliğinin, fahri kâinat efendimiz Hz. Muhammed (sav) ile zahir olan resullüğün/elçiliğin özü olduğunu söylüyor.
       Yüce rabbimizden bizleri de; Hacı Ömer Lütfi gibi Melamet marifeti neşesiyle gelmiş geçmiş ehli kemâlin ruhaniyet ve himmetine mazhar etmesini ve bizleri de zamanın velayet elçisi olan mürşidi kâmilin tebliği irşadından nasiplenenlerden kılıp, böyle nasiplilerin meclisinden mahrum ve mahçup etmemesini niyaz ederiz. Vesselam.     
                                                                     21 temmuz 2014 pazartesi
                                                                            (24-Ramazan)
                                                                            Nejdet ŞAHİN 

24 Temmuz 2014 Perşembe

İsmi ne şeker, ne Ramazan olan FİTRE BAYRAMI ve FİTRE sadakasının hikmeti

      Yarattıkları içinde sadece insana Hakk’a vuslat / kavuşma fıtratını lütuf ve ihsan eden Allaha hamdolsun. Resulu Muhammed’e (sav) ve ehli beyte selam olsun, rabbim bizleri onların meclisinden mahrum etmesin.   
      Fitre veya Fıtır olarak ifade olunan Fitre sadakasını vermek, Fitre bayramını idrâk etmek vacip ibadetlerdendir. Fitre sadakasını vermek ve fitre bayramı namazını kılıp bayramı kutlamayı beyanla cenabı Hak kuranda; “Nefsini/benliğini temizleyip/arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Rabbini zikretmiş ve namazı kılmıştır o.”(Ala-14,15) buyurur. Ki, bu ayetler fitre sadakası ile temizlenenlerin, zikrullah uyanıklığı ve tevhit makamları keşfi irfanıyla bayram namazının ve bayramın idraki felâhına/kurtuluşuna ermelerini ifade eder. 
    Fitre bayramı: Bu yeryüzü âlemine doğmakla / doğuşla alâkalı bir bayram olup, halk arasında şeker ya da Ramazan bayramı olarak isimlendirilir. Ki, bu bayramı şeker veya ramazan isimleriyle ifade etmek yanlıştır. Çünkü oruç aylık ibadet olup Ramazan, oruç ayının ismidir. Nasıl ki her günün saat vakti ile namaz kayıtlı ise, ömür vakti ile hac kayıtlı ise, yıl/sene vakti ile zekât kayıtlı ise, oruç’ta Ramazan ayının vakti ile kayıtlı bir ibadettir. Bu sebepten Ramazan ayı Bayram ayı değil, oruç ayıdır. 
Bu itibarla, hicri takvimin on iki ayından birisi olan Ramazan ayının girmesi ile gündüz, yani imsak ile iftar arasında özrü olmayan her mümin’in, ister o gün niyet etsin isterse niyet etmesin oruç tutması farzdır. Çünkü ay ile kayıtlı olan bir ibadet, günlük niyetlerle sıhhat bulmaz. Yani günlük niyet aylık ibadet olan orucu bağlamadığından, Ramazan ayı içerisinde bir mümin eğer özrü olmadan o gün oruç tutmaya niyet etmedim diye yiyip içerse haram işlemiş olur. 
        Hicri takvime göre Ramazan ayı, arefe günündeki akşam namazı vaktinin girmesiyle biter. Ve akşam namazıyla yeni ay olan şevval ayına girilir. Bu itibarla eğer bayram ay ismi ile ifade edilecekse, şevval ismi ile ifade etmek icap eder. Velhasıl; fitre bayramını hemen oruç ayı ramazanın arkasından gelen ayın başında olmasından dolayı Ramazan bayramı, bayramlarda tatlı yenilmesinden dolayı şeker bayramı olarak ifade edilmesi çok ucuz, yüzeysel ve tefekkürden
mahrum bir anlayıştır. Bu anlayış, bayramların ledduni hikmetinden gafil ve cahil olunmasının beyanı ve tutarsızlığıdır.
      Şeriata göre Fitre bayramı, fitre sadakasını verdikten sonra kutlanan bir bayram olduğu için, fitre sadakasının muhakkak bayram namazından önce verilmesi gerekir. Fitre veya Fıtır, bu yeryüzü âlemine doğup ta hayatta olmak anlamını ifade ettiğinden, fitre hayatta olup yaşayan bir insanın vücudunun sadakasıdır. Bundan dolayı bu yeryüzü âlemine doğan bir günlük bebeğin dahi fitre sadakası verilir. Yani fitre sadakası fakir veya zengin, bu âlemde hayatta olup yaşayan herkesin vermekle yükümlü olduğu vücut varlığının sadakasıdır.                 
     Bazıları, yüzeysel basit ve tefekkürden mahrum bir mukayase ile fitre sadakasını, zekattaki gibi zenginlik sınırına ulaşan zenginler tarafından verilmesi gerektiğini söyleseler de bu doğru değildir. Çünkü bu âleme doğmuş ve bu yeryüzünde yaşayan bir kimsenin, yaşamasının bedeli olan bir sadaka olduğu için fitre, zengin olsun olmasın hayatta olup yaşayan herkes tarafından az veya çok yaşamasının bedeli niyetiyle, nakit veya ayni olarak verilir. Bu sebepten çocukların, hatta yeni doğmuş bir günlük bebeğin dahi fitresi verilir. Bu itibarla fitre sadakasının hesaplanması, zekâttaki zenginlik hesabı gibi olmayıp, cenabı Hakk’ın bir kimseye verdiği vücudunun hacmi ile eş değerdeki bir topraktan elde edilecek arpa, buğday veya üzüm hurma vb. mahsul ile ölçülerek yapılır.
      Mesela; yaklaşık bir insan bedeni kadar topraktan elde edilecek arpa buğday, o zamanın fiyatları ile kaç para ederse o fiyat, o yılın fitre bedeli olur. Ki, bu hesaplamaya göre bir insan vücudu kadar topraktan, yaklaşık 2,9 kg arpa, 1.5 kg buğday, 2.9 kg üzüm ve hurma elde edilebilir kabul edildiği için, bu miktarlardaki arpanın, buğdayın, üzümün, hurmanın vb. mahsülün o zamanın fiyatlarıyla kaç para ederse, bu para arpaya buğdaya vb. mahsüle göre verilecek o yılki fitre bedelini oluşturur. Fakat her infakta olduğu gibi bu hesaplamalarla sınırlı kalınmayıp, istenilen oranda daha kıymetli mahsuller ölçü alınarak daha fazla da verilebilir. 
       Bu itibarla fitre sadakası; yaşayan bir kulun vücut varlığının sadakası olup, zenginler tarafından fazla fazla verilebildiği gibi, fakir muhtaç olan müminlerin de bir zeytin tanesi de olsa, bir bardak su da olsa fitre niyeti ile muhakkak vermeleri gereken bir sadakadır. 
Buna göre bu sadakayı bayram namazından önce veren zengin veya fakir her mümin, bayram namazını kılarak herkesle bayramlaşarak üç gün bayram neşesi ile tatlı yer tatlı konuşur. Büyüklerin elini öperek onları ziyaret eder, küçüklere bahşişler verilerek büyük küçük cümle müminler bayram sevincini paylaşırlar. Bu sevinci ifadeyle yeni elbiseler giyilerek, şarkıların türkülerin neşeli olanları ve oyun havaları söylenerek oyunlar oynanır. Hatta bazı Türk yurtlarında özellikle Türkistan ana yurdundaki bayram kutlamalarında, cami’lerin mescit’lerin üstüne ve
duvarlarına davul zurnalar yerleştirilir. Ve bayram namazı kılındıktan hemen sonra bu davul ve zurnalar eşliğinde tüm cemaat oyun oynayarak camiden çıkarlar. Ve cami avlusunda herkes oyunlar oynayarak bayramın ruhaniyetine uygun kutlamalar yaparak bayramlaşılır. Vesselam. 
Buraya kadar bahsettiklerimiz fitre sadakasının ve bayramının şeriat yönüne, yani zahirine ait değerlendirmelerdir.
         Fıtır sadakası ve bayramı, mana yönü ile değerlendirildiğinde ise, birçok hikmetler ve ledduni sırlar içerir: Bunu beyanla Hz. Resulullah (sav) efendimizin İbni Abbas’a “Vücudunu kayırma” demesi üzerine, İbn-i Abbas; “Ya Resûlullah, vücudum kusur mudur?” dedi. Resûlullah Efendimiz de cevaben; “Vücut günahı hiçbir günahla mukayese olunmayan bir günahtır.” buyurmuştur. Ki, bu hadisi şerifte ifade edilen vücut, et ve kemikten ibaret olan beden değildir. Kulun cehaletle var olduğunu zannederek kendine nispet ettiği ve gizli şirk olan vücudu varlığıdır. Bunu ifade ile Hz. Resulullah efendimiz; “Ben ümmetimin açık şirkinden değil gizli şirkinden korkarım”  buyurmuştur. 
Buna göre; leddun-i yönüyle Fitre sadakası, kulun “vücut günahı” olan “gizli şirk” ten temizlenmesini ve arınmasını ifade eder. Bu sebepten fitre bayramı namazında imamlar Fatiha’dan sonra, zammı süre olarak genellikle “Nefsini/benliğini temizleyip/arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.” (Ala14) ayeti veya benzeri ayetleri okurlar.
İşte bu temizlik ve arınma, zahiri olarak yani şeriata göre sadaka verilerek yapılır. Ve sadakalar kulun bedenini ve malını temizler, fakat kul’un gizli şirk pisliğini temizleyemez. Bunu beyanla kuranda; “…müşrikler pistir…” (Tevbe-28) Buyrulur. Ki Şirk pisliği, aynı zamanda Kuranı Kerim’deki; “Allah kendisine ortak/şirk koşulmasını affetmez” (Nisa-48-116) ifadesinde olduğu gibi, affedilmeyen bir günahtır. Ve affedilmeyen günah olan şirk için yine kuranın “…Allah’a şirk koşma, çünkü Allah’a şirk koşmak, gerçekten büyük bir zulümdür.” (Lukman-13) beyanından anlaşıldığı gibi büyük zulümdür. İşte hiçbir günahla mukayese olunmayan vücut günahı, büyük zulüm, affedilmeyen günah ve pislik olan şirk’ten kulun temizlenip arınmasının çaresi tevhittir. Ve Hadisi şerifte buyrulduğu gibi, nasıl açık ve gizli olmakla şirk iki kısım ise, tevhit te şeriat tevhidi ve tevhidi hakiki olmak üzere iki kısımdır. 
         Buna göre şeriat tevhidi, kelimeyi tevhidi kalbi ile tasdik edip dil ile söylemekten ibarettir. Ki bir kimse, “La ilahe illallah Muhammed en resulullah / Allahtan başka ilâh yoktur, Muhammed Allah’ın elçisidir” kelimesini kalbiyle tasdik edip dili ile söylemekle açık şirkten (müşriklikten) arınır. Ve şeriat tevhidine girerek, gayrı Müslimlikten (İslam dışılıktan) kurtularak, İslam dininin mümini olur. Bunu ifade ile Cenabı
Hak, Şeriat tevhidinin dışında kalmış olan ehli kitaba, yani Hırıstiyan ve Yahudilere hitaben; “De ki ey ehli kitap sizin ve bizim aramızda aynı olan şu söze/kelimeye gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi rab’ler edinmeyelim…” (Ali İmran- 64) Buyurur ki, bu ayetin muhtevası tevhittir. Çünkü ehli kitap ve müşrikler Hz Resulullah’a iman etmediklerinden, yani “Muhammed en resulullah - Muhammed Allah’ın elçisidir” demedikleri için, Hatem/son peygamber olan Hz Muhammed’in (sav) tebliğindeki tevhit’ten mahrum kalıp, “la ilahe illallah - Allahtan başka ilâh yoktur” diyemiyorlar. Ve onlar Allah’ı beşer’e yani insana benzettiği için, Allah’a açıkça şirk koşuyor ve müşrik oluyorlar. Bunu ifade ile Kuranda; “Yahudiler Üzeyir Allah’ın oğludur dediler, Hıristiyanlarda Mesih, Allah’ın oğludur dediler…” (Tevbe-30) buyrulur. 
       İşte böyle açık şirk ehli olan gayrı Müslim (İslam dışı) müşrikler, “…Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım, Allah‘ı bırakıp ta birbirimizi rab’ler edinmeyelim…” (Ali İmran- 64) kuran davetine uyarlarsa, onlarda Hz Muhammedin tebliğine uymuş olup “Lailahe illallah Muhammeden resulullah” ikrarı ile tevhit dininin Mümini olurlar. Ve açık şirkten kurtulup, Şeriat’ın tevhidine dâhil olurlar. 
       Böyle şeriat Tevhidine dâhil olup ta açık şirkten arınan bir kul, gizli şirkten ise kurtulmuş olmaz. Kul’un gizli şirkten kurtulması için, tevhidin hakikatine daim zikir uyanıklığı ve meratibi ilahi olan tevhit makamları müşahedesi ile ulaşması gerekir. Ki, ancak o zaman kul tevhidi hakiki irfanı ile gizli şirk’ten arınıp kurtulur.  
         Vücut günahı olan gizli şirkten kul’u temizleyerek kurtaran tevhidi hakikiyi ifadeyle Hz peygamber efendimiz; ''El fakr’u fahri, el fakru fahri, el fakru fahri /  fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır, fakirlik benim iftiharımdır.” Buyurmuştur ki, bu hadisi şerifte beyan edilen fakirlik, mal mülk fakirliği değildir. Çünkü Hz. Resulullah (sav) maddi yönden zengin bir kimse idi ve ticarat yapan bir tüccardı. Hiç fakir kimse sermayesi olmadan tüccarlık yapabilirmi ? Yapamaz. Ayrıca Kuran’da “Seni fakir buldu da zengin etmedi mi?” (Duha-8) beyanı vardır. Pir seyit Muhammed nur Hz; “Resulullah efendimiz için, bazı kimseler madden fakirdi, yok hasırda yatardı, ekmek bulur katık bulamazdı derler. Bunların hepsi uydurma, yalan olup Hz. Peygambere iftiradır” diyor. Velhasıl Hz. Resulullah efendimize madden fakirdi demek, yukarıdaki ayeti inkar etmek olur ki, Hz.peygamberin iftihar ettiği fakirlik, tevhidi hakikinin fenafillah keşfi irfanıyla, gizli şirk ve vücut günahı olan nispet varlığının fenası / yokluğu olan fakirliktir.                 
        Bu fakirliği Hz resulullahın üç defa tekrar etmesi ise, nisbet varlığın üç tesir ile kulda gizli şirk oluşturmasındandır. Bu tesirin birincisi kulun kendine ve âleme nispet ettiği fiiller yönündendir. İkincisi, kendine ve âleme nispet ettiği sıfatlar yönündendir. Üçüncüsü ise, kendine ve âleme nispet ettiği vücut yönündendir. Velhasıl, Hz. Resulullah nispet fiilinin, sıfatlarının ve vücudunun olmaması itibarıyla fakirdi ve bu fakirliği ile iftihar etti. 
İşte bir kimse bu varlıklar Hakk’ın iken, cehaletle bunlara sahip çıkıp cümle faaliyette Allah Fail iken ben Fail’im, cümle sıfatta Mefsuf  Allah iken, Ben Mefsuf’um, cümle varlıkta Hakk Mevcud iken, cehaletle kendi nispetlerini var zannetmesi onun vücut günahıdır. Ve kul’un cehaletle var zannederek işlediği vücut günahını, tevhid-i hakiki irfanı ile fena / yok etmesi, onun ledduni yönden fitre vermesi olup, “gizli şirk” pisliğinden arınıp “Nefsini / benliğini temizleyip / arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir.”(Ala-14) beyanındaki ledduni hikmet gereğince temizlenmesidir. Ve ilmi hakikate göre fitre sadakasının verilmesidir. 
         Böyle hakikate göre fitre veren bir kul ancak bayram namazının hakikatine ulaşıp, rabbine vuslat neşesi ve zevki ilahi ile zevklenerek bayram eder. Ki böyle irfana mazhar olan arif ve kâmil bir kulun nazarında Hakk’ın hüsnü cemalinden (güzel yüzünden) başka bir müşahede olmaz. Çünkü onun kendi nispet varlığı fena/yok olduğundan o yokluğuyla rabbin mevcuttaki zuhuru müşahedesine erişir. Ve Kur’an’ın “…Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara-115) beyanı mazhariyetiyle o, her nereye baksa rabbin vechinden / yüzünden başka bir şey görmez. Ve daima rabbin hüsnü cemali (güzel yüzü) müşahedesi ile bayram yapar. Ki bunu ifadeyle Hacı Bayramı Veli Hz; 

“El fakru fahri el fakru fahri”
Demedi mi âlemler fahri

Fahrinin zikrin fahrinin zikrin
Mahv u fena da buldu bu gönlüm

Bayramım imdi bayramım imdi
Yâr ile bayram kıldı bu gönlüm diyor. 

       Ayrıca Bu bayramın üç gün olması Rabbin vechinin zat, sıfat ve ef’al tecellileriyle kuluna gözükmesinden dolayı dır. Ki, bu üç tecelli müşahedesine ulaşan bir kul, ebediyen cümle âlemlerde rabbini müşahede bayramının neşe ve zevki ile yaşar. 
Allah her şeyi en iyi bilendir.
Fitre sadakasının ve bayramının ledduni hikmetin dair açıklama burada hatalarıyla beraber tamamlanmıştır. Fitre sadakasının ve bayramının hakikatine ulaşmayı ihsan etmesi niyazıyla âlemlerin rabbine hamt, Hz. Muhammed’e (sav) ve evladı Resule selam olsun.    

                                                                                      Nejdet Şahin