10 Eylül 2011 Cumartesi

Gönül Tur-i sinasından tecelli etti çün Allah

Gönül Tur-i sinasından tecelli etti çün Allah          
Erişti saika salik hemen oldu fenafillah

Kur’an’da “Musa bizimle sözleştiği yere gelip Rabbi de kendisiyle konuşunca şöyle yakardı: ‘Rabbim göster bana kendini göreyim seni’ dedi. ‘Asla göremezsin beni, ama şu dağa bak, eğer o yerinde durabilirse sen de beni göreceksin.’ Rabbi dağa tecelli edince onu parça parça etti ve Musa saikaya tutuldu / baygın vaziyette yere yığıldı. Kendine gelince şöyle dedi: ‘Tesbih ederim o yüce varlığını, tövbe edip sana yöneldim, iman edenlerin ilkiyim ben.” (A’raf, 143) Buyrulmuştur.
Bu beyitlerde Hz. Musa’nın  saikaya tutulmasının bu gün bize hitap eden hikmet ve hakikati yönüyle, enfusi anlam veriliyor ve salikin gönlünde Cenab-ı Hak tecelli ederse, gönlündeki nispet varlık dağı yok olur ve o salik fenafillah saikasına tutulup, fenafillah olur, buyruluyor. Burada saikadan maksat, tevhid mertebelerinin cazibesidir. Bu cazibeye tutulan kulun gizli şirk olan nispet benliği fena / yok olur. 

Fenafillah bulan salik olur nefsine hem faik
Bulur bir sermed-i varlık görür hep ‘semme vechullah’

Hadis-i şerifte “Kim nefsini bildi o Rabbini bildi.” buyrulmuştur. Her kim zikr-i daimle, tevhidin fena mertebeleri olan tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat keşfiyle fenafillah irfaniyetine ulaşırsa, ancak o salik nefsini bilir, yani nefsine faik olur ve aynı zamanda Rabbine arif olur. İşte böyle bir irfaniyete mazhar olan salikin kendi nispet varlığı fena bulup kalmadığından o, yokluğuyla Hakk’ın mevcuttaki zuhurunun müşahedesine erişir ve Kur’an’ın “Feeynama tüvellu fesemme vechullah / Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü oradadır.” (Bakara, 115) beyanı mazhariyetiyle, o her nereye baksa, Hakk’ın vechinden / yüzünden başka bir şey görmez. Yani hep ‘Seme vechullah’ görür.
 
O ‘küntü kenz-i mahfi’den hemen zahir olur bir nur
Ona vahdet vücud derler olur zahir cemalullah

Vahdet-i vücud, vücut bir’liği demektir. Allah’ın görünen ve görünmeyen cümle alemlerdeki bir / vahit olan mevcudiyetidir.
Bazı kimseler ve bazı ulema-yı zahir, vahdet-i vücud anlayışını bir fraksiyon gibi, sapık bir ideoloji gibi göstermeye çalışırlar, bir de bunu din adına yaparlar. Bu sığ görüşlüler, vahdet-i vücud iman ve irfanının, Şeyh-ül Ekber Muhiddin-i Arabi Hazretleri ile başladığını söylerler. Cümle peygamberlerin ve Yunus Emre, Mevlana, Niyazi Mısri, Hacı Bayram Veli, Hacı Bektaş Veli, İmam-ı Gazali gibi daha saymakla bitiremeyeceğimiz gelmiş geçmiş ve mevcut ne kadar insan-ı kamil olan veli varsa cümlesinin, vahdet-i vücud iman ve irfaniyetine mazhar olduklarını görmezler.
Cümle Peygamberler ve insan-ı kamil olan veliler, vahdet-i vücud keşfi marifetine mazhardırlar. Çünkü vücudun vahit olduğunu Allah vahiyle bildirmiştir. “O’nun yüzü / vechi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) “Her şey fanidir / yoktur, baki / var olan Rabbin celal ve kerem yüzüdür.” (Rahman, 26-27) “O evveldir, O ahirdir, O zahirdir ve O batındır.” (Hadid, 3)
İşte bunlar ve benzeri tüm ayetler, vahdet-i vücudu beyan eder. Fakat bu sığ görüşlü sözde alimler, Kur’an’ın müteşabih olan ayetlerinin tevilini bilmedikleri gibi, hesabına geldiğinde Kur’an’ın muhkem açık hükümlü ayetlerini bile tevile kalkışarak çarpıtırlar. Kur’an’ın batın yorumu olan müteşabih ayetlerin tevilini bilmediklerini bilmezler ve öğrenmeye de gayret etmezler. Kur’an’ı yüzünden Arapça okumayı, tecvit ve Arapça bilmeyi en büyük marifet zannederler. Bunlar Kur’an’ın sadece bir fıkıh kitabı gibi olduğunu halka lanse ederler ve İslam demek fıkıh demektir, anlayış ve zannındadırlar. Bunlar Kur’an ve İslam’ın muhabbet, aşk yönünden gafil olup, Kur’an’ın batın yorumunu da bilmezler. Bu gafiller sıkılmadan vahdet-i vücud anlayışını sanki batıl bir itikat, sapık bir anlayış gibi gösterip, yapmış oldukları akıl almaz tevillerle kamil insanlara, gelmiş geçmiş, Muhiddin Arabi, İmam-ı Gazali, Hz. Mevlana, Niyazi Mısri vb. ehl-i kemale dil uzatırlar.
Hakk’ın varlığı Bir’dir, yani vahdet-i vücuttur. Bir kimse bu marifete mazhar olsa da olmasa da vahdet-i vücud değişmez. Gelmiş geçmiş ve mevcut tüm arifibillah ve ehl-i kemal’in, vahdet-i vücud marifet ve kemalatına mazhar olduklarını görüyoruz. Onun için bu  irfaniyete vakıf olan ehl-i hakikat arasında vahdet-i vücud ihtilafı asla olmaz. Yunus Emre divanını okursak onun da vahdet-i vücud marifetine mazhar olduğunu görürüz. Hz. Mevlana’nın Mesnevi’sini ve diğer eserlerini okuyanlar da vahdet-i vücud zevkini tadar. Keza İmam-ı Gazali, N. Mısri, Muhiddin Arabi, Hacı Bektaş-ı Veli, Pir Seyyit Muhammed Nur hazretleri gibi, daha sayamayacağımız kadar çok olan  veliler ve insan-ı kamil, vahdet-i vücud zevk ve neşesinde olup, bu konuda aralarında hiç bir ihtilaf olmadığı gibi, hepsi vahdet-i vücud hususunda müttefiktirler.
Vahdet-i vücud konusunda, zikr-i daimden ve makamat-ı tevhid müşahedesinden mahrum olup, tekrarlanan yedi ayetin irfaniyet ve kemalatına erememiş olan, adı, sanı, unvanı ne olursa olsun, nakıs mürşitler, cemaat önderleri, ilm-i zahir alimleri vb. ihtilafa düşerler ve vahdet-i vücudu cehalet, gaflet ve zanla reddederler.
Bu itibarla beytin manası şöyledir: Künt-ü kenz, gizli hazine demektir. Gizli olan hazine ise, bu alem-i kesrette Bir, vahit olan Allah’tır. Yani vahdet-i vücuddur. Her kim, daim zikir uyanıklığıyla tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşırsa, ancak o kul, bu alem-i kesrette mevcut olan vahdet-i vücudu hazinesini bulur ve cemalullahı müşahede eder. 

O vahdet-i vücud dersin oku insan-ı kamilden
Ona ümmü’l kitap derler okunur onda ilmullah

Vahdet-i vücud mazhariyeti cümle alemlerde ve eşyada Hak’tan gayrı hiç bir varlık görmemektir. İşte kulu bu müşahedeye ulaştıracak olan irfaniyet vahdet-i vücud dersidir. 16. Yüzyıla kadar İslam dünyasında, özellikle Türk medreselerinde, vahdet-i vücud anlayışı hakimdi ve bu anlayış doğrultusunda eğitim yapılıyordu. Bu yüzden İslam dünyası, özellikle Türkler, bütün ilim dallarında, ekonomide, devlet idaresinde, denizcilik, astronomi, musiki, vb. cümle ilim ve faaliyetlerde, dünyanın önünde ve önderiydiler. Çünkü eğitimde vahdet-i vücud imanı hakim olduğundan, cümle eşya ve varlıkla meşguliyet, Allah’tan ayrı olarak görülmüyordu. Meşru olan hangi ilim tahsil edilip onunla meşgul olunsa, Allah’ın gayrısı olarak görülmediğinden, Allah’la meşguliyet olarak değerlendiriliyor ve ibadet olarak kabul ediliyordu. İşte bu her türlü meşru ilim ve faaliyetin ibadet olarak görülüp, vahdet-i vücud iman ve anlayışla yapıldığı için bütün ilimlerde ve cümle faaliyetlerde başarılı olundu ve bütün bilim dallarında dünyanın önünde ve önderi olundu. Bu itibarla Türklerin yükseliş dönemlerinde, vahdet-i vücud imanına mensup olan alimlerin ve ariflerin, devletin ve medresenin, yani eğitimin başında olduğunu görüyoruz.
Mesela Osmanlı devletinin kurucusu Osman Bey’in mürşidi ve kayınbabası olan Şeyh Edebalı, vahdet-i vücud imanı taşıyan bir mürşiddir. Onun damadı ve müridi olan Osman Gazi’nin de vahdet-i vücud irfanından ayrı olduğu düşünülemez. Çünkü Ahi şeyhi olan Edebalı, Ahilerin piri olan Ahi Evran’ın halifesidir. Ahi Evran ise, vahdet-i vücud kamil mürşidi olan Sadrettin Konevi’nin yakını ve dostudur.
Osman Bey’in oğlu olan Orhan Gazi’nin devletin başına geçmesinden hemen sonra, vahdet-i vücud imanı taşıyan Davud-i Kayseri’yi İznik medresesinin başına getirip baş müderris tayin etmiştir. Davud-i Kayseri’nin, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerinin Füsusulhikem adlı eserini şerh edip, Orhan Gazi’nin zamanında, Hindistan’da bastırılması, Orhan Gazi’nin de vahdet-i vücud irfaniyetinden nasipli olduğunu gösterir. Molla Fenari gibi, Osmanlının yükselmesinde ilim ve irfanıyla büyük katkısı olan şahıs, vahdet-i vücud ariflerinden olup, babası vahdet-i vücud kamillerinin en ziyalı halkalarından olan Sadreddin Konevi’nin halifelerindendir. Bilindiği gibi Sadrettin Konevi, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerinin hem evlatlığı hem de halifesidir. Aynı zamanda Hz. Mevlana’nın mürşitlerindendir. Vasiyeti gereği Hz. Mevlana’nın cenaze namazını Sadrettin Konevi Hazretleri kıldırmıştır. 
Yavuz Sultan Selim ve Fatih’in şiir ve ahvaline baktığımızda, vahdet-i vücud imanına mensup olduklarını görüyoruz. Bunların en yakınlarında, hep vahdet-i vücud imanı taşıyan alim ve ehl-i kemal ariflerinin olduğunu müşahede ediyoruz.
Bunlar ve daha sayamayacağımız kadar çok olan vahdet-i vücud arifi olan devlet ricali sayesinde İslam dini, evrensel bir din oldu ve tüm insanlığı aydınlattı ve aydınlatmaktadır. Fakat zamanla devletin ve medresenin, yani idarenin ve eğitimin başına vahdet-i vücud iman ve irfaniyetinden mahrum ve gafil olan devlet adamları ve alimler geçtiler. Bunların devlete ve medreseye hakim olmalarıyla beraber, Türk Devletleri ve İslam dünyası çöküşe geçti ve bütün ilim dallarında önderliği kaybedip dünyanın gerisinde kaldık. Çünkü vahdet-i vücud anlayışına ulaşamayıp da onu reddedenler, Allah’ın zatını, kendinin ve alemin gayrısı olarak zannettiğinden, ilimleri de ikiye ayırdılar. Bir kısmına dünyevi, bir kısmına ise uhrevi veya manevi ilimler dediler. Bütün ilimleri ve faaliyetleri zat-ı ilahi ile meşguliyet olarak değerlendirip, ibadet olarak gören vahdet-i vücud irfaniyetini medreselerden okullardan çıkardılar. İbadet olarak kabul edilen bütün bilim dallarındaki araştırma ve geliştirme faaliyetlerine son verilip, ezbercilik, yani Kur’an’ı yüzünden tecvitle Arapça anlamadan okumak gibi şekil ve suretle meşgul olmayı, bir kemalatmış gibi lanse ettiler.
Ödemiş ilçesinin Birgi kasabasındaki mezarı bu gün türbe haline getirilen İmam-ı Birgivi ve talebeleri, Kadızadeler’le beraber, bu konuda o kadar fütursuz davrandılar ki, vahdet-i vücud imanı taşıyan bir çok velilere akıl almaz boyutlarda işkence ve zulüm yaptılar. Kendileri gibi olan devlet ricaline yaptırdılar ve birçoğunu şehit ettiler. İşte bu zihniyet, matbaa ve bir çok teknik ve modern gelişmeden Türk ve İslam dünyasını mahrum ettiler. Dolaysıyla İslam dünyasının aşağı yukarı bütün bilim dallarında geri kalmasına sebep oldular. Bu gün dahi bu vahdet-i vücud irfaniyetinden gafil, İmam-ı Birgivi ve Kadızade zihniyetinin devamı; İslam dünyasının en büyük problemidir, vesselam.
Bütün ilimlerin faydası vardır, fakat sınırlı yani hudutludur. Doktor olursun, mühendis olursun, bu ilimlerden ancak bu alemde faydalanırsın. Manevi ilimleri tahsil edersen, cennet ve cennetin nimetleri hududu dahilinde faydalanıp, istifade edersin. Bu itibarla manevi ilimlerin de faydası sınırlı olup, kulu Rabbine kavuşturmaz. Kulu Hakk’a vasıl edip kavuşturacak olan ilim, tevhid-i hakiki irfaniyetidir. Tevhid-i hakiki irfaniyetiyle ancak cümle ilimler ve meşguliyetler, kula sınırsız fayda verir ve bu mazhariyetle kulun tüm  hal ve faaliyetleri onun ibadeti olur. Çünkü ilm-i tevhid irfaniyetine ulaşan bir kul vahdet-i vücud müşahedesine mazhar olur ve Rabbinden gayrı görmez. Bu itibarla “Allah’tan ayrı olmamak şartıyla kulun tüm faaliyet ve meşguliyetleri ibadettir.” Demişlerdir. Bunu beyanla “Zamanın kamil mürşidini bul, o ümmü’l kitap, yani ilimlerin anasıdır, onun ilmullah olan meratib-i ilahi telkin ve irşadıyla vahdet-i vücud müşahedesine ulaş.” buyruluyor.

O “seb’a-i mesan” dürrü o kenz-i mahfiye kondu
O bir beyt-i emindir kim  durur onda sırrullah

Kur’an-ı Kerim’de “Ve legad ateynake seb’an minelmesani velkur’anel’aziym / Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87) buyrulur.
 Seb’a-i Mesan dürrü; yedi eşsiz mücevher / inci olup, ayette beyan edilen, tekrarlanan yedi ayettir. Kenz-i mahfiden murat ise, tekrarlanan yedi ayet cevherine mazhar olan insan-ı kamildir. Yedi mücevher, Allah’ın mertebeleri olduğundan Mürşidi kamilin irşadındaki marifet ve kemalatla açığa çıkan Allahın sırrıdır, yani sırrullahtır.
Bir çok müfessir, bu tekrarlanan yedi ayetin, Fatiha suresi olduğunu söylerler ki, bu doğru değildir. Çünkü Kur’an, bütün surelerin toplamıdır ve surelerin toplamına Kur’an denir. Fatiha da bir sure olduğu için, Kur’an’ın harici olmayıp Kur’an’ın dahilidir. Bu itibarla “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” ayetinin beyanı, aynen açıklandığı gibidir. Yani ‘Ey Allah’ın elçisi Muhammed! Biz sana cümle peygamberlerde ve insan-ı kamilde tekrarlanan yedi ayet mazhariyetini ve artı olarak yüce Kur’an’ı verdik, vahyettik.’ demektir. Çünkü Kur’an Hz. Muhammed (sav)’e inmiştir.
Diğer Peygamberlere de tekrarlanan yedi ayet ve Tevrat, tekrarlanan yedi ayet ve İncil, tekrarlanan yedi ayet ve diğer kitaplar ve sayfalar vahiy olmuştur. Çünkü, Hz. Adem’le Hz. Resulullah Efendimiz arasında ne kadar kitaplı veya kitapsız peygamber gelip geçmişse, ayette beyan edilen ‘tekrarlanan yedi ayet’ mazhariyetiyle hepsi de insan-ı kamildir, velidir ve artı olarak onlara vahiy geldiği için peygamberlik verilmiştir. Velhasıl son peygamber olan Hz. Muhammed (sav) de, bu tekrarlanan yedi ayet mazhariyetiyle insan-ı kamildir ve kendisine Kur’an-ı Kerim vahyolmuştur. Bu tekrarlanan yedi ayete, sadece peygamberler mazhar olmayıp, cümle insan-ı kamil olan veliler de mazhardırlar.
İlk insan olan Hz. Adem’den bu zamana kadar, ne kadar insan-ı kamil gelmiş geçmiş ve mevcut ise, hepsi de ‘tekrarlanan yedi ayetin’ sırrına mazhar ve aşinadırlar. Kıyamete kadar gelecek olan cümle kamil insanda bu yedi ayetin marifet ve kemalatı tekraren zahir olacaktır. Bu gün dahi halen olmaktadır. Çünkü tekrarlanan yedi ayet, mevcutta kendisinden başka varlık olmayan Hakk’ın, zat-ı ehadiyetinin / tekliğinin, yedi meratiple olan zuhur ve tecellisidir. Bu makamlara, yani tekrar edilen yedi ayetin marifetine, her zamanda mazhar olan insan-ı kamil mevcuttur. Bu kemalat her ne kadar yedi mertebe ile zuhur ederse de, Hakk’ın zat-ı ehadiyeti olan vahdet-i vücuduyla asla çelişmez. Çünkü Hakk’ın varlığı Bir’dir, yani vahdet-i vücuddur. Vesselam.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kur’an dört ilim ve yedi mertebe üzere inzal olmuştur.” Buyurur. Bu dört ilim, ilm-i şeriat, ilm-i tarikat, ilm-i hakikat ve ilm-i marifettir. Yedi mertebe ise, tekrarlanan yedi ayettir, yani meslek-i Resul’de telkin edilen yedi meratib-i ilahidir. Bu dört ilim ve yedi mertebeye, ancak insan-ı kamil mazhardır.
İşte bu mazhariyetle insan-ı kamil, beyt-i emindir. Kur’an’ın ifadesiyle ‘emin belde’dir. Ayette “Vettini vezzeytuni ve turi sinine ve hazelbeledil’emin. Legad halaknel’insane fi ahseni takvim. Sümme redednahü esfele safilin. / İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin, 1-5) buyruluyor.
Ruhu şad olsun insan-ı kamil Kemal Zurnacı Hazretleri, bu konuda “İncir ilm-i hakikattir, zeytin ilm-i şeriattır, Tur ilm-i tarikattır, Emin Belde ise ilm-i marifettir. Bir salik, hakikat-i ilahiye keşfine mazhar olup, hakikatin kendi farkı olan şeriata ulaşır da, o vahdet ve kesreti kendinde cem eden Tur’u Sina yoluyla, öyle bir marifete kavuşur ki; o salik ‘emin belde’ yani insan-ı kamil olur.” buyurmuştur.
İşte böyle bir kemalatla “emin belde” olan  insan-ı kamil, aşağıların aşağısı olan bu imtihan aleminde ve insan suretinde gizlidir, yani gizli hazinedir. Çünkü o, Allah’ın mertebeleri mazharıyetiyle Hakk’ın kemal zuhuru olup, hadis-i kudside buyrulan “İnsan benim sırrımdır, ben insanın sırrıyım.” Mazhariyetiyle sırrullah yani Allah’ın sırrıdır. Velhasıl bu alemde ‘Seba’i mesan’ olan yedi tekrarlanan ayet cevheri, yedi tevhid mertebesi mazhariyetiyle, Allah’ın sırrı ve gizli hazine olup, insan suretinde gizli olan Emin belde; insan-ı kamildir ki, bu beyan ediliyor. Allahualem.

O mir’at-ı Muhammed’dir görünmez masiva onda
O bir nur-ı mücelladır odur mazhar-ı zatullah

Mir’atı Muhammed, Hz. Muhammed (sav) aynası demektir. Hz. Resulullah Efendimiz “Ben bu alemden geçtikten sonra beni kabirde aramayın, bulamazsınız. Benim varisim olan ilim sahiplerini  bulun, ben ordayım, beni orada bulursunuz.” buyurmuştur. Başka bir hadis-i şerifte ise “Selman bendendir, ben Selman’dan.” buyruluyor. Yani Selman bende eridi, Selman’ın kendine mahsus cahiliye değerleri, zanları kalmadı, onda zahir olan kemalat, ruhaniyet bana ait olan Nur-u Muhammed’tir.  
Bugün dahi meslek-i Resul telkin ve irşadına mazhar olan bir kimse, Selman-ı Farisi gibi Nur-u Muhammed mazharıyetiyle evlad-ı Resul-ü maneviye karışıp, manen evlad-ı Resul olur. Her kim evlad-ı Resule karışırsa, Muhammedi bir kulluğa kavuşur ve  Muhammedi kulluk ahvaliyle yaşar. İşte böyle bir kulluğun mir’atında / aynasında Nur-u Muhammed gözükür. Çünkü hadis-i şerifte “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Buyruluyor. Nur-u Muhammed’le yaratılmak, kulda masiva, yani Allah’tan gayrı hiç bir şey bırakmaz ve o kul mazhar olduğu kemalat ve irfaniyetle, Allah’ın zatına vasıl olup, insan-ı kamil olur. Velhasıl  insan-ı kamil marifetine mazhar olan meslek-i Resul mürşid-i kamili, bu marifetin hem mazharı hem de tebliğcisi olması itibariyle, mir’atı Muhammed’dir. Çünkü o, nur-u Muhammed mazhariyetiyle zat-ı ilahiye vasıl olduğundan, onda masiva, gayriyet olmaz. Allahualem.

Ara bir mürşid-i dana seni hem eylesin agah
Hem ihsan eylesin her gah bulursun tez visalullah

Hiç zaman geçirmeden, bu imtihan alemi olan yeryüzünde yaşayan ve evvelki beyitlerin açıklamasında vasıflarından bahsettiğimiz, meslek-i Resul kamil mürşidini bulup; onun irşadına mazhar ol, ancak o zaman visalullah bulursun, yani Allah’a kavuşursun.

Odur sırr-ı nefahtü hem nefholdu Adem’e ol dem
Buyurdu edeler secde melekler Adem’e Allah

Kur’an-ı Kerim’de “Velcanne halaknahü min gablü min narissemum. ve iz gaale rabbüke lilmelaiketi inni halikun beşeran min salsalin min hamein mesnun. feiza sevveytühü ve nefahtü fihi min ruhi fega’u lehu sacidin. / Hatırla o zamanı ki Rabbin meleklere, ben kupkuru bir çamurdan değişken cıvık balçıktan bir insan yaratacağım, onu amaçlanan düzgünlüğe ulaştırıp kendi ruhumdan içine üflediğim zaman önünde hemen secdeye kapanın.” (Hicr, 27-29) buyrulur. Bu eyetlerde Adem’in suret / beden varlığının yaratılmasından sonra, Rabbimizin Adem’e kendi ruhundan üflediğini ve meleklere Rabbimizin ‘Adem’e secde edin!’ emri beyan ediliyor.
Bu Allah’ın emrine melekler riayet ettiler, fakat İblis riayet etmedi. İblisin emr-i ilahiye riayet etmemesi onun cahilliğindendir. Eğer cahil olmasaydı Adem’in alleme’l esma, yani alemlerin mazhariyetlerinden haber vermesindeki kemalat ve marifeti anlar ve secde ederdi. Haydi Adem’deki kemalat ve irfaniyeti anlayamadı, hiç olmazsa secde emrinin Rabbin emri olduğunu bilip, Rabbin emrine uyup secde ederdi. İşte İblis’in cehli ona engel oldu da, Rabbin emrini çiğnedi ve Adem’e secde etmeyip huzur-u ilahiden, yani Rabbin huzurundan lanetlenip, kovuldu. Fakat melekler Rabbin emrine riayet edip, Adem’e boyun eğdiler, secde ettiler, vesselam.
İşte bu beyitlerde, bu kuran beyanının bugünkü murat ve hikmetine işaret ediliyor. Bugün Ademliğin yani ademiyetin mazharı, meslek-i Resul irşadıyla makam-ı insana ulaşan zamanın insan-ı kamilidir. O cümle esmanın ve meleklerin mazhariyetlerinin mahiyet-i sırrına vakıf ve ariftir. Ondaki bu kemalata secde etmek gerekir ki, bu secde namaz secdesi gibi bir secde olmayıp, bu secdeden maksat, ademi kemalata tenezzül ve tevazulu olup, kabullenmektir. Kulun İblis gibi cehaletle hareket edip de, Hakk’ın cemal-i vechini gösterdiği ademiyetten lanetlenip kovulmaması için, ademi kemalatı, yani ademiyeti tevazu ve tenezzülle kabullenmesi gerekir.
Çünkü Rabbin Adem’e kendi ruhundan ruh üflemesi itibariyle, ademiyet Rabbin kemal zuhurudur ki, o kemalata saygı gösterip de kabul etmek, Allah’ın emridir. Çünkü kulun halkiyetinin gayesi, ademi marifet ve kemalatla Rabbine kul olmasıdır. Niyazi Mısri Hazretlerinin;

Saldın şikare (ava) çün beni
Adem olup bulam seni

buyurduğu gibi, ademiyete mazhar olmadan hiç bir kul, insan-ı kamil olamaz ve halkiyetinin yüce amacı olan Rabbına kavuşamaz. Allahualem

Ara bul Adem’i nerde tenezzül eyle et secde
Geçip kibrinden et tevbe suçun afveylesin Allah
       
Kur’an’da “Meleklerin tümü toplu halde secde ettiler, İblis müstesna. O secde edenlerle birlikte olmaya karşı çıktı.” (Hicr, 30-31) buyruluyor. Bu ayetlerde buyrulduğu gibi melekler Allah’ın emrine uyup, Adem’e secde ettiler, fakat orada bulunan İblis emr-i ilahiye uymadı ve secde etmedi. Kendi aklıyla kıyas yaptı ve ben Adem’den önceyim, çünkü Adem topraktan yaratıldı, ben ise ateşten yaratıldım, dedi. Ateş topraktan önce yaratıldı, toprak daha sonradır diyerek, cehaletle kendi kendine kıyas, yani mukayese yaptı ve Adem’in kemalat ve marifetini göremedi ve secde etmedi. Böylece İblis Allah’ın emrini çiğneyip isyan etti ve Allah’ın huzurundan lanetlenip, kovuldu.
Bu itibarla her zamanda ve bu gün, bir kimse; ben kendi kendime yaradılışımın yüce amacına ulaşıp, Rabbin huzurunu bulurum, kendi anlayış ve bilgilerimle Rabbime vuslat ederim deyip de, böyle kıyas, yani mukayeseleriyle hareket ederse, o kimse İblis gibi yapmış olur. Ademiyetten mahrum kalıp, Rabbine kavuşamaz. Bir kimsenin bu alemde Rabbine vasıl olmaması, onun Allah’ın huzurunu ebediyen bulamaması ve Allah korusun, Rabbin huzurundan kovulmasıdır. Çünkü Kur’an’da “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulur. Bunu beyanla “Sen de bu günkü ademiyetin zuhurunu ara bul ve nerede buldunsa hemen secde et, yani tenezzül edip kabullen. Sen de ademi kemalat ve marifete mazhar ol.” deniliyor. “İblis gibi kibirlenme, bu hal ve anlayışından tevbe edip bu ahvalini terk et ki, Rabbin huzurundan, Rabbine vuslattan mahrum olmayasın.” Demektir.

Odur ab-ı hayat bahri içenler oldular naci
Bulup hayyü’l ebed baki beka ender bekabillah

Üzerinde yaşadığımız bu alem yeryüzüdür. Kulun bu aleme mahsus olan ahvali ise dünyadır. Her kulun dünya ömrü vardır. Bu ömür, bu dünyada yani yeryüzünde kulun yaşadıklarıdır. Kullar içinde akl-ı maaş olanlar vardır ki, onlar hep bu dünyayı gözetirler; ahiret aleminin varlığına inanmayıp, daima dünyada nefislerinin tabiattan aldığı lezzetlerle meşguldürler. Bu dünyanın değer ve lezzetlerinden başka bir şey bilmeyip ve inanmadıklarından bunlar, ehl-i dünyadır. İşte böyle ehl-i dünya olanların anlayış ve zannına göre insan, yani kul ölümlüdür ve bir gün hayatı biter, yok olur.
Bir de kullar içinde, akl-ı mead olup ahirete iman edenler vardır. Bunlar vahye ve peygambere tabi olup, dünya hayatından sonra ahiret yaşantısının devam edeceğine inanırlar ve kulun cennet nimetleri ile gıdalanıp ahirette ölümsüz olarak yaşayacaklarına iman ederler.
Beka, ölümsüzlük demektir. Bu müminler, ahiret hayatının bekasına iman ettiklerinden, ahiretteki beka hayatı için amel-i salih, yani iyi-güzel işler üretirler. Günah işlememeye gayret ederler ve Allah’ın razı olduğu emirleri yapar, yasaklarından kaçarlar. Fakat bu müminler, kendi varlıklarını Hak’tan ayrı zannettiklerinden, Hak’tan mahcup / perdelidirler ve Hakk’a vuslat edemezler. Bunlar ehl-i ukba olup, nispet varlıklarıyla ahirette cennet nimetleriyle ebediyen diri, yani nefsi ile bekada olurlar, vesselam.
Kullar içinde makam-ı insanla akl-ı küle mazhar olanlar vardır. Onların kulluklarının amacı, ne bu dünyanın lezzetleri ne de amel cennetin nimetleri olmayıp, kulluklarının yüce gayesi, Hakk’a vasıl olup, hep Hak’la, ebediyen var olmaktır, yani bekabillaha ulaşmaktır. İşte bunlar tevhid-i hakiki ehli olup, bu alemde Hakk’a vasıl olduklarından, gerek dünyada, gerekse ahirette daima Hak’la var olup, bekabillah marifet ve zevkiyle yaşarlar. Bu itibarla beka hayatı ahiret hayatıdır. ‘Beka ender beka’ ise, kulun bekabillah marifet ve kemaline mazhar olmasıdır.
Ab-ı hayat, ölümsüzlük yani beka suyudur / içeceğidir. Hz. Pir Efendimiz “Ab-ı hayat, Ab-ı tevhiddir.” diyor. Bu itibarla hangi kul, kamil mürşidi bulur da onun irşadıyla zikr-i daim ve tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o kul; Ab-ı hayattan, ölümsüzlük suyundan içip naci olur, yani kurtuluşa erip ölümsüzlüğe kavuşur ve beka ender bekaya, yani bekabillaha mazhar olur.

Gel ey Fehmi ara bir yar seni Allah’a etsin yar
Musa ol etme sen hiç ar ki Hızr’a göndere Allah

Kur’an’da “Bir zaman Musa genç dostuna / arkadaşına dedi ki: İki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan, dinlenmeden yürüyeceğim; yahut gerekirse seneler ve seneler harcayacağım…” (Kehf, 60) Buyrulur. Böyle azimli ve kararlı bir yolculuktan sonra Hz. Musa, iki denizin birleştiği yere vardı. “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki: Sana öğretilen rüştü / ilmi / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf, 65-66)
İşte bu ayetlerde beyan edilen, Allah katından bir rahmet ve lütufla ilm-i ledün mazharı olan kul, Hızır’dır. Bu kulun Hızır olduğunda, bütün gelmiş geçmiş veliler ve ehl-i kemal ittifak etmişlerdir. Hızır’ın mazhar olduğu ilim, ilm-i ledündür. İlm-i ledün, lügatca ilm-i batın demektir. İlmi tevhid-i hakiki irfaniyeti ilm-i ledün marifetidir.Bu bakımdan tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olan mürşid-i kamil, Hızır olup, bu alemde her zaman mevcuttur.
Hz. Musa (as) Allah’ın emriyle Hızır’a gitti ve giderken büyük bir azim ve  kararlılık göstererek arkadaşına, yani Yuşa’ya, gece gündüz hiç dinlenmeden gerekirse senelerce yürüyeceğim ve Hızır’ı muhakkak gidip  bulacağım dedi. Bu konuda hiç ar etmedi, yani ‘Ben peygamberim, benim bilgim bana yeterlidir.’ deyip de, büyüklenmedi. Hızır’ı bulunca da ona, Allah katından bir lütuf, ihsan olarak sana öğretilen ilm-i ledünle beni irşad etmen, yani bana da mürşitlik yapıp ilm-i ledünü öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı? Dedi. Sonra Hızır’la anlaşıp beraber yolculuk yaptılar ve bu yolculuğunda ledünü öğrenip, yani ledünle irşad olup müşküllerinden kurtuldu.
Bu Kur’an beyanının, bu gün bize hitap eden murat ve hikmetini beyanla, Fehmi Efendi Hazretleri “Sen de Hz. Musa gibi olup, büyüklenmeyip, tevazulu ol ve ar etme, zamanın Hızır’ını, yani kamil mürşidini bul, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle irşad olup rüşde / kemalata mazhar ol.” diyor.

1 yorum:

Adsız dedi ki...

Musa ( a.s.) ın arkadaşı Yuşa( a.s.)a dediği gibi, İki denizin birleştiği yere kadar hiç durmadan dinlenmeden yürüyeceğim;Yahut seneler ve seneler harcayacagım. Kef(60)ayetinin sırrı, olan gayretden bizleride ebediyyen hemhal kılsın.Amin