21 Eylül 2011 Çarşamba

Cümle sevda-yı hakiki aşk-ı şinas geldiler

Cümle sevda-yı hakiki aşk-ı şinas geldiler
Bildiler bir gonca-yı hamra-yı gül şeydasıyız

Sevda-yı hakiki aşk-ı şinas; Gerçek sevgi, muhabbet mazharı olan ilahi aşk ehil ve mensuplarıdır. Gonca-yı hamra-yı gül, kırmızı gülün tomurcuğu demektir. Mana yönüyle ise kırmızı, ilahi aşk mazhariyetiyle kulun nisbet varlığından geçmesini remzeder ki, Hidayeti Nur-u Muhammed kırmızı gülün’ün goncasına bülbül olan aşıklar, ilahi aşk mazharıyetiyle o gül’ün goncasına, öz’üne mazhar olan Kamil’in etrafında toplandılar, demektir. Çünkü cümle ehl-i aşk olan veliler, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyeti olan bir kulluk irşadıyla zinde olup, arifane hayat yaşarlar ve makam-ı insana ulaşarak insan-ı kamil olurlar.
Kur’an’da “O peygamber, müminlere nefislerinden / öz benliklerinden daha dost, daha yakındır.” (Ahzab, 6) buyrulur. Başka bir ayette ise “Kim Resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur. ” (Nisa, 80) beyanı vardır. Cümle ehl-i aşk, Hz. Resulullah’ı bu ayetlerde beyan edildiği gibi kendi nefislerinden daha fazla severler ve Allah’a itaat şuur ve irfaniyetiyle Hz. peygambere tabi olup, Muhammedi tabiat ve ahlak üzere olan kulluk gayretiyle yaşarlar. Vesselam.

Devr-i inkılaba su-i fikrimiz yoktur bizim
Medeniyet aşığıyız cumhuriyet yariyiz

Osmanlı Devleti; Kur’an ve vahiyden kopuk, Hz. Peygamber Efendimizin ahlak ve öğretisinden uzaklaşmış olan sözde alimlerin, sözde dervişlerin ve mollaların gayretleri, tesir ve katkıları ile geri kalmış, dağılmış ve yıkılmıştır. Milli Kuvvetler ve Cumhuriyetin kurucu kadroları, başta Gazi Mustafa Kemal Atatürk olmak üzere; böyle ehl-i medrese ve ehl-i tekke olan din adamlarından çok zarar görmüşlerdir ve Türkiye  Cumhuriyeti Devleti hala görmektedir. Kur’an ve vahyin dışı olan bu zihniyet; Cumhuriyetin kuruluşunu engellemek için Haçlılarla dahi işbirliği yapmışlardır. Türkiye Cumhuriyetinin yıkılması için, bu gün dahi halen Haçlılarla işbirliği yapmaktadırlar. Onun için Cumhuriyetin kurucu kadroları bu meseleyi çok isabetli ve doğru bir teşhisle, eğitimde Osmanlı Devletini yıkan ezberciliği ve Arapçacılığı terk edip, yerine modern ve medeni dünyanın eğitim metotlarını uygulamış ve medreseleri, tekkeleri lağvetmiş, kapatmıştır.
Medresenin ve tekkenin Kur’an dışı hurafe yüklü faaliyetlerinden, şeyhlik, mollalık, hoca efendilik, mürşitlik, dedelik, babalık vb. unvanlarla, beşeri menfaat sağlayanlar, Cumhuriyeti ve inkılaplarını din dışı ilan etmişlerdir. Bunlar, cuma namazlarının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nde geçerli olmadığını söylemişlerdir ve halen böyle söyleyenler vardır. Seksenli yıllarda büyük bir cemaatin lideri, gazetelere yaptığı beyanatlarda “Türkiye Cumhuriyeti devletinin dar-ül harp (harp edilmesi gereken ve İslam diyarı olmayan bir ülke) olduğunu beyan etmiş ve günlerce gazetelerde yazı serisi olarak yayınlanmıştır. İşte bu zihniyet Osmanlı Devletini çökertmiştir. Bu zihniyet, bu gün İslam dünyasının gözbebeği olan, Kuran’ın tavsiyesine ve Hz. Peygamber’in uygulamalarına en uygun sistem olan cumhuriyetle yönetilen devletimizin en büyük düşmanı ve tehlikelerindendir. Çünkü bu ülkeyi din adına dar-ül harp ilan  etmek; bazı gafil şahıs ve gruplar tarafından, sanki küçük, önemli bir mesele değilmiş gibi görülür veya gösterilir. Fakat bu zihniyet, dar-ül harp ilanının arkasından verdiği fetvalarla, her Müslümanın Türkiye Cumhuriyeti devletinin yıkılması için, cihat / mücadele etmesi gerektiği ifade edilir. Türkiye Devleti, dar-ül harp olduğu için, devlete vergi verilmemesi gerektiği söylenir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dar-ül harp olduğu için, devletten çalmayı, tüyü bitmemiş yetimin hakkı olan kamu malını yemeyi, ganimet malı ve helal olarak görürler. Dar-ül harp olduğundan yalan söylemek günah olmaz deyip, cumhuriyetimizi savunan şahıslara, ilim adamlarına ve kurumlara çeşitli iftiralar atarlar ve türlü hile ve desiselerle din dışı ilan ederler. Bu zihniyet, dar-ül harptır diyerek faizcilik yapmayı, gerektiğinde içki içmek, zina yapmak, yalan söylemek gibi açık haram ve günahların helal olduğunu ilan ederler. Türk milletinin evlatlarına, kendi devletleri olan Türkiye Cumhuriyeti devletini düşman gibi gösterirler. Kendi devletlerini ayakta tutan kurumlarını hasım olarak gösterirler, özellikle yeryüzünde Hz. Peygamber Efendimizin ismi ile anılan yegane ordu olan, Türk Silahlı Kuvvetlerine ve Mehmetçiğe, bu milletin evlatlarını düşman hale getirirler.
Velhasıl bu zihniyetin, din adına yaptığı olumsuz faaliyetleri sayılamayacak kadar çok olmuştur ve halen olmaktadır. Halbuki bu gün yeryüzünde cumhuriyet olup da seçme ve seçilme hakkının her vatandaşına eşit bir şekilde verildiği, Atatürk’ün liderliğinde kurulan Türkiye cumhuriyeti devletinden başka bir İslam devleti yoktur. İslam dünyasında adı cumhuriyet olan devletler vardır. Fakat arka planında herkesin seçme ve seçilme hakkının olmadığı; ya aşiret, ya kabile veya bir diktatörlük mevcuttur. Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşu ve işleyişi, Kur’an’a, vahye ve Hz. Peygamber Efendimizin uygulamalarına en uygun olanıdır. Böyle olduğu için Türk milleti, bu gün İslam dünyası içinde her bakımdan en ileridir.
Zamanında Fehmi Efendi Hazretlerini ve ehl-i aşk olan arkadaşlarını, yukarıda evsafını belirttiğimiz, Kur’an ve Hz. Peygamber’in öğretisinden uzak, hurafeye tabi olup, Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin düşmanlarından zannedip; tutuklamışlar ve ceza evine koymuşlar. Fakat sonra hakikat ortaya çıkar ki; Meslek-i Resul-ü Melamiyenin, yani Melamiliğin bu hurafe yüklü devlet ve millet düşmanlarından olmadığı anlaşılır ve serbest bırakılırlar. Fehmi Efendi Hazretleri, bunu beyanla ‘Devr-i inkılaba su-i fikrimiz yoktur, yani Cumhuriyet ve Atatürk ilke ve inkılaplarına karşı bizim kötü bir niyetimiz yoktur.’ diyor ve devamla ‘Biz medeniyet aşığıyız, Cumhuriyet yariyiz. Yani medeniyetteki gelişmeye, terakkiye aşık olup, Türkiye Cumhuriyet’inin de yariyiz, sevdalısıyız, dostuyuz.’  buyuruyor. Bizim kanaat ve anlayışımız da bu yön ve istikamettedir.
Ki, Atatürk ilke ve inkılapları, cumhuriyet rejiminin devamını ve Türk Milletinin bütünlüğünü esas alır. Çünkü İstiklal Savaşı zaferle neticelenip Türkiye Cumhuriyeti devleti  kurulduktan sonra, sınırları dışında olan halkların, gerek iltica yoluyla gerekse mübadele / nüfus değişimleriyle Türkiye’ye kabul edilmelerinde ırk, soy farkı aranmayıp, sadece Müslüman olmaları dikkate alınmıştır. Arnavut, Boşnak, Çerkez, Gürcü, Kürt, Arap, Laz, Pomak, Yörük, Türkmen vb. halklar içinden ‘Eşhedüen Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve Resuluhu’ diyenler, yani sadece Müslüman olanlar, Türk milletini oluşturmuştur. Azınlık olarak ise, gayrimüslimler, yani Müslüman olmayan Rum, Ermeni, Yahudiler kabul edilmiştir. Hatta Anadolu’daki öz be öz Peçenek Türklerinden olanlar, Hıristiyan oldukları için Yunanistan’a gönderilmişlerdir. Cumhuriyetin ilk yıllarında, Atatürk’ün sağlığında, bugün Moldovya’da halen yaşayan Hıristiyan Gagavuz / Gökoğuz  Türklerinin, müracaat ederek Türkiye’ye gelip yerleşme talepleri, Hıristiyan olduklarından kabul edilmemiştir.
Bugün ağızlarımızı doldurarak ‘Türk Milletinin nüfusunun % 99’nun Müslüman olduğunu’ söylüyorsak, bu Atatürk ve arkadaşlarının feraset ve gayretleriyle olmuştur. Bu itibarla Türk Milletinin aslını ve hamurunu ‘Lailaheillallah Muhammeden Resulullah’ imanıyla mümin olanlar, yani ehl-i tevhid olanlar oluşturur, vesselam.
Atatürk ilke ve inkılapları ise, Türk Milletinin birlik ve bütünlüğüne yöneliktir. Mesela, bazı kesimlerin hafife aldığı ve ‘gardırop devrimciliği’ diyerek alay ettiği kılık-kıyafet inkılabı, aşiretçilik, kabilecilik ve sülalecilik ifade eden giysilerin giyilmesini engellemeye yöneliktir. Yani filancaların, filanca oğullarının aşiret-sülale kimliğini ifade eden ve milletin bütünlüğüne zarar veren kılık-kıyafetleri kaldırıp, bunların yerine medeni dünyanın ahlaka uygun modern kıyafetlerini, herkesin giymesi özendirilerek, Türk milletinin bütünlüğü sağlanmıştır. Yine soyadı inkılabıyla, filanca fişmancaoğulları gibi aşiret, sülale yapılanmalarını ifade eden unvanlar yerine, her aileye bir soyadı verilerek millet bütünlüğü gözetilmiştir. Harf inkılabı ise; Türk Dünyasında alfabe birliğini sağlamaya yönelik olarak yapılmıştır. Velhasıl Cumhuriyet Devrindeki Atatürk ilke ve inkılaplarının daha bir çok yararıyla Türk Milletinin bütünlüğü ve Türkiye Cumhuriyeti Devletinin devamlılığı sağlanmıştır. Vesselam.
Melamilik, Cumhuriyet devri ilke ve inkılaplarıyla asla çelişmeyen, siyasi, ticari ve beşeri menfaat temin edilen bir meslek olmayıp, Kur’an ve vahiy ışığında, ahlak-ı Peygamber’den ayrılmadan kulun fenafillaha ermesidir. Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi, Hz. Peygamber Efendimiz cahiliye Arap geleneği olan aşiret, kabile yönetimlerini ve saltanatı  kaldırıp, yerine şuraya, yani meclise danışarak meclisin önerdiği kişinin yönetimin başına getirilmesini uygulamıştır. Çünkü Kur’an’daki ”İş ve yönetim konusunda onlarla da şuraya git.” (Al-i İmran, 159) “İşleri, yönetimleri aralarında bir şuradır.” (Şura, 38) “Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri onlara, ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisa, 58) ayetlerinin de açıkça beyan ettiği gibi, Hz. Peygamber Efendimiz kendisinden sonra devleti idare edecek olanın halk tarafından seçilmesini, ehil olanların yönetime getirilmesini ve adaletle hükmetmesini tavsiye etmiştir. Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Hz. Hasan’a kadar buna riayet edilmiş, yönetime şuranın/meclisin yani halkın seçtiği ehil kimseler getirilmiştir.
            Fakat Muaviye, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber Efendimizin tavsiyelerine riayetle seçkin sahabeler tarafından uygulanan; şuraya / meclise danışıp ehil olanın iş ve yönetim başına getirilmesi sistemini yıkmış ve kaldırmıştır. Aşiretçilik ve kabilecilik olan padişahlığı getirip, cahiliye Arap geleneğini ihya ederek oğlu Yezidi padişah veliahdı ilan etmiştir. Bu uygulamaya itiraz eden Peygamber Efendimizin emaneti olan Hz. Hüseyin ve Ehl-i Beyt başta olmak üzere seçkin sahabeleri şehit etmiş, kimi sahabeleri ise sürgün etmiştir. İslam dünyasında daha sonra kurulan devletler de Kur’an’ın emir ve Peygamber tavsiyelerini değil de, Muaviye’nin kabile yönetimi kurallarına göre birer aşiret devleti olarak kurulmuştur.
            Bu aşiret yönetimi, ta Atatürk’ün liderliğiyle Türkiye Cumhuriyeti kurulana kadar devam etmiştir. TBMM’nin ilk açılışında, şura / meclis ile yönetime dair ayet ve hadisler, büyük pankartlarla teşhir edilmişlerdir. Velhasıl, Hz. Peygamber Efendimiz tarafından başlatılan Hz. Hasan’dan sonra kopan cumhuriyet yönetim şekli; Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile tekrar başlamıştır, elhamdülillah. Bu beyitler Meslek-i Resul-ü Melamiyyenin yani Melamiliğin Türkiye Cumhuriyetiyle, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla çelişkisi olmadığı gibi, bunların yari, sevdalısı ve dostu olduğunu, beyan ediyor. Vesselam.

Suçumuz, tevhidi ifşa eylemekle mahkumuz
Cümle yaranla beraber bir yüzün meftunuyuz

Bir iftiracı tarafından şikayet edilerek, hapse atılan Hasan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim misyonumuz, tevhidin hakikatidir ki; bununla suçlanıp, mahkum olduk. Cümle yaran ve ehl-i aşkla ‘bir’ yüzün, yani vahit olan Hakk’ın aşıkları ve tutkunlarıyız.’ diyor.

Halk-ı alem gördüler surette bizi bir geda
Alem-i vahdet içinde cümlenin sultanıyız

Zahiren halkın gözünde ve anlayışında, biz hapishanede mahkum ve mahpus olup köle, esiriz. Fakat vahdet alemi olan Hakk’ın birliğini, cümle alem ve eşyanın mevcudiyetinde müşahede etmek irfaniyet ve kemalatının sultanıyız.’ buyruluyor.

Ol Muhammed Mustafa’nın ruhuna yüz bin sala
Kapısında biz fakr ü aciz ü biçareyiz

Hz. Peygamber Efendimize salat u selam etmek, Kur’an emridir. Ki, Kuranda “Allah ve melekleri, nebiye salat ederler. Ey iman edenler, siz de nebiye salat edin ve teslim olun.” (Ahzab, 56) başka bir ayette ise “De ki, hamd Allah’ındır, selam Allah’ın seçtiği kullarınadır.” (Neml, 59) buyrulmuştur. Ayette ifade edilen ‘Allah’ın seçtiği kullardan’ maksat; başta Hz. Muhammed (sav)’dir ve evlad-ı Resul’dür (Ehli beyt’tir). Bu itibarla salat ü selamın muhatabı Hz. Resulullah’la beraber ve Nur-u Muhammed (sav) mazharı olan evlad-ı Resuldür.
Salavat. Arapça “Allahümme salli Ala Seyyidina Muhammed ve ala ali Seyyidina Muhammed, kema salleyte ala İbrahime ve ala ali İbrahim, inneke hamidün mecid. Allahümme barik ala Muhammedin ve ala ali Muhammed, kema barekte ala İbrahime ve ala ali İbrahim, inneke hamidün mecid” olarak okunur. Yani “Ey Allahım, selamet ve esenliğe çıkar, bereketlendir; efendimiz Hz. Muhammed (sav) ve evlatlarını; nasıl ki Hz. İbrahim ve evlatlarını selamete çıkardığın ve bereketlendirdiğin gibi. Bunu icad edecek olan, yani zuhura getirecek olan sensin.” demektir. Burada ifade edilen Hz. İbrahim ve evlatlarının selameti ve bereketi, hanif yani tevhid selamet ve bereketidir.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ol Muhammed Mustafa’ya ve evlad-ı Resule, yüz binlerce salatu selam ederiz, Her mümin gibi biz de Nur-u Muhammed’in zuhuruna aciz ve biçare olduğumuzdan muhtacız.’ diyor. Çünkü, nur-u Muhammed mazhariyetiyle ancak evlad-ı Resul’e dahil olunur ki, Nur-u Muhammed mazhariyeti olmadan, makam-ı insan bulunmaz ve insan-ı kamil olunmaz, vesselam.

Meyhane-i Nur-ı Muhammed’den dolu peymaneden
Sundu aşıklara Fehmi ta ebed mestanesiyiz

Meyhane-i Nur-u Muhammed, meslek-i Resul-ü Melamiyye irfaniyeti zevkinin mevcut ve zahir olduğu meclis, demektir. Fehmi Efendi Hazretleri ‘Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olan Meslek-i Resul-ü Melamiyyenin irfaniyet ve kemalatı zevkiyle, gönül kadehimizi doldurduk. Bizim Hak aşıklarına ikramımız, gönlümüze doldurduğumuz bu marifet ve kemalattır.’ Diyor ve devamla ‘Bizim sarhoşluğumuz geçici değildir, biz ebediyen bu irfaniyet ve kemalatla sarhoşuz, mestaneyiz.’ buyuruyor. Çünkü bir kul Allah’a vuslat irfaniyeti zevkini tatmışsa, zevkullaha ulaşmış olur; zevkullah ise ebedidir.
Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Hiç yorum yok: