12 Eylül 2011 Pazartesi

Ey gani Mevla ey hikmet-i Yezdan

Ey gani Mevla ey hikmet-i Yezdan
Alemi bir ‘kün’den icad eyledin
Dünyanın fenasın bildirdin bize

Ukbayı kullara abad eyledin


Cenab-ı Hak, cümle alemleri ‘kün’ yani ‘ol’ emriyle yaratmıştır. Kur’an-ı Kerim’de: “innema emrühu iza erade şey’en en yegule lehü kün feyekun. / O bir şey yaratmak istediğinde, O’nun işi sadece o şeye ‘ol’ demesidir. Hemen oluverir.” Yasin, 82) buyrulur ki, bu alem de ‘ol’ emriyle yaratılmıştır. Bu aleme gelen cümle peygamberler, ümmetlerine dünyanın-yeryüzünün fenasını / yokluğunu bildirmişler, insanın yeryüzünde geçici olduğunu, herkesin ahirete göçeceğini ve orada ebediyen yaşayacağını tebliğ etmişlerdir. Çünkü Kur’an’da “Şu eğreti dünya hayatı geçici bir nimetlenmeden ibarettir, ahiret ise sürekli, ebediyen durulacak yurdun ta kendisidir.” (Mü’min, 39) buyrulmuş olup, bu anlayış aynı zamanda imanın şartlarındandır.
Her mümin, öldükten sonra ahirette dirileceğine ve ahirette ebediyen yaşayacağına iman ettiğinden, bu alemde ahiret yaşantısı için hayırlı olacak kulluğu ifa etmeye gayret eder. Hadis-i şerifte  “Dünya ahiretin tarlasıdır. Burada ne ekerseniz, orada onu biçersiniz.” buyrulur. İşte Fehmi Efendi Hazretleri: “Ey zenginliğine ve hikmetine hudut olmayan Mevla’m! Alemleri ve her şeyi bir ‘kün’ yani ‘ol’ demekle yaratansın, yeryüzünü, dünyayı (geçici) fani, alem-i ahireti ise baki (ebedi) olarak yaratıp, kulların, ahiret hayatına göre kulluk / ibadet yapmalarını bize beyan ettin.” diyor.                                                                     
İkiye ayırdın halk-ı cihanı
Kafir biri ehl-i  iman eyledin
Kafiri narınla eyledin inzar

Mümini cennetle ibşar eyledin


İnsanın yaratılışında, potansiyel olarak iyilik ve kötülük yapmak vardır. İnsan iyilik ve kötülüğe müsait olarak yaratılmıştır. İyilikler, Allah’ın vahiy ve peygamberleri ile insanlara tebliğ ederek bildirdiği, gerek iman gerekse amel-iş olarak yapmamızı emrettikleri ve yasakladıklarıdır. Kötülük ise; gerek iman gerekse amelde Allah’ın emrettiğini yapmamak, yasaklarını çiğnemektir. Bizim nefsimize acı gelse de, emr-i ilahi ve Hz. Resulullah’ın tavsiye ve yasaklarına uymak; ebedi hayatımız için iyi olup, kulluğumuz için hayırlıdır.
İşte her kim, Allah'tan, peygamberinden ve Kur’an'dan olan değerlere iman eder de gereğini yaparsa, insanlar içinde o mümindir ve müminin ebedi hayatta yani ahiretteki mekanı cennettir. Allah’tan, peygamberinden ve Kur’an’dan olan değerlere iman etmeyip de gereğini yapmayanlar, insanlar içerisinde kafirdirler ve kafirin ahiretteki mekanı ise cehennem narı / ateşidir. Vesselam.

Asiye adlinle gösterdin azab
Mutiye lütfunla ihsan eyledin
Münkiri inkarda eyledin tuğyan

Mümini ikrarda sebat eyledin


Asi, isyan eden demektir. Her kim, Allah’tan ve peygamberinden olan değerleri inkar edip de o emirlere riayet etmezse, o kimse münkir ve asi olup ahiret yaşantısında azaba mazhar olur. Her kim, Allah’tan ve peygamberinden olanlara iman edip, emir ve yasaklara itaat ederse, mümin ve mutidir ki, ahiret hayatında iyiliklere ve cennetin güzelliklerine mazhar olur. İşte bunun böyle olması Cenab-ı Hakk’ın adaletindendir. Kur’an-ı Kerim’de: “O gün insanlar, yapıp ettikleri kendilerine gösterilsin diye kümeler halinde ortaya fırlayacaklardır. Artık kim bir zerre miktarı hayır üretmişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer üretmişse onu görür.” (Zilzal, 6-8) buyrulmuştur.
Herkes, bu alem-i şahadet olan yeryüzünde, ne yapar ne üretirse ahirette onu muhakkak görecektir. İyiliğine iyilikle, yani cennet ihsan ve ikramıyla muhatap olacaktır. Kötülüğüne ise kötülükle, yani cehennem azabıyla muhatap olacaktır. Velhasıl emr-i ilahiye uymamak, isyan ve tuğyandır, yani azgınlıktır. Emr-i ilahiye uymak ise, müminlik ve mutiliktir (itaattir).
İsmail Hakkı Bursevi Hazretleri: “Herkes iyiliğe ve kötülüğe müsaittir. Müminde kötülük pasif, iyilik aktiftir. Aside ise iyilik pasif, kötülük aktiftir.” diyor. Yani insanın yaratılışı, iyiliği de kötülüğü de kendinde toplayan bir yaratılıştır, halkiyettir. Allahualem.      

Alemi varlığına kıldın alamet
İnsanı zatına mir’at eyledin
Zahidin zühdünü alimin ilmin
Arifin irfanın izhar eyledin

Cenab-ı Hak, her şeyi kendi zatından yarattı ve bu yaradılış halen devam etmektedir. Yaratılan her şey, Hakk’ın varlığına bir delildir ki, bu konuda cümle müminler ittifak ederler ve bu alemi Allah’ın eseri olarak görürler.
Müminler, bu eserleri delil yaparak eserin yaratıcısına, sahibine iman ederler. Bu istidlali (delilli) imandır ve geneldir, umuma mahsustur. Yaratılanlar içerisinde insan, mazhar-ı cami, yani Hakk’ın ve halkın sırrını kendinde toplayan bir yaratılıştır. Bu itibarla insan potansiyel olarak Allah’ın kemal tecellisine mazhardır. Bu yüzden Hakk’ın zat-ı zuhurunun keşfi ancak insan-ı kamilde zahir olur. Çünkü iman-ı kamile ulaşmış olan insan, Hakk’ın zati tecellisine mazhar olduğundan, Allah’ın kemal tecellisi insan-ı kamilin marifetinde açığa çıkar. İşte, zat-ı ilahinin mevcuttaki zuhuru, insanların kiminde zahidlik, kiminde alimlik, kiminde ariflik ve insan-ı kamil olarak zahir olur. Buyruluyor.

Esma ef’al evsafındır görünen
Kendini kendine ağyar eyledin
Nadana evsafın eyledin hicab
Aşıkı zülfüne berdar eyledin

Zat-ı ilahinin açığa çıkması; sıfat, esma ve ef’al-i ilahiledir. Cenab-ı Hakk’ın tecellisi, kendi zatından sıfatlarına, sıfatlarından esmasına, yani isimlerinedir. İsimlerinden tecellisi ise, kendi ef’alinedir. Varlık alemi dediğimiz kesret olan halk-ı alem, Allah’ın bu zuhur ve tecellileriyle her an yaratılmaktadır. İşte bu yaradılışla Allah kendi zuhuru olan esma tecellisiyle, cümle esmanın müsemması olan kendi zatını örttü.
Cümle varlığın vücudu zat-ı ilahidir ve zat-ı ilahi tekdir. İşte tek olan zatın esmayla olan zuhuru, kesret / çokluk dediğimiz cümle alemleri ve halkı meydana getirerek halk edip yaratmasıdır. Bu yaradılma, celal ve cemal olan büyük ve ana isimlerin tesiriyle olur. Bu itibarla yaratılanlar, celalin tesirinde olan isimler ve cemalin tesirinde olan isimlerle zuhura gelirler. Bu yaradılışta insan ise, hem celal hem de cemal isimlerini kendinde toplayan bir kemaldir. Eğer insan, cemalin tesirinde olan hidayetle meşgul olur da Allah’ı, peygamberi ve insan-ı kamil olan velileri dinler, onların telkin ve irşadına mazhar olursa, Allah aşkına ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşıp kamil bir insan olur. İşte böyle kamil bir insan, ancak bu alem-i  kesretin, yani cümle varlığın, tek olan zat-ı ilahiden, sıfat, esma ve ef’al ile olan zuhurunu görüp müşahede eder.
Fakat insan, potansiyelindeki celal tesirinde olan mudil esmasıyla, yani dalaletle meşgul olursa, o kimsede cehalet, sapkınlık galip olur. Böylece yanılgıya düşüp isimlere, yani cümle varlığa Hakk’ın varlığından ayrı vücut nispet ederek, cehil ve zannından oluşan bu nispet varlıklar ona hicap / perde olur. O kimse, kendinde ve cümle eşyada zahir / apaçık olan zat-ı ilahinin sıfat, esma ve ef’al ile zuhurunu müşahede edemez. Vesselam. Bunu beyanla, potansiyelindeki hidayet mazhariyetiyle aşk-ı ilahiye mensup olan arif ve ehl-i kemal, aşkı ilahi tesiriyle nispet varlığını berdar ederek, fena ederler. Demektir .

Cahildir ol gören kendini gayrı
Arifin gönlünde mihman eyledin
Zülfünün her telinde bağlı bir Mecnun
Her birin bir yolda isar eyledin

Cehlin vücudu olmaz, çünkü cehalet vücutsuz olan esmanın tesiriyle meydana gelir. Her kim, mudil / dalalet esması ile meşgul olursa ‘mudil’ isminin tesiriyle onda dalalet ve cehalet meydana gelir ve cahil olur. Böyle bir kimse, cehaletle kendi varlığını Hakk’ın varlığından gayrı zanneder. Fakat arif kişi, hidayet esmasıyla meşgul olduğundan, hidayetin tesiriyle zikr-i daim uyanıklığına ve makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşır ve insan-ı kamil olur. Böyle bir kul, kudsi hadisteki Cenab-ı Hakk’ın “Ben yerlere göklere sığmam, mümin kulumun kalbine / gönlüne sığarım.” Beyanına mazhar olur ve onun gönlünde Allah’tan gayrı hiç bir şey kalmaz. Böyle bir kamil insan, bu alem-i kesretteki her bir tecelliye arif olup, cümle varlık alemini Allah’ın tecellisi olarak görür. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Her kim, kendi varlığını Hakk’ın varlığından gayri zannederse, o cahildir.” diyor.
Zülüf, sevgilinin yüzüne sarkıp da görünen saçıdır. Cenab-ı Hak, mutlak olan yüzünden isimleriyle tecelli ederek cümle aleme tesir eder ki, bu tecelli eden isimler zülüftür. ‘Bir’ olan Hakk’ın zuhuru, isimlerdeki hudutsuz olan detay ve tafsilattan oluşan kesrettir. Bu itibarla Hakk’ın mutlak yüzünün zülfü, esmalardır. Her esma tecellisi zülfün tellerini meydana getirir ki, her esma tecellisi teklikle açığa çıkar. Bu itibarla, hiç bir tecelli birbirine benzemeyen güzellikle Allah’ın tekliğiyle zahir olur. Çünkü ayette “O, her an yeni bir iş ve oluştadır.” (Rahman, 29) buyrulmuştur. Her yaratılan insan, hayvan, yaprak, kar tanesi, deniz dalgası vb. yaratılışında / halkiyetinde tekdir. Bu teklik öyle bir tekliktir ki, onun gibi ne geçmişte yaratılmıştır, ne de gelecekte yaratılacaktır.
Zülfün her bir teli olan isimlerin varlığı ilahi sevgiliden olup, muhabbetle/aşkla ilahi sevgili olan leylaya yönelik tecelli ettiği için, her ismin zuhurundaki muhabbet Mecnun’dur. Bunu beyanla ‘zülfünün her telinde bağlı bir mecnun’ buyruluyor. ‘Her birin yolda isar eyledin’ demek ise: Her isim, kendi isminin mazhariyetini açığa çıkarır, demektir. Yaprak ismi yapraklıkla, taş ismi taşlıkla, ağaç ismi ağaçlıkla vb. görünür ve tesir eder. İşte her ismin kendi mazhariyetiyle olan zuhuru, her bir tecellinin kendi yolundaki izharı yani açığa çıkmasıdır. Vesselam.


Tedbiri kullara eyledin tavsif
Takdir-i fevkinde ikdam eyledin
Ne yapar kulların elinde ne var
Pençesin kabzinde ikbaz eyledin

Kur’an-ı Kerim’de “…bütün kuvvet Allah’ındır.” (Bakara, 165) buyrulur ki, kuvvet ve kudret aynıdır. Başka bir ayette ise “Hiç bir canlı yoktur ki O, onun perçeminden yakalamış olmasın…” (Hud, 56) beyanı vardır. Bu ayetlerde ifade edilen, her bir tecellinin Allah’ın kudretiyle açığa çıkmasıdır. “İşlerin tümü Allah’ındır.” (Ra’d, 31) beyanından da açıkça anlaşıldığı gibi, her bir iş ve oluş Allah’ın kudret eliyle meydana gelir. İnsan da yaratılmış olmak itibariyle kuldur ve kulun kendine nispetle varlığı, vücudu olmaz. Çünkü cümle varlığın vücudu Hakk’ın zatıdır. İnsan, kemal bir yaratılış olduğundan, Cenab-ı Hakk’ın emirlerine yasaklarına riayetle mükellef olduğu gibi, zat-ı ilahinin zuhuru olan sıfat-ı sübutiyenin cem’ine, yani tümüne mazhardır.
Sıfat-ı sübutiye sekizdir: Bunlar; hayat, ilim, irade, kudret, semi (işitmek) basar (görmek), kelam ve tekvindir / yaratmaktır. Bu cümle sıfatların mevsufu Allah’tır. Kul olan insan ise, sıfatların zuhuruna mazhar, yani alettir. Peki, bu durumda sıfatların mevsufu Allah iken, kulun mükellefiyeti nasıl olur? Şöyledir ki; kul bir işin olmasını isterde o işin neticesini kabul ederse, o işin yaratılmasından razı olarak Allah’a istidat göstermiş olur. Allah da ilmiyle kulun bu istidadını bilir, iradesiyle o fiilin yaratılmasını ister, kudretiyle o işi, fiili yaratır. Bu itibarla kulun isteği ve kabulü olan her ne ise, onun istidadıdır, kabiliyetidir. Allah her fiilini kulun istidat ve kabiliyetine göre kudretiyle açığa çıkarır, yaratır ki bu aynı zamanda kudret-i ilahinin zuhuru olduğu için takdir-i ilahidir.
Kul olan insan, hidayet ve iyiliklere olduğu gibi “mudil” ve kötülüklerde istidat, kabiliyet göstermeye müsait bir potansiyeldir. Bu itibarla kul gösterdiği istidatla iş ve oluşun faili olmadığı halde mükelleftir, o iş ve oluşun mesulüdür. Onun için Cenab-ı Hak, cümle iş ve oluşu kuvvetiyle, kudretiyle açığa çıkardığı halde kullara peygamber gönderiyor, kitap gönderiyor ve kulların tedbirli olmasını emir ve tavsiye ediyor. Hangi kul bu emir ve tavsiyeleri tutarsa, onun potansiyelinde olan hidayetin tesirindeki amel-i salih ve güzellikler açığa çıkar ve bunların mükafatına mazhar olur. Hangi kul, emr-i ilahiyi tutmaz, ilahi tavsiye ve buyruklara aldırmazsa, potansiyelindeki mudilin tesirindeki kötü işler ve kötülükler açığa çıkıp zahir olur ve bunların cezasına ve azabına mazhar olur.
Velhasıl kul, hiç bir iş ve oluşta fail olmayıp mesul ve mükellef olması itibariyle, her bir tecelliyi kudret eliyle kabzederek, kulun cümle fiilinde fail olan Allah, aynı zamanda kullarından iyiliğe ve kötülüğe tedbirli olmalarını tavsiye eder, buyruluyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

İlahi şükründen acizdir Fehmi

Kendini izhara mazhar eyledin

Hz. Peygamber Efendimiz “Allah bir kula bir çok nimetler verir, fakat geri alabilir. İki nimet var ki, Allah bir kula verdi mi, o nimetleri geri almaz. Bu nimetler; bir kulun kalbini zikr-i daimle kurdu mu durdurmaz, kulla kendi arasındaki perdeyi kaldırdı mı bir daha örtmez.” buyurmuşlardır. Şükür, mazhar olunan nimete karşı yapılır. Peki, bir kul için zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhariyet gibi nimet olur mu? Olmaz. Çünkü bütün nimetler geçicidir, hudutludur. Zikr-i daim ve tevhidin keşfi irfaniyeti sınırsızdır, ebedidir. Ayette “Siz beni zikredin ki ben de sizi zikredeyim; siz şükredin küfretmeyin.” (Bakara, 152) buyrulmuştur.
Fehmi Efendi Hazretleri, bu ebedi nimetler mazhariyetiyle ‘Ey Allah’ım, sana nasıl şükür etsem yine de seni şükretmekten acizim. Senin hidayet-i zuhurunla kendi nispet-i varlığımın yokluğuna, arif olup, senin kemal-i tecelline kavuştum, benim irşadımda zahir olup açığa çıkan kemalat ve marifet de, senin zuhurundur.’ diyor.  

Hiç yorum yok: