21 Eylül 2011 Çarşamba

Mekteb-i irfana erdi yolumuz

Mekteb-i irfana erdi yolumuz            
‘Sümme dena fetedella’ okuruz
Şer’i paka var mıdır hilafımız?

Bir nazar et göresin erkanımız


Mekteb-i irfan; mürşid-i kamilin mazhar olduğu seyr-i sülukun telkin ve irşadıyla hasıl olan irfaniyettir. Kuran’da: “Sümme dena fetedella / sonra iyice yaklaştı ve sarktı...” (Necm, 8) buyrulur ki, bu ayetler Hz. Peygamber Efendimizin miraçta Hakk’a olan yakınlığını beyan eder.
Bu ayetlerin bu gün bize olan hitabı ise şöyledir: Ehl-i kemalin Hakk’a yakınlığı iki neşe ve hal iledir ki, biri ayette “sümmedena” olarak beyan edilen kurb-u feraiz, yani kulun Hakk’a farz yakınlığıdır. Bu yakınlıkta, kulun müşahedesinde kesret yani halk batın olup, Hak zahirdir. Diğer yakınlık ise, ayetteki “fetedella” beyanı olan kurb-u nevafil yani nevafil yakınlığıdır. Bu yakınlıkta kulun müşahedesinde vahdetin zuhuruyla hasıl olan halk kesreti zahir olup, Hak ise batındır. Bu yakınlık aynı zamanda, kulun vahdetin kesretini müşahede etmesiyle ulaştığı fark marifetidir. İşte ehl-i kemal olan ariflerin hali, ya vahdetin, ya da kesretin zahir olduğu bu hallerdir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim mekteb-i irfandaki tahsilimiz, tedrisimiz Kur’an’ın “sümme dena fetedella” beyanının sırr-ı mahiyeti olan, kulun Allah’a iki yakınlık halinin keşfi marifetidir.’ diyor.
Şer-i pak, dinin tertemiz olan şeriatı, yani zahir yönü demektir. Allah’ın, kulların yapmasından razı olduğu emirler ve yapılmasından razı olmadığı yasaklarıdır.
Şeriat ahkamını dört temel delil teşkil eder: Birincisi Kur’an’dır. İkincisi Hz. Peygamber Efendimizin sünnetidir. Üçüncüsü, icma-yı ümmettir, yani Kuran’a ve sünnete ters olmayıp, Kur’an ve sünnetle çelişmeyen alimlerin çoğunluk ittifakı ve toplumun genel kabulleri demektir. Mesela, Mevlid-i Şerif okunması gibi uygulamalardır. Dördüncüsü ise, kıyas-ı fukuhadır; yani alimlerin, hukukçuların Kur’an’la, sünnetle ve icma-yı ümmetle çelişmeyip, mukayeseyle toplumun ihtiyaçlarına göre verdiği fetvalarıdır.
Kamil olan bir mürşidin en evvelki telkini, Allah’ın emirlerine ve yasaklarına riayet ve Hazreti Peygamber Efendimizin güzel ahlakıyla ahlaklanılmasıdır. Bu itibarla kamilin en evvelki telkini olan, pak tertemiz şeriat ahkamına riayet eden saliklerde ancak mekteb-i irfanın kemalat ve irfaniyeti hasıl olur. Yoksa bir salik tertemiz olan ahkamı şeriata uymazsa, o salikte mekteb-i irfanın kemalat ve marifeti asla hasıl olmaz. Bu konuda Niyazi Mısri Hazretleri “Hakikat nurdur, onun ziyasıdır şeriat / Ziya olmazsa nuru da yok bil / Hakikatin kıyasıdır şeriat.” diyor. Hz. Pir ise “Şeriatsız ne tarikat ne de hakikat olur. Şeriata muhalif olan tarikata ve hakikate dahi muhaliftir. Çünkü şeriat beyan-ı ilahiyedir.” buyurmuştur. Velhasıl Fehmi Efendi Hazretleri, bu beyitlerde meslek-i Resul-ü Melamiyye’ye şüpheyle bakanlara hitaben: ‘Zanla ve onun bunun lafıyla hareket etme, gel bizim hal ve anlayışımızı bize sorarak tetkik et, kafandaki zan ve müşküllerin çözülsün. Böylece Hz. Peygamber Efendimizin pak, tertemiz şeriatı ile hiç bir ihtilaf ve çelişkimizin olmadığını anlayıp görürsün.’ diyor.

‘Yezkürunallahe’ nin devranıyız
Her nefeste zikrinin agahıyız
Zatının şem’ine hep pervaneyiz
‘Fezküruni’ ayetin mazharıyız

Bazı kimselerin demesiyle veya herkesin kendine göre yaptığı tesbihat ve virdler vardır. Özellikle kamil olmayıp, geçmişteki ehl-i kemal büyüklerinin isim ve unvanlarıyla faaliyet gösteren nakıs / eksik mürşitlerin, önderlerin veya onların vekillerinin, çeşitli rakam ve adetle yapılmasını söyleyip telkin ettikleri virdler ve tesbihatlar vardır. Bunlar, yapılan bu tesbih ve virdlerin, kulu yaradılışının yüce maksadına ulaştıracak olan zikrullah olduğunu zannederler. Halbuki Kur’an’da “…bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin.” (Bakara, 239) Buyrulur. Cenab-ı Hak, kendisinin nasıl ve ne şekilde zikredilmesini, yani zikrullahın nasıl olduğunu bize Kur’an’ın “Ellezine Yezkürunallahe kıyamen ve ku’uden ve ala cünubühim…/ Onlar ayakta iken, oturur iken ve yatar iken Allah’ı zikrederler.” (Al-i İmran, 191). “…ayakta iken, oturur iken, yatar iken Allah’ı zikredin…” (Nisa, 103) ayetleri ile apaçık bir şekilde beyan ediyor. Bu itibarla Allah’ın Kur’an’da bu ve  benzeri ayetleriyle bize emrettiği zikrullah; ayakta, oturarak ve yatarak yapılan zikrullahtır. Yine Kur’an’ın, bize örnek olarak gösterip de methettiği ehl-i zikir; Allah’ı ayakta, oturarak ve yatarak yani her zamanda, her yerde, her pozisyonda ve her nefeste zikredenlerdir. Çünkü nefesi olupta yaşayan bir insan, ya ayaktadır, ya oturur ya da yatar. Başka bir pozisyonu olur mu? Olmaz. Bunu beyanla Mevlid sahibi Süleyman Çelebi Hazretleri “Her nefeste Allah adın de müdam” buyurur. Velhasıl “yezkürunallahe” nin devranıyız, demek; Kur’an’da örnek gösterilen ehl-i zikrin meclisine dahil olup, Hakk’ın emri olan zikrullaha mazhar olduk demektir.
‘Zatının şem’ine hep pervaneyiz’ sözünden maksat  ise, zat-ı ilahiye vuslat keşfi irfaniyetinin talipleriyiz, demektir. Devranımız yani kulluk amacımız, zikr-i daim uyanıklığıyla Hakk’ın zatına vuslat etmektir. Bu yüce amaç doğrultusunda biz, pervane gibi fütursuz ve cesuruz, demektir. Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de “fezküruni ezkürküm…/ siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim…” (Bakara, 152) buyuruyor ki, hangi kul zikr-i daime mazhar olursa, bu ayetin emrini yerine getirmiş olur. Ehl-i kemal “Zikrullah zakirde galip olursa, o galibiyette, zikreden, zikir ve zakir Bir olur.” buyurmuştur. Bu mevzu başka bir itibarla ise şöyledir, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kul, kendi yokluğunda zahir olan Rabbine kavuşursa, o kulun yokluğunda Hak zahir olur. Ki, yokluğuyla kul Rabbini, Rabbi ise tecellisiyle kulunu zikretmiş olur. Vesselam.

Şeş cihetten görünür dildarımız
Bahr-ı ummandan çıkar dürdanemiz
Nice keşf olur bizim esrarımız
Kenz-i mahfiden doğar irfanımız     

Kenz-i mahfi, gizli hazine demektir. Kudsi hadiste “Ben bir gizli hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı yarattım.” buyrulmuştur. Hz. Pir, bu kudsi hadisi “Ben süver-i malumatla zahir idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.’ olarak yorumlamıştır. Yani Cenab-ı Hak, zahirde suretlerle biliniyordu, fakat tevhid-i hakiki irfaniyetiyle bilinmek istediği için, kendinin Hakk’el yakın bilinmekliğini halk ederek yarattı. Ki, bu yaradılış ehl-i tevhid-i hakiki ve onların keşfi irfaniyetiyle halen devam etmektedir.Yani bu yaradılma; zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i ilahinin keşfi marifetiyle bu alemde ve her zamanda olmaktadır. Bu itibarla ‘kenz-i mahfiden doğar irfanımız’ buyrulması; bizim irfaniyetle olan aydınlığımız, daim zikir uyanıklığı ve Allah’ın mertebelerinin müşahedesinden doğarak, hasıl olup yaratılır, demektir. 
Bu irfaniyet, çok kıymetli, eşsiz bir mücevherdir ki, bu mücevher ancak bahr-ı umman olan kamil bir mürşitte bulunur ve ancak onun irşadıyla zahir olup açığa çıkar. Büyüklerimiz “Hiç bir deniz, mücevherini dalgalarıyla kıyıya atmaz, fakat dalgıcın dalmasını da engellemez.” Demişlerdir. Yani bir mürşid eğer kamil ise, benim irfaniyetim şöyledir, ben kamilim, gelin sizi irşad edeyim gibi sözler söylemez. Kemalat ve marifetini bu şekilde açığa vurmaz. Ancak, dalgıcın dalarak denizden mücevher çıkarması gibi, Kamili bulan Allah dertlileri ve talipleri, ona müşküllerini sorar. Kamil de bu suallerin sorulmasını engellemeyip, marifetle o sorulara cevap verir. Ki, müşkülleri cevaplandığı nispette dertliler ve talipler aydınlanarak, tevhid-i hakiki irfaniyet mücevherine mazhar olup arif ve kamil bir insan olurlar. İşte bu irfaniyetten mahrum olanlar, kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan ilahi sevgiliyi asla göremeyip ehl-i kemalin esrarına.yani sırr-ı irfaniyetine ulaşamadıklarından ‘Nice keşfolur bizim esrarımız’,yani Kamil’in irşadına mazhar olmayanlar, Arif’lerin sırrını nasıl bilebilir buyruluyor.  
‘Şeş cihetten görünür dildarımız’ sözünün manası ise; Bahr-ı umman olan mürşid-i kamilin irşadıyla gönlümüzdeki ilahi sevgiliyi, bütün yönlerden ve cümle tecellide müşahede ederiz, görürüz, demektir.

Cümle esvat-ı huruf noktasıyız
Mevc-i derya katreler ummanıyız
Gökteki necm ü kamer envarıyız
Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız

Hazreti Ali (kv) “Sırr-ı ilahi, cümle peygamberlere inen kitaplarda mevcuttur. Kitaplardaki esrar Kur’an’da mevcuttur, Kur’an’ın esrarı Fatiha suresinde mevcuttur, Fatihanın esrarı Besmelede mevcuttur, Besmelenin esrarı “B” harfindedir “B” harfinin esrarı ise B harfinin altındaki noktadadır. İşte o nokta benim. İlim bir nokta idi, cahiller onu çoğalttı.” buyurmuştur. Eski Arap alfabesinde B harfi, altında bir nokta ile ifade edilir. Arap alfabesindeki diğer bir çok harfler noktalıdır. Kimi bir nokta, kimi iki nokta, kimi üç nokta, kimi içinde nokta, kimi dışında nokta vb. Velhasıl nokta olmazsa hiç bir harf okunmaz. Cümle harfler noktasına göre, bir ses olup Ahenkleşerek harf olur. Arap alfabesindeki nokta, Arapça rakamlarda ise sıfırdır. Sıfır, hiçlik ve yokluk ifade eder.
İşte nasıl ki bir nokta; sıfır, yani varlığı olmadığı halde cümle harflere ses ve ahenk vererek onların okunmasını sağlıyorsa, Allah’ın sırrı da, kendi nispet varlığı olmayan insan-ı kamil tarafından bilinir ve okutulur. İnsan-ı kamil, mevcuttaki Hakk’ın tecellilerini müşahede ederek arif olandır, ki o her bir surette, her bir tecellide Rabbini gören kuldur. O, insanın yaradılışının yüce gayesine, fenafillah ve bekabillah marifet ve kemalatıyla ulaşmıştır. İşte bu kemalat mazhariyetiyle Hz. Ali “Ben ‘B’ nin altındaki noktayım.” Buyurmuştur. Bugün dahi insan-ı kamilin kemalat ve marifetine her kim mazharsa, o noktadır, ve ancak o insan-ı kamil, cümle tecellide Rabbini görerek tanır ve tanıtır. Böylece noktanın cümle harflere ses vermesi gibi, kamil insan da marifetiyle cümle tecellilerin ahengi olur. Çünkü insan-ı kamil, eşya dediğimiz cümle varlıkta Rabbine kavuşmuş olup, Rabbini her tecellisinde görüp tanımasıyla, cümle eşyanın yegane ahengidir, vesselam.
İnsan-ı kamil, aynı zamanda cümle alemlerin de ruhudur. Nasıl ki kulun bedenini ayakta tutan, ona renk, ahenk veren can ise; bedenden canın ayrılmasıyla bedenin rengi ve ahengi kalmayıp çürümesi gibi insan-ı kamil, bu alemde olduğu müddetçe kıyamet kopmaz, ancak yeryüzünde insan-ı kamil kalmayınca o zaman kıyamet kopar ve cümle alem dağılarak ahenk bozulur. Çünkü insan-ı kamil, bu alemdeki cümle varlığın yaradılışının yüce gayesi olduğundan, her şey denilen cümle varlık, bu yüce gaye içindir. Yüce gaye olan insan-ı kamil bu alemde var oldukça, bu alem de onunla birlikte var olur. Bu itibarla kudsi hadiste Cenab-ı Hak “Her şey insan içindir, insan ise benim içindir.” buyurmuştur. Bunu beyanla zamanın insan-ı kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Cümle harflere, tecellilere ses, ahenk veren noktayız.’ diyor.
‘Mevc-i derya, katreler ummanıyız’ sözü ise: Denizin dalgasındaki damla gibiyiz, fakat bizim damlalığımızda büyük deniz, okyanus mevcuttur, demektir. İnsan-ı kamil unsur beden itibariyle bir çok varlıktan çok küçük olup, bu alemde bir damla gibidir. Fakat insan-ı kamil, fenafillah irfaniyetiyle yokluğa ulaşıp, bekabillah kemal-i tecellisine mazhar olduğundan, bu mazharıyetiyle cümle alemleri ve varlıkları kuşatan büyük denizdir. Onun kulluğu, cemiyet-i ilahiyi ve cemiyet-i Muhammedi’yi gönlünde toplayıp cem eden ademiyet kemalatıdır. Bu, aynı deniz damlasının kendine ait varlığı olmayıp da, denizin ve dalganın o damlada zahir olup gözükmesi gibidir.
‘Gökteki necm ü kamer envarıyız’ demek ise şöyledir: Hadis-i şerifte “Alimler gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyar iseniz doğru yola girersiniz.” buyrulur. Bu itibarla ay ve yıldızlar ışığıyla, nasıl ki gecenin karanlığını nurlandırıp aydınlatarak, gece yolculara yol gösterip menzillerine ulaşmalarını sağlıyorsa, ehl-i kemal de cehalet karanlığındakileri kemalat ve marifetle aydınlatıp onları irşad ederek yol gösterirler, ve kulun insan-ı kamil menziline ulaşmasını sağlar, demektir.
‘Şems-i sırda kevkebin ziyasıyız’ sözüne gelince: Şems, güneş demektir. Kevkeb ise yıldız demektir. Güneş, Cenab-ı Hakk’ı, kevkeb ise insan-ı kamili remzeder. Nasıl ki yıldızın ziyası / ışığı kendinden olmayıp güneşin ışığını yansıtıyor ise, insan-ı kamilin irfaniyet ve kemalatı da kendinden olmayıp, Hakk’ın ona lütuf ve ihsanıdır. İşte kamil insan, Rabbin lütfu olan bu mazhariyetiyle halkı irşad ederek aydınlatır. Bunu beyanla mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Bizim irşadımızda zahir olan marifet, güneş ışığının yıldızdaki parlaması gibi, Hakk’ın hidayetle olan ihsanı ve lütfudur.’ diyor.

‘Fakr u fahri’ devletinin fahriyiz
Fahr-i tammın izzetin sultanıyız
Cümle mevcud-ı vücudun varıyız

Talibi’yle yad olur elkabımız


Hazreti Peygamber Efendimiz üç defa tekrarlayarak “Fakirlik benim iftiharımdır” buyurmuştur. Birinci fakirlik nispet-i ef’al itibariyledir; ikinci fakirlik nispet-i sıfat itibariyledir; üçüncü fakirlik ise nispet-i vücud itibariyledir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hz. Peygamber Efendimizin iftihar edip, övündüğü bu fakirliği meslek-i Resul-ü Melamiyyede fenafillah makam ve devletiyle bulduk ve bu fakirlikle, yoklukla iftihar ediyoruz.’ diyor. Ve devamla, alemlerin iftiharı olan Hz. Resulullah Efendimizin övünüp, iftihar ettiği fakirlik; bizim en yüce makamımız olup, biz o fena / yokluk fakirliği olan kullukla, sultanız. Fakat cümle varlıkta tecelli-yi ef’al, tecelli-yi sıfat ve tecelli-yi zatıyla mevcut olan Cenab-ı Hak, kemaliyle, bizim fakirlik olan kulluğumuzda zahir olur, buyurarak hakikatteki kimliğini açıklıyor ve ‘Halk ise beni, ancak Talibi lakabımla, yani isim ve suretimle tanır.’ diyor.

Hiç yorum yok: