12 Eylül 2011 Pazartesi

Bu aklın maverasından ki nurdan bir saray gördüm

Bu aklın maverasından ki nurdan bir saray gördüm
İki alemde misli yok ki dünya ile ukbadan

Daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildi ki, üç türlü akıl vardır: Bir, akl-ı maaş, bu akıl dünyaya taalluk eder. İki, akl-ı mead ki ukbaya yani ahirete taalluk eder. Cehennemden nefsinin halasını ister ve cennetin nimetlerine mazhariyet arar. Üç, akl-ı kül yani aklı kamil’dir ki, Hakk’a vasıl olan akıldır. Bu akla mazhar olan Allah’tan gayrı görmez. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Aklın maverasında, yani akl-ı maaşın ve akl-ı mead anlayışlarının eremedikleri bir irfaniyete, keyfiyete ulaştım. İki alemin, yani dünya ve ahiretin nimetleriyle mukayese edilemeyip, nurdan bir saray olan makam-ı insana mazhar olup onu gördüm, yani insan-ı kamil mertebesine ulaştım.” diyor.

Nazar ettim ona, gördüm dışında mana-yı hikmet
İçinde türlü ni’met var gelir daim müheyyadan

‘Dışında mana-yı hikmet gördüm’ demek şöyledir: Allah, sıfat tecellisiyle mutlak ve batındır, esma ve ef’al tecellisiyle ise zahir ve mukayyettir. Bu itibarla, zahir olan her şey, yani mukayyet olan suretler, batın olan sıfat tecellisiyle zahir olup, açığa çıkar. Müheyya, hazır olandır; dış, açık/zahir olandır; iç ise batındır.
Ehl-i kemal, bu tecellileri meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle tanıdığından, dışa, yani zahire de baksa, mana ve hikmet görür, yani her suretin mukayyet bir teklikle açığa çıktığını müşahede eder. Çünkü hiç bir suret diğerine benzemez. İçe, yani batına baktığında ise, cümle suretlerin müheyyadan, yani hazır, mevcut ve batın olan Hakk’ın mutlakıyetinden zahir olup, meydana geldiğini görüp müşahede eder. Vesselam.

Onun aşıkları nakşi okurlar ders-i maşuku
İçerler came-i aşkı şarab-ı layezaliden

‘Aşıkları nakşi okur ders-i maşuku’ demek; meratib-i insan mazhariyetiyle kamil insan olanların; aynen nakış yapan nakkaşın, nakışın her bir düğüm ve ilmeğine arif ve vakıf olması gibi, zahir ve batın olan her tecellide Hakk’ı tanıması ve arif olması demektir. İşte bu nurdan saray olan insan-ı kamil müşahedesine ulaşanlar, layezal şaraptan içip de mest olurlar. Yani bitip tükenmez ilahi aşka mensup olup da o aşk mazhariyetiyle sarhoş olup, ebediyen zevklenirler.

Onun ismi hakikattir ki  masivadan ol paktır
Ona giren lamuhaftır ne kim ula ve uhradan

Kur’an-ı Kerim’de “O gün geldiğinde siz üç sınıfa ayrılacaksınız. Biri uğurlulardır. (Ashabı meymene) Uğurlular ne iyi haldedir. Diğeri uğursuzlar (Ashabı meş’eme). Uğursuzlar ne kötü haldedir. Ve (sabikun) ileri gidenler, hedefe varanlardır. İşte (mukarribun) Allah’a yakın olanlar onlardır” (Vakıa, 7-11) buyruluyor. İşte bunlar bu alem-i şahadette, yani imtihan aleminde cümle insanların elde ettiği vasıflardır ki, bunların biri uğursuz, yani ehli günahtır. İkincisi, uğurlu yani sevap ehlidir. Üçüncüsü ise, yaratılışının yüce gayesi olan hedefe varıp da açık ve gizli şirkten makamat-ı tevhid irfaniyetiyle arınmış, kendinin ve alemin mevcudiyetinde Rabbine kavuşmuş olan hakikat ehilleridir. Ki, onlarda gayriyet, masiva olmaz.
Bu gibi Allah’ın veli kulları hakkında Kur’an’da “Haberiniz olsun ki Allah’ın dostları için hiç bir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” (Yunus, 62) buyruluyor. İşte dünya ehlinin, dünya nimetlerinden mahrumiyet korkusu, ahiret ehlinin cennet nimetlerinden nefsini lezzetlendirememe endişe ve korkusu, ehl-i hakikat olanlarda bulunur mu? Bulunmaz. Çünkü bu endişeler, masiva, gayriyet icap eder ki, ehl-i hakikat gayriyetten arındığı için böyle korku ve endişelerden muaf olup, onlar hakikat şehrinde Rabbi ile vuslat keyfiyetiyle yaşarlar, vesselam.

Onun zerrin libasından giyer uşşakları her an

Göremez haşa a’malar müberradır bu esmadan


Hak aşıkları, hakikat şehrinde yaşadıklarından, onlar hep Hak’ladırlar. Onların elbiseleri, altın gibi kıymetli olan kemalat, marifet elbisesidir. Çünkü altın her zamanda her ülkede değerini muhafaza eder. Ehl-i aşkın marifeti de, altın gibi cümle alemlerde geçerli olduğundan kıymet ve değerine paha biçilmez. İşte cehaletle her bir esma ve suretin nispet vücudunu var zannederek, Hakk’ın kendindeki ve cümle varlıktaki mevcudiyetinden gaflet eden, Hakk’ın gafili ve Hakk’ın körü olanlar, bu altın gibi değerli marifet elbisesini giyemezler, onu ancak Hak aşıkları giyer. Demektir. 



Çün esamada kalan kimse ne bilsin ol müsemmadan
Bakar gözü görür suret haber bilmez muammadan

Esmada kalan kimse ‘bu alemde Allah, esmaları ile zuhur eder, fakat müsemma olan zat-ı ilahi ise mevhumdur’ anlayış ve itikadında olan ehl-i tarikat ve ehli zahirdir. Bunlar bu itikatta olmakla beraber, bazı esmaları halka olup zikrederler veya sayı ile tesbih ederler ve bu esmaların tesiri ile hallenirler. İşte bu hallerini de, kulluğun yüce kemali olduğunu zannederler. Halbuki Cenab-ı Hak, bu alemde esmalarıyla zuhur ettiği gibi, müsemma olan zatı ile de zahir ve mevcuttur. Kulluğun kemali ise, cümle esmanın müsemması olup, her bir tecellide zahir ve mevcut olan zat-ı ilahiye vuslat etmesidir. Bu itibarla ehl-i esma olan kimse, müsemma olan zat-ı ilahiyi mevhum zannettiğinden, cümle esmada mevcut ve zahir olan müsemmayı göremez. Çünkü onun müsemma olan Hakk’ın zatına arif ve vasıl olabilmesi için, zikr-i daim uyanıklığıyla meratib-i tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olması gerekir. Bunu beyanla “Esmada kalan kimsenin gözü bakar, eşya ve suret görür, müsemmadan, yani cümle suretlerin aslı, hakikati olan zat-ı ilahiye vasıl olmadığı için müşkül içinde kalıp, bu muammayı çözemez.” demektir.

Bu bir sahra-yı vahdettir ona herkes ayak basmaz
Sanır mısın sen ey Fehmi bilir herkes bu ahfadan

Sahra-yı vahdet, Hakk’ın sonsuz birliği, sınırsız-hudutsuz vahdetidir. Bu vahdete ancak zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle ulaşılır. Başka türlü bu sahra-yı vahdete ayak basmak mümkün değildir. Onun için, Hakk’ın bu eşyadaki ve cümle varlıktaki ahfasına / gizliliğine ancak makamat-ı tevhidin müşahedesine ulaşan ehl-i kemal ve ehl-i irfan vakıf olur. Herkes bu eşyadaki Hakk’ın gizliliğine / ahfasına arif ve vakıf olamaz, demektir. Allahualem.

Hiç yorum yok: