10 Eylül 2011 Cumartesi

Bu alem mebdei sensin evvelsin ya Rasulallah

Bu alem mebdei sensin evvelsin ya Rasulallah
Nübüvvet hatemi sensin ahirsin ya Rasulallah

Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Resulullah (sav) Efendimiz’in vücudu üçtür: Birincisi vücud-u unsuru; yani beden, beşer vücududur. İkincisi, vücud-u misali, ki rüyada görülendir. Üçüncüsü ise, nur-u vücududur.” diyor. Hadis-i şerifte “Allah evvela bir cevher yarattı, o cevherden de cümle alemleri yarattı.” buyrulmuştur. Ehl-i kemal büyükleri, bu yaratılan ilk cevherin Nur-u Muhammed olduğunu beyan etmişlerdir. Yine Hz. Resulullah Efendimiz “Allah evvela benim nurumu yarattı.” buyurmuştur. İşte bu beyanlardan da anlaşıldığı gibi Cenab-ı Hakk’ın kendi varlığından ilk zuhur-u halkiyeti, Nur-u Muhammed’dir. Allah cümle alemleri Nur-u Muhammed’in tafsili olarak yaratmıştır.
Allah’ın varlığı yani uluhiyet, beş varlıkla zahirdir: Bunlar; zat, sıfat, esma, ef’al ve ahkam varlığıdır. Bu varlıkların kemali, vücud-u Nur-u Muhammed’le zahir olmuştur. Alemler dediğimiz cümle varlıklar, Nur-u Muhammed’den yaratılması itibariyle tafsilat-ı Muhammed’tir, yani Nur-u Muhammed’in detaylanmasıdır. İşte cümle alemlerin evveli, Nur-u Muhammed (sav) olması itibariyle “Bu alemin mebdei / başlangıcı sensin ya Resulullah.” buyruluyor. Kur’an-ı Kerim’deki “O, Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur…” (Ahzab, 40) Beyanına göre ise, Hz. Peygamber Efendimiz, unsur beden vücudu itibariyle, nebilerin, yani peygamberlerin sonuncusu / ahiridir. İşte bu itibarla “Alemin mebdei / başlangıcı ve nübüvvet hatemi yani nebilerin sonuncusu sensin ya Resulullah.” buyruluyor.
Cem’i kurb-i feraizde batınsın Hak olur zahir
Nevafil kurb-i hazrette zahirsin ya Rasulallah
Hz. Pir efendimiz “Hakikat-i ilahiye zattır, hakikat-i Muhammediye sıfattır, hakikat-i Ademiye esmadır.” diyor. Ehl-i kemalin Allah’a yakınlığı ise, iki mertebenin neşesiyledir: Yakınlığın biri, kurb-u feraiz / farz yakınlığıdır ki, seyr-i sülukun cem mertebesi halidir. Bu yakınlık, Hak zahirinde, kul, yani halk ise batında cem müşahedesidir. Yani Allah’ın kulu olan Hz. Peygamber Efendimiz de dahil, yaratılan yani halk olan her ne varsa batın olup, kulun kuvvesinde Hak zahirdir. Bu makamın hal-i neşesinde, salikin nazarında hep Hak vardır ve daim Hak görür. Diğer yakınlık ise, kurb-u nevafil yakınlığı olup, seyr-i sülukun hazret-ül cem mertebesinin hal ve neşesidir.
Hazret varlık demektir ki, bu mertebenin yakınlığı; Cenab-ı Hakk’ın kendi vahid / Bir olan bedeninden, cümle alem-i kesreti yani cümle varlığı yaratarak, halkı zuhura getirip, halkı zahirinde, Hakk’ı batında müşahededir.Bu mertebenin yakınlığı Hakk’ı batın, halk-ı alemi ise zahirinde cemdir.Bu mertebenin müşahedesinde halk zahir olduğu için, hakikat-i Muhammediye ve aynı zamanda ruh-u cemadat (ki topraktır), ruh-u nebatat (ki bitkilerdir), ruh-u hayvan (ki hayvanlardır),  ruh-u insan ve insanlığa ait olan mümin, münafık, kafir vb. cümle huylar ve ahlaklar, melek, şeytan, varlık olan cümle kesret alemi, ve Nur-u Muhammed zahirdir. İşte bu itibarla “Makam-ı hazret-ül cemde, yani nevafil kurb-i hazrette zahirsin, makam-ı cem olan kurb-i feraizde ise batınsın, ya Resulullah.” buyruluyor. Allahualem.

Senin esrar-ı mi’racın fenafillah olan bildi
Bekabillah bulan erdi o zevke ya Rasulallah

Hz. Peygamber Efendimizin miracı ikidir: Biri cismanidir ki, bu cismani olan miraç Kur’an’da “Bütün varlıkların tesbihi o kudretedir ki, kulunu gecenin birinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek/onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir…” (İsra, 1) ayetiyle beyan edilir. Bu, mucize olarak gerçekleşen ve Hz. Peygamber’in  alemleri şereflendirmek için yaptığı miraçtır. Bu miraç sadece ve sadece, yalnızca Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz alemlerin aslı olduğu için, alemler varlıklarını muhtaç olduğu o yüce şahsiyeti görüp, onunla yani Hz. Muhammed (sav)’le şeref bulmak istedikleri için, bu cismani  miraç mucize olarak vukua gelmiştir.
Diğer miraç ise, Hz. Resulullah Efendimizin ruhani miracıdır. Necm Suresindeki “Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın. Böylece vahyetti kuluna vahyettiğini, kalb yalanlamadı gördüğünü.” (Necm, 8-11) “And olsun ki Rabbinin en büyük ayetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 18) Ayetleriyle beyan olunan miraçtır.
İşte Hz. Resulullah’ın bu ruhani miracını, cümle peygamberler yaptığı gibi, cümle insan-ı kamil olan veliler de yaparlar. Çünkü bu ruhani miraç, kulun kendi hakikatine yönelip Rabbine vasıl olması, yani kavuşmasıdır. Her kim ki, kendinin ve  cümle alemin nispet varlığının yokluğunu, makamat-ı tevhidin fenafillah keşfi irfaniyetiyle bilip arif olursa, o kul yine makamat-ı ittihadın müşahedesiyle bekabillaha, yani Hakk’ın ebedi, baki olan varlığına kavuşur ve o daima Hak’la yaşar, hep Hakk’ı görür ve bekabillahla zevklenir. İşte bu fenafillah ve bekabillah kemalat ve marifeti, Hz. Peygamberin ruhani miracı olan mazhariyet olduğundan, Fehmi Efendi Hazretleri “Senin miracının sırrını, fenafillah olan bildi, bekabillah bulan zevkine ulaştı, ya Resulullah.” diyor.

Makam-ı kabe kavseyn’e nebiler hep ayak bastı
‘Ev edna’ sırrına sadr-ı eminsin ya Rasulallah

Kur’an’ın “Kabe kavseyn ev edna / iki yayın beraberliği gibi, belki ondan da yakın.” (Necm, 9) beyanındaki “Kabe kavseyn” seyr-i sülukun cemm-ül cem mertebesidir. Bu mertebenin kemalatı aynı zamanda makam-ı nübüvvet marifeti olması itibariyle, cümle nebiler yani bütün peygamberler bu mertebenin marifetiyle peygamberlik yapmışlardır. Çünkü bu makamın kemalatı, cümle enbiyada mevcuttur.
Aynı ayetteki “ev edna” beyanı ise, makamı ehadiyettir. Bu makam sadece ve sadece Hz. Resulullah Efendimize mahsustur. İster nebi olsun, ister veli olsun, her kim olursa olsun, bir kul bu makama ancak Hz. Resulullah Efendimizin müsaadeleriyle, teberrüken dahil olur. Bu itibarla ‘Kabe kavseyne’ nebiler hep ayak bastı ‘Ev edna’ sırrına ancak sen sadr-ı eminsin, yani ‘ev edna’ (ki makamı ehadiyet) senin özel makamındır, ya Resulullah.” demektir.

Sen ol bir şah-ı kevneynsin kamu kullar sana muhtaç
‘Samed’ ismine mazharsın şefi’sin ya Rasulallah

Bu dünya alemi, ahiret alemi ve bütün alemler, varlıklarını Hz. Resulullah Efendimize muhtaçtırlar. Çünkü kudsi hadiste “Sen olmasaydın, sen olmasaydın felekleri yaratmazdım / halketmezdim.” buyrulmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz, vücud-u nur-u Muhammed’le unsur yani suret aleminin evveli olup, cümle varlıklar vücud-u Nur-u Muhammed’den halk olmuştur. Mana alemi, yani kulun makam-ı insanla halkiyeti ise, Nur-u Muhammed mazhariyetiyle başlayıp, vücud-u Nur-u Muhammed’e ulaşmasıyla kemal bulur. Çünkü Hz. Resulullah “Allah beni nurundan, müminleri de benim nurumdan halk etti.” buyurmuştur. İşte Cenab-ı Hakk’ın kudsi hadisteki Hz. Resulullah’a hitaben iki defa “Sen olmasaydın, sen olmasaydın...” buyurmasındaki hikmet; sen olmasaydın beden varlığımız, yani bu unsur, suretler alemi olmazdı, demektir. İkinci sen olmasaydın hitabı, mana itibariyledir ki, müminin Nur-u Muhammed mazhariyetiyle yaratılışıdır, yani kulun makam-ı insanla halk olup, insan-ı kamil olmasıdır.
Bu itibarla, gerek suret gerek mana aleminde yaratılan cümle kul ve varlıklar, var oluşlarını Hz. Muhammed’e muhtaçtırlar. Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, Muhammedi kulluğa meyledip ona itibar etmesi, Hakk’ın vahdaniyetinde kendi kendisini bildiği halde, halk kesreti içerisinde Muhammedi bir kullukla, kendi bilinmekliğine ve müşahedesine muhabbet etmesindendir. Bunun için Allah, cümle alemleri yarattı ve yarattıklarından sadece Hz. Muhammed olan zuhuruna, halkiyetine habibim / sevgilim dedi. Bu itibarla cümle varlıklar, var oluşlarını Cenab-ı Hakk’ın habibi/sevgilisi olan Hz. Muhammed kulluğuyla bilinip müşahede edilmek muhabbetine / aşkına muhtaçtırlar ki,
Süleyman Çelebi Hazretlerinin Mevlid-i Şerif’inde:

Gel habibim sana aşık olmuşam
Cümle halkı sana ata kılmışam

buyrulur. Hz. Peygamber Efendimiz peygamberlerin sonuncusu olup, kendisinin bu alemde unsur vücudu ve peygamberlikle zuhurundan, kıyamete kadar yaşamış, yaşayan ve yaşayacak olan tüm insanlık, O’nun ümmetidir. Yani ümmet-i Muhammed’dir. Hz. Peygamber Efendimiz, İslam dininin zahir ve batın tebliğ ve irşadıyla, cümle ümmet-i Muhammed’i günah, şirk, isyan, küfür vb. hastalıklardan kurtarıp şifa dağıtmış ve dağıtmaktadır. Kur’an’da “Onlar için dua et, çünkü senin duan onlar için bir sükunettir / güvendir.” (Tevbe, 103) buyrulur.
İşte Hz. Peygamber Efendimiz, bu ve benzeri ayetlerdeki beyanlardan da anlaşıldığı gibi şefaatin mazharı olup, dünyada şifa dağıtmaktadır. Ahiret aleminde de şifa dağıtacaktır. Bu itibarla şah-ı kevneyndir, yani dünya ve ahiretin sultanıdır. Çünkü bu dünyada ümmet-i Muhammed onun tebliğ ve irşadıyla şifa bulur, ahirette ise Hz. Adem’den kıyamete kadar gelmiş geçmiş tüm insanlık O’nun şefaatiyle şifa bulup istifade eder.
Samed, Allah’ın isimlerindendir, yani esma-yı hüsnadandır. Samed tecellisi, muhtaç olanların ihtiyaçlarını arz ettikleri ve ihtiyaçlarını giderdikleri Hakk’ın zuhurudur. İşte Hz. Resulullah, Samed isminin mazharı olması itibariyle tüm insanlığa ve cümle kullara yukarıda beyan edildiği gibi şifa dağıtır. Allahualem.

Makam-ı Mahmud’un sırrın sana bahşeyledi Allah
Reis-i enbiya sensin imamsın ya Rasulallah

Kur’an-ı Kerim’de “Sana mahsus / özgü bir ibadet olarak gecenin bir kısmında o Kur’an ile teheccüd kıl / uyanık ol. Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama / Makam-ı Mahmud’a ulaştırır.” (İsra, 79) buyrulmuştur. Bu ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Makam-ı Mahmud, yalnız Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan bir makamdır. Yani Hz. Resulullah Efendimizin, makam-ı ehadiyet mazhariyetiyle övülüp Mahmud ismini almasıdır. Cenab-ı Hak, bu mertebeyi yarattıklarının içinde sadece ve sadece Hz. Resulullah Efendimize ihsan, ikram ve bahşetmiştir. Cümle peygamberler, Resulullah Efendimize mahsus olan bu Makam-ı Mahmud’a Hz. Resulullah’ın izniyle teberrüken dahil olup, Hz. Resulullah’ı Makam-ı Mahmud marifet ve zevkiyle ziyaret etmişlerdir. İşte Hz.Fahr-i Kainat Efendimiz, Hakk’ın yalnız O’na bahşettiği bu makam-ı Mahmud mazhariyetiyle, cümle enbiyanın, peygamberlerin imam ve reisi olup, şah-ı enbiyadır.

Sen ol bahr-ı hakayıktan çıkan bir dürr-i yektasın
Sarraflar kıymetin takdir edemez ya Rasulallah

Dürr-i yekta, eşsiz, paha biçilemeyen mücevher demektir. ‘Sarraflar kıymetini takdir edemez’ demek ise; cümle sarrafların sermayeleri, o eşsiz mücevheri satın almaya yetmez, demektir. Mana ve hikmet itibariyle: “Ya Rasulullah sen, Cenab-ı Hakk’ın zat mevcudiyetinden zuhura gelmiş öyle bir kemalatsın, öyle bir şahs-ı kamil-i mücevhersin ki, senin zuhurundaki kulluğunun kemal-i marifetine muhtaç olmayan yoktur. Cümle mana aleminin sarrafı olan ehl-i kemal ve ilim-irfan ehli, senin kemalatın karşısında aciz kalıp, senin marifetinin hudut ve sınırına erişemeyip bitiyor.” demektir. 
Bu mevzuda Yunus Emre Hazretleri: “Çulhalar dokumadı, terziler dikemedi, donunu Muhammedin.” buyurmuştur. Velhasıl, bütün insanlık Muhammedileştiği nispette insandır ve Allah’a kuldur. Bu itibarla “Ya Resulullah, kimse senin zuhur-u kemaline hudut çizemez ve seni takdir edemez. Hiç bir kulun ilmi, irfaniyeti, senin marifet ve kemalatının sınırlarına ulaşamaz.” buyruluyor.

Ol bahr-ı ilmin emvacı yedi kat gökleri aştı
Ol sahra-yı ama’nın Anka’sısın ya Rasulallah
Kur’an’daki “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an-ı indirdik.” (Hicr, 87) beyanının mazhariyetiyle, Hakk’ın zat-ı ehadiyetinin zuhuru olan yedi kat göklerin, yani yedi meratib-i ilahinin hudutsuz tecellilerinin mahiyetine, ancak senin kemalat ve marifetin ulaşır. Senin şahsında zahir olan kulluk ancak, o ilahi tecelliler sahrasına ve sonsuzluğuna uçup yükselir, ya Resulullah, demektir.

Sen ol mahbub-u hazretsin seni vasfedemez Fehmi
Sen ol mahzen-i hikmetsin hakimsin ya Rasulallah

Kur’an’da “Hikmeti kime dilerse ona verir, kime de hikmet verilirse muhakkak ki ona çok hayır verilmiştir. Gönül / kalb sahiplerinden başkası düşünüp anlayamaz.” (Bakara, 269) buyruluyor.
Hikmet, Allah’ın mevcuttaki cümle tecellilerini birbirine karıştırmadan, yerli yerinde müşahede ihsanına kulun mazhar olmasıdır. İşte ehl-i hikmet ve mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Sen, Cenab-ı Hakk’ın mahbubu, sevgilisisin, seni ben nasıl tarif edebilirim ki? Ben seni vasfetmekten acizim.” Diyor ve devamla “Sen ilm-i hikmetin kemaline mazhar olan bir şahsiyetsin. Ehl-i kemal ve ehl-i irfanda hakim olan ilahi tecelliyi yerli yerinde görme hikmeti, senin marifet ve kemalatındır. Çünkü cümle ehl-i hikmette Nur-u Muhammed zuhuruyla sen hakimsin, ya Resulullah.” buyuruyor.
Batılı bir düşünür, Şeyh-ül Ekber Muhiddin Arabi Hazretlerinin eserlerini okur ve Şeyh-ül Ekber’i severmiş. Fakat bu şahıs “Hz. Muhammed’in bir kitabı, yani Kur’an’ı var, Muhiddin Arabi’nin ise, 600 küsur kitabı olmasına rağmen Şeyh-ül Ekber, ne zaman Hz. Muhammed’den ve kitabı olan Kur’an’dan bahsetse, kaybolup yok oluyor. Şeyh-ül Ekber’in bunlar karşısında niçin kaybolup, yok olduğunu bir türlü anlayamadım.” diyor.
İşte Hz. Resulullah Efendimiz, cümle arif, kamil, hikmet ehillerinin ve pirlerin hakimidir. Onlar bu hakimiyetle şeref bulur, yücelirler ve o hakimiyette yok olurlar, vesselam.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

Hiç yorum yok: