12 Eylül 2011 Pazartesi

Hayvanlığı terk etmeden insanlık arzularsın

Hayvanlığı terk etmeden insanlık arzularsın
Rüşd-i Hakk’a ermeden Mevla ’yı arzularsın
                 
Hayvan, nefsinin tabiattan aldığı lezzetle yaşayan demektir. Onun yaşamı yemek, içmek, yavrularını doyurup sevmek, karşı cinse muhabbet etmek, yaradılışına uygun mutedil iklim aramak vb. den ibarettir. Her insanda bu hayvani hasletler vardır; yani yer içer, çoluk çocuğunu, ailesini sevip istikbalini düşünür, karşı cinse muhabbet eder, soğuktan ve sıcaktan etkilenir.
İşte bir kimse, tabiattan aldığı hayvani lezzetleri, yaptığı kulluk ve ibadetlerinin karşılığı olarak ahirette de bekler de bu halini kulluğunun gayesi olarak anlarsa, bu kimse mazhar olduğu hayvaniyetle insanlığını sınırlamış olur. Halbuki kişinin mazhar olduğu bu hayvani hasletlerinden başka, insani yönü vardır. Kul insan olmak itibarıyla iman eder, bir lisanla konuşur, aklı ile ilim tahsil eder ve terakki ederek, yaradılışının yüce gayesi olan Mevla’sına kavuşur. Bu da ancak kulun, zikr-i daim ve meratib-i ilahi irşadıyla Hakk’a arif olup, insan-ı kamil olmasıyla mümkündür. Bu itibarla kulluğunun gayesini hayvani lezzetlerle kayıtlayan kimselere hitaben “Hayvanlığı terk etmeden kamil bir insan olmayı arzularsın. Meratib-i ilahi keşfi irfaniyetiyle irşad olmadan, Mevla’ya yani dost olan Hakk’a kavuşmayı arzularsın.” buyruluyor.

Taklidi terk etmeden hem tahkike ermeden
Sırr-ı Kur’an bilmeden irfanlık arzularsın

İmam-ı Gazali Hazretleri “İman üçtür. Bunlar; iman-ı taklit, iman-ı istidlal/delilli iman, iman-ı tahkik / hakiki imandır.” buyurmuştur. Îman-ı taklit; anamızdan, babamızdan, hocamızdan duyduklarımıza takliden iman etmektir. Îman-ı istidlal, yani delilli iman ise; anadan, babadan ve hocadan duyduklarını taklitle yetinmeyip Cenab-ı Hakk’ın varlığına deliller bularak, Hakk’ın bu alemdeki eserlerini, bazı esma ve sıfatlarını delil yaparak iman etmektir. Îman-ı tahkik, yani hakiki iman ise; Hakk’ın mevcuttaki ef’al, sıfat, zat tecellilerinin müşahedesinden hasıl olan imandır.
Sırr-ı Kur’an ise, tahkiki imana ulaşmış olan kamil insandır. Yine İmam-ı Gazali Hazretleri “Kur’an’ın sırrı şudur ki, Kur’an’ı nereden okursanız okuyun ya Allah’ın zatından, ya sıfatlarından, ya da ef’alinden bahseder.” diyor. İşte kamil insan, tahkik imana ulaşmış olmakla aynı zamanda Kur’an’ın sırrıdır. Bir kimse taklit ve istidlal imandan tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat makamlarının keşfi irfaniyetiyle tahkike, yani hakiki imana yükselemezse, Kur’an sırrı olan irfaniyetten mahrum olur.
Bunu beyanla “Taklidi terk etmeden, tahkike ermeden Kur’an’ın sırrı olan irfaniyeti arzularsın.” buyruluyor.

Sermayesiz bezirgan karı olmaz bir zaman

Ne sergin var ne dükkan zenginlik arzularsın


Sermayesiz bezirgan, sermayesi olmayan tüccar demektir. Tüccar olanın, yani ticaret yapanın mutlaka sermayesi vardır ki, o sermaye ile sergi, dükkan açarak kar eder. Hz. Ebubekir “Hamd Allah’a mahsustur ki, Allah kula kendi acziyetini / yokluğunu itiraftan başka bir yol vermedi.” buyurmuştur. Hadis-i kudside ise “Ey kulum! Sen yok olmadıkça bana kavuşamazsın…” buyrulur. Bu itibarla kulun sermayesi yokluğudur. Bir kul, ancak kendinin ve cümle alemin nispet yokluğuna arif olmakla, Hakk’ın kemal tecellisine mazhar olur. Yani, yokluk sermayesiyle Rabbine vuslat kemaline ulaşmış olur ki, mazhar olduğu bu marifet ve kemalat zenginliğiyle kul sergi ve dükkan açar. Yani başkalarını irşad ederek aydınlatır. İşte bunu beyanla “nispet varlığını fena etmeyen kimse, sermayesiz tüccar gibi olup, sergisi ve dükkanı olmaz, yani kemalatla başkalarını irşad edemez, mürşidlik yapamaz.” demektir.

Kuyuya atılmadan kervana katılmadan

Kul olup satılmadan sultanlık arzularsın


Hz. Yusuf on iki kardeştiler. Babaları Hz. Yakup’un Yusuf’a olan sevgisini diğer kardeşleri kıskanıp, O’nu öldürmeye kastettiler. Sonra öldürmekten vazgeçip yol kenarındaki bir kuyuya attılar. Bir kervan su içmek için kuyuya gelince baktılar ki, kuyuda bir çocuk var. Onu kuyudan çıkardılar ve Yusuf o kervanla Mısır’a gitti. Yusuf’u Mısır kralının sarayına sattılar. Hz. Yusuf sarayda yükseldi ve Mısır’a sultan oldu, vesselam.
Kuyuya atılmak demek; kişinin cehalet kuyusunun karanlığında olmasıdır. Yani kulun yaradılışının yüce gayesinin Rabbine kavuşmak olduğu halde, bu vuslattan mahrum ve mahcupluğudur. Çünkü Cenab-ı Hak: “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık.” (Duhan, 38-39) buyuruyor. Hadis-i kudside ise “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim, halkı yarattım.” diyor.
Hangi kul, bu yaradılış gayesine ulaşmamışsa, cehalet kuyusundadır. Kulun bu kuyudan kurtulması için ariflerin, ehl-i kemalin kervanına yani arifler meclisini bularak onlara karışması gerekir. Kur’an-ı Kerim’de “Ey iman edenler, Allah’tan korkun O’na ulaşmak / kavuşmak isterseniz bir vesile arayın. O’nun yolunda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35) buyrulur. Muhiddin Arabi Hazretleri, bu ayetteki ‘vesile’den maksadın, kamil mürşid olduğunu beyan etmiştir.
Kul olup satılmaktan maksat, köle olmaktır. Yani mürşid-i kamilin irşadıyla kulun fenafillaha ermesidir. Sultanlık ise, kulun yokluğuyla mazhar olduğu kemalat ve marifet zenginliğidir. Velhasıl kişi kendi noksanlığını ve cehaletini anlayıp, zamanın ariflerinin ve ehl-i kemalin kervanına katılıp da mürşid-i kamilin irşadıyla fenafillah keşfine ermezse, bekabillah kemalat ve marifetinin sultanlığına ulaşamaz, demektir.
     

Talibi evrad ile bir keçe külah ile

Hemen bir hırka ile hilafet arzularsın

Kamil olmayan, bazı nakıs / eksik mürşidler, eski tekkelerdeki geleneği devam ettirerek fazla ibadetler ve tesbihatla meşgul olup, taç, takke, külah, hırka vb. özel kıyafetler giyerler. Böyle şekil ve kıyafetlere bürünmeyi de bir kemalat zannederek, kendisi irşada muhtaç olduğu halde, başkalarını irşad etmeye kalkarlar. Bazıları da, bir şekilde elde ettiği tarifname, icazet gibi şeylere sahip olmayı marifet ve kemalat zannedip, kendisi irşada muhtaç olduğu halde, başkalarına mürşitlik yaparlar. Böylelerin ve benzerlerinin bu hal ve davranışları asla kemalat ve irfaniyetle alakalı olmadığı gibi, bunların faaliyetleri kesinlikle mürşid-i kamil faaliyet ve irşadı değildir.
Kamil mürşid, mekteb-i irfanda makamat-ı tevhid müşahedesi ve irfaniyetine mazhar olmuş olan insan-ı kamildir. Hilafet ise; her zaman mevcut olan insan-ı kamilin irşad devamlılığı olup, bu irşadcılık, yani mürşidlik ve halifelik manevidir, batıni yöndendir ki, kulun nefsinde mevcut olan Rabbine kavuşmasının irşadıdır. İşte insan-ı kamil, mazhar olduğu makamat-ı tevhid irfaniyetiyle Hak taliplerini irşad ve aydınlatma devamlılığıyla halife olup, mürşitlik yapar. Kamil mürşid, her zamanda mevcut olup, mazhar olduğu irfaniyet ve kemalatı aktararak etrafını aydınlatır.
Bir zamanlar Rumeli’de birisi, tekkenin mürşidi tarafından halife tayin edilerek irşadla görevlendirilir. Görevlendirilen kişi mürşidine: ‘Efendim, ben henüz arif olamadım. Başkalarını nasıl irşad ederim?’ diyor. Mürşidinin; edersin edersin, demesine rağmen, o başkalarını irşada yanaşmıyor. İnsaf ederek halife tayin edildiği halde, kendisine gelenlere mürşidlik yapmıyor. Bu itibarla bir kimse, bir şekilde ele geçirdiği icazet, diploma, tarifname vb. ile, halifeyim diyerek mürşidlik yaparsa, onun irşadından kemalat ve irfaniyet hasıl olmaz. Fazla ibadet yapıp, rakamla şu kadar bu kadar tesbih çekmekle, sarık sarmakla, tac-hırka-külah giymekle kamil bir mürşid olunmaz. İrşad, mürşidin icazeti, sakalı, takkesi, hırkasıyla olmayıp, mürşidlik eğer varsa, irfaniyet ve kemalatla yapılır. Böyle bir kamil, irşad devamlılığını sağladığından kendisinden önceki kamilin batıni yönden halifesi olur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, nakıs / eksik, kamil olmayan mürşidlere hitaben “Bazı virdlerle meşgul olup icazete sahip olmakla, keçe-külah-hırka gibi özel kıyafetleri giymekle kamilin halifesi ve mürşid-i kamil olunmaz.” diyor.

Hiç yorum yok: