10 Eylül 2011 Cumartesi

Nevm-i gaflette olanlar mürde mareler gibi

Nevm-i gaflette olanlar mürde mareler gibi
Kördür  onun gönlü gözü çeşm-i amalar gibi

Üç türlü kalb vardır: Birincisi ölü kalbdir. Kalbi ölü olan kimse, Allah’tan, peygamberden habersiz olup, harama, helale bakmadan nefsinin bu tabiattan aldığı hayvani lezzetler peşinde yaşar. Böyleleri için Kur’an-ı Kerim’de “Biz cinlerden ve insanlardan bir çoğunu cehennem için yarattık. Onların kalbleri vardır, onlarla anlamazlar, gözleri vardır onlarla görmezler, kulakları vardır onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibi hatta onlardan da aşağıdırlar. İşte onlar ne yaptıklarını bilmeyenlerdir.” (A’raf, 179) Buyrulmuştur.
İkincisi, hasta kalbdir. Kalbi hasta olan kimse, kulluğunun noksanlığını bilen kimsedir, yani Allah beni O’nu zikredeyim diye, O’nu bulup O’na kavuşayım diye yarattı, fakat ben bunlara ulaşamadım, kemal bir kulluğa eremedim, anlayışında olan kimsedir. Böyle kimselerin gayretleri nispetinde kalbleri hastalıktan kurtulur. Üçüncüsü ise diri kalbdir. Diri kalb, zikr-i daimle gafletten uyanıp, tevhid-i hakiki irfaniyeti ile aydınlanmış olan kalbdir.
Hz. Peygamber Efendimiz “İnsanlar uykudadır, öldükleri zaman uyanırlar.” Buyurunca, ashab sordu: “Ya Resulullah, gafletten kurtulmak için ne yapalım?” Hz. Peygamber “Ölmeden evvel ölünüz. Ölmeden evvel ölmüşlerden birini size göstereyim mi? Ebu Bekir'e bakın, o sizin gibi yer içer, gezer fakat ölmeden evvel ölmüşlerdendir.” Buyurmuştur.
Bir kimseyi gafletten uyandıracak olan, kalbi zikirle hasıl olan zikr-i daimdir. Zikr-i daimle gaflet uykusundan uyanan bir kul, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle ölmeden evvel ölüm sırrına ulaşarak, nispet varlığından kurtulur ve alemlerin Rabbine vasıl olur. Böyle Rabbına kavuşan ise, Alemlerin Rabbinden gayrı görmeyip dünya ve ahiret cümle alemlerde Rabbın ebedi diriliği ile yaşar. Velhasıl zikr-i daimden mahrum olan kimse gaflet uykusunda olduğundan, onun kalbi kördür. Yine Bir kimse Rabbine vuslat edip, zahir ve batın cümle hisleriyle Rabbını görmezse, hakikatte amadır/kördür. Bunu beyanla kalbi, zikr-i daimle gafletten uyanıp, Rabbine vuslat müşahadeyle dirilmemişse, o kul, mürde mare, yani hasta ve ölüdür. onun gönlüde gözüde kördür. Buyruluyor.

Almadı onlar nasihat her muraddan bineva
Kalb-i mahtum bitefekkür aynı mevtalar gibi

Kim ki, bu alemde mürşid-i kamili bulup onun nasihatinden yani zikr-i daimle olan irşadından nasiplenmediyse, onun kalbi Hakk’a kapalı olup, Hakk’ı tefekkür edemez. Çünkü zikr-i daimle uyanmış olan bir kalb, layığı ile Allah’ı tefekkür eder ve ancak o kalbe hidayet yüklü ilham gelir.
Bunu beyanla Kur’an-ı Kerim’de “Şu bir gerçek ki, göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardına gelişinde gönül / kalb ehli için çok ibretler vardır. Gönül / kalb ehli o kişilerdir ki; ayakta, otururken, yatarken hep Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler / tefekkür ederler…” (Al-i İmran, 190-191) buyrulur.
Bu itibarla, her kim ki bu alemde mürşid-i kamilin nasihat ve irşadından nasiplenmemişse, onun kalbinde zikr-i daim uyanıklığı olmaz ve kalbi layıkıyla Allah’ı tefekkür edemez. Allah’ı tefekkür etmeyen bir kalb ise, hidayet ilhamına mahtum, yani kapalı olup, ölü / mevta gibidir.

Ta ezelden bu harabe niceler dayf oldular
Buldular fena nihayet dud-ı semalar gibi

Kur’an-ı Kerim’de “Biz insanı en güzel surette yarattık ve aşağıların aşağısına indirdik. Kim iman eder, güzel işler yaparsa ona hudutsuz ecirler vardır.” (Tin, 4-6) buyrulmuştur. Bu ayette beyan edilen Aşağıların aşağısı ise şöyledir; Bir aşağı alem, bu yeryüzüdür, dünyadır. Diğer aşağı alem ise, kulun unsur bedenidir. İşte bir insan bu yeryüzüne bedenlenerek doğmakla, aşağıların aşağısına indirilmiş olur.
Bu harabe ve ‘aşağıların aşağısı’ olan tabiat alemine, herkes anasından doğarak misafir olarak gelir. Her kim, bu alemde yaradılış gayesine uygun olarak, Muhammedi ahlakla yaşayıp, cehaletle var zannettiği nispet varlıkların yokluğunu keşfeder de fenafillah irfaniyetine ulaşırsa, o‘aşağıların aşağısı’ olan tabiat alemindeki nispet varlık kaydından kurtulur. Böyle bir kimse Hakk’a yükselerek, dud-ı sema, yani ulviyette göklerde uçan kuş gibi olur. Çünkü o kul ruha ulaşır ki, ruha mensup olan ikilikten kurtularak Hakk’a yükselir ve Hak’tan gayrı görmeyip, hep Hakk’ı seyreder. 

Duydu aşıklar kulağı dost visalinden haber
Zar u giryan oldular hep dildar şeydalar gibi

Aşığın gayesi ilahi sevgiliye vuslattır. Aşık, maşukuna yani ilahi sevgiliye kavuşayım diye zikrullah ve fikrullah ile zar ve giryan eder, yani ağlar, inler ve derd-i ilahiyle dertlenir. Ne zaman ki maşuku olan Rabbine vasıl olursa, o zaman da maşukuna vasıl olma sevinç ve neşesiyle zevklenir.
Pir Seyyit Muhammet Nur Hazretleri “Aşk iki türlüdür: Birinde aşık, aşkına karşılık göremez, sever fakat sevilmez, bu aşıklık zordur. Diğerinde ise, aşık aşkına karşılık görür, hem sever hem de sevilir.” diyor. Bu itibarla “Maşukuna kavuşmak için zar u giryan edip inleyen aşık, sevgilisiyle vuslata mazhar olduğu zaman, dildar şeyda, yani vuslat zevk ve neşesiyle şen şakrak olur.” buyruluyor.

Arif olan buldu irfan canına can eyledi
Lem’an etti nur-ı tevhid dürr-i yektalar gibi

Canın can olması demek; kulun kendinin ve cümle alemin yokluğunda Hakk’ın varlığına kavuşmasıdır. Kulun bu hal ve irfaniyetle arif olması, çok kıymetli olup, eşsiz paha biçilemeyen bir mücevher gibidir. İşte arif olanlar, böyle bir kıymetli keyfiyete mazhar olurlar. Onların irfaniyeti, tevhid-i hakiki irfaniyet ve aydınlığından başka bir lem’an, yani pırıltı ve aydınlanma değildir.
Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Dost cemalin görmeye can attılar pervane veş
Kül edip savurdular ol varlığı harman gibi 

Pervane  kendini ışığa, ateşe cesaretle fütursuzca atar ve ateşte yanarak kül olur. İşte arif olanlar da, makamat-ı tevhid müşahedesiyle, kendi nispet varlığını Hakk'ın varlığında cesaretle fena ederek yokluğa ulaşırlar. Yani nispet varlıklarını tevhid-i hakiki irfaniyet ışığında kül edip harman gibi savururlar; dost olan Hakk’ın cemalini görüp de ona kavuşmak için...

İhtiyar-ı mevt edenler buldular vasl u lika
Daldılar ol bahr-ı zata mevc-i deryalar gibi

İhtiyar-ı mevt, kulun hadis-i şerifte buyrulan “Ölmeden evvel ölünüz.” hikmetine mazhar olmasıdır. Her kim, ölmeden evvel ölüm hikmetine ulaşırsa, dalgaların denize kavuşması gibi, Hakk’ın zatına kavuşur. Çünkü dalgalar denizden ayri değildir, dalgaların kendilerine nisbetle vücudu ve varlığı olmaz, dalgaların varlığı denizdir.
Kulun varlığı da zat-ı ilahi denizinin hariç ve gayrisi değildir. Fakat kul cehaletle kendi  varlığını zat-ı ilahiden ayrı zanneder. İşte her kim ki, ihtiyari mevt eder, ölmeden evvel ölürse; o kul, kendi varlığının zat-ı ilahiden gayrı olmadığına arif olur ve zat-ı ilahi denizine dalarak zat-ı ilahiye vuslat eder.Demektir.

Açtılar kanat bekaya ettiler azm-i visal
Sır olup alem gözünden murg-ı Ankalar gibi

Hz. Mevlana “İnsan-ı kamilin bir ayağı yerdedir diğer ayağı ile on sekiz bin alemi gezer.” diyor. Bu itibarla insan-ı kamil’in beşer olmak itibarı ile diğer insanlardan bir farkı olmaz, o cümle beşeri aktivite, faaliyet ve ibadet bakımından her insanla aynıdır. Fakat insan-ı kamilin beşerden, yani diğer insanlardan farkı, irfaniyet ve kemalatıdır. İnsanlar onun bu irfaniyet ve kemalatına vakıf değillerdir. İşte arif ve kamil olan kul, kendinin ve alem-i nisbetin fenası ve yokluğunda Hak’la Hak olmak müşahedesinde olduğundan onun kulluğu bekadır, yani ebediyettir, ölümsüzlüktür.
Bunu beyanla ehl-i kemal, Anka kuşu gibi, zikrullah ve fikrullah kanatlarıyla Hakk’ın beka olan varlığına uçup vasıl olurlar ki, halk-ı alem onların bu hal ve irfaniyetine vakıf olmadığı için, onların kemalatı halk-ı alemden gizlidir, sırdır. Çünkü halk, ehl-i kemalin ancak beşer olan yönünü, yani sabit olan ayağını bilirler. Diğer irfaniyet ve kemalat ayağının seyrinden mahrumdurlar, mahcupturlar.

Yumdular dünyaya gözün masivadan bihaber
Tuttular vahdette mesken ferd ü yektalar gibi

Hz. Pir Efendimiz “Karun gibi nice zengin insan vardır, fakat dünya ehli değildir. Kapı kapı dolaşan, dilenen nice fakirler vardır fakat dünya ehlidir. Peki dünya nedir?  Kulu Hak’tan ayıran her ne ise o, dünyadır.” diyor. Demek ki kulu Rabbinden ayıran her ne varsa o masivadır, dünyadır. Her kim ki zikr-i daim ve makamat-ı tevhid müşahedesine ulaşırsa, Hak’tan gayrı görmez, onda gayriyet kalmadığından gözü dünyaya, masivaya kapalıdır. O mazhar olduğu eşsiz irfan ve kemalatla Hakk’ın Bir’liğinde, vahdette mesken tutar ve hep Hak’la Hak’ta olur.

Hubb-i fillahtır muhabbet dillerinde gayrı yok
Açılmış irfan yüzlerinde gül-i ranalar gibi

Ariflerin ve ehl-i kemalin aşk ve muhabbeti, gayriye olmayıp hep Allah’adır. Sohbetleri ise hep Hak sohbetidir. Onların yanına gidenlere gül gibi kokarlar. Çünkü onlar Nur-u Muhammed mazharıdır. Bu itibarla Hz. Resulullah’ın kokusu gül kokusudur ki, gülü koklamak sünnet olarak kabul edilmiştir.

Fehmi mahremdir hakikat bahrının gavvasıdır
Libas-ı şer’i büründü giydi dibalar gibi

Mürşid-i kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri: “Cümle halk-ı alemde gizli olan Cenab-ı Hakk’ın varlık denizine ben gavvas yani dalgıç olup daldım, hakikatin sırrına ulaştım ve o kemalatla yaşıyorum. İşte benim mürşidliğim, bu kemalatın irşadıdır.” Diyor ve devamla “Ahlak-ı Muhammed (sav) kumaşından yapılmış elbiselerin en güzeli olan Hakk’ın emir ve yasaklarına riayet, yani şeriat elbisesini giyinerek göründüm.” buyuruyor. Allahualem.

Hiç yorum yok: