10 Eylül 2011 Cumartesi

Gönül şehr-i sarayında gözüm gördü dilarayı

Gönül şehr-i sarayında gözüm gördü dilarayı
Nice inkar edem zahid ki gördüm ben o bedrayı

Manevi vücudun özelliği beş olup, bunlar: Hafa, ruh, nefs, kalb ve sırdır. Gönül şehr-i sarayı ise, kalb mertebesinin halidir. Bu makamın müşahedesinde “Ben yerlere ve göklere sığmam ancak mümin kulun kalbine sığarım.” kudsi hadisinde buyrulduğu gibi Allah, mümin kulun kalbine / gönlüne sığar. Kalb, dönücü demektir ki, kalb daima esmalara döner. Çünkü esmaların mahiyeti kalbde zuhur eder ve kalb hep o mahiyetlere döner. Esmaların mahiyeti ise ikidir: Biri, mahiyeti Hak olan isimler, diğeri ise mahiyeti halk olan isimlerdir.

İşte kalb, daima gerek Hakk’a, gerekse halka döner. Bir kul, gönül şehr-i sarayı olan kalb makamının kemalatına mazhar olursa, kalbin daima döndüğü esmaların mahiyetine vakıf olur ve müsemma olan Allah’ı her ismin zuhurunda müşahede eder. Saray, sultanın / padişahın evine denir ki, cümle alemlerin sultanı olan Cenab-ı Hakk’ın sarayı insan-ı kamilin gönlüdür. Böyle kamil bir kul, ancak gönül şehr-i sarayındaki cümle esmada uluhiyetle zahir olan Hakk’ı, yani ilahi sevgiliyi görür. Zahid, kulluğunu fazla ibadet yapmakla ve şekil düzerek ifa ederek, bunu en yüce kemalat zanneden, Hakk’ın mevcuttaki müşahedesinden perdeli ve gafil olan kimsedir.
Bu itibarla insan-ı kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Makam-ı kalb müşahedesiyle,  kalbimin döndüğü cümle esma tecellisinde, ilahi sevgiliyi ayın bedir hali gibi, yani ayın on dördü gibi görüyorum.” diyor ve bu alem-i mevcutta Cenab-ı Hak görünmez diyen zahid kimseye hitaben de “Senin perdeli olduğun ve göremediğin ilahi sevgiliyi ben görüyorum ve gözümün gördüğünü nasıl inkar edeyim...” diyor. Çünkü Hz. Resulullah Efendimiz “Allah, kuluyla arasındaki perdeyi kaldırdı mı bir daha örtmez.” buyurmuştur.

Benim ol aşık-ı berdar benim ol arif-i esrar
Benim ol vasıl-ı didar eden seyran o dergahı

Cenab-ı Hak hadis-i kudside “Talep edene bulunurum, kime bulunur isem onu aşık ederim, kimi aşık edersem onu arif ederim, kimi arif edersem onu vasıl ederim, kimi vasıl edersem onu katlederim, kimi katledersem onun diyeti ben olurum, kimin diyeti olursam onunla benim aramda fark kalmaz.” buyurur.
Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Benim mazhar olduğum ilahi aşk, beni idama götürdü, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hz. Resul’ün buyurduğu ‘ölmeden evvel ölüm’ sırrına ulaştım ve gönül dergahında ilahi sevgiliye kavuşup, vasıl oldum ve gönül dergahımdaki ilahi sevgiliye bakıp daima onu seyrediyorum.” diyor. Allahualem.

Benim ilm-i şuhudumdan hep oldu aciz alimler
Onunçün kaldılar mahcup görünmez derler Allah’ı

İlim ve marifet arasındaki fark şudur: İlim akılla tahsil edilir, marifete ise müşahede ile ulaşılır. Marifete mazhar olan arifte mutlaka ilim vardır, fakat her ilim sahibinde marifet olmaz. Marifete ancak zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle ulaşılır. İşte zikr-i daim ve tevhid-i hakiki marifetinden mahrum olanların bazısı, Cenab-ı Hakk’ı teşbih ederek şahsa, eşyaya veya bir mahluka benzeterek kaydederler ki, bunlar daha ziyade tarikat ve cemaat ehilleridir. Bazıları da Hakk’ı tenzih ederek, bilinmezlik ve görünmezlikle mevhum olarak kaydederler ki, bunlar daha çok ehl-i şeriat ve zahir ilimlerin alimleridir. Bu zahir alimlerin en bilgilisi, bu alemde Allah’ın eserleri mevcut ve zahirdir, fakat Allah mevhumdur, der ve Allah’ı mevhumlukla kaydederler. Bunlardan bazıları ise, Hakk’ın ef’al, esma ve sıfatlarının zahir olduğunu söyler, fakat zat-ı ilahiyi, yani fail, müsemma ve mevsuf olan zatı göremeyip, mevhum zanneder. İşte böyleleri, Cenab-ı Hakk’ın kendisindeki ve cümle alemdeki zuhurundan mahcup, yani perdeli olduklarından Allah  görünmez derler. Çünkü cümle varlıkta Hakk’ı müşahede etmek marifetine, bir kul, ancak zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle ulaşır. Bu itibarla arif ve kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Benim tevhid-i hakiki marifetiyle ulaştığım müşahededen mahrum olan alimler, Hak’tan mahcup / perdeli olduklarından, Allah gözükmez derler.” diyor.

Gerek alim gerek zahid ki bilmez  nefsini tahkik
Onun imanı hep taklit eder inkar “ev edna”yı

Hz. Pir Efendimiz “İman üçtür: Birincisi; iman-ı taklit, ikincisi; iman-ı istidlal / delilli iman, üçüncüsü ise; imanı tahkik / hakiki imandır.” Diyor. İmam-ı Gazali Hazretleri bu üç imanı şöyle misallendirmiştir: “Bir kimseye yolun ilerisinde bulunan karartıyı gösterdiler ve şu karşıda görünen karartı Ahmed’in evidir, içinde Ahmet oturur dediler. O da; ana, baba, öğretmen gibi benim için iyilik düşünüp de kötülük düşünmeyen kişiler bunu söylüyor diye, bu söylenene inanır ve karşıdaki karartıyı Ahmet’in evi olarak kabul eder ve şu karşıdaki karartı Ahmet’in evidir, der. İşte bu iman taklittir. İkinci kişiye de aynı şeyleri söylerler, o da söyleyenlerin iyi niyetli olduklarını görür. Fakat ya karartı başka bir şey ise, diyerek araştırmaya başlar ve evin yanına yaklaşır, evde tüten dumanı görür ve içeriden gelen sesleri işitir, bunları delil yaparak şu karartı Ahmet’in evidir der. Bu imanı istidlaldir, yani delilli imandır. Üçüncü şahsa da aynı şeyleri söylerler, o da söyleyenlerin iyi niyetli olduklarını görür ve ikincisi gibi o da araştırır, evin dumanını ve evin içinden gelen sesleri iştir, fakat bu sesler ya Ahmet’in değilse, diyerek kapıyı açıp evin içine girer ve evin içinde Ahmet’i görür. Ondan sonra, şu karartı Ahmet’in evidir, der. İşte bu iman-ı tahkiktir, yani hakiki imandır.” buyurmuştur.
Hz. Peygamber Efendimiz “Rabbiniz apaçıktır O’nu örtecek bir şey yoktur.” Diyor ki, bu alemde Rabbimiz, zahir olup, apaçıktır. Fakat iman-i taklit ve iman-ı istidlal ehli olan alim ve zahid kimseler, apaçık olan Cenab-ı Hakk’ı göremeyip, taklit ve delillerle Allah’a iman ederler. Hadis-i şerifte “Kim nefsini bilirse o Rabbini bilir.” Buyrulmuştur. İman-ı tahkik olan kimse, ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle nefsini, yani kendini bilir ve Rabbine arif olup, Rabbini görür.
Kur’an’da “Sümme dena fetedella fekane kabe kavseyni ev edna / Sonra iyice yaklaştı ve sarktı. İki yayın beraberliği gibi belki ondan da yakın.” (Necm, 8-9) Buyrulur. Bu ayetler Resulullah Efendimizin miraçtaki Allah’a yakınlığını ve seyr-i sülukun bekabillah mertebelerini beyan eder. ‘Kabe kavseyni ev edna’ iki yayın arası kadar yaklaştı hatta daha da yakın, demektir. ‘Kabe kavseyni’ ehadiyet-ül kesret tecellisidir ki, ehadiyet-ül kesret, Hakk’ın mukayyetliğindeki teklikle olan zuhurudur, yani Hakk’ın kayıtlarla olan tecellisindeki tekliğidir. ‘Ev edna’ ehadiyet-ül ayn tecellisidir ki, ehadiyet-ül ayn;  Hakk’ın mutlak gayb tekliğidir.
İşte bu irfaniyete ancak, meslek-i Resul-ü Melamiyye’de, fenafillah ve bekabillah mertebelerinin müşahedesiyle hasıl olan kemalat ve marifetle ulaşılır. Velhasıl iman-ı taklit ve iman-ı istidlal ehli olan alim ve zahidler, nefsine yani kendine arif olmayıp da Rabbini müşahede edemediğinden ‘ev edna’ makamını ve keyfiyetini inkar ederler. Allahualem.

Buna seyr-i süluk eden okur derslerini her dem
Gönül levhinde arifler eder ezber ‘ev edna’yı

Bu beytin izahı bir önceki beyitle beraber yapıldı. Meslek-i Resul’de makamat-ı tevhid seyr-i süluku ile ancak ‘ev edna’ yani ehadiyet sırrına ulaşılabilir, demektir.

Bu mümkinat serabdır hep vücud-ı Hak ile kaim
Meratible olur zahir muhittir cümle eşyayı

Serap; sıcağın, hararetin tesirinden, insanın yeşillikler, nehir, su, deniz görüp; onlara doğru yürüdükçe görünenlerin gerçekte mevcut olmayıp da, hayal olduğunun anlaşılmasıdır. İşte bu görünen cümle varlıklar seraptır, yani var gibi görünür, fakat araştırıp hakikatine bakınca, kendimize ve cümle aleme nispetle varlığımızın olmadığı anlaşılır. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “O’nun yüzü / veçhi dışında her şey fanidir / yoktur.” (Kassas, 88) buyrulmuştur. Onun için Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım bana eşyanın iç yüzünü / hakikatini bildir.” buyurarak dua etti. Dolayısıyla bizlere de bu görünen varlıkların, eşyanın içyüzünü, yani hakikatini araştırarak ulaşmamızı tembih etmiş oldu.
Meratip, mertebeler demektir. Kendimizde ve cümle alemde Cenab-ı Hak mertebeleriyle, yani meratib-i ilahi ile mevcuttur ve Cenab-ı Hak kuluna bu mertebeleriyle gözükür. İşte bu eşyanın nasıl serap olduğu, var gibi görünen mümkinatın, yani cümle varlığın vücudu nasıl Hak’la kaim / ayakta olduğu ve Cenab-ı Hakk’ın cümle eşyayı nasıl kuşatıp ihata ettiği, ancak meslek-i Resul’de meratib-i ilahinin müşahedesinden hasıl olan irfaniyetle anlaşılır, başka türlü anlaşılması mümkün değildir. Çünkü makamat-ı tevhid, meratib-i ilahidir. Allahualem.

Gel ey Fehmi vücudundan eser bırakma varlıktan
Fena ender fena ol kim sıvasız gör müsemmayı

Ehl-i zahirin ilmi, bu alemin ve kendi vücudunun nispet-i varlığına hükmeder. Ve herkes kıyametten sonra ahirete intikal edecek imanıyla, kendine nispet vücud verdiği gibi, ahiret alemine, cennete ve cehenneme dahi nispet vücud isnat eder. Ehl-i zahirin fena anlayışı kendinin ve herkesin nispet varlığının, bu alemde fani, yani geçici olup nispet varlığının ahirete intikal ile devam eder anlayışıdır. ‘Fena ender fena’ ise; kulun kendinin ve cümle alemin yokluğuna / fenasına mazhar oluşunun irfaniyet ve kemalatıdır.
İşte her kim ki, zikr-i daim uyanıklığı ve makamat-ı tevhidin müşahedesiyle, böyle bir irfaniyete mazhar olursa, o kul kendinin ve cümle alemin nispet varlığının fenası / yokluğu müşahedesiyle gayriyetten, yani masivadan kurtulur. ‘Fena ender fena’ marifetiyle, cümle esmada müsemma olan zat-ı ilahiye vasıl olur ve zat-ı ilahi zuhurundan gayrı görmez, vesselam. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap ederek bizlere, böyle bir marifet ve kemalata ulaşın, diyor. Allahualem.


Hiç yorum yok: