17 Eylül 2011 Cumartesi

Kesret-i alem senin hep birliğini andırır

Kesret-i alem senin hep birliğini andırır
Sun-i asarın senin ol ululuğun andırır

Kesret-i alem; çokluk, cümle varlıklar alemi demektir ki, kendi varlığımız ve görünen cümle eşya hep Hakk’ın ‘Bir’liğini ifade eder. Çünkü Cenab-ı Hak, kendi zat-ı ehadiyetinden / tekliğinden, yine kendi kesreti olan bu çokluğa, yani varlıklar alemine tecelli ederek varlıkları ve cümle eşyayı meydana getirdi. Kendimizin ve cümle alemin var olduğunu zannettiğimiz vücudu, hakikatte Hakk’ın kendi kesret-i zuhurudur, yani çoklukla açığa çıkıp görünmesidir. Sun-i asarın demek, eserlerini meydana getiren sanatın demektir ki, Hakk’ın bu alem-i kesreti açığa çıkarması eserleriyle olur. Hakk’ın her bir tecellisi onun eseridir. Çünkü Hakk’ın tecellileri nihayetsizlik, yani hudutsuzluk olup sayıya gelmez ve sayılamaz. İşte Hakk’ın nihayetsiz olan bu eserlerinde, yine kendi ululuğuna ve yüceliğine yakışır bir halde zuhur ederek, her bir tecellisinde zat-ı tekliğini ilan eder. Bu itibarla hiç bir yaratılan diğerinin aynı olmaz. Her bir yaratılış kendi tekliğiyle açığa çıkar. Kimse kimsenin aynı değildir. Hiç bir kar ve yağmur zerresi birbirinin aynı değildir. Hiç bir yaprak diğeri gibi olmaz vb. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri; Cenab-ı Hakk’a hitaben “Kesret-i alem senin ‘bir’liğindendir. Sanatın ve eserlerin, senin büyüklüğünü, ululuğunu ilan  eder.” diyor.

Birliğe yol bulmayanlar doğmuş amalar gibi
Bastığı yeri göremez sağa sola saldırır

Hz. Mevlana bir hikaye anlatır, özetle şöyledir: Veziri padişaha; bana izin ver de bazı kimseleri imtihan edeyim, sen de seyret, diyor. Padişah da izin veriyor. Vezir hayatında hiç fil görmemiş insanları toplayıp onlara; sizi filin yanına götüreceğim. Filin ahırı karanlıktır. Karanlıkta file yaklaşıp ona dokunarak tanıyın ve bana fili tarif edin, hanginiz fili daha iyi tarif ederse ona hediye verip ödüllendireceğim, diyor. Sonra onları filin ahırına götürüp ahırın karanlığında bırakıyor. Hayatında hiç fil görmemiş kimseler, ahırın karanlığında elleriyle file dokunarak fili tanımaya çalışıyorlar. Kimi bacağını, kimi hortumunu, kimi kulağını, kimi kuyruğunu, kimi karnını tutuyor. Sonra dışarı çıktıklarında vezir; filin nasıl olduğunu bana tarif edin, dediğinde başlıyorlar tarife… Bacağını tutan, fil direk gibidir; kuyruğunu tutan, fil yılan gibidir; karnını tutan, fil tepsi gibidir… diyerek fili tarif ediyorlar. Herkes kendi tarifinin doğruluğunda ısrar ve inat ettiğinden aralarında kavgaya tutuşuyorlar. Onları seyreden padişaha vezir; eğer ahırın karanlığını aydınlatan bir mum ışığı olsaydı, bunlar fili farklı tanımazlar ve aralarında ihtilaf olmazdı ve kavga etmezlerdi, diyor.
İşte Fehmi Efendi Hazretleri de, cehlin karanlığında kalıp tevhidin hakikatine yol bulamayarak Hakk’ın birliğine ulaşamayanlar ama / kör gibidir, diyor. Eğer bir kimse tevhid-i hakiki aydınlığına ulaşmamışsa o kimse, Hakk’ın amasıdır / körüdür. Böyleleri kendi nefsinde ve cümle alemde mevcut olan Cenab-ı Hakk’ı bulup müşahede edemez ve cehalet karanlığında zanla yaşayıp Rabbine kavuşamaz ve sağa-sola saldırır. Çünkü tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif olamamış bir kişi, Hakk’ın cahili olup zanna tabi olur. Zan ehli olan kimse ise, kendi zanları doğrultusunda Allah hakkında iddialar üreterek etrafına rahatsızlık verir.
Tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan zan ehilleri; ya tenzihte ya da teşbihte olmakla iki hal ve anlayış üzeredirler. Tenzihçiler, kendinde ve cümle alemde mevcut olan Hakk’ı bilinmezlik ve görünmezlikle kayıtlar. Teşbihçiler ise, Hakk’ı mürşidinin suretinde veya her hangi bir suretle kayıtlayıp, bu zan üzere olan anlayışında ısrar ederler. Bunlar hakkında Kur’an’da “…yalnızca zanna uyuyorlar. Zan ise Hak’tan yana hiç bir fayda vermez.” (Necm, 28) Başka bir ayette ise “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu da şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez…” (Yunus, 36) buyrulur.

Köstebektir Hak cemalin görmeyen ehl-i hicab
Duysa tesir ol güneşten kendin yere daldırır

Köstebek, toprağın altında yaşayan, güneş ışığından rahatsız olup ışıktan kaçan bir mahluktur. Hakk’ın cemalini görmeyip de Hak’tan hicaplı, yani perdeli olan kimse cehalet karanlığında, zanlarından oluşan ağyarla, yani Hakk’ın gayrı olanlarla meşgul olur. Böylelerine kendimizde ve cümle eşyada mevcut olan Hakk’ın varlığından bahsedilse o, kulaklarını tıkar ve tevhid-i hakiki marifetinden mahrum kalır. Kulun yaradılışının yüce gayesi olan Rabbine bu alemde vuslat etmesine dair sohbet, muhabbet olsa o oradan kaçar ve masiva-ağyar sohbetine başını daldırır. Velhasıl tevhid-i hakiki marifetinden mahrum, kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbinden mahcup, gafil kimseler; köstebeğin güneş ışığından kaçması gibi ehl-i zikirden, arif ve ehl-i kemalden kaçarlar.


Vech-i paki şeş cihetten her nazar seyreyleyen
‘Kenz-i  layefna’yı buldu kalbin irfan doldurdular

Kenz-i layefna, tükenmez hazine demektir. Her kim yaratılışının yüce gayesine ulaşıp Rabbine bu alemde kavuştuysa, her bir tecellide Rabbini müşahede etmek gibi tükenmez bir hazine bulur. O böyle bir irfaniyet ve kemalatla, her nerede ve hangi alemde olursa olsun, Rabbine vuslat zevk ve keyfiyetiyle ebediyen yaşar.

Halk-ı alem içre Fehmi’yi gördü görenler bir keda
Bir hakikat mülke maliktir nihayet yokdurur

Keda, köle demektir. Kölenin varlığı olmaz. Çünkü köle kendine sahip olmaz ve onu alıp satan sahibi vardır. Köle, çoluğuna çocuğuna da sahip değildir, sahibi onları da alıp satar. Köle mal-mülk de edinemez.
Hakikatte ise köle; kulun nisbet varlığını oluşturan vücudu, sıfatı ve ef’ali itibariyle fenaya / yokluğa ulaşmasıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Herkes görür ve beni var zanneder, fakat ben köleyim, yani benim kulluğum yokluğumdur.’ diyor ve devamla ‘Yokluğumla öyle bir gerçek varlığa-mülke sahip oldum ki, onun hududu ve nihayeti yok.’ diyor. Velhasıl her kim, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle nisbet varlığının yokluğuna yani fenafillah keşfine ulaşırsa, beka mülkü olan Allah’ın sınırsız, hudutsuz olan tecellilerinde Rabbini müşahede edip, Rabbine kavuşur.  Allahualem.

Hiç yorum yok: