17 Eylül 2011 Cumartesi

Nuş ettim badeyi pirim elinden

Nuş ettim badeyi pirim elinden
Lezzetin misali Kevser’de meğer
Aşkının şarabı mestan eyledi

Onun beyhuşluğu tahurda meğer


Bade, içki demektir. Ki, salikin tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kamilin irşadına mazhar olmasıdır. Kevser ise, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle zinde olup lezzetlenmektir. Kamil mürşid, salike bir kadeh aşk şarabından içirdiğinde, salik o sarhoşlukla işini, güç ve kuvvetini kaybeder. İkinci kadehi içirdiğinde ise, salik görüp işitmesini de kaybeder. Üçüncü kadehte öyle bir sarhoş ve mest olur ki, kendini kaybeder. İşte bunu beyanla ‘Kamilden tahur olan tertemiz bir içki içtim, tadı kevserdi, beyhuş oldum, beni kendimden geçirip sarhoş etti.’ Buyruluyor. Yani zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla kendimden geçip, yokluğumu anladım. Bu anlayışım beni öyle bir zevke ulaştırdı ki, cennetteki kevser havuzunun tadını aldım, onun sarhoşluğuyla cennet-ül irfana dahil olup zevkullah mazharıyetine ulaştım, demektir.

Gönülden okudum aşk kitabını
Anladım fıkıhın her sevabını
Okudum çün ilmin yedi babını

Böyle bir ikrarım veririm meğer


Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “İlmin makam itibariyle nihayeti / sonu vardır. Fakat zuhur itibariyle nihayeti / sonu yoktur.” Diyor. İlmin makam itibariyle son bulması, makamat-ı tevhidin ikmalidir. Aşk kitabının okunması ise, kulun kendi nefsinin kitabını okumasıdır. Bunu beyanla Kur’an’da “Oku kitabını; bugün sana hesap görücü olarak kendi nefsin / öz benliğin yeter.” (İsra, 14) buyrulur. Bu kitabın okunması için ilmin yedi babı/kapısı olan, tevhidin yedi mertebesinin irşadına mazhar olmak gerekir.
Fıkhın sevabı demek; ahkam-ı şeriatın emir ve yasakları demektir. Bu emir ve yasaklara riayet sevaptır. Sevap aynı zamanda doğru demektir ki, Allah’ın razı olduğu cümle faaliyetlerdir. Şeriat ahkamı olan sevap, hakikatin zuhuru olması itibariyle ehl-i kemale göre aynı marifettir. Ehl-i kemal sevabın hakikatine arif olduklarından, meşru olan her türlü faaliyetlerin ve ibadetlerin hakikatine arif olarak kulluk yaparlar. Bunu beyanla mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Yedi tevhid mertebesi marifetiyle, aşk kitabını yani kendimin / nefsimin kitabını okudum, şeriat sevabı olan, cümle emr-i ilahinin hakikati marifetiyle irşad oldum, her kim bu marifete talip olursa onu irşad ederim.’ diyor.

Besmele şerife beda eyledim
Yedi ayetini ezber eyledim
Ehl-i süluk için ayan eyledim

Himmeti mürşidin rahıdır meğer


‘Mürşid-i kamilin irşadıyla besmele-i şerifin mahiyetine ulaşıp yedi ayetinin zuhuruna mazhar oldum’ demenin hakikat manası şöyledir: Besmele-i şerif, her meşru işin ve Kur’an’daki Tevbe Suresi hariç, her surenin de başlangıcıdır. Besmele’yi Allah, Rahman ve Rahim isimleri meydana getirir. Allah, esma itibariyle ism-i celaldir; Rahim ism-i cemaldir, Rahman ise ism-i kemaldir. Makam itibariyle ise celal, fena; cemal beka; kemal ise fena ve beka makamlarının cem’idir.
Yedi ayet ise: Kur’an’da “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87) buyrulmuştur ki, bu tekrarlanan yedi ayet, daha evvel de açıklandığı gibi, cümle peygamberlerde ve velilerde tekrarlanan üçü fena dördü beka olan yedi makamat-ı tevhiddir. Çünkü cümle peygamberler ve insan-ı kamil olan veliler, bu yedi mertebenin keşfiyle insan-ı kamildir. tüm zamanlarda ve bu gün, insan-ı kamildeki marifet, bu yedi tevhid mertebesinin keşfi irfaniyetinin onların mazhariyetinde tekrarlanmasıdır. İşte bir kimsenin bu yedi ayet irfaniyetine mazhar olabilmesi için, mürşid-i kamili bulup, onun himmet ve yardımına, yani irşadına mazhar olması gerekir.
Bunu beyanla, mürşid-i kamil Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Salik olan ihvanlara, besmelenin ve tekrarlanan yedi ayetin hakikat-i mahiyetini açıkladım; biliniz ki, bu irfaniyet ve kemalata ulaşmak, ancak mürşid-i kamilin himmeti, yani irşadıyla mümkün olup, başka bir yolu yoktur.’ diyor.
 Yedi ayet bunda ispat olundu
Üçü batın dördü zahir denildi
Muhammed Ali’den tasdik olundu
Tarik-i müstakim rahıdır meğer

‘Yedi ayet bunda ispat olundu; üçü batın, dördü zahir olması’ şöyledir: Allah’ın yedi sıfat-ı subutiyesinden üçü; hayat, ilim ve irade sıfatları batındır. Dördü ise; kelam, görmek, işitmek ve kudret sıfatları zahirdir. Bu zahirlik mazhariyet yönüyledir. Yani görme sıfatının mazharı olan göz, işitme sıfatının mazharı olan kulak, kelam sıfatının mazharı olan dil, kudret sıfatının mazharı olan elin zahirde olması itibariyledir. Bu sıfatların cem’i / toplamı her insanda mevcuttur, fakat her insan bu sıfatların zuhurunun kemaline mazhar olmaz.
Bu itibarla insan-ı nakıs / eksik ve insan-ı kamil olmak üzere, insanlık iki mertebe üzeredir. İnsan-ı nakıs, sıfatların cemi’nin zuhuruna mazhardır fakat ilim sıfatının zuhuru onda kemal ile olmaz. Çünkü o, ilimlerin anası olan ilm-i tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olduğu için nakıstır. Bir kimse ister dünyaya, ister ukbaya ait olan ilimlerle ne kadar alim olursa olsun, bu ilimlerin faydası dünya ve ahiretle sınırlıdır. Bu ilimler, kulu yaradılışının yüce gayesi olan makam-ı insana ulaştırmayıp, Rabbine vasıl etmediğinden kulu nakıs / eksik bırakır. Fakat ilm-i tevhid irfaniyetine mazhar olan bir kul, yaradılışının yüce gayesine erişerek, zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhid müşahedesiyle makam-ı insana ulaşarak insan-ı kamil olur ve cümle alemlerde Rabbi ile vuslatta yaşar.
Böylece ilim sıfatı insan-ı kamilde kemaliyle zuhur ettiğinden, sıfat-ı subutiyenin cemi onda kemal ile aktif ve zahir olur. Bu itibarla yedi sıfat-ı subutiye, insan-ı kamilin şahsında ispatlanmış olur. Bir kişinin insan-ı kamil olabilmesi, daim zikir uyanıklığıyla tevhidin üçü fena, dördü beka olan makamlarının keşfi marifetine ulaşmasıyla mümkündür. Fena mertebeleri velayetin sırrı olup, bu mertebelerde Hakk’ın zat tecellisinden başka hiç bir şey görünmez. Bu mertebelerde fail, mevsuf ve mevcut olan zat-ı ilahiden başka her şey fena olduğundan, her şeyde zat-ı ilahi tecelli edip zahir olur ki, bu mertebeler aynı zamanda velayet mertebesidir.
Velayet mertebesinin imamı ise Hz. Ali’dir. Her kim velayet makamının irfaniyetine mazhar olursa, onda Hz. Ali’nin imam olduğu velayetin sırrı zahir olur. Beka mertebelerinde ise, zat-ı ilahi vahdetin’den zuhura getirdiği kendi kesreti / çokluğu açığa çıkar. Hz. Resulullah ‘Allah beni nurundan müminleri de benim nurumdan yarattı.’ buyurmuştur. Bu vahdetten “bir”den yaratılan kesret alemi olan halk içerisinde, hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle vücud-u nur-u Muhammed’e ulaşmak, cümle peygamberlerin ve evliyanın yüce gayesi ve arzusudur. Vücud-u Nur-u Muhammed mazhariyeti ise, ancak dört beka makamının ikmal ve irşadıyla mümkündür. Fena makamlarındaki velayet sırrının imamı Hz. Ali olmasından ve beka makamlarının kemali irşadının vücud-u nur-u Muhammed mazhariyeti olmasından dolayı, tevhidin fena ve beka mertebelerinin kamili olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Fena ve beka mertebelerinin keşfi irfaniyeti olan irşadımız, Hz. Muhammed ve Hz. Ali’den tasdikli, dosdoğru yoldur.’ diyor.


Selase besmele taksim olundu
‘Er-rahimü’ ilme’l yakın bilindi
‘Er-Rahmanü’ ayne’l yakın göründü
‘Bismillahi’ Hakk’al yakındır meğer

‘Selase besmele taksim olundu’ sözü; besmele üç bölümdür, demektir. Ki bazı ehli kemal, makam itibariyle Rahim, tevhid-i ef’al irfaniyeti olup ilmel yakınlıktır. Rahman, tevhid-i sıfat irfaniyeti olup aynel yakınlıktır. Bismillah ise, tevhid-i zat keşfi irfaniyeti olup hakkel yakınlıktır demişlerdir.
Besmelenin mahiyeti olan bu makamlar, aynı zamanda eşyanın, cümle varlığın ve alemlerin aslıdır. Bu makamlar olmasa hiçbirşey olmaz, her şey bu üç makamla vardır. Bu itibarla besmele, her bir şeyin yani her varlığın aslı ve öncesidir. Bunun için dinimizde meşru olan her faaliyetin öncesinde besmele çekilerek başlanması öngörülmüştür. Allahualem.

Münafık bu söze la deyip geçer
Cevahir sözümü kara pul eder
Furuhat eylese mangıra satar
Onun aldangıcı unsuran meğer

Münafık, özü sözü bir olmayıp, ikiyüzlü olana denir. Ehl-i suret olan kimse, Hakk’ı mevhum bilir ve cehaletle cümle varlığın ve kendisinin nispet müstakil varlığının olduğunu zanneder. Onun kendinde ve cümle alemde mevcut olan ‘Rabbime vasıl olayım, eşyanın hakikatine arif olayım’ gibi derdi ve düşüncesi olmaz. Ona ‘Allah nerededir?’ diye sorsan ‘her yerdedir’ der. Bu görünenler nedir? desen, her bir eşyaya müstakil vücut nispet eder. Yani sözüyle özü bir olmaz. Ona, bu görünen cümle eşya ve varlıklar Hakk’ın tecellisidir, desen ‘la’ yani ‘hayır’ der ve ehl-i kemalin mücevher gibi kıymetli, hikmet yüklü sözünün değerini bilmez ve kamilin irfaniyetinden istifade edemez.
Hz. Ali: “Kimin gönlü hikmete açıksa, hikmetli sözü kim söylerse söylesin, hikmetli söz onun gönlünde yerleşip kalır. Kimin gönlü hikmete kapalıysa, ona Cebrail inip hikmetli söz söylese onun gönlünde hikmet yer tutmaz.” buyurmuşlardır. Çünkü cahil kimse surete, şekle bakar, fakat suret kişiyi aldatır. Yine Hz. Ali “Söyleyene değil, söylenene bak.” demiştir ki, kişinin suretine, mevki ve makamına değil, onun sözündeki hikmet ve kemalata bak, ona itibar et, demektir. Söyleyen değil, söylenen önemlidir. Bu itibarla, ehli suret olan kimseyi bu nispet varlıklar ve suretler aldatarak, kamilin hikmet yüklü irşadından istifade edemez, demektir.

Ehl-i akıl bunda idrak eylemez
‘Men aref’ten dersi almayan bilmez
Talibi bu sözü kendinden demez
Lisan-ı Hak ile söyledi meğer
Akıl üçtür: Birincisi akl-ı maaştır ki, ehl-i dünyanın aklıdır. İkincisi akl-ı meadtır ki, ehl-i ukbanın aklıdır. Üçüncüsü akl-ı kül, yani kamil akıldır ki, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kendinin ve cümle eşyanın hakikatine arif olan insan-ı kamilin aklıdır.
Beyitte ifade edilen ‘ehl-i akıl’dan maksat; akl-ı maaş ve akl-ı mead olanlardır. Bunu beyanla, ehl-i dünya ve ehl-i ukba olan kimse, şimdiye kadar anlatılan yedi ayetin ve besmelenin sırrını anlayıp da idrak edemez, çünkü mekteb-i irfana dahil olmayıp, tevhid-i hakiki irfaniyetinden uzak kalarak kendine / nefsine arif olmayanlar Rabbini bilemez ve ona kavuşamaz, demektir. Çünkü hadis-i şerifte “Men arefe nefse fekat arefe Rabbe / Kendini bilen Rabbini bilir.” buyrulmuştur. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Benim bu söylediklerimi, kendine ve Rabbine arif olanlar anlar ve idrak ederler. Çünkü, lisanım cümle lisanlarda kelam sıfatıyla zahir olan Hakk’ın kelamı olup, hakikat ve gerçeğin ta kendisidir.’ buyuruyor.

Hiç yorum yok: