21 Eylül 2011 Çarşamba

Esti çün bad-ı saba kalmadı gayrı heva

Esti çün bad-ı  saba kalmadı gayrı heva

Doğdu  güneş maşrıktan hiç dolanmaz gün oldu


Bad-ı saba, seher yeli demektir. Heva, istek ve arzulardır. Gayrı heva demek ise, Hak’tan başka şeyler olan, masivaya / gayriyete duyulan muhabbet istek ve arzulardır. Bir kimse zikr-i daime mazhar olursa, zikrullah onun kalbini temizler ve onun gönlünde Allah muhabbetinden başka, hiç bir gayrı heva, yani masiva muhabbeti kalmaz, vesselam. Maşrık, doğu demektir. Güneşin doğudan doğması ise, zikr-i daimle mutmain olmuş bir gönülde, meratib-i tevhidin keşfiyle hasıl olan aydınlığın, yani irfaniyet güneşinin doğmasıdır. Bir kul bu güneşin doğuşuna mazhar olursa, o fenafillah olur ki, nazarında Hak’tan gayrı olmaz. Her tecellide Rabbini müşahede eder. Gece ve gündüz de Hakk’ın tecellisi olduğundan, o her tecellide olduğu gibi, gece ve gündüzün zuhurunda da daima Rabbini görür olduğundan onun irfaniyet güneşi ebediyen dolanmaz, batmaz. Bu itibarla, cümle alemler Hakk’ın zuhuru, görüntüsü olduğu halde, bir kimse cehaletle Hakk’ın gayrisine muhabbet edip onlara varlık nisbet ederse, o varlığın vücudu, bir gün gelir batar ve yok olur. Fakat fenafillah irfaniyetiyle arif olanlar ise, hangi alemde olurlarsa olsunlar, Hak’tan gayrı görmediklerinden onların güneşi asla batmaz. Demektir.

Gitti kış hiç kalmadı nihayetsiz yaz oldu

İlk baharın bülbülü gülün dalına kondu


Kış mevsiminde, cümle renklerle var olan çiçekler, dallar, meyveler batın olur; ağacın gövdesi ise açığa çıkıp zahir olur. Yazın ise, türlü türlü renk ve desenlerle çiçekler, meyveler açığa çıkar. Kışın çıplak ve apaçık / zahir olan ağaç gövdesi; yazın gövdeden zahir olan dallar, yapraklar ve meyvelerin zuhuruyla batın olup görünmez. Yani kış vahdetinin batın olup; çiçekler, yapraklar ve meyvelerin zuhuruyla nihayetsiz yaz kesretinin zahir olmasıdır. Bu hudutsuz kesret, kulun gönlünde meratib-i tevhid keşfiyle Hakk’ın vahdetle batın olup, cümle sıfat ve esmalar kesretiyle açığa çıkıp zahir olmasıdır.
Bu kesrette toprak, ağaç, hayvan, cümle insan ahlakıyesı, mümin, kafir, münafık, İblis ve peygamber; yani yaratılan her şey zahir olur. İşte bu kesretin zuhurundaki gül ise, nuru Muhammed’dir . Bu hidayet-i Nur-u Muhammed nerede zahir olursa, onun etrafında, yani o gülün dalında daima o gülün aşığı olan bülbüller olur, ve Nur-u Muhammed mazharıyetiyle meşk edip, onunla gıdalanır ve zevklenirler. Demektir .

Yok olmadan var olmaz var dahi yoktan olmaz

Anladım çün ben beni hep görünen Hak oldu


Hz. Pir Efendimiz “Kul, süfliyete düşerse nefs, ulviyete yükselirse ruh tabir olunur.” diyor.
Nefs, kulun ikilikle yani gayriyetle olmasıdır. Ruh ise ikilik kabul etmeyen vahdettir ki, kulun Hak’tan gayrı görmemesidir. ‘Yok olmadan var olmaz’ demek: Kul nefsinin, yani nisbet varlığının fenasına / yokluğuna ulaşmadan Hakk’a kavuşup, Hakk’ın varlığıyla var olamaz, demektir. ‘Var dahi yoktan olmaz’ sözü ise; Hakk’ın beka, ebedi olan varlığı yokluktan meydana gelmez, demektir. Ki halkiyet yani yaratılma, Hakk’ın kendi batınından zahir olup / açığa çıkmasıdır. Bunu beyanla yaratılmış olan kullara hitaben, Hz. Resulullah Efendimiz: “ Kendini bilen Rabbini bilir.” buyurmuştur. İşte her kim, makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle kendine arif olup, yokluğunda Hakk’ın zuhuruna mazhar olursa “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır…” (Bakara, 115) ayetinin sırrına erer ve hep Hakk’ı görür. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ne zaman kendimi bildim, o zaman anladım ki, yokluğumda Hak zahirdir ve görünen hep Hak’tır.’ diyor.

Gül kokanlar gül oldu bülbüle didar oldu
Kaf’tan Kaf’a hükmeden mülke Süleyman oldu

‘Gül kokanlar gül oldu bülbüle didar oldu’ demek: Gül kokan Nur-u Muhammed’in zuhurunu bulanlar, o hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle insan-ı kamil oldular ki, insan-ı kamil bu mazhariyetiyle gül olup gül kokarak, Hak talip ve aşıklarına, ehl-i zikir olan bülbüllere didar olup, onları irşad ederek aydınlatır, demektir. Hz. Süleyman, zahiren hem peygamber hem de padişah olduğundan, herkese, hatta cinlere, kuşlara, rüzgara dahi hükmederdi. Allah, bu alemde hiç bir kuluna vermediği bir zenginlik ve saltanatı Hz. Süleyman’a ihsan etti.
Bunun mana ve hikmet yönü ise şöyledir: Gönül / kalb, cümle isimlerin zuhura geldiği, yani görünen ve görünmeyen cümle esma mülkünün mekanıdır, tecelligahıdır. Kaf ise, varlığı görünen ve görünmeyen cümle esmaların oluşturduğu varlıklardır. Nur-u Muhammed mazharı olan insan-ı kamilin marifet ve kemalatı, gönüldeki görünen ve görünmeyen cümle esma mülküne hükmeder. Ki, insan-ı kamil, rüzgar gibi tesiri olup görünmeyen, cin gibi mazhar-ı latif olan ve diğer gözüken cümle esma ve varlıkların mahiyetini hikmetle tanıyarak hakim olmakla, Süleyman gibi Kaf’tan Kaf’a, yani cümle esma mülküne, hükümdar olur, demektir.

 Sır idi zahir oldu nur idi batın oldu

Hep gönüller bir olup evvel ahir ol oldu


Bir kul, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle kendinin ve cümle nisbet varlığın yokluğuna / fenasına arif olursa, o kulun yokluğunda Hak, vahdetle zahir olur ki bu, kulun aynı zamanda makam-ı ruha mazhar olmasıdır. Kur’an’da “Allah göklerin ve yerin nurudur…” (Nur, 35) buyrulmuştur. Makam-ı ruh irfaniyetine ulaşan bir kul, her nereye yönelse daima Hakk’ı, yani Allah’ın nurunu görür, halkı göremez. Çünkü halk batında, yani sır olduğu için görünmez. Böylece nur zahir, sır ise batın olmuş olur. Sırrın zahir olması ise, kulun müşahedesinde Hakk’ın kendi vahdetinden tecelli ederek, halk yüzünü, yani cümle kesret/çokluk olan alemleri halk etmesi, açığa çıkarmasıdır. Bu irfaniyete ulaşan kulun nazarında Hak batın, kesret olan halk ise zahirdir. Bu müşahedede nur olan Hak batın, sır olan halk zahir olup göründüğü için; sır zahir, nur ise batın olur. Vesselam.
Kur’an-ı Kerim’de “O evvel / ilk, ahir / son, zahir / açık ve batın / gizlidir…” (Hadid, 3) buyrulmuştur. Allah’ın evvelliği zatı, batınlığı ise sıfatları itibariyle olup, Allah’ın zat ve sıfat varlığı mutlaktır. Allah’ın ahirliği esma, zahirliği ise ef’al itibariyledir. Allah, esma ve ef’al zuhuruyla mukayyettir / kayıtlıdır. Kayıtlı olan her şey ise halktır, kaydı mümkün olmayıp da mutlak olan ise Hak’tır. Bir kul, bu kemalata mazhar olursa onun nazarında evvel yani mutlak olanla, ahir yani mukayyet olan arasında mahiyet farkı kalmaz, onun gönlünde hepsi ‘O’ olur,  yani Allah olur demektir. Çünkü makamı uluhiyet, cümle esmayı kuşatır. Böyle bir irşada ve marifete ulaşan kul, aynı zamanda kudsi hadisteki ‘Ben yerlere göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.’ Beyanı mazhariyetiyle insan-ı kamil olur. Allahualem.

Geçtim dünya deminden hem ukbanın seyrinden
‘Len terani’ yok bana güle gül didar oldu 

Kur’an-ı Kerim’de “Musa, belirlediğimiz vakitte gelip, Rabbi de onunla konuşunca şöyle dedi: ‘Ey Rabbim, bana görün sana bakayım.’ Allah ‘Len terani / Sen beni asla göremezsin, fakat şu dağa bak. Eğer o yerinde durabilirse sen beni göreceksin.’ dedi. Rabbi dağa gözükünce / tecelli edince dağ paramparça oldu ve Musa da bayılıp düştü. Ayılınca ‘Seni tenzih ederim, beni bağışla ben inananların ilkiyim.’ dedi.” (Araf, 143) buyrulur.
Dünya demi, kişinin kulluğunu dünya lezzetleriyle kayıtlamasıdır. Ukbanın seyri ise, kişinin kulluğunu amel cennetinin nimetleriyle kayıtlamasıdır. Kulluğunu gerek dünyada aldığı nefsin lezzetleriyle, gerekse nefsini ahirette amel cenneti nimetleriyle kaydedenlere, bu hal ve anlayışları perde olur ve “len terani / beni göremezsin” beyanına muhatap olarak, onlar kendinde ve cümle eşyada mevcut ve zahir olan Rabbini göremezler. Çünkü kudsi hadiste “Ey kulum! Sen yok olmadıkça bana kavuşamazsın. Ben tecelli etmedikçe / gözükmedikçe sen yok olamazsın.” buyrulmuştur. Bir kul, daim zikir ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle nefsini, yani nisbet varlığını fena edip yokluğa ulaşırsa, ancak o zaman kendinin ve cümle eşyanın mevcudiyetinde gayrı görmeyip, daima Rabbini görür.
İşte ehl-i kemal olan ariflerin benlik, yani varlık dağı; tevhid-i ef’al, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat keşfi marifetiyle paramparça, yani fena / yok olduğundan, onlar fenafillah irfaniyeti baygınlığıyla, her tecellide Rabbini müşahede ederler ve ‘len terani / beni göremezsin’ beyanına muhatap olmazlar. ‘Len terani’ sözün muhatabı, dünya ve ukba kulluğuyla, kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbinden perdeli olup da Rabbini göremeyenlerdir. Vesselam.
Şimdi burada şöyle bir müşkül hasıl oluyor: Ehl-i kemal olan olan arifler, veliler “len terani” ye muhatap olmuyor ve Rabbini görüyor da, ululazim peygamber olan Hz. Musa ‘len terani’ yani ‘beni göremezsin’ sözüne nasıl muhatap olur? Demir Ali Efendi bu konuda “Her peygamber ehl-i kemal ve veli olmakla beraber, vahyin mazharı ve muhatabıdır. Bu itibarla Hz. Musa, ehl-i kemal ve veli olmakla her tecellide daima Rabbini görüyordu. Fakat Hz. Musa Rabbini ehadiyet makamı mazhariyetiyle görmek istediğinden ‘len terani’ sözüne muhatap oldu. Hz. Musa makamı ehadiyete mazhar olduğunda ise, Rabbine ‘Sana böyle iman edenlerin ilkiyim ben.’ dedi. Böylece Hz. Musa makam-ı ehadiyet mazhariyeti imanına, onun zamanında ilk erişen olduğunu beyan etti.” buyurmuşlardır.
Makamı ehadiyet, Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan bir makamdır. Bu makam, hiç bir mürşid tarafından telkin ve tarif edilemez. Bu makam, ancak Hz. Resulullah Efendimizin müsaadeleriyle ve teberrüken, bazı insan-ı kamil olan veliler tarafından ziyaret edilebilir. İşte bu ziyarete mazhar olan Fehmi Efendi Hazretleri ‘Len terani yok bana; güle gül didar oldu, yani gül kokulu Hz. Resulullah Efendimizin müsaadeleriyle onu, makam-ı ehadiyet keyfiyetiyle, teberrüken ziyarete mazhar oldum.’ buyuruyor.



Dostu buldum tenhada konuştum kana kana 
Talibi’den görünen kendisi canan oldu

Daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, nisbet varlığının yokluğunda dostu / mevlası ile buluşan insan-ı kamil Fehmi Efendi Hazretleri ‘Dost olan Allah’ı, O’ndan başka hiç bir varlığın olmadığı tenhalıkta, yani meratib-i ilahi müşahedesinde buldum, görüştüm ve konuştum. Benim yokluğum-kulluğumda tecelli edip gözüken kendisidir, yani canımda can olan Mevlamdır.’ diyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

Hiç yorum yok: