12 Eylül 2011 Pazartesi

Ne acebtir zikrine tembel terahi sevmezem

Ne acebtir zikrine tembel terahi sevmezem

Can ve dil zikrine mağruk olanı ben severim


Kur’an’da “Zikrullah büyük ibadettir.” (Ankebut, 45) buyrulmuştur. Başka bir ayette “Ey müminler, Allah’ı çok zikredin.” (Ahzab, 41) deniliyor. Yine Cenab-ı Hak, Musa (as)’a hitaben şöyle buyuruyor: “Sen ve kardeşin ayetlerimi götürün, benim zikrimde gevşeklik etmeyin.” (Taha, 42) buyuruyor.
Bunlar gibi daha başka bir çok ayette Cenab-ı Hak, zikrullahla daim uyanık olmamızı, Allah’ı zikretmekte tembellik ve gevşeklik göstermemizi emir ve beyan ediyor. İşte bu beyanlardan da açıkça anlaşıldığı gibi, zikrullah büyük ibadettir. Zikrullahın nasıllığı ve niceliği, ancak kamil bir mürşidin telkin ve irşadıyla bilinir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Zikrullah konusunda tembellik, gevşeklik gösterenleri sevmem. Salike nasıl telkin ve tarif edilmişse, aynen o şekilde zikredip, zikrullaha gark olanları severim.” diyor.     

Kalbi mat hem dili rabt olanları hiç sevmezem

Feth-i kalb-i dilküşa olanları çok severim


Kur’an’da “Müminlerin kalbleri zikrullah ile mutmain olur. Gözünüzü açın / dikkat edin, kalbler ancak zikrullah ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyruluyor. Bu itibarla, Fehmi Efendi Hazretleri “Kalbi zikrullahtan donuk, yani mahrum ve gafil olup, diliyle cehri/açık zikri yapmayanları sevmem.” Diyor ve devamla “Kalbi, zikr-i daim mazhariyetiyle, hidayete açılmış olanları çok severim.” diyor. Çünkü hidayet yüklü ilham ve doğuşlar, uyuyan gaflet içindeki kalblere gelmez, ancak zikr-i daimle uyanık olan kalbde zuhur eder.

Zühd ile dembeste olmuş sofuları sevmezem
Meydan-ı tevhid içinde demgüzarı severim

Sofu, şekil ve suretle uğraşan, dinin şekliyle meşgul olmayı kulluğuna gaye edinmiş kimsedir. Bu itibarla, şekil ve suret düzerek, kulluğun yüce gayesi olan Rabbine kavuşmaktan mahrum kalmış, kalbinde zikr-i daim olmayan, meratib-i tevhid keşfinden mahrum olup, bu halini de dindarlık ve kemalat zanneden sofuları sevmem. Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle demgüzarı / yaşayanı severim.

Bağlanıp suretle hem gümrah olanı sevmezem

Ahsen-i takvim sıfatla var olanı severim


Kur’an’da “Vettini vezzeytuni ve turi sinine ve hazelbeledil’emin, legad halagnel’insane fi ahseni takvim, sümme radednahü esfele safilin. / İncire, zeytine, Tur dağına ve o emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel biçimde yarattık, sonra onu aşağıların aşağısına indirdik.” (Tin,1-5) buyrulmuştur. Cenab-ı Hakk’ın yemin ettiği bu kıymetli değerlerle insan, ahsen-i takvim yani en güzel surette yaratılmıştır. Başka bir ifadeyle, insan bu güzel surete, yani ahsen-i takvim vasfına, Hakk’ın bu yemin ettikleriyle mazhar olur.
Bu değerlerin mana ve hikmeti ise şöyledir: İncir, hakikat-i ilahiye mazhariyetini remzeder. Zeytin, farkı, yani vahdetin kesretine mazhariyeti remzeder. Tur, nebilerin seyranı olan makam-ı nübüvvet kemaline ulaşan mazhariyettir. Emin belde ise, hakikat-i ilahiyi, vahdetin kesretini ve makam-ı nübüvveti ziyaret edip de, bunların keşfinden hasıl olan marifetullahı remzeder. İşte insanı ahsen-i takvime ulaştıran marifet budur. Bunu beyanla “Kulluğunu, suret düzüp, saçla sakalla, kılık kıyafetle uğraşıp da şekil ve surete bağlamış olanı sevmem, ahsen-i takvim marifetine mazhar olanı severim.” buyruluyor. Allahualem.

Efkar-ı dünya ile dil hastayı hiç sevmezem

Daima mesrur olup dilşad olanı severim


Efkar-ı dünya, dünya fikirleri demektir. Hz. Pir Efendimiz “Dünya, seni Allah’tan alıkoyan her şeydir.” buyuruyor. Demek ki dünya denilen gayriyettir, masivadır. Yani Hak’tan başka olan şeylerdir. Dil, kalb demektir. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bir kimse ki, onun kalbi gayriyet ve masiva fikirleriyle dolmuş da dünyayla hastalanmışsa onu sevmem. Bir kul ki, kalbi zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyet ve sevinciyle zevklenmiş ve keyiflenmişse, ben onu severim.” diyor.

Şol ki kargadır misal-i ehl-i aklı sevmezem

Daima bülbül gibi zar-ı ehl-i aşkı severim


Bülbül gülün aşığıdır. Gülün aşkı ile daim öter. Karga ise leş yiyici mahluktur. Karga daima leş arar. Leşin kokusu leş yiyene en tatlı olup o, leşten daha tatlı başka bir tat, lezzet bilmez. Bir kimse zikr-i daim uyanıklığıyla meratib-i tevhidin kemaline ermedikçe, o kimse her yerde mevcut olan Hak’tan gafil olup, ehl-i dünyadır. Hz. Peygamber Efendimiz  ise“Dünya leştir.” Buyurmuştur ki, kulu, mevcuttaki Hakk’ın varlığından ayıran her ne ise, onun dünyasıdır, yani leşidir.
Ehl-i akıl demek, kendi anlayış ve bilgilerini en doğru kabul edip de kendini beğenen, benliğini aziz tutan demektir. Bu itibarla, ehl-i dünya olan kimse, karga misali kendini beğenip, leş olan gayriyetle meşguldür.
Gül kokusu Hz. Resulullah’ın kokusudur. Bülbül, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid mazhariyetiyle Hz. Peygamber’in gül kokusuna aşık olup, o aşkla efgan ederek gülün kokusu ile meşgul olandır. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Bülbül gibi ruh-u Muhammed’in gül kokusuna aşık olanı severim, karga gibi kendi aklını ve benliğini yüce tutarak, üstün gören ehl-i dünyayı sevmem.” buyuruyor.

Ucb u kibr ile bürünmüş dilazarı sevmezem

Meslek-i tevhidde derviş dilşikarı severim


Kur’an-ı Kerim’de “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, yer yüzünde kasılarak yürüme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman, 18) buyrulmuştur. Ucb, kendini beğenmektir. Dilazar ise, gönül kırmaktır. Bir kimse nispet varlığıyla kendini beğenerek bir söz söylerse,  o söz gönül kırar. Bir söz ki, tevazu ve meratib-i tevhid irfaniyetiyle, yani fena-yı tam kulluğuyla söylenirse, o söz nurlu, aydınlatıcı olur. Böyle bir söz, kulu irşad eder ve o kulun gönlü Allah’ın evi olur.
İşte böyle gönül ehli olup, gönlünde Allah olanlara derviş denir. Dervişler hep Hak’la neşelenir ve zevklenirler. Velhasıl Cenab-ı Hakk’ın büyüklenenleri sevmediği gibi, Fehmi Efendi Hazretleri de “Ucb kibirle kendini beğenerek gönülleri incitenleri sevmem, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle derviş olup, gönülleri irşad ederek aydınlatanı severim.” diyor.

Şol ki garazla ibadet eyleyeni sevmezem

Bigaraz olup cemale yar olanı severim


Ehl-i nefis olan kimsenin kulluğu, nefsini cehennemden halas etmek ve nefsini amel cenneti nimetleriyle lezzetlendirmek içindir. Onun kulluktan maksat ve garazı budur. Makamat-ı tevhid müşahedesiyle arif olup da ruha mensup olanın kulluğu ise, daima Allah’ın cemali, yani Allah’ın güzel yüzünün müşahedesidir, hep Cemalullah’la olmaktır. Onun kulluğunun yüce maksadı budur.
Arifibillah, Allah’ın emrettiklerini yapar, yasakladıklarından kaçar, fakat bütün bunları Allah’ın emri olduğu için yapar. O, ruha mensup olduğu için, nefsini amel cennetinin nimetleriyle lezzetlendirmek gibi maksadı, garazı ve beklentisi olmaz. Çünkü arifibillahın Hakk’ın cemalinden başka maksat ve garazı yoktur. Bu itibarla, ehl-i nefis; kulluğunu, nefsini tabiat lezzetleri ile kayıtlamış olup, bu lezzetlerle cennette de beraber olmak istediğinden, ibadetlerini bu maksat ve garazla yapandır. Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle kimseyi sevmem, arifibillah olup da Allah’ın cemaline yar olanı, aşık olanı severim.” diyor.

Dünya ve ukba için bülbül olanı sevmezem

Vech-i baki’ye yanıp pervaneyi ben severim


Akl-ı maaş olan kimse, hep dünyayı gözetir, yani dünyevi kar-zarar menfaatini gözetir. Akl-ı mead olan ise,  ahireti; yani öldükten sonra dirileceğim, yaptıklarımın hesabını vereceğim imanıyla, bir iş yaparken dine uygunluk arar. Haram mıdır, günah mıdır, sevap mıdır ona bakar ve nefsini bu tabiat aleminin lezzetleriyle, ahirette de lezzetlendirmek ister.
Akl-ı kül ise, fenafillah irfaniyetiyle kendi yokluğunda Rabbine vasıl olmuş kamil insandır. Onun, vech-i paki olan Hakk’ın güzel yüzünü görmekten başka maksadı olmaz, haram ve helale kesinlikle dikkat eder. Fakat onun yüce gayesi vech-i paki olan cemalullahın müşahedesidir. İşte Fehmi Efendi Hazretleri “Dünya ve ukba maksat ve gayesiyle şakıyan, konuşan kimseyi sevmem. Fenafillah keşfi irfaniyetiyle cemalullaha tutkun olup, kendi nispet varlığını Allah aşkı ile yakıp kül etmiş olanları severim.” diyor.

Dili ikrar kalbi inkar Müslümancı sevmezem

Ahdini ifa edip sadık olanı severim


‘Dili ikrar, kalbi inkar’ demek şöyledir: Bir mümin, dili ile “Lailaheillallah” yani Allah’tan başka ilah yoktur, der. Fakat onun anlayışı, Allah; sağdan, soldan, alttan, üstten münezzehtir zannı olup, Hakk’ı mevhumlukla kaydedip tenzih etmektir. Böyleleri Cenab-ı Hakk’ın kendindeki ve cümle alemdeki mevcudiyetine arif ve vakıf değillerdir. Bir de “Lailaheillallah” dediği halde, Allah’ı kendine veya başka birine; mesela şeyhine, eşyaya, herhangi bir yaratılana benzeterek kaydedip teşbih edenler vardır ki, bunlar fenafillah keşfinden mahrum olduklarından, Allah’ı mahluk, yaratılanla kaydederek Allah’a açık şirk koşarlar. İşte bu tenzih ve teşbihle Allah’ı kaydederek bilenler, Allah’ı, kelime-yi tevhidi söyleyerek tevhidi dille ikrar ettikleri halde, anlayış ve zanlarıyla tenzih ve teşbih ettiklerinden, kalplerindeki itikat ve anlayışla dillerindeki ikrar çelişir.Böyleleri dillerindeki ikrarı kalplerindeki itikatla inkar ederler.
Zikr-i daim uyanıklığı ve meratib-i tevhid marifetiyle dili “Lailaheillallah” dediğinde, kalbindeki Allah’tan gayrı varlık yoktur iman ve müşahedesiyle arifibillah olanlar ise, tevhid-i hakiki mümini olur. Bunlar kendinin ve cümle varlığın mevcudiyetinde Hakk’ı tevhidin hakikatiyle, yani gerçek tevhitle tevhid eder. İşte ahdine sadık olanlar bunlardır. Çünkü Cenab-ı Hak, ruhlar aleminde bütün Adem zürriyetine hitap etti. “Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Evet, sen bizim rabbimizsin biz buna şahidiz …” (Araf, 172) beyanında olduğu gibi, her kul Cenab-ı Hak’la ahitleşti. Sonra bedenlenerek bu yeryüzüne geldik. Fakat bu aleme bedenlenip de gelince tabiatın tesirinde kaldığımızdan ruhlar alemindeki ahdimizi unuttuk.
İşte her kim, bu alemde her zaman mevcut olan mürşid-i kamili bulur da onun irşadına mazhar olursa, o kimse bu alemde, ruhlar alemindeki ahitleşmenin tekrarına muhatap olur ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle “Lailaheillallah” kelime-i tevhidinin hakikati olan “Allah’tan gayrı yoktur.” müşahedesi ve irfaniyetine erer ve Rabbinden gayrı görmez. Böylece ruhlar alemindeki ahdinin gereğini yerine getirmiş sadıklardan olur. Velhasıl, bir kimse tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle aydınlanmazsa, onun dili ile kalbi, ya Rabbini tenzih ederek ya da teşbih ederek daima çelişki içindedir. Bu gibiler hakkında Yunus Emre Hazretleri:

La şerike okursun, şirke şerik katarsın

Bire iki demeyi kimden fetva tutarsın


Diyor. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Tevhidin hakikati irfaniyetiyle aydınlanmış, ahdine sadık olanı severim. Tevhidin hakikatinden mahrum kalmış, dil ile kalbi aynı olmayanları sevmem.” buyuruyor.

Talibi der mesleğinde reyb edeni sevmezem

Baş ve can feda edip lareyb olanı severim


Allahualem, Fehmi Efendi Hazretlerinin burada meslek olarak ifade ettiği Meslek-i Resul’dür. Kamil mürşidin telkini, meslek-i Resul irşadıdır. Bir kimse yaradılışının yüce gayesine, yani insan-ı kamil olmaya, ancak meslek-i Resul irşadıyla ulaşabilir.
Her zamanda mürşid-i kamil vardır ve mevcuttur. Fakat sahte ve taklitleri pek çoktur. Onun için sahtesi çok olduğundan, kamili bulmak zordur. Sahte, nakıs mürşitlerin ahvaline, davranışlarına bakarsın, onun betliği ve çirkinliğinden ürküp, bu sefer gerçeğinden de şüphe edersin. Bilinmelidir ki, gerçeği olan bir şeyin taklidi ve sahtesi olur. Kul, bu imtihan aleminde gayret edip mürşid-i kamili bulacak ki, onun meslek-i Resul telkin ve irşadı mazhariyetiyle yaratılışının yüce gayesine ulaşıp, insan-ı kamil olsun.
Reyb, şüphe demektir. Bir kimse, bu taklit ve sahte mürşitlerin hal ve davranışlarına bakıp da kamilden ve onun telkininden reyb / şüphe ederse, o meslek-i Resul telkin ve irşadından mahrum kalır, dolayısıyla yaratılışının yüce gayesi olan kamil insan mertebesine ulaşamaz. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Kamil mürşidin, meslek-i Resul olan telkin ve irşadından reyb / şüphe edeni sevmezem. Kamili bulup da onun telkininden şüphe etmeyerek, irşadına mazhar olup, kendine nispet ettiği varlık ve benliğini fenafillah marifetiyle feda edeni severim.” diyor. Çünkü meslek-i Resul irşadı, tamamen  emr-i ilahi olup, Kur’an’la ayniyettir. Kamil olan bir mürşidin irşadı,  emr-i ilahi ve Kur’an’la asla çelişkili olmaz. Bu itibarla kamilin emrini tutmamak  emr-i ilahiyi tutmamaktır, kamilin telkininden reyb, şüphe etmek, emr-i ilahiden şüphe etmektir.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

Hiç yorum yok: