10 Eylül 2011 Cumartesi

Rah-ı aşka salik olmak takdir-i ihsan gerek

Rah-ı aşka salik olmak takdir-i ihsan gerek
Derd-i Hak’ka sabır olmak vüs’at-ı vicdan gerek

Aşk-ı ilahiye mazhar olmak, yüce Allah’ın ihsanıdır ve ihsanların en yücesindendir. Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Beni talep edene bulunurum, kime bulunursam onu aşık ederim, kimi aşık edersem onu arif ederim, kimi arif edersem onu vasıl ederim, kimi vasıl edersem onu katlederim, kimi katledersem onun diyeti ben olurum, kimin diyeti ben olursam onunla benim aramda fark kalmaz.” diyor. Demek ki Cenab-ı Hakk’ı, her kim talep ederse, Allah ona aşkını ihsan eder, yani bağışlar. Aşk-ı ilahiye mazhar olan kulu, o aşk Rabbine vuslata ulaştırır. Onun için aşk-ı ilahiye mazhar olmak, Allah’ın büyük bir nimeti ve ihsanıdır.
Bunu beyanla Niyazi Mısri Hazretleri “Enbiyaya ve evliyaya aşk oluptur rehnüma” diyor. Yani aşk, peygamberlerin ve evliyaların yol göstericisidir, yolunu açandır buyuruyor. Derd-i Hakk’a sabırlı olmak için vüsat-ı vicdan gerektir, çünkü ‘vicdan’ Hakk’a vasıl olup, tecelliyi gayrı görmeyen kalbe denir. Sabır ise, kulun muhatap olduğu olumsuzlukları ve dertlerini, Hak’tan gayriye şikayet etmemesidir. Bu itibarla ilahi aşk ihsanıyla kul gayriyetten kurtulup, Rabbine vasıl olur da, şikayetini Rabbine yaparsa ancak sabretmiş olur ki, bu beyan ediliyor.

Kahrı lütfu bir bilenler buldular feyz ü necat
Hayrı şerri Hakk’a nispet alima irfan gerek

Hayır ve şer Allah’ın kudretiyle zahir olup meydana çıkar. Bu imanın şartlarından biridir. Hayır ve şer, kahır ve lütuf aynıdır. Hayır ve şerrin halkıyetine dair iki hakim görüş ve itikat vardır: Biri der ki, kul kendi nefsi ile şer veya hayrı talep eder, Cenab-ı Hak da kulun talebine, isteğine göre hayrı veya şerri zuhura getirir. Hayır ve şer, kulun isteğine göre yaratıldığından hayrın da şerrin de neticesine kul muhataptır, der. Ve böyleleri, kendi varlığını Hakk’ın varlığından ayrı görüp, kendinin ve alemin varlığına nispet vücut verir. Diğer itikat ise: Cenab-ı Hak, bir kul için ne isterse onu yaratır, Allah şerri zahir ederse, o kul mecburen şer işler; Allah hayrı zahir ederse, o kul mecburen hayır işler anlayışıyla, Hayrın ve şerrin halkiyetinde kulun  bir fonksiyonu yoktur,  der.
.İşte bu iki itikat ve görüş batıldır, yanlıştır. Doğrusu ise şöyledir:
Hayır da şer de Allah’ın kudretiyle zahir olur ve hayır da şer de fiilullahtır. Hiç bir fiil Allah’ın kudreti, kuvveti olmadan açığa çıkıp zahir olmaz. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “İşlerin tümü Allah’ındır…” (Ra’d, 31)  “Bütün kuvvetin Allah’ın elinde olduğunu, Allah’ın şiddetli azabı bulunduğunu anlayacaklarını (şimdiden) anlayabilselerdi.” (Bakara, 165) Buyrulmuştur. Bu itibarla hayır olsun, şer olsun tüm işler Allah’ın kudreti ile meydana gelen, fiilullahtır ve cümle fiilin faili Allah’tır.
Her fiilin faili Allah iken, kulun mesul olması ise şöyledir: Kulun bir işi yapabilmesi için kuvveti, kudreti yoktur, fakat kul bir işin olmasını ister ve o işin neticesini kabul eder. Ve o iş, kulun isteğine göre hayır veya şer olarak kudretullah tarafından yaratılarak zahir olur. İşte o işin yaratılmasını, yani zuhurunu isteyip neticesini kabul ettiği için, şerrin muhatabı da, hayrın muhatabı da kul olur. Bu itibarla, hayırda da, şerde de, her fiilin faili Allah’tır. O fiilin zuhurunu talep edip, neticesini kabul ettiği için kul, mesul ve mükelleftir.
İşte doğru itikat böyledir ki, bu da ancak tevhid-i hakiki irfaniyetiyle anlaşılır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle bir irfaniyete mazhar olanlar kurtulur, yoksa her ilim sahibi alim olmakla, hayrı, şerri, yani kahrı ve lütfu Hakk’a nispet edemez. Hayrı, şerri Hakk’a nispet etmek için mekteb-i irfana girip tevhid-i hakiki irfaniyetiyle arif olmak gerektir.” buyuruyor.

Mahz-ı tevhidi bulamaz olmayınca bir delil
Ol hakikat şehrine hem varmağa irfan gerek

Mahz-ı tevhid; tevhidin hakikati, özü demektir. “Lailaheillallah muhammeden resulullah”  tevhidin kelimesidir, bir de tevhidin hakikati yani özü  vardır. Bu öz olan hakikat şehrine delilsiz, yani mürşid-i kamilin delilliği olmadan varılamaz, demektir. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de “Eğer siz bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun…” (Enbiya, 7, Nahl, 43) buyrulmuştur. Başka bir ayette ise “Ey iman edenler, Allah’tan korkun, O’na ulaşmak / kavuşmak isterseniz bir vesile arayın…” (Maide, 35) Buyrulur.
Bu mevzuda Yunus Emre Hazretleri:

Müftüler kadılar geldiler,
Cümle kitapları kodular,
Sen bu ilmi nerden aldın dediler,
Mürşid-i kamile varmadan olmaz.

 Diyor. İşte gerek Kur’an beyanları, gerekse bu yolun büyükleri ve cümle ehl-i kemal, tevhidin hakikatine ulaşmak için mürşid-i kamili arayıp bulmak ve onun irşadına mazhar olmak gerektiğinde ittifak ederler. Mürşid-i kamilin misyonu, aynı zamanda mekteb-i irfandır. Bu itibarla, tevhidin hakikati olan hakikat şehrine, ancak mekteb-i irfan irşadıyla arif olanlar varabilirler.

Dil verilmez her görünen zındığa etme iman
Ders-i tevhidi okutmak kamile ferman gerek

Zındık, şu itikatta olan kimselerdir: Cenab-ı Hakk’ı eşya ile kayıtlayıp, nefsini fena etmeden, nefsine Hak der ve Hakk’ı kendi nefsi ile kayıtlar, mürşidin varlığını ifna etmeden ona da Hak, Rab diyerek, mürşidini de Hak olmakla, Rab’likle kaydederek küfreder. Bunlar, Kur’an’ın açık beyanlarına ve Meslek-i Resul’ün telkinine bakmazlar ve bunları ölçü yapmadığı gibi, kendi akıl ve mantığına göre teviller uydururlar. Dinin zahirini, muhkem yönünü inkar edip, akıl almaz tevillerle muhkemi, yani şeriatı inkar edip kaldırırlar. Kur’an bunlar hakkında “…Kalbi eğri ve bozuk olanlar Kur’an’ın muhkem, anlamı açık ayetlerini bırakıp müteşabih ayetlerini kalbindeki eğriliğe hastalıklara göre tevil eder…” ( Al-i İmran, 7) Buyurur.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, zındıklar hakkında: “Bir taife vardır ki, taife-i batıniyedir. Kur’an’ı yalnız enfusa hasreder. Afakiyeyi tanımazlar. Namaz enfusi, oruç enfusi, keza farz-ı ilahinin hepsi enfusidir derler, afakiyeyi inkar ederler. Cebrail akl-ı Resuldür, İsrafil himmet-i Resuldür derler ve öyle afakta bunların aslı olmayıp, murat enfusidir der ve afakiyeyi inkar eder. İşte taife-i zındık gibi bunlar kafirdir. Halbuki Kur’an’ı enfusa hasreden küfreder.”diyor. (Niyazi Mısri Şerhi, s. 289)
İşte Hz. Pir’in buyurduğu gibi, bu kimseler küfür içindedirler. Bu zındıklar ehl-i zahirden çıkmaz, daha çok mürşide gidenlerden, yani mürşidin bir şekilde yanında olanlardan ve tarikatçılardan çıkar. Bunların bazısı abdest, oruç, vakit namazı gibi, Allah’ın açık emirlerini yerine getirmezler ve bunu da bir kemalat ve marifet zannederler; ben daim abdestliyim, daim namazdayım, daim oruçtayım gibi ifadelerde bulunurlar. Abdest namaz gibi emr-i ilahi ile kendisini mükellef görmez. Bunlar avam içindir ve onlar mükelleftir, der. Abdestsiz, namazsız ve oruçsuz olarak yaşarlar ve bu hallerini etraflarına bir kemalat ve marifetmiş gibi dayatırlar.
Bu zındıklardan bazıları da vardır ki, itikat olarak diğerleriyle aynı olmakla beraber, namaz kılar oruç tutarlar, fakat bunları neye yapıyorsun denildiğinde, halk-ı alem bir şey demesinler diye yapıyorum, taş attırmayayım diye yapıyorum der. Yani itikadı abdestsiz namazsız olanla aynı olup, namazı abdesti Allah emrettiği için yapmaz. İşte bu zındıklar, birde alem-i halkı irşad etmeye ve onlara mürşitlik yapmaya kalkarlar, sohbetlerden ve kitaplardan hafızalarında olup, ezberledikleriyle insanları irşada çalışırlar. Bu zındıkların itikat ve ahvalleri bozuk ve sapkınlık olup, itikatlarının ve hallerinin kendilerine ve etraflarına hiç bir faydası olmadığı gibi, çok zarardadırlar ve etraflarına da çok zarar verirler.
Ehl-i kemal olan arif ise, gerek nefsinde kendinin, gerekse afakta cümle alemin nispet varlıkların olmadığını, mürşidinin varlığı da dahil cümle varlığın Hakk’ın zuhuru olduğunun müşahedesine, fenafillah marifetiyle ulaşmış bir kuldur. O telkinin baştan sona emr-i ilahi olduğunun şuur ve anlayışıyla Kur’an’ın teviline, batın yorumuna vakıf olup, Kur’an’ın zahir, açık emirlerine, kesinlikle uyar ve yasaklarından kaçar. O daima abdestli olup, vakit namazını yer yüzünde hiç bir kimse kılmasa, Ramazan orucunu hiç bir kimse tutmasa, arif ve ehl-i kemal olan kılar ve tutar, bunları emr-i ilahi olduğu için yapar. Allah’ın diğer cümle emirlerine riayet ettiği gibi, Allah’ın yasakladıklarından uzak olup kaçar. Allah’ın emirlerini ne eksik yapar, ne de fazla, Kur’an nasıl söylemişse aynen öyle yapar. Kur’an’la ters düşmeyen ve çelişkili olmayan cümle şeriat ahkamına kesinlikle uyar. Ehl-i kemal olan arifin, Kur’an’la hiç bir çelişkisi olmaz. Hz. Peygamber Efendimiz, emr-i ilahiyi nasıl tatbik etmişse aynını yapmaya gayret eder. Ahlak-ı Muhammedi, onların giysisi olup, marifet ve kemalatı ise Nur-u Muhammed’dir. Hz. Resul’ün “Allah beni nurundan yarattı, müminleri de benim nurumdan yarattı.” Beyanındaki gibi, onlar meslek-i Resul mazhariyetiyle Nur-u Muhammed’le halk olmuş hakiki, gerçek müminlerdir. Hidayeti Nur-u Muhammed, ehl-i kemalin, ehl-i irfanın canıdır, ruhudur. Meslek-i Resulün zahir ve batın marifeti,böyle olan insan-ı kamilde zahir olur, vesselam.
İşte ilm-i tevhid dersi, insan-ı kamil olan böyle bir mürşidden tahsil edilir ki; onun elindeki ferman, onun marifeti ve kemalatı olup, ihvan ve salikleri, o ferman olan marifet ve kemalat irşadıyla aydınlatıp, makam-ı insana ulaştırır. Bazıları bir şekilde elde ettikleri icazete (diploma vb.) sahip olmayı, kemalat ve marifet zanneder ki, bu icazet ve diploma saliki irşad etmez. Saliki irşad edip aydınlatan mürşidin marifetidir, kemalatıdır. Eğer mürşitde kemalat yoksa, icazet ve diploma işe yaramaz. Tıp ilmine, marifetine mazhar olmayan bir kimse, tıp fakültesinden icazet (diploma) almış olsa, o diploma doktorluk yapar mı? Yapmaz. Hastalara şifa verir mi? Vermez. Eğer doktorun marifeti varsa, doktorun o marifetidir hastaları iyileştirip fayda veren.
Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri: “Gönlünü her mürşidim diyen kimseye açma. Yani ona uyup, tabi olma. Zındıklar da, seni irşad edelim derler, sakın bunlara inanma. Tevhid-i hakiki dersini okutmak için lazım olan mürşid-i kamilin fermanı, onun irfaniyet ve kemalatıdır. Seni irşad edecek olan ancak o kemalat ve irfaniyettir.” diyor. Allahualem.

Zühd ü takva ile bulunmaz zevk-i tevhid mahzeni
Kenz-i bipayanı bulmak uğruna kurban gerek

Zahid şu kimselerdir ki; fazla ibadetler yapar, şekil düzer, sakallı olmayı, Hicaz fistanı giymeyi, başına sarık vs. dolamayı, takkeli olmayı,  kadın ise saçının telini göstermemeyi kemalat zannederler.
Bunların kadınları, avret mahallinin örtülmesini, halkın genel kabulü olan kılık kıyafetlerle yapmayıp, mensup oldukları tarikatın, cemaatin, şeyhin işaretine göre, kara çarşaf veya elbise giyer ve şeyhinin işaretine göre başını, saçını bağlayarak o cemaate, tarikata aidiyetini ifade eden kılıkla kendilerini teşhir ederler.
Bunlar Hıristiyanlıktaki rahibelerin, saçını ölünceye kadar kimseye göstermeme itikatlarında olduğu gibi; rahibelerin iki örtü kullanmalarını cahilce taklit ederek saçını bağlar ve Hıristiyan itikadı olan saçının telini göstermemeyi, körü körüne takliden uygularlar. Toplumun genel kabullerine uymayan kıyafetleri giyerek, içinde yaşadıkları halktan farklı olduklarını vurgularlar. Bu hallerini de bir marifet zannederek, kendileri gibi olmayanları tenkit ederler, beğenmezler. Kendi anlayışları dışında kalanları irşada muhtaç zannedip, halk-ı alemi kendilerine benzetmeyi gaza, hizmet, cihad gibi isimlerle isimlendirip, ömürlerini halk-ı alemi kendileri gibi şekil suret düzmeye teşvik ederek geçirirler. Bu gibiler daima bulundukları cemiyette uyumsuzluk ve fesat üretirler ve bu hal ve faaliyetlerini de, irşad olarak değerlendirirler. Kendilerini doğru dindar olarak görür, kendilerinden olmayanları ise, sapık, gafil, yanlış yolda olarak değerlendirirler. Bir de bu anlayış ve hallerini, takva olarak kabul ederler, vesselam.
İşte bu ahvalini zühd, takva olarak zanneden bu zevat, bu anlayışla, tevhid-i hakiki irfaniyet ve zevkini bulamazlar. Tevhid-i hakiki marifetiyle kulun Rabbine vuslat hazinesine ulaşması için, cehaletle kendine ve aleme nispet ettiği varlığı, benliğini fena edip, kurban etmesi gerektir.

Adeta evrad ve esma oldu vuslata muhal
Vuslat-ı dost uğruna candan geçip berdar gerek

Fazla ibadet etmekle; yani beş vaktin haricinde, gece gündüz namazlar kılmak, ramazan orucu haricinde oruç tutup, şu kadar adet bu kadar adet tesbih çekmek gibi virdler, iyidir ama seni Rabbine  kavuşturup vuslata götürmez. Çünkü bu haller kulun Hakk’a vuslatına muhaldir, engeldir. Dost olan Hakk’a kavuşmak için, aşk-ı ilahinin dar ağacında / idam sehpasında, seni Hak’tan ayıran benliğini, nispet varlığını fena edip, kendinden geçmen gerek. 

Sıyt ve şöhrette kalanlar bulmadı Fehmi  reşad
Aşıkın maşuk yolunda yer ile yeksan gerek

Sıyt ile şöhrette kalmak şöyledir: Bir kimse, halk bana şöyle alim, böyle bilgili desinler maksadıyla ilim tahsil ederse, böyle kimseler sıyt ve şöhrette kalır, yani şan ve şöhretinin esiri olur. Böyle bir sevdası ve maksadı olan kimseler, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle irşat olamazlar. Rabbine kavuşmak isteyenler ancak, tevhid-i hakiki marifetiyle irşad olup, reşad bulur. Bu itibarla ilim ve irfaniyet mazhariyetinden maksat, ilahi sevgiliye kavuşmak olursa, ancak o kul irşad olur ve kulluğun kemalini bulur, yani insan-ı kamil olur ve ilahi sevgiliyle vuslat keyfiyetiyle yaşar. Velhasıl bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “İlahi aşk mazhariyetiyle bir aşık, ilahi sevgilinin yolunda kendi nispet varlığından geçer de fena-yı tam irfaniyetiyle nispet benliğini yerle yeksan ederse, o zaman irşad olur ve kemal bulur.” buyuruyor.
Her şeyin en iyisini Allah bilir.


Hiç yorum yok: