21 Eylül 2011 Çarşamba

Kamil mürşid olanın sözleri Kur’an olur

Kamil mürşid olanın sözleri Kur’an olur            
Nakıs mürşid olanın sözleri güman olur
                   
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Kur’an dört ilim ve yedi mertebe olarak inzal olmuştur.” diyor. Burada ifade edilen dört ilim; şeriat ilmi, tarikat ilmi, hakikat ilmi ve marifet ilmidir. Yedi mertebe ise, makamat-ı tevhidin; üçü fena, dördü beka olan yedi meratib-i ilahisidir. Bu dört ilmin alimlerinin ve mürşidlerinin irşadı, muhakkak Kur’an kaynaklı, Kur’an’la ayniyet içerisinde ve Kur’an’ın denetimine açık olması gerektiği, beyan ediliyor.
Hz. Resulullah Efendimiz, Muaz Bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken “Kur’an’la hükmet, sünnetle hükmet, Kur’an ve sünnete ters düşmeyecek bir şekilde kalbine danış ve öyle hükmet.” buyurmuştur.
İmam-ı Azam Hazretleri “Bizim olduğu ifade edilen bir sözü duyduğunuzda; yanında bir ayet ve hadis arayın, ayet veya hadis varsa o söz bizimdir, yoksa o söz bizim değildir.” Diyor. Kamil mürşidin irşadı, Meslek-i Resul’ün tebliğ ve irşadıdır. O her ne telkin ederse, kesinlikle Kur’an kaynaklı olur. O, telkini Kur’an’la izah ederek, irşad eder. Çünkü Hz. Ayşe validemize “Ey validemiz, bize Hz. Resulullah’tan bahset.” dediklerinde, Hz. Ayşe cevaben “Siz Kur’an okumaz mısınız?” buyurmuştur.
Velhasıl bir mürşid, irşadını Kur’an’la yapmaz da; ben falancadan böyle duydum, fişmanca şöyle söyledi gibi bir anlayışla mürşidlik yaparsa, marifetini Kuran’la izah edemezse, o mürşid nakıstır, eksiktir. Onun kendisi irşada muhtaçtır. Müridleri ne kadar kalabalık olursa olsun, Kur’an’la irşad etmeyen bir mürşid, Kamil mürşid değildir ve onun sözleri gümandır, boştur. Sözün dolusu ise, vahiye uygun olanıdır. Çünkü Hz. Resulullah “…Bir söz duydunuz ki, altında benim mührüm var fakat Kur’an’a uygun değil; o söz benim değildir. Bir söz ki duydunuz, Kur’an’a uygundur, o sözü kim söylemiş olursa olsun, benimdir.” Buyurmuşlardır.

Uydun zındık sözüne mürşid dedin kendine
Senden derviş olanlar bir kızıl şeytan olur

Mürşid-i Kamil Kemal Zurnacı Efendi, bir misalinde: “Yumurta bir değerdir, omlet olur, kaynatılır vb. Eğer yumurta kuluçkaya girer de civciv çıkarırsa, daha da değerlenir. Fakat kuluçkaya giren yumurta eğer civcivi çıkaramazsa, o yumurta çok pis koku yayar ve ondan  artık ne omlet, ne kaynatma, ne yemek vb. olmayacağından çöpe atılır.” Dedikten sonra devamla “Ehl-i zahir olan halk, ahkam-ı şeriatla amel ederek yaşar ve Allah’ın emirlerine uyar, yasaklarından kaçarsa; onun bu hali yumurta gibidir ve iyi bir değerdir. Çünkü bu hal, kulu cehennemden koruyup cennet-ül amele mazhar eder. Fakat şeriat ahkamıyla amel eden bir kul, mürşid-i kamili bulur da zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetiyle kendi nispetlerinin fenasını / yokluğunu keşfedip, kendi yokluğunda Hakk’ın zuhuruna kavuşurak Hakk’a vuslat ederse, o ölümsüz olur ve Hakk’ın varlığıyla ebedi bir hayata kavuşur. Fakat bir kimse mürşid-i kamile varır da, onun telkinine mazhar olduğu halde, onun telkinine riayet etmeyip, telkin ve tarifi kendi hevasına uydurursa, o kimse bozulur ve zındık olur. Aynı kuluçkaya girip civciv çıkarmamış yumurta gibi çirkinleşir, ondan kerihlikler zahir olur.” Buyurdular.
İşte böyle zındık kimsede şeriat ehlinin hal ve davranışları kalmadığı gibi, onda ehl-i kemalin hali ve irfaniyeti de olmaz. Zındık kimse, ehli şeriat tarafından reddedildiği gibi, arifibillah ve ehl-i kemal tarafından da meclisten reddedilip kovulur. Zındık kimse, meclislerden duyduklarıyla, sohbetlerden hafızasında olanları anlatarak veya bir şekilde eline geçirdiği diploma, icazet vb. ile mürşidlik yapar ve halkı bozarak ifsat eder, fitne çıkarır. Böyle zındıklar, bir de kendine halifeler, vekiller tayin eder ki, böyle bir zındıktan alınan hilafet, yetki vb. ile kim mürşidlik yaparsa, onun irşadından kemalat hasıl olmaz. Zındıklık, aynen İblis’in, Hz. Adem’deki marifetten gafletle Allah’ın emrine asi olup, Adem’e secde etmeyerek, Allah’ın huzurundan kovulup lanetlenmesi gibidir. İşte böyle bir zındıktan derviş olduğunu zannedenler, kulluğun kemalinden mahrum  olurlar, yani ademiyet olan insan-ı kamil marifetinden gafil ve uzak oldukları için huzur-u ilahiyi bulamayıp, İblis gibi Allah’ın huzurundan kovulmuş, lanetlenmiş olurlar.

Taklid ettin tevhidi girdin fasık rengine
Sana yoldaş olanın meskeni niran olur

Bir kimse, kamilin telkinine muhatap olmasına rağmen, tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle ikilik kabul etmeyen ruh birliğine ulaşamazsa, o kimse, nefsin tesirinde kalır ve tevhidi taklit ederek kendine uydurur. Böyleleri, tevhidin telkinini kendine uydurmakla, vahdetin ‘bir’liğin ruhaniyetine mazhar olmadığından, Hakk’ın ihsanı, lütfu olan irfaniyetten mahrum kalırlar. Bunlar meclislerde arif ve ehl-i kemalden duyduklarını taklit ederler ve takliden güzel sözler söylerler. Fakat bunlar irfaniyet ihsanından mahrum olduklarından, söylediklerinin hakikat ve hikmetinden gafildirler. Kamilden teveccüh gören ve ehl-i nefs olan tevhid taklitçileri, şeriat ehli gibi de olamaz. Çünkü böyleleri  emr-i ilahi olan şeriat ahkamıyla kendini mükellef görmeyip, şeriat avama aittir anlayışıyla ‘Ben her an namazdayım, daim oruçluyum...’ gibi sözler söyleyip, Allah’ın emirlerini çiğnerler. Böyleleri avam-ı halkın yanına gittiğinde ehl-i tevhid kamilini taklit ederek, onlara mürşidlik yapmaya kalkarlar, fakat ariflerin yanında ise, ilham ve irfaniyet ihsanından mahrum olduklarından sus pus oturup, marifet sergileyemezler. Velhasıl telkine riayet etmeyen, daim zikir ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetinden mahrum, tevhid-i hakikinin taklitçisi olan zındığın sözlerine uyup da, ona yoldaşlık yapanın ahvali, anlayışı, onu cehennem azabına muhatap eder. 
Allah cümlemizi, tevhid taklitçisi olan zındıklıktan ve zındıklarla arkadaşlıktan muhafaza etsin.

Evrad ettin esmaya Tanrı dedin eşyaya
Eşya bir masivadır gelir bir gün  yok olur

Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım, bana bu eşyanın hakikatini bildir.” buyurmuştur. Bu hadis-i şerifte beyan edilen eşya, görünen cümle varlıklardır. Ki, her bir varlık, bir isimle açığa çıkıp görünür. Bu açığa çıkma, Hakk’ın mevcudiyeti dahilinde olduğundan, bu görünen ve eşya denilen cümle varlığın asli hakikati Hak’tır. Bunun anlaşılması ise, ancak makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle mümkündür.
Bu irfaniyetten mahrum olanlar, ya tenzih ya da teşbih anlayış ve itikadında olurlar. Tenzihte olanlar mevcuttaki Hakk’ın varlığından mahcup / perdeli olduklarından, cümle eşyaya nisbet varlık isnat ederler ve gizli şirk işlerler. Bunlar Hakk’ı eşyadan tenzih ederek, mevhumlukla, bilinmezlikle ve görünmezlikle kaydederler. Teşbihçiler ise, genellikle mürşidin telkinine muhatap olmasına rağmen, tevhidin hakikati keşfi irfaniyetiyle, fenafillah olamayan kimselerdir. Ki bunlar, Hakk’ı eşyaya veya yaratılmış herhangi birine benzeterek teşbih ederler ve yaratılmışların bazılarını ilahlaştırırlar. Bunlar özellikle tarikat ve cemaat ehilleri olup, şeyhlerini, mürşidlerini ve önderlerini rableştirip, ilahlaştırırlar. İşte bu rableştirilen, ilahlaştırılan şeyh ve önderlerde zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyeti olmadığından, cümle eşyanın hakikati olan Hak’tan mahcup / perdelidirler. Bunlar, kendisine gelen müritlerine ve taraftarlarına adetle esma çektirirler, fazla ibadetler yaptırırlar ve müritlerine, taraftarlarına şeyhlerini, yani kendilerini rabıta yaptırarak açıkça şirk işlerler ve müritlerine de açık şirk işletirler. 
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Mürşidi rabıta yapmak küfürdür.” diyor. Velhasıl tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan bu ve benzeri itikat ve anlayışlar; eşyayı yaratılmışı, yani fani olanı rableştirmek ve ilahlaştırmaktır. Halbuki cehaletle rabıta edilip, kendisinden olağanüstü davranışlar beklenerek rableştirilen şeyhler, önderler aciz ve ölümlü olup, bir gün yok olurlar. Demektir.

Esmada kalan kişi suretledir her işi
Dünya ukba teşvişi kalbinde pazar olur

Kendi nefsinde ve cümle eşyada mevcut olan Cenab-ı Hak’tan perdeli olanlar, ikidir: Biri ehl-i dünya, ki akl-ı maaş olarak da ifade edilir. Diğeri ise, ehl-i ukbadır ki, akl-ı meaddır. Ehl-i dünya daima kar ve menfaat gözetir, onun kalbinde Allah ve ahiret tefekkürü olmaz. Onun kalbinde daima kar ve menfaat duygusunun teşvişi ve gailesi olur. Ehl-i ukba ise, bir faaliyet yaparken ahireti gözetir, yapılan iş doğru mudur, günah mıdır, sevap mıdır ona bakar. Onun gayesi, nefsini cehennemden korumak, amel cenneti nimetleriyle nefsini lezzetlendirmektir. Ehl-i ukbanın kalbinde ise, amel cenneti nimetleri olan huri, gılman, köşk vb. teşvişi olur. Velhasıl Hak’tan gafil olup da esmaya varlık nisbet edenlerin kalbindeki pazar ya dünya, ya da ukbadır. Vesselam.

Hak yoluna gidenler menhiyattan kaçarlar
Şarab-ı aşk içenler her daim sekran olur

Meslek-i Resul’e dahil olanlar, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi marifetiyle Allah aşkına mazhar olurlar ve aşk-ı ilahi zevk ve sarhoşluğuyla yaşarlar. Onların amelleri ise salih / güzel ameldir. Salih amel, Allah’ın emir ve yasaklarıdır ki, Hak aşıkları bu emirlere kesinlikle riayet ederler ve menhiyattan / yasaklardan kesinlikle kaçarlar. Aşıkların kalblerinde dünya ve ukba teşvişi olmayıp, onların kalblerinde daima Allah aşkının sarhoşluğu galip ve hakim olur. Buyruluyor.

Fehmi şükret haline düştün güller bağına
Ol gülistan içinde dost ile didar olur

Şükür, nimete yapılır. Şükür, nimetin artmasını talep etmektir. Güller bağı, Hz. Muhammed s.a.v. ruhaniyetinin zahir olduğu evlad-ı Resul meclisidir. Bu itibarla, evlad-ı Resul-ü manevi olan Fehmi Efendi Hazretleri, kendini muhatap edip cümle meslek-i Resul ihvanına hitaben: ‘Şükret haline ki, kamil mürşidi bulup gülistana, yani gül bahçesi olan evlad-ı Resul meclisine dahil oldun. Nur-u Muhammed mazhariyetiyle ilahi sevgiliyi bulup, O’na kavuştun.’ diyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilir.

Hiç yorum yok: