12 Eylül 2011 Pazartesi

Her zaman bülbül gibi efgan edeni severim

Her zaman bülbül gibi efgan edeni severim
Açılıp güller gibi handan olanı severim

Bülbül daima gülün derdi ile öter, figan eder. Çünkü onun maşuku, sevgilisi güldür.
İnsanın yaradılışının bir gayesi, maksadı vardır. Bu gaye Hakk’ı tanımak ve O’na kavuşmaktır. Ayette “Biz gökleri, yeri ve arasındakileri eğlenmek için yaratmadık. İkisini de sadece Hakk’ı göstermek üzere yarattık ama onların çokları bilmiyorlar.” (Duhan, 38-39) Başka bir ayette ise “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet / kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56) buyrulmaktadır. Sahabeden İbni Abbas (ra) ve bazı büyükler, bu ayette ifade edilen abidlikten / kulluktan maksadın, arif ve muvahhid-i hakiki olmak olduğunu buyurmuşlardır. İşte insanın halkiyatının gayesi arifibillah olmak ve ehl-i tevhid-i hakiki olmaktır. Kulluktan maksat budur. Bir kimse kulluk kemaline ancak makam-ı insanla ulaşır.
Makam-ı insan ise, Nur-u Muhammed mazhariyetidir. Bu itibarla, meslek-i Resul’ün kemalat ve marifeti, hidayet-i Nur-u Muhammed olduğundan, onun gül kokusu, ehl-i zikrin ve aşıkların yegane gıdasıdır ve cümle ehl-i aşk, Nur-u Muhammed’in bülbülüdür. Ehl-i tevhid-i hakiki ariflerinde zahir olan irfaniyet, gül kokusu olan Nur-u Muhammed mazhariyetidir. Onlar bu mazhariyetle efgan ederler, yani sohbet edip irşat olurlar ve irşat ederler, vesselam.
Gülün handan gibi açılması demek ise, Nur-u Muhammed neşesinin, salikin anlayışında, sohbet ve tavırlarında açığa çıkması demektir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Meslek-i Resul’e dahil olmuş, zikrullah ve muhabbetullahla bülbül gibi figan edip meşgul olanı ve açılıp güller gibi handan olanı severim.” diyor.

Misl-i behime olup bidert olanı sevmezem

Mübtela-yı biilaç dertlileri çok severim

Misl-i behime, hayvan gibi yiyip içen ve tabiatla meşgul olup, nefsinin istek ve hayvani lezzetlerinden başka şey düşünmeyen kimse demektir. Bunlar, hep hayvani istek ve arzuları galip olan, fakat insanın makamı nedir, gerçek kulluk ve yaratılışının gayesi nedir, diye düşünmeyip, böyle dertleri olmayan kimselerdir. Biilaç dertli demek, ilacı bulunmayan derde düşmüş olan demektir, yani Allah derdi ile dertlenmiş olandır.
Allah derdinin haricindeki cümle dertlerin, her yerde bir ilacı ve çaresi vardır, bulunabilir. Fakat Allah derdinin çaresi, ilacı ise zikr-i daim ve makamat-ı tevhit irfaniyetidir. Bu da ancak kamil mürşitte bulunur, başka bir yerde, yani eczanede, doktorda, her alimde ve her bir mürşidde bulunmaz. Bu itibarla Fehmi Efendi Hazretleri “Hayvani bir yaşantıyla yaşayıp, yaradılış gayesini araştırmayıp, derd-i ilahiyle dertlenmeyenleri sevmem, her yerde ilacı bulunmayan bir dert olan derd-i ilahiyle dertlenenleri severim.” diyor.
   
İzzü cah ile küşad mağrurları ben sevmezem

Fakrile fahreyleyip izzet bulanı severim


İzzücah ile küşad mağrur olmak; kendini ulu, büyük göstererek gururlanmak ve bu halinden keyif almak demektir. Kuran’da “Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, yeryüzünde kasılarak yürüme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez.” (Lokman, 18) Buyrulmuştur. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Cehaletle var zannettiği nispet varlığıyla öğünen, benliğiyle büyüklenip böbürlenen mağrurları ben sevmem.” diyor. Hz. Peygamber Efendimiz miraçta üç defa “Fakirlik benim iftiharımdır.” buyurdu ki, bu fakirlik maddi anlamda değildir. Maddi anlamda Hz. Peygamber Efendimiz zengindi. Burada üç defa tekrar edilerek beyan edilen fakirlik, nisbet varlık itibariyledir. Bu fakirlik kendine nisbet ettiği fiillerin yokluğu / fenası fakirliğidir. İkincisi, kendine nispet ettiği sıfatların fenası / yokluğu fakirliğidir. Üçüncüsü ise, kendine nispet ettiği vücudun fenası / yokluğu fakirliğidir.
Velhasıl Hz. Resulullah Efendimizin iftihar ettiği fakirlik, fenafillah fakirliğidir. Fehmi Efendi Hazretleri “Böyle fenafillah fakirliğiyle makam-ı izzete, yani kulluğun kemaline ulaşıp da o fakirlikle iftihar edenleri severim.” diyor.

Tac ile hırka giyip suret düzeni sevmezem

Tac-ı nurani olup beka bulanı severim


Eskiden tekkelerde özel kıyafetler giyerlerdi. Şeyhler taç giyer, tahtta, postta vb. yerlerde otururdu. Müritler ise, o tekkeye mahsus olan ve oraya aidiyetlerini ifade edip belirten kıyafetler giyerlerdi. Bugün dahi bazı tarikatlar ve cemaatler bu uygulamayı devam ettiriyorlar. Özel kıyafetler giyiyorlar, sarık sarıyor, taç giyip posta çıkıp şeyhlik yapıyorlar. Bu tavır ve hallerini de sanki bir kemalat ve marifetmiş gibi etraflarına, ilgi alanlarına teşhir edip gösteriyorlar. Mensubu oldukları tarikat ve cemaate aidiyetlerini belirten, adeta tek tip üniforma gibi kıyafetler giyip, kendilerini bu kıyafetlerle teşhir ediyorlar.
Bunlar, İslam ahlakına uygun ve toplumun genel kabulü olan kılık ve kıyafetleri de giymeyip, halk içinde tefrika, yani ayrımcılık yapıyorlar. Bu yaptıklarını, bir de imanımızın gereği gibi ifadeler kullanarak, kendilerini dindar, dinine ne kadar düşkünmüş gibi gösteriyorlar. Bunların hiç biri kemalat değildir. Kamil, olgun bir Müslüman, İslam ahlakına uygun ve içinde yaşadığı toplumun genel kabulleri olan kılık, kıyafetleri giyerek avret yerlerini, cinsiyet azalarını örter. Eğer halkın genel kabulü, ekvator ülkelerindeki gibi peştamal sarmaksa onunla örtünür; takım elbise giymekse onu giyer, kutuplarda ise o halkın giydiği kürk kıyafetleri giyer, vesselam.
Kamil, olgun bir mümin, suret düzmekte kemalat aramaz. Onların tacı, irfaniyet ve kemalatlarıdır. Muhammedi ahlak ise, hal ve tavırlardır. Onlar Hakk’a vuslat bekasıyla, yani ölümsüzlükle şereflenenlerdir. Bu itibarla, Fehmi Efendi Hazretleri “Taç ve hırka ile, yani şekil-suret düzmekle, kılık kıyafetle uğraşanları sevmem, meratib-i tevhid irfaniyetiyle aydınlanmış, nurlanmış ve ölümsüzlüğe kavuşup, beka bulanı severim.” diyor.

Ruz u şeb esma ile şaşkın olanı sevmezem

Ol müsemmadan haberi var olanı severim


Ruz u şeb esma ile şaşkın olmak; sabah, akşam sayı-adetle Allah’ın isimlerinden bazı isimleri ve salavatı günde üç yüz, beş yüz defa söyleyip sayıyla tespih çekmektir. Böyle tespih çekmeler, adı sanı ne olursa olsun, bugün dahi bir çok tarikat ve cemaatlerde devam etmektedir.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnif olup açığa çıkan Meslek-i Resul-ü Melamiyyedeki zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden habersiz olan cümle tarikat ve cemaatlerde; ufak tefek değişikliklerle bu uygulamalar halen vardır ve devam etmektedir. Yani adetle sayıyla esma-yı hüsnadan bazı isimleri tespih ile anarlar ve bunu da, kulu kemale ulaştıracak olan zikrullah olduğunu zannederler.
Bu, Kuran’da beyan olan ve Allah’ın kullardan yapmasını istediği zikr-i daim değildir. Kuran’da “Bilmediklerinizi size öğreten Allah’ı, size öğrettiği gibi zikredin.” (Bakara, 239) Buyrulur. Zikrullah, Kur’an’ın emri olup; nasıllığını ve  niceliğini her mürşidin bilmediği, ancak meslek-i Resul’ün irşadından nasiplenmiş olan mürşid-i kamilin, Kuran’ın denetiminde, vahiyle çelişmeden tarif ettiği daim zikirdir. İşte kulu kemale ulaştıracak olan zikrullah, daim zikirdir.
Eskiden tekkelerde herkese ilm-i tevhid-i hakiki eğitimi verme imkanı olmadığından, tekkenin kapasitesine göre talebe alınıp kabul edilirdi. Fakat tekkelere müracaat çok fazla olduğu için, müracaat edenleri elemeye, imtihana tabi tutarlardı. Bundan maksat, hem müracaat edenlerden samimi olanları tespit, hem de sayıyı kapasiteye göre azaltmaktı. İşte bu tesbihat, yani Allah’ın isimlerinden bazılarını sayı ve adetle çekip anmak, o zaman eleme metodu olarak uygulanırdı ki, fazla ibadetler de yaptırılırdı. İşte bunlara dayanan dayanır, dayanamayanlar memleketlerine geri dönerlerdi. Sabır ve sebat edip kalanlara ise, tekkenin gerçek eğitimi olan daim zikir ve makamat-ı tevhid telkin ve tarif edilirdi.
İşte, tekkeye gidip de oranın gerçek eğitimi olan daim zikir ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olamadan, memleketlerine geri dönenler; kendilerine eleme ve imtihan amacıyla, adetle, üç yüz, beş yüz, bin, iki bin her ne kadarsa, çektirilen bu tesbihatları ve fazladan yaptırılan ibadetleri, o tekkenin gerçek eğitimi olarak algılayıp, bu tesbihat ve fazla yapılan ibadetleri memleketlerinde de devam ettirerek, başkalarına da öğretirlerdi. Yani ben falanca tekkenin mürşidine gidip biat ettim, onun dersi budur deyip, bu virdleri ve dersleri o mürşidin gerçek irşadı zannederek devam ederlerdi. İşte bu gün dahi devam ettirilen bu usuller, nakıs / eksik yani kamil olmayan, fakat mürşitlik yapan kimseler tarafından, geçmiş meşhur velilerin isim, unvan ve popülaritesi kullanılarak, biz falanca geçmiş büyüğün yolundayız, diyerek devam ettiriliyor. Yani Hz. Mevlana’nın Yunus’un, Hacı Bektaş Veli’nin, Bahaeddin Nakşibend’in, Muhiddin Arabi’nin, Hacı Bayram Veli gibi kamil insanların isimleri kullanılarak, bu tesbihatlar ve fazla ibadetler devam ettiriliyor.
İşte her kim ki, böyle kamil olmayan nakıs bir mürşide varırsa, ona da bu tesbihatlar, yani esmalar şu kadar bu kadar çektirilir ve bunlar kulluğun marifet ve kemalatıymış gibi ona empoze edilir. Eğer mürit, kendisine yapması söylenen fazla ibadetleri ve esmaları yapar da, bende bir gelişme olmadı derse, fazladan yaptırılan ibadetleri ve tesbihatı arttırırlar, sonra tekrar arttırırlar ve mürit bunları yapamayacak hale gelir. O zaman da, sen bunları yapsaydın gelişirdin, olgunlaşırdın derler. O mürit de, ben derslerimi yapamadım, yapsaydım bende kemalat hasıl olurdu anlayış ve evhamına kapılarak yaşar. Kamil olmayan o mürşidi, cemaati terk edemez. Ömrü nakıs, kamil olmayan şeyhten, mürşidden nazar, himmet beklemekle geçer. Böyle bir mürit, hayatın akışı içinde bir iyiliğe muhatap olursa bunun, şeyhinin himmet veya nazarıyla olduğu ona ima edilir veya doğrudan söylenir. Yine mürit hayatın akışı içinde her hangi bir olumsuzluğa, kötülüğe muhatap olursa, bunun şeyhine sadakatsizliğinden olduğu ona söylenir veya ima edilir.
Velhasıl, nakıs, kamil olmayan bir mürşide mürit olup, gece gündüz sayıyla tesbihat ve fazla ibadetle meşgul olanlar, halkiyatının, yani yaradılışının gayesi olan kulluğun kemal ve marifetini bulamaz, şaşırmış bir şekilde yaşarlar. Böyle bir kimsenin vehim ve zanları ona engel, perde olur ve gerçek kamil mürşidi arayıp bulmaktan ve onun daim zikir ve makamat-ı tevhid marifetiyle olan irşadından mahrum kalır. Bu itibarla “Gece gündüz esma çekip de, bu halini bir marifet zanneden şaşırmış kimseyi ben sevmem. Zikr-i daimle makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşıp, cümle esmaların müsemması olan makam-ı uluhiyetten haberdar olup, Hakk’a vasıl olanı severim.” buyruluyor.
   
Dört duvar içinde halvet eyleyeni sevmezem
Dost ile cilvette halvet eyleyeni severim

Daha evvelki beyitlerin açıklamasında geçtiği gibi, eskiden tekkelerde verilen eğitim metotlarından biri de halvettir. Yani müridi hücreye, dört duvar arasına kapatırlar ve perhiz yaptırırlardı ki, buna halvet denirdi.
İşte bu ve benzeri eski tekke geleneklerini kaldıran Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Yirminci yüzyıl ilimde, fende çok gelişmelerin olacağı asırdır.” buyurarak; böyle çile çekip, halvete kapanmak gibi eğitim metotlarını kaldırmış ve salike doğrudan zikr-i daim ve makamat-ı tevhidi telkin etmiştir. Her kim ki, Pir Seyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında tasnifi ve tarifi açığa çıkmış olan meslek-i Resul’e dahil olursa, ancak o kimse, zikr-i daim uyanıklılığına kavuşabilir ve tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle, kendinde ve her yerde mevcut olan Hakk’a arif ve vasıl olur. İşte daim zikir ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşan bir kulun halveti, cümle halk ve eşyada Hak’tan gayrı görmemesidir. Cilveti ise, Hakk’ın tecellilerinin müşahedesiyle neşelenip coşmasıdır. Niyazi Mısri Hazretlerinin;

Halvetten ettim rıhleti
Kesrette buldum vahdeti,
Pazarda kurdum halveti,
Ruz-u şebim iyd u berat

dediği gibidir. Niyazi Mısri Hazretleri: ‘Dört duvar arasında bir hücrede yapılan halvetten kaçtım, ben kesrette / çoklukta vahdeti, yani halkta Hakk’ı buldum. Ben bu halveti; tenhada, hücrede değil, pazarda, yani beşeri yaşantımın faaliyet ve aktivitesini terk etmeden yaptım. Böyle bir irfaniyete erişince, gecelerim berat gecesi, gündüzlerim ise hep bayram oldu.’ diyor.
Çünkü Cenab-ı Hak, kulun her faaliyetinde, aktivitesinde ve her yerde mevcut ve apaçıktır. Ayette “O zahirdir…” (Hadid, 3) Buyrulmuştur. Hz. Peygamber Efendimiz ise “Rabbiniz apaçıktır. O’nu örtecek hiç bir şey yoktur.” diyor. İşte kulluğun yüce kemalat ve marifeti, cümle varlık ve eşyada mevcut ve zahir olan Hakk’a arif ve vasıl olmasıdır. Bu itibarla “Tenhaya çekilip de hücrede halvet etmeyi bir marifet zanneden kimseyi sevmem. Gerek kendi nefsinde, gerekse afakta, yani cümle varlıkta mevcut ve dost olan Hakk’a kavuşup, daima Hak’la cilvet edeni severim.” demektir.

Talibi der ki kafeste papağanı sevmezem

Cism-i Kaf’tan içeri Anka olanı severim


Papağan kendisine öğretilen kelimelerin anlam ve mahiyetini bilmeden, takliden konuşan ve kafeslerde tutulan bir kuştur. Ehl-i kemal olan büyükler, Kaf dağı, dağların en yücesi olup, o dağa ancak Anka kuşunun yükselip ulaşabildiğini beyan etmişlerdir. Cism-i Kaf, cehaletle nisbet vücudu var zannedilen suretlerdir; kulun kendi nispet benliği ise, onun Kaf dağıdır. İşte bu nispet varlık Kaf’ına; zikr-i daim ve meratib-i ilahi irfaniyetiyle, nispetlerin yokluğuna arif olup, kendi yokluğunda Rabbine kavuşmuş olmakla Anka olan ehl-i kemal çıkıp yükselir. Anka olup, suret Kaf’ını aşıp da Rabbine vasıl olan ehl-i kemalin sureti ve cismi, ona kafes olmaz, yani onun cümle tecellide Rabbini müşahedesine engel ve perde olmaz.
Hz. Peygamber Efendimiz “Allah’ım bana eşyanın iç yüzünü / mahiyetini bildir.” Buyurmuştur. Eşya denilen cümle varlıklardır ve cümle varlığın hakikat-i mahiyeti Hak’tır. Eğer Cenab-ı Hak, eşyadan varlığını almış olsa hiç bir varlık kalmaz. Bir kimse mevcuttaki Hakk’ın varlığına vuslat edip, O’nu müşahede edememişse, o kimse eşyaya vücut nispet eder, cehaletle kendinin ve alemin zannettiği varlık, onun kafesi olur ve varlık kafesinin gaileleriyle yaşar. Böyle bir kimse, Kur’an’ın, Hz. Peygamber Efendimizin ve velilerin beyanlarının mahiyet ve hakikatinden habersiz bir şekilde, aynı kafeste kendisine öğretilenlerin mahiyetini bilmeden konuşan papağan gibi, takliden kulluk yapar.
Kur’an-ı Kerim’de “O’nun yanında nelere ibadet, kulluk ediyorsunuz. Sadece birtakım isimlere ki adlarını siz ve atalarınız koymuştur…” (Yusuf, 40) Buyrulur. Mevcut olan Hakk’ın varlığından gafil olanlar, cümle isimlere nispet varlık izafe ederler, yani isimlere cehaletle nispet vücut verirler. Her kim, böyle cehaletle kendine ve aleme nispet vücut isnat ederse; o varlık, kendisine perde olup, bu cisim ve suretler onun kafesi olur ve o kul, Rabbine kavuşamaz. Böyle bir kimsenin hali, aynen kafesteki papağan kuşunun takliden konuşup da söylediğinin mahiyetinden gafil olarak yaşaması gibi olduğundan, Hasan Fehmi Hazretleri “Kendine ve aleme nispet vücut isnat ederek Hak’tan gafil ve perdeli olanı sevmem; suret ve cisim Kaf’ını aşıp, Rabbine vuslat etmiş ehl-i kemali severim.” diyor. Allahualem.


Hiç yorum yok: