12 Eylül 2011 Pazartesi

Gönül Allah’ı yad eyle müsemmasın şuhud eyle

Gönül Allah’ı  yad eyle müsemmasın şuhud eyle
Ol dilşikarı seyreyle bu mir’at-ı  müreyyadan
                           
Gönül ve kalb aynıdır. Kalb, Allah’ı yad  etmek yani zikir etmek içindir. Kur’an-ı Kerim’de “Allah’ın zikri ile kalbler mutmain olur; dikkat edin / gözünüzü açın kalbler ancak Allah’ın zikri ile tatmin olur.” (Ra’d, 28) buyrulmuştur. İşte bu ve benzeri ayetler, bizlere Hakk’ın yad  edilmesinin yani zikredilmesinin; isimlerinden Allah ismiyle, azalarımızdan ise kalb azasıyla olması gerektiğini beyan ediyor.
Çünkü “Allah” ismi makam itibariyle uluhiyetin ismidir. Esma itibariyle ise ism-i celaldir. Kalb ise Cenab-ı Hakk’ın beyti yani evidir. Hakk’ın evi olan müminin kalbindeki gayriyet ve masiva muhabbeti, ism-i celal zikri ile bertaraf olur ve o kalbde Allah muhabbeti hakim olur. Sonra o gönülde makamat-ı tevhid irfaniyetiyle uluhiyetin yani Allah’ın tecelli-yi ef’al, tecelli-yi sıfat ve tecelli-yi zat müşahedesi hasıl olur ki, cümle esmanın müsemması olan Allah, bu tecellilerle şuhut edilir, görülür. Ve Kur’an’ın “Yüzler vardır ki, o gün ışıl ışıl parlayacaktır. Rablerine bakacaklardır, O’nu göreceklerdir.” (Kıyamet, 22-23) beyanı tahakkuk eder. İşte Fehmi Efendi Hazretleri, kendi gönlüne hitab ederek bizlere “Esma itibariyle celalin, makam itibariyle uluhiyetin ismi olan Allah’ı zikret / yad et ve müsemma olan uluhiyetin tecellilerini, gerek enfus gerek afak müreyyasında / aynasında müşahede edip, gör.” diyor. Çünkü Kur’an’da “Onlara enfuslarında ve afaklarında ayetlerimizi göstereceğiz. Ta ki, Hak ayan-beyan belli olsun / görünsün.” (Fussılet, 53) buyrulmuştur.

Nedersin ol gözü çünkü biri iki görür daim
O görmez mahbubun yüzün yüzündeki mücelladan

Cenab-ı Hak, vahdet-i vücuddur. Yani vahdaniyetiyle hazır ve mevcuttur. Bu görünen kesret / çokluk alemini, vahdet’in tecellileri meydana getirmektedir. İşte kullara perde olup, vahit / bir olan Hakk’ı göstermeyen, vahdetin tecellileri ile hasıl olan çokluğun,kesretin parlaklığı ve cilasıdır. Kul, kesret alemini oluşturan tecellilerin her birine müstakil vücut nispet ederek, cümle eşyanın mevcudiyetindeki vahdeti, yani bir olan ilahi mahbubu, sevgiliyi göremez. Çünkü eşyaya ve kendine, Hakk’ın varlığından ayrı vücut isnat ederek; cümle varlığı ve eşyayı Cenab-ı Hak’tan gayrı zanneder. İşte böyle zan ehli olanlar, vahdet-i vücut olan varlığı ikileştirerek, iki görürler. Bunu beyanla H.Fehmi Efendi Hazretleri “Kendine ve eşyaya müstakil vücut nispet ederek, bir olan varlığı iki olarak gören gözü ne yapacaksın? ‘Bir’ olan ilahi sevgiliyi görmeyen gözün, sana faydası olmaz.” diyor.

Kişi mahbubunu görse nikabsız onu seyretse
Tanır ol onu her yerde nice yüz bin musaffadan

Kul, ilahi sevgiliyi, yani Rabbini bir kere görüp seyretse, ondan sonra her zamanda ve cümle alemlerde hep Rabbini görür ve seyreder. Kendinin ve alemin varlığı, onun Rabbini görmesine nikab / perde olmaz. Bu konuda ehl-i kemal şöyle bir misal vermiş: “Padişah tebdil-i kıyafetle, yani kılığını kıyafetini değiştirip halkın arasına karışsa ve ‘ben padişahım’ dese, ona kimseler inanmaz. Padişah böyle halk kıyafeti giymez, pahalı kıymetli elbiseler giyer, onun padişahlık tacı, kaftanı olur, derler ve böylece yanı başlarındaki padişahı görmezler. Fakat kim ki padişahın sarayına girmiş, orada bizzat padişaha hizmet etmiş ve padişahı yakından görmüşse, padişah hangi kıyafeti giyerse giysin, o kıyafetin içindeki padişahı tanır.”
İşte, alemlerin padişahı ve her yerde mevcut olan Hakk’ı, kim ki, meratib-i ilahi irfaniyetiyle görüp seyrederse, o kulun Rabbini müşahede etmesine hiç bir tecelli perde / nikab olmaz. O Rabbini, cümle alemlerde ve her bir tecellide tanır ve müşahede eder.

Kime ref-i hicap oldu gözü mahbubunu gördü
Ona sor mahbubun vasfın ki sorma gözü  a’madan 
 
Bir göz ki, eğer Rabbini görmediyse, hakikatte kördür / amadır. Çünkü o hep eşyayı gördü, kendine ve aleme vücut nispet etti ve Rabbini mevhum, yani görünmezlikle kaydetti. İşte ama olan böyle kimselere sen, ilahi sevgiliyi nasıl bulup göreceğini sorma, çünkü o, kendi göremedi ki sana nasıl tarif etsin. Sen nispet varlık hicabını / perdesini, fena-yı ef’al, fena-yı sıfat ve fena-yı zat keşfiyle kaldırmış; tecelli ef’al, tecelli sıfat ve tecelli zat marifetiyle, bu alemin mevcudiyetinde ilahi sevgiliyle buluşmuş olan arif ve kamil kimselere, ilahi sevgiliye nasıl ulaşıp, vuslat edeceğini sor; onlar Hakk’a vasıl olduklarından, sana Hakk’ı telkin ve tarif ederek seni irşad edip aydınlatırlar. Demektir, Allahualem.

Ki maşuk ismine aşık olan bilmedi maşukun
Yüzün gören odur aşık sen aşkı sor o şeydadan.

Cenab-ı Hak kudsi Hadiste “..Muhabbet ettim halkı yarattım…” diyor. Bu itibarla yaratılmış olan herkeste muhabbet, aşk muhakkak vardır. Herkes muhabbetini / aşkını bir şekilde açığa çıkarıp, zahir ederek yaşar.
Bazı tarikat ve cemaatlerde, Allah’ın bazı (Ya Hak, Ya Hay, Ya Kayyum vb.) isimlerini zikrederek veya tesbih çekerek, Allah’a muhabbet ederler ve aşklarını açığa çıkarırlar. Fakat andıkları ismin müsemması olan Allah’ı bilmez ve görmezler. Yani ilahi sevgilinin yüzünü görmeden, yalnız ismiyle avunup meşgul olurlar. Günümüzde çeşitli etiket ve unvanlarla anılan tarikat ve cemaatler, bu şekilde tesbih çekmeyi ve esmaları zikretmeyi kulluğun kemalatı zannettiklerinden, ilahi sevgiliyi, maşuku görmekten mahrum ve mahcupturlar. İşte böyle kimselerin Hakk’a olan aşkı, sevgilinin yüzünü göremeden, yalnızca isminedir.
Hak aşığı olan bir kul, ancak zikr-i daim ve meratib-i tevhid irfaniyetiyle maşukunu, yani Rabbini görüp ona aşık olabilir. İşte bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri: “Her kim ki kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde Rabbini müşahede ettiyse, o gerçek aşıktır. O, ismini zikrettiği ilahi sevgilinin güzelliğini görerek aşkını açığa çıkarır. Eğer sen de aşk-ı ilahiye mazhar olmak istersen, böyle arif ve ehl-i kemal olandan aşk-ı ilahiyi sor.” Diyor ve devam ediyor: “Zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olmamış, Allah’ın sadece isminden haberdar olan kimselere sorma, çünkü onlar maşuk olan ilahi sevgiliyi kendileri göremediler ki, aşkı sana nasıl tarif etsinler.” buyuruyor.

Hezaran mevcin içinde görünmez tal’at-ı derya
O bahri seyreden gözler payın aldı ‘ev edna’ dan.

Hezaran mevc, binlerce, sayıya gelmeyen deniz dalgası demektir. Bu alemdeki dalgalar, cehaletle Hak’tan ayrı zannedilen nispet varlıklardır, cümle eşyadır. Hakikat’te bunların kendi varlıkları yoktur. Cümle eşya ve  varlık olarak zannedilen, gayb-ı mutlak olan zat-ı ilahi mevcudiyetidir.
Bunu beyanla, zat-ı ilahinin her bir tecellisinin müstakil vücudu var zanneden kimse, vahdet denizinin binlerce dalgasına vücut isnat etmekle, denizin ‘Bir/vahdet’ olan hakikat ve mahiyetini göremez, böyle kimsenin gördüğü ise, nisbet varlıklarının olduğunu zannettiği binlerce dalgadır. Fakat hangi kul, dalgalara müstakil vücut nispet etmez de dalganın vücudunun olmadığına arif olup, cümle dalgadaki görünen vücudun ‘tek deniz’ olduğunu görürse, kulun ulaşabilecek olduğu en yüce kemale ulaşır. Hatta Hz. Resulullah Efendimize mahsus olan ve ayette “ev edna” yakınlığı olarak beyan edilen makama teberrüken dahi yükselerek, o kemalat ve marifetten payını alıp, nasiplenir. Buyruluyor, Allahualem.


Bu dağ-ı Kaf-ı enfusta görenler murg-ı Anka’yı
Geçerler mavera-yı Kaf olan sevda-yı Anka’dan
 
İlm-i tevhid irfaniyetine ulaşamayan kimseler; Ehlullahın çeşitli kitaplarında ve menkıbelerinde bahsettiği Kaf dağını ulaşılamaz, bilinemez; bilenler ise geçmişteki büyük zatlardır, bu zamanda kimse bu sırra vakıf olamaz, anlayışındadırlar. Fakat kim ki, mekteb-i irfanda tevhid-i hakiki keşfi irfaniyetine ulaşırsa, o kimse; kendi benliğinin, dağların en yücesi olan Kaf dağı olduğunun kemalat ve marifetine mazhar olur. Böyle bir marifetle ruha mensup olanlar, murg-u Anka olarak da vasf edilir ki, bunlar kendi benlik ve suret Kaf’ının hakikatine ulaşıp, cümle eşyanın sırrı mahiyetine ermiş olanlardır. İşte böyle bir marifete mazhar olanlar, Kaf dağı bu gün bilinmez, onu geçmiş büyükler bilirdi anlayışından geçerler, böyle bir anlayış ve zandan uzak olup, böyle ifadelerde bulunmazlar. Çünkü onlar, tevhid mertebelerinin irfaniyetiyle kendi nefs Kaf’ının murg-ı Anka’sı olmuşlardır. Allahualem.

O bahr-ı ab-ı hayattan içenler oldular hep hay
Ki Hızr’a oldular hemdem beka buldular ifnadan

Ab-ı hayat, ölümsüzlük suyu, içeceği demektir. Ab-ı hayat, ancak Hızır’dan içilir ve kim içerse ölümsüz olup ebediyen Hakk’ın varlığıyla beka bulur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri “Ab-ı hayat ab-ı tevhiddir.” diyor. Yani ab-ı hayat tevhid-i hakiki keşfi irfaniyeti demektir. Hızır ise, zamanın kamil mürşididir; ab-ı hayat olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid marifeti ancak onun irşadıyla hasıl olur.
Her kim ki, zamanın Hızır’ı olan kamil mürşidi bulur da onun irşadıyla zikr-i daim ve makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetine mazhar olursa, onun kendi nispet varlığı kalmaz. O tecelli-yi ilahiye mazhar olur ki, Allah’ın tecellisine kavuşan kimse, ölümsüzlükle şereflenir ve Hakk’ın varlığıyla ebediyen var olup, bekabillah marifetine mazhar olur.

Yine ol cilve-i mahbub muhatap oldu karşımda
Mukavves  kaşların oku yaralar açtı bağrımdan

Mahbubun, sevgilinin mukavves / yay gibi olan kaşları: İlahi sevgilinin bir kaşı sırf tevhid tecellisidir. Bir kaşı da halk yüzüdür, ki bu, görünen alem-i kesrettir. Tecelli, açığa, meydana çıkmak demektir. Allah’ın tecellileri, ya aynı sırf tevhiddir, ya da halk kesretiyledir. Allah’ın halk olan kesret tecellisi, bir celal diğeri celal olan iki ana büyük isminin tesiriyle olur. Ki, Cemal tecelli kula tatlı gelir. Celal ise yakıcıdır, kula tatlı gelmez, acıdır, acıtır.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, “Aynı sırf tevhid ve kesret-i halk olan kaşlarından mahbubum cilve etti, yani ilahi sevgilim bana tecellileriyle göründü, kesret tecellisinin celal tesiri olan oku, beni yaraladı, üzdü.” diyor.

Bilirim maşukum daim benimledir değil gayrı
Niçin eder gönül zarı uzak değil visalinden

Kul, varlık itibariyle Hakk’ın varlığından gayrı değildir. Kul bu irfaniyete mazhar ve arif olsa da, unsur beden itibariyle bu alem-i kesretin, yani tabiatın tesirinde olur ve soğukta üşür, sıcakta yanar, hasta olur, acıkır, uykusu gelir vb. İşte bunlar, kulun unsur bedeniyle bu alemde muhatap olduğu tesirlerdir. Bir kimse peygamber olsun, veli olsun, alim olsun, cahil olsun; beşer olması itibariyle bu tesirlerin etkisendedir.
Peki, vücut Hakk’ın olduğu halde bu tesirler nedir? Denirse, bunun cevabı şöyledir: Cümle vücut vücudullahtır ve gayrisi yoktur. Vücudun zuhuru olan kesret alemi dediğimiz halk, isimlerden meydana gelir ve alem dediklerimizde hep isimler demektir. İsmin vücudu yoktur, çünkü Müsemma olan zat’ın zuhurudur. Ancak ismin tesiri vardır ki, her isim açığa çıkarken kendi özelliğinin tesiri ile zuhur eder. Soğuk ismi, soğukluğuyla tesir eder, sıcak da isimdir, sıcaklıkla tesir eder, uyku ismi uykuyla zahir olup tesir eder vb. Bu itibarla kul da bir esmaya mazhar olup, aciz ve müteessir olduğundan, bu tesirlerden müteesir olup etkilenir. Bu itibarla kulun vücudu Hak’tır, kul Hakk’a arif ve vasıl olup, Hak’tan gayrı görmese de, esma mazharı olduğundan, bu kesret alemindeki cümle tecellilerin tesirinde olur. İşte Fehmi Efendi Hazretlerinin “Sevgilimden ayrı olmayıp vuslatta olduğum halde, niçin gönlüm zar eder, inler de üzülürüm?” Buyurmasının izah ve anlamı budur. Allahualem.

Bu aşk zincirini Fehmi ezelden taktı boynuna
Şikayet eylemez asla ki razı oldu halinden

Her insanın halkiyeti, yaratılışı Allah’ın aşk ve muhabbetiyledir. İşte her kim ki, yaradılışından kendinde var olan bu muhabbeti, kamil mürşidin telkin ve irşadıyla, muhabbetullaha yani ilahi aşka dönüştürüp de maşukuna terakki ettiyse, o kul hep maşuku olan ilahi sevgiliyle beraber olur. Aşığa maşukla beraber olmasından daha ziyade zevk, keyif olur mu? Olmaz. Bu itibarla aşık bu halinden asla hiç şikayet etmez. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Aşk-ı ilahiye mazhar oldum, bu halimden razıyım, asla şikayet etmem.” diyor.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

Hiç yorum yok: