17 Eylül 2011 Cumartesi

Ey hocam benim sualim çoktur

Ey hocam benim sualim çoktur
Aradım müşkilim halleden yoktur
İşittim seni alim dediler
Alemde nam ile şöhretin vardır

Hoca, genelde dini ilimlere yakın olanlara denir. İşittim sana alim dediler, sözünün muhatabı; daim zikir uyanıklığından ve ilm-i tevhid-i hakikiden gafil olduğu halde zahir ilimlerle meşgul olup, zahir ilimlerin alimi olmayı yegane bir kemalat zanneden ulema-i zahirdir.
Kur’an-ı Kerim’de “Kitabı sana indiren O’dur. O’nun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki, onlar kitabın anasıdır. Diğer ayetler ise, müteşabihlerdir. Şu var ki kalblerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun yorumuna öncelik tanımak için kitabın sadece müteşabih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar bilir…” (Al-i İmran, 7) buyrulur.
İşte ayetin beyanından açıkça anlaşıldığı gibi Kur’an ayetleri, anlamı açık olanlar ve anlamı batın, yani gizli olanlar olmak üzere iki kısımdır. Anlamı açık olan ayetleri herkes okuduğunda anlayabilir. Anlamı açık olmayıp da batın olan ayetlerin mana ve hikmetini ise, ancak tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşanlar bilir ve o ayetleri tevil ederek ayetin batınındaki hakikati açığa çıkarırlar. Bu itibarla Kur’an-ı Kerim’de adı geçen her peygamberin bir serüveni, kıssası anlatılır. Peygamber kıssalarının bir muhkem, yani zahir yönü vardır ki, buna her Müslüman iman ederek kabul eder. Çünkü her peygamberin serüveni, kıssası kendi zamanında aynen olmuştur. Fakat bir de bu kıssaların her zamanda müminin anlaması gereken bir muradı ve hakikati vardır. Bu ayetlerin bugünkü muhatabı biz olduğumuz için, her peygamber kıssasının, bugünkü müminin istifade edip anlaması gereken murat ve hikmetinin açıklanması lazımdır.
Bu itibarla, her peygamber kıssasındaki rumuzun içyüzü ve hikmetinden istifade edilebilmesi için zahir ilimler yeterli olmayıp, Kur’an’ın zahir ve batın hakikatine arif olmak gerekir. Bu da zamanın mürşid-i kamilini bulup, daim zikir uyanıklığıyla meratib-i tevhid irfaniyetine mazhar olmakla mümkündür. Bu itibarla, Kur’an’ın ifadesiyle “tevili bilen ve ilimde derinleşmiş olan” zamanın mürşid-i kamili Fehmi Efendi Hazretleri, zahir ilimlerin tahsilini yeterli gören Hoca’ya, yani ulema-i zahire, hep Kur’an ayetlerinden ve peygamber kıssalarından sualler, müşküller soruyor. Bu sual ve müşküller bizlere de dert olup, bizler de Kur’an’ın zahir ve batın hakikatine vakıf olup, peygamberlerin kıssalarındaki bugün bizim için gerekli olan murat ve hikmetiyle irşad olalım diye. Çünkü Kur’an’da “And olsun ki, Resullerin hikayelerinde akıl ve gönül sahipleri için bir ibret vardır..” (Yusuf, 111)  buyrulur.     

Namazda kıyam huzur-ı Hak ise
Muhit ve muhatab var mı bir kimse
Kimedir huzurun görmedin ise

Huzursuz namazın encamı yoktur


Namaz, iftitah tekbiri olan “Allahuekber!” ile başlar. Sonra kıyam, kıraat, rüku, secde ve son teşehhüt ile devam eder. Namaz selamla biter. Namaza başlayan kimsenin kıbleye yönelmesi de farzdır. Çünkü ayette “…artık yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Nerede olsanız yüzünüzü Mescid-i Haram yönüne döndürün…” (Bakara, 144) buyrulur. Mescid-i Haram Kabe’dir, yani Allah’ın evidir.
İşte namazda Kabe’ye dönmek, evin sahibi olan Allah’tan başka kimseye yönelmeyip, yalnız Allah’a yönelmektir. Bu itibarla, tekbirle başlayıp selamla biten namazda kul, Allah’ın huzurunda olup, hep Allah’ladır. Çünkü namazda kul, hep Allah’la meşgul olup, Allah’a kıyam, rüku, secde eder ve Allah’ı tesbih ederek kıraat edip, Allah’a hamd ettiğinden; kulun namazdaki huzuru, Hakk’ın huzuru olur. Namazda, kulun yokluğunda Cenab-ı Hak zahir olup kulu ihata ettiğinden, Allah’tan başka bir muhatap olmaz. Bir kul namazın cümle erkanını emr-i ilahi olduğu için yaparsa, emr-i ilahiyi yerine getirmiş olur. Fakat ibadet edip de yöneldiği Rabbine kavuşup, O’nu göremezse, o kul Allah’ın emrini yerine getirmiş olmakla beraber, namazın encamına, yani namazın hakikati gayesine ulaşmış olmaz, demektir. Allahualem.   
 
Ahkam-ı şer’iyye cümlemize farz
Elimizde asa başımızda taç
Beş vakit namazdır mü’mine miraç
Bu derde bir deva bulacak yoktur

Ahkam-ı şer’iye, Cenab-ı Hakk’ın açık, muhkem emirleridir ki, cümle Müslümanlara farzdır. Ehl-i şeriat genellikle Allah’ın emirlerini ve şeriat ahkamını, amel cennetin nimetlerine kavuşmak maksadıyla, bazıları ise Allah’ın rızası için yapar.
Fakat meslek-i Resulde, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olan Melamiler ise, Allah’ın cümle emir ve yasaklarına, şeriat ahkamına kesinlikle uyup riayet ederler. Emr-i ilahiyi ve şeriat ahkamını yeryüzünde hiç bir kimse uyup yerine getirmese, Melamiler muhakkak yerine getirirler ve kesinlikle emir ve yasaklara, ne eksik ne fazla yaparak, riayet ederler. Bütün bu emir ve yasaklara riayet ederken, ehl-i zahir yani şeriat ehli gibi amel cennetinin nimetlerine mazhar olayım diye yapmazlar. Onlar aşık olup da vasıl oldukları ilahi sevgili emrettiği için, emir ve yasağa riayet ederler.
Şeriat ahkamı, ehl-i hakikat olan Melamilerin başında taç olup, ellerinde asadır. Onlara göre şeriat, hakikatin zuhuru olan marifettir. Çünkü ehl-i hakikat olan Melamiler, şeriatın emrini yerine getirip yasaklarından kaçarken bütün bunların hakikat ve mahiyetine ariftirler. Hz. Peygamber Efendimiz “Namaz, müminin miracıdır.” Diyor. Her müslüman beş vakit namazın miraç olduğunu ifade eder ki, vakit namazı ilm-i şeriatın miracıdır, çünkü kul namaz kıldığı müddetince Beytullah’a yönelip Allah’la meşgul olur. Hakikatte ise miraç, kulun Rabbine kavuşup da Rabbini müşahede edip konuşmasıdır ki, bu aynı zamanda namazın hakikatidir.
Ulema-yı zahire ve ehl-i şeriata ‘Namazın hakikati olan böyle bir miraçtan haberin var mı?’diye sorsan, onlar ‘Kul, Rabbine bu alemde kavuşamaz, görüşemez ve konuşamaz.’ diyerek, miracın hakikat keyfiyetini kabul etmeyip inkar ederler. Bunlar hakkında Kur’an’da ‘…Allah’a kavuşmayı yalanlayıp da doğru yolu tutmamış bulunanlar hüsrana uğramışlardır.’ (Yunus, 45) buyrulur. Başka bir ayette “…insanlardan büyük bir kısmı Rablerine kavuşmayı açık bir biçimde inkar ediyorlar.” (Rum, 8) Diğer bir ayette ise ‘Dikkat edin, onlar Rablerine kavuşma konusunda bir şüphe içindedirler….’ (Fussulet, 54) Beyanı vardır. Velhasıl, ehl-i şeriat ve ulema-yı zahir, miraç derdinin deva ve çaresi olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irfaniyetinden mahrum olduğundan, kulun Rabbine kavuşması olan miracın hakikat ve mahiyetinden gafil ve habersizdirler. Halbuki Kur’an’da ‘Ey insan! Sen Rabbine varmak için çok didinecek, sonunda O’na kavuşacaksın.’ (İnşıkak, 6) Buyrulur. Başka bir ayette ‘…onlar Rablerine kavuşacaklarına ve O’na döneceklerine kesin olarak inanırlar.’ (Bakara, 46) beyanı vardır. Diğer bir beyanda ise ‘Yüzler vardır, o gün parıltılı, Rabbine doğru bakan.’ (Kıyamet, 22-23) buyrulur. Bunlar ve benzeri başka cümle ayetler, kulun Rabbine kavuşacağını açıkça beyan eder. Hz. Resulullah Efendimizin miraçta Cenab-ı Hak’la konuştuğunu, buluştuğunu ve görüştüğünü ifade eden ‘Rabbimi en güzel surette gördüm.’ ve ‘Rabbimi Halil’im / dostum suretinde gördüm.’ Beyanları olduğu gibi, biz kulların da Rabbimize kavuşabileceğimizi ifade eden “O gün Rabbinizi ayın on dördünde görüldüğü gibi göreceksiniz.” Beyanları vardır.
Bu itibarla her namazda okunan “Ettahiyyatü lillahi vessalevatü vettayyibat, esselamü aleyke eyyühenebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühu. Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin. Eşhedüen Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resuluh” duası, tamamen miraçta Peygamber Efendimizle Cenab-ı Hak arasındaki konuşmadır. Ki “ettehiyyatü lillahi vessalevatü vettayyibatü” mealen; Hz. Peygamber Efendimizin “Her türlü ta’zim ve hürmet, salavat ve dua ve bütün iyilikler Allah’a mahsustur.” demesidir. Bu beyanın hakikat ve hikmet yönü ise; cümle işler ve işlerim, cümle sıfatlar ve sıfatlarım, cümle varlıklar ve varlığım fenadır / yoktur. Benim ve alemin yokluğunda, cümle işlerinde, sıfatlarında ve varlıklarında mevcut ve var olan sensin, ey Rabbim!’ demektir. Kulunun kendisini böyle bir fena / yokluk irfaniyetiyle olan hürmet, tazim ve övgüsüne karşılık, Rabbi de ‘Esselamü aleyke eyyühenebiyyü ve rahmetullahi ve berekatühu’ mealen ‘Ey nebim! Selamım, rahmetim ve bereketim sanadır.’ buyurur. Hakikat ve hikmet yönüyle ise; kulun yokluğunda / fenasında Allah, uluhiyyetinden rahmetini, selamet ve bereketini rububiyetiyle zuhur ederek, yani açığa çıkarak, kuluna görünmesi ve onu selamlamasıdır. Ki, bu Rabbi ile Hz. Resululah’ın arasındaki selamlaşmayı işiten Cebrail’in ‘Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin!’ Yani bu selamlaşma salih / iyi kullara da olsun.’ diyerek, miraçtaki Hz. Peygamber Efendimiz’le alemlerin Rabbinin kavuşup da selamlaşma irfaniyetine, salih / iyi kulların da mazhar olsun niyazında bulunup, cümle meleklerle beraber ‘Eşhedüen Lailaheillallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resuluh’ buyurmalarıdır.
İşte bu miraç keyfiyet ve hakikatine kul, ancak daim zikir uyanıklığı ve meratib-i tevhid irfaniyetine mazhar olmakla ulaşabilir. Zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum olan ehl-i şeriatın ve ulema-yı zahirin bilemeyip de inkar ettiği miraç derdinin deva ve çaresi, işte budur. Her kim ki, makamat-ı tevhid irfaniyetiyle, kendinin ve cümle varlıkların fenasını / yokluğunu keşfederse, o kulun yokluğunda, Rabbi zuhur eder ve o kul Rabbi ile buluşur, onu görerek konuşur ve miraç yapar.
Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Ne rumuz Musa’nın Tur-i Sina’sı
Yunus’un girdiği balık kursağı
Hazreti İsa’nın göğe çıkması

İdris’in cennette kalması nedir?


Tur-i Sina, zahiren bir dağın ismidir. Hz. Musa (as) bu dağda mukaddes vadi olan bir mahalde Cenab-ı Hak’la konuşurdu. Bunun hakikat manası ise şöyledir: Her kişinin kendi varlığı / vücudu, onun Tur-i Sina’sıdır. Cenab-ı Hak, her anda o kişinin varlığına tecelli eder, fakat herkes kendi varlığındaki Rabbin bu tecellilerine arif olmaz. Ancak her kim ki mukaddes vadiye ayak basıp da girerse, o kimse bu tecellilere arif ve vakıf olur. Mukaddes vadi, mürşid-i kamilin, saliki cümle nisbet varlıklardan temizleyip de arındıran daim zikir ve makamat-ı tevhid telkinidir. Her kim ki, mürşid-i kamili bulur da onun telkin ve irşadına mazhar olursa, kendi Tur-i Sina’sında, yani cümle varlığındaki Rabbin tecellilerini görmesine engel olan cehil ve zanlardan oluşan nisbetlerinden arınır ve insan-ı kamil olarak, kendi varlık Tur-i Sina’sında tecelli eden Rabbine kavuşur, onunla görüşür ve konuşur.
Demek ki Hz. Musa, nasıl Tur-ı Sina’da vahye muhatap olup da Rabbi ile konuşup görüştüyse, makamat-ı tevhid irfaniyetine mazhar olmuş kamil bir insan da, kendi varlığı olan Tur’da ilham ve doğuşa muhatap olup Rabbine vasıl olur, onunla görüşür ve konuşur. Velhasıl Hz. Musa’nın Tur-ı Sina’sının bugün bize hitap eden murad ve hikmeti böyledir. Allahualem.
Hz. Yunus (as), kavmine peygamber olarak tebliğ için gönderildi ve kavmini Allah’ın azabı ile korkuttu. Fakat kavmi Hz. Yunus’un dediklerini dinlemedi. Bunun üzerine Hz. Yunus kavmini bırakıp gitti. Gittikten sonra ise kavmi, Yunus’a iman etti. Hz. Yunus bir gemiye bindi, fakat gemidekiler Yunus’u denize attılar, bir balık geldi ve Yunus’u kurtarıp karaya çıkardı. Hz. Yunus, balıkla beraberken “Allah’ım seni noksanlardan tenzih ederim, senden başka ilah yoktur, ben ise zalimlerden oldum.” diye tesbih ederdi. İşte Hz. Yunus’un kıssası / serüveni Kur’an’da özetle böyle ifade edilir.
Bugünkü murad ve hikmet açısından bizim bu kıssadan ne anlamamız gerektiği ise şöyledir: Yunus’un denize atılması; bir kimsenin zahir ilimlerle meşgul olup da bu bilgilerle yetinmeyip, zamanın mürşid-i kamilini ve meclisini bulması ve o meclistekiler tarafından vahdet-i vücud denizine atılıp, tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’a vasıl olup, miraca ulaşmasıdır. Bu itibarla, Hz. Peygamber Efendimiz “Benim miracımla Yunus’un miracını ayırmayın, ikisi de birdir. Benim ki arş-ı alada, Yunus’un ki ise balığın karnında olmuştur.” buyurmuşlardır. Hz. Yunus’un miracının balığın karnında olması demek; vahdet denizinin yüzücüsü, yani balığı olan mürşid-i kamilin irşadıyla yaptığı himmet ve yardım demektir. Çünkü kulun Rabbine kavuşması olan miraç, kamilin zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadına mazhar olmasıyla mümkündür. Kul, makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, Hz. Yunus’un yaptığı tesbihatın sırr-ı mahiyetinin idrak ve şuuruyla ‘Ey Allah’ım! Senden gayrı hiç bir varlık yok. Sen hiç bir şeye benzemezsin, ben ise acizim, cehalet ve zalim olmak bana aittir.’ Anlayış ve kemaliyle olan bir kulluğa ulaşır. İşte her zamanda ve bugün, vahdet denizinin mürşid-i kamilini bulan bir kul, onun irşadıyla böyle bir irfaniyete mazhar olur ve Rabbine kavuşup, Hz. Yunus’un miracı gibi miraç yapar. Vesselam.
Hz. İsa’nın göğe çıkması hakkında Kur’an-ı Kerim’de “Allah şunu da demişti; ey İsa senin canını alacağım, seni kendime yükselteceğim, seni inkar edenlerden uzaklaştırıp arındıracağım…” (Al-i İmran, 55) buyrulur. Başka bir beyanda ise “Biz Allah’ın Resulü Meryem oğlu İsa Mesih’i öldürdük demeleri yüzünden, oysa ki onu öldürmediler, onu asmadılar da, sadece o onlara benzer gösterildi. Onun hakkında tartışmaya girenler, onunla ilgili olarak tam bir kuşku / şüphe içindedirler. Onların ona ilişkin bir bilgileri yoktur, sadece sanıya / zanna uymaktalar, onu kesinlikle öldürmediler. Tam aksine Allah onu kendisine yükseltti. Allah azizdir, hakimdir.” (Nisa, 157-158) buyrulur. Yahudiler, Hz. İsa’yı öldürmek için plan yaptılar ve teşebbüs ettiler. Allah da Hz. İsa’yı katına yükseltti, göğe çıkardı. Yahudiler ise Hz. İsa’yı öldüremediler, Hz. İsa’nın benzerini öldürdüler ve onun benzerini öldürmekle aynı zamanda şüpheye düştüler ve zannettiler ki, Hz. İsa’yı öldürdük. Gerçekte ise, Hz. İsa ölmedi. Allah katına göğe yükseltildi.
Velhasıl Hz. İsa’nın göğe yükseltilme kıssasının zahiri, muhkem yönü böyle olup, hikmet ve bugünkü muradı yönünden ise şöyledir: Bir kimse eğer “Mutu kable en temutu / ölmeden evvel ölünüz.” hadis-i şerifinin sırrına arif olur da, kendinin ve alemin fenasının keşfine ererse, arif ve kamil olarak Allah katına yükselir ve Rabbine kavuşur. Böylece o kul Hz. Pir’in buyurduğu “fenayı nefs, bekayı ruh” kemaline erer. Her kim ruha mensup olursa, ruhun mekanı ulviyettir, göklerdir ki, ruh ancak orada, yani ulviyet ve göklerde gıdalanıp yaşar. Nefsin mekanı ise yeryüzüdür. İşte her zamanda ve bugün dahi ruha mensup olan bir kul ,göklerde, yani Rabbinden başka görmeyip hep Rabbiyle olup O’nun katında yaşar. Bu itibarla Hz. İsa’nın mucizesi olan Allah katına yükselip de göklere çıkmasının, bizlere hitap eden muradı ve mana-yı hikmeti böyledir. Allahualem. Cümle ehl-i kemal ve Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri, Hz. İsa’nın kıyamete yakın yer yüzüne ineceğini ittifakla beyan etmişlerdir.
Hz. İdris’in cennette kalması rivayetlerde şöyle geçer: Hz. İdris Cebrail’e; beni cennete götür dedi. Cebrail, götürürüm ama cennette kalmayıp benimle beraber cennetten çıkacaksın, dedi. Hz. İdris de bunu kabul edip tamam diyerek anlaştılar. Böylece Hz. İdris’le Cebrail, birlikte cennette gezdiler, dolaştılar ve dışarı çıktılar. Dışarı çıkınca Hz. İdris Cebrail’e, ben cennette makasımı unuttum gidip alayım, diyerek cennete girdi ve bir daha geri gelmeyip cennette kaldı. Bunun üzerine Cebrail cennete girdi ve Hz. İdris’e, hani anlaşma yaptıydık, cennette kalmayıp beraberce dışarı çıkacaktık dediğinde, Hz. İdris, ben sözümde durdum ve seninle birlikte girdim ve birlikte çıktım, böylece sözümü yerine getirdim, fakat ben sana ikinci defa cennete girdikten sonra çıkmak için bir söz vermedim. Dedi ve cennetten çıkmayıp orada kaldı. Zahiren böyle beyan edilen Hz. İdris’in cennette kalmasının, bugün bizlere hitap eden mana ve hikmeti ise şöyledir: Cebrail’in bir ismi de Ruh’ul Kudüs’tür, yani temizlenmiş, tertemiz ruh demektir. Kulun, akl-ı Muhammed’e mazhar olmasıdır.
Bu günde ve her zamanda kamil olan mürşid, Nur-u Muhammed mazharı olduğundan onda akl-ı Muhammed galip ve hakimdir. Kamil bu mazhariyetiyle salikleri, ihvanları irşat ederek yol gösterir ve kulun insan-ı kamil olup, yaradılışının yüce gayesine ulaşmasını telkin ve tarif eder. Salik en evvel zikr-i daimle şereflenir ki, kalbi zikir aynı zamanda maya-yı Muhammed’dir. Salikin kalbindeki zikr-i daim olan maya-yı Muhammed kabararak, makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle saliki cennet-ül irfana dahil eder ki, cennet-ül irfan ebedidir. İster bu alemde, ister berzahta, isterse alem-i ahirette olsun insan-ı kamil, daima cennet-ül irfan zevkiyle yaşar ve cennetül irfandan hiç çıkmaz. Çünkü kulun, cennetül irfanda Rabbine vuslat ve cemal-i ilahiyi müşahedesinden daha ala bir keyfiyet ve zevki olmaz.
Kıssada geçen Cebrail’le Hz. İdris’in birlikte cennete girip, İdris’in cennette kalarak Cebrail’den ayrılmasının mana ve hikmeti ise şöyledir: Salik, irfan ve irşadında akl-ı Muhammed’in, yani Ruh’ul Kudüs’ün hakim ve galip olduğu kamil bir mürşide intisap ettiğinde, aralarında ahitleşirler ve salik, ilmin nihayeti olan makama kadar kamilin telkin ve irşadına muhtaç olduğu için, kamille beraberdir. Fakat salik, ilmin nihayeti olan makama, yani makam-ı insana ulaşınca, o da insan-ı kamil olur ve makam-ı insan marifetiyle hallenip, bu marifetle cennetül irfanda zevkullaha mazhar bir kullukla ebediyen yaşamasıdır.
Allah, her şeyin en iyisini bilendir.

 Nedir Ashab-ı Kehf’in mağarası
Zülkarneyn'in iki yakın manası
Şark ile garba gitmenin esası

Bu remzin hakikat hikmeti nedir?


Ashab-ı Kehf, mağara arkadaşları demektir. Bu kıssa Kur’an-ı Kerim’de özetle şöyledir: Bir grup arkadaş, zalim kralın zulmünden kaçarak bir mağaraya sığınırlar ve mağaraya girdikten sonra dışarı çıkamazlar. Mağarada bir mucize olarak 309 yıl kalırlar ve sonra uyanırlar. Uyandıklarında birbirlerine, ne kadar uyuduk diye sorarlar. Kimi bir gün, kimi şu kadar, kimi az bir zaman uyumuşuz, dediler. Sonra şehre inip, üzerlerindeki parayla yiyecekler alıp gelelim diyerek gittiklerinde; şehir halkı onlardaki paranın çok eski ve geçersiz olduğunu söylediler. Onlar, o zaman mağarada üç yüz yıl uyuduklarını anladılar ve tekrar mağaraya girip, bir daha da çıkmadılar. Mağara arkadaşlarının sayılarında ihtilaf vardır. Bu konuda İbni Abbas (ra) “Yedi kişi idiler, bir de köpekleri vardı.” buyurmuştur. Büyüklerden bazıları ve Hz. Pir Efendimizin ikinci kuşak halifelerinden Prizren Rahovesli Malik Hilmi Hazretleri de aynı İbni Abbas gibi, yedi kişiydiler, diyor ve isimlerini şöyle vasf ediyor: “Abdül Hayat, Abdül İlim, Abdül Mürid, Abdül Semi, Abdül Basir, Abdül Kelam, Abdül Kadir ve köpekleri olan Kıtmir.” buyuruyor.
Malik Efendi Hazretleri, mana ve hikmet itibariyle bunların, yani mağara arkadaşlarının; her insanın mazhar olduğu Allah’ın yedi sıfat-ı subutiyesi ve fiili olan suret, beden varlığımızdır, diyor. Bu itibarla Ashab-ı Kehf’in, hakikat ve hikmet yönünden bize hitab eden muradı ve manası şöyledir: Herkes bu alemde yaratılmadan evvel, Hakk’ın varlığında var olup Hak’la mevcut idi. Bu aleme yani imtihan alemine bedenlenerek gelen insan, tabiatın tesiriyle Hakk’ın varlığıyla var olduğunu unutarak, kendisinde zahir olan Allah’ın sıfat-ı subutiyesini cehaletle kendisine nispet ederek kendinin zanneder ve kendi hakikatine zulmeder. Bunu beyanla Kur’an’da “Gerçekten biz emaneti göklere, yere ve dağlara arz ettik, onu taşımaktan çekindiler ve ondan korktular. Fakat insan o emaneti kabul etti / yüklendi, çünkü o çok zalim ve çok cahildir.” (Ahzab, 72) buyrulur.
İşte cehalet ve gaflet uykusuyla, dünya ömrü yaşantısının hakim olduğu bir kimse, ehl-i kemal şehrine yani ariflerin meclisine uğrarsa, o mecliste cehalet ve zulüm yüklü anlayışlar geçerli olmadığı gibi, hiç bir değeri de olmaz. Böyle bir kimse, o meclistekiler tarafından uyarılarak, cehalet ve zulüm karanlığından, benliği, aile efradı ve mal mülk muhabbetiyle hasıl olan gaflet uykusundan uyandırılır. Daim zikirle uyanıp makamat-ı tevhid irfaniyetine ulaşan kul, kendi varlığının Hak’tan ayrı olmayıp Allah’ın cümle sıfat-ı subutiyesinin mazharı olduğunun marifetine ulaşarak, kamil bir insan olur. İnsan-ı kamil, Hakk’ın varlığını ve sıfat-ı subutiyesini asla kendisine nispet etmeden ebediyen yaşayıp, böyle bir irfaniyet ve kemalattan bir daha asla ayrılmaz, vesselam.
Kıssada geçen mağara, ömür mağarasıdır. Yedi arkadaş, Cenab-ı Allah’ın hayat, ilim, irade, kudret, görmek, işitmek ve kelam sıfat-ı subutiyesidir. Kıtmir ise, ef’al olan unsur bedendir. 300 yıl uyumak ise, insana gaflet veren 3 muhabbettir ki, bunlar; can, aile efradı, mal mülk sevgisi ve muhabbetidir, ki tafsilen 300 demektir. Allahualem.
Zülkarneyn kıssası ise Kur’an’da özet olarak şöyledir: Zülkarneyn batıya sefer etti, orada bir topluluk gördü, onlara nasihat etti. Doğuya sefer etti, orada ise soyunup çıplak gezen kimselerle karşılaştı. Sonra Ye’cüc Mecüc’ ten şikayet eden bir toplulukla karşılaştı; onlarla beraber Ye’cüc Mecüc’ün aşamayacağı ve o topluluğa zarar veremeyeceği sağlam bir duvar inşa ettiler. Özetle beyan edilen bu kıssanın hakikat ve hikmet yönüyle bize hitab eden manası ise şöyledir:
Cenab-ı Hakk’ın Zülkarneyn’e lütfedip bağışladığı bir güçle, yani mazhar olduğu marifetle batıya ve doğuya gitmesi; kulun Hakk’a yakınlık mertebeleri olan biri kurb-u nevafil, diğeri ise kurb-u feraiz yakınlığıdır. Her kim ki, bu alemde kamil bir mürşit bulur da zikr-i daim uyanıklığı ile makamat-ı tevhid müşahedesi irfaniyetine ulaşırsa, o irfaniyet ve kemalatla Zülkarneyn’in doğuya ve batıya yapmış olduğu seferin sırr-ı mahiyetine ulaşır.

Doğu seferinin hikmeti, kul kendini ve cümle halkı batın, Hakk’ı ise zahir, yani hep Hak müşahede ederse “Doğu da batı da yalnız Allah’ındır. Siz yüzünüzü nereye çevirirseniz çevirin Allah’ın yüzü ordadır.” (Bakara, 115) ayetinin sırrına ve farz yakınlığa mazhar olup, Zülkarneyn’in doğu seferinin sırr-ı hikmetine ermiş olur. Kurb-u nevafil, yani Hakk’a nafile yakınlıktır ki, bir kimse makamat-ı tevhid müşahedesinde Hakk’ı batında cümle halkı ise zahirinde cem eden bir kemalata ulaşırsa; bu Hakk’ı batın, halkı zahirinde cem irfaniyetiyle “Kulum bana nevafille öyle yaklaşır ki, onun görmesine göz, onun işitmesine kulak, onun tutmasına el olurum.” kudsi hadisindeki sırra ve Zülkarneyn’in batıya olan seferinin mahiyetine ulaşmış olur.
İşte Zülkarneyn’in doğuya ve batıya gitmesinin esası ve iki yakın manası budur. Yecüc Mecüc korkusu ile kendisine yardım isteyen topluluğun hakikat-i manası ise şöyledir: Bir kimse zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetinden mahrum ise, o kimse Allah’ın mevcuttaki tecellilerine vakıf olmaz. Gönlüne gelen bazı tecellilerden, yani Yecüc Mecüc havatırlarından rahatsız olur. Fakat mürşid-i kamile gider de onun irşadına mazhar olursa, o kulun mazhar olduğu tevhid-i hakiki irfaniyet duvarıyla, Yecüc Mecüc olan havatırlardan meydana gelen rahatsızlığı ortadan kalkar ve o kul, ne kendinde ne de alemde Rabbinden gayrı görmez, vesselam. İşte Zülkarneyn’in batıya ve doğuya yaptığı seferlerin ve inşa ettiği duvarın, bugün bizlere hitap eden hakikat ve hikmeti böyledir. Allahualem.

Lokman’a tabiplik eyledi ihsan
Eyyub’e sabrile verildi derman
Yusuf’u tenezzül eyledi sultan

Yakub’un kör olma hikmeti nedir?


Kur’an-ı Kerim’de Lokman kıssası şöyledir: “And olsun, biz Lokman’a şu yolda hikmet verdik: Allah’a şükret, şükreden kendi lehine şükreder. Nankörlük ederse şunu bilmeli, Allah ganidir, hamittir. Hani, Lokman oğluna öğüt vererek şöyle demişti: Oğulcuğum, Allah’a şirk / ortak koşma. Çünkü Allah’a ortak koşmak, gerçekten büyük zulümdür. Biz insana, anne ve babasına iyi davranmasını önerdik. Annesi onu güçsüzlük üzerine güçsüzlükle taşımıştır. Sütten kesilmesi de iki yılda olmuştur. O halde bana ve ana babana şükret, dönüş banadır. Eğer onlar, hakkında hiç bir bilgin olmayan şeyi ortak / şirk koşman için seni zorlarlarsa onlara itaat etme, onlarla dünyada örfe uygun geçin, ama bana yönelenin yoluna uy. Sonunda dönüşünüz banadır. Yapıp ettiklerinizi size haber vereceğim. Oğulcuğum şu bir gerçek ki, yaptığın bir hardal tanesi ağırlığında olsa, bir kayanın bağrına veya göklere yahut yerin bağrına konsa, Allah onu yine de ortaya getirir. Çünkü Allah latiftir, lütfu sınırsızdır; habirdir, her şeyden haberdardır. Yavrucuğum namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü yasakla, başına gelene sabret. Çünkü bunu yapabilmek zorlu / önemli işlerdendir. Kibirlenerek insanlardan yüzünü çevirme, çünkü Allah kurula kurula kendini övenlerin hiç birini sevmez. Yürüyüşünde doğal ol, sesini alçalt. Şu bir gerçek ki seslerin en çirkini eşeklerin sesidir.” (Lokman, 12…19)
İşte bu ayetlerde Hz. Lokman’a hikmet verildiği ve bu ihsan için Allah’a şükretmesi ifade ediliyor. Lokman mazhar olduğu hikmetle oğluna nasihat / öğüt veriyor, birinci nasihatinde; Allah’a şirk koşma, şirk en büyük zulümdür diyor. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de “Şu bir gerçek ki, Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez. Onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder.” (Nisa, 48,116) buyurmuştur. Hz. Lokman’ın zahiren de tabip / doktor olduğunda alimler ittifak etmişlerdir. Bu itibarla halk arasında ‘Lokman Hekim’ olarak tanınmıştır. Lokman gerek tabipliğiyle / hekimliğiyle insanların zahiri, bedensel hastalıklarını, gerekse kendisine Allah tarafından ihsan edilen hikmetle, cehalet, günah, şirk gibi hastalıkları da tedavi ederek, etrafına iyilik ve şifa dağıtmıştır.
Bu kıssanın bugün bize hitap eden muradı ve hikmeti ise şöyledir: Lokman’ın oğluna hitaben yapmış olduğu bütün öğüt ve nasihatleri tüm insanlığadır, herkesedir. En büyük zulüm olan ve Allah’ın affetmediği yegane günah olan şirkten kurtulmak için, herkes Lokman’ın yapmış olduğu öğütlere, her zamanda muhtaçtır. Allah’a şirk / ortak koşmak iki türlüdür: Biri açık şirk olup, bir kimse ‘Lailaheillallah Muhammeden Resulullah’ der ve kalbiyle tasdik ederse açık şirkten kurtulur. Diğeri ise gizli şirktir ki, gizli şirkten kurtulmak ancak Hz. Lokman nasihatleriyle mümkündür.
Her zamanın Lokman’ı, o zamanın mürşid-i kamilidir. Onun hikmetli telkin ve nasihatleriyle olan irşadı, kişiyi gizli şirkten kurtarır. Çünkü kamil olan bir mürşid, zahiren vahye uygun hal ve davranışlar, yani Kur’an’ın emir ve yasaklarına riayeti ve Hz. Resulullah Efendimizin ahlakını telkin ettiği gibi, batınen zikr-i daim ve makamat-ı tevhidi telkin ve tarif eder. Makamat-ı tevhid irfaniyeti olan “hikmet” ise, Hakk’ın bağış ve ihsanıdır. İşte her kim ki, zamanın mürşid-i kamilini bulur da onun irşadına mazhar olursa, Lokman’a ihsan edilen hikmet yüklü öğütlere muhatap olur ve o öğütlerin irşadından hasıl olan şifa ile en büyük affedilmeyen günah ve zulüm olan şirkten kurtulur, vahye uygun bir hayat sürer, yani Muhammedi ahlak üzere yaşar. Vesselam.
Eyüp (as)’ın kıssası Kur’an’da özetle şöyledir: Hz. Eyüp, bir hastalığa muhatap oldu ‘bu şeytandandır’ dedi, sabretti. Allah vahyederek ‘Ayağını yere vur, oradan su çıkacak ve o su ile yıkan ve o suyu iç!’ dedi. Hz. Eyüp de vahye uydu, o suyu içti ve yıkandı, böylece hastalığı geçti ve derman buldu. Bu kıssanın mana ve hikmeti ise şöyledir: Herkesin başına gerek maddi gerek manevi dertler ve problemler gelir. Bunlara karşı insan inat ederek direnir ve buna da ‘sabır’ der. Halbuki yaptığı inattır. İnat ise, enaniyetten gelir ve nefsin alametidir. Fakat kul, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle nefsten kurtulur da ruha mensup olursa, onun kendi benliği fena bulur ve o kul her tecellide Rabbinden gayrı görmez. İşte böyle bir irfaniyete her kim mazhar olursa, her türlü derdini Allah’tan başkasına, yani gayriye şikayet etmez. İşte kulun hakikatte sabretmesi, derdini ve şikayetini Allah’a yapıp, gayriye yapmamasıdır. Her kim ki böyle bir sabırla sabrederse, Hakk’ın kemal tecellisine mazhar olur. Çünkü Kur’an’da ‘Sabredin, Allah sabredenlerle beraberdir. (Enfal, 46) buyrulmuştur. Böyle bir sabırla sabredip Rabbine kavuşup da onunla beraber olanlar, cehalet yüklü şirk, günah, isyan vb. hastalıklardan arınır, tertemiz olarak Allah’ın lütfuyla insan-ı kamil olarak yaşar. İşte Eyyüp’e sabırla verilen dermanın hakikat ve hikmetinin bugün bize olan hitabı böyledir.  Allahualem.                                                  
‘Yusuf’u tenezzül eyledi Sultan’ demek ise şöyledir: Hz. Yusuf’un Kur’an-ı Kerim’deki kıssası hikayelerin en güzeli olarak belirtilir ki, özetle şöyle beyan edilir: Yusuf (as)’ın kardeşleri, babaları Hz. Yakup (as)’ın Yusuf’u sevmesini kıskandılar ve bir plan yapıp, Yusuf'u öldürmeye kastettiler, sonra yol kenarındaki bir su kuyusunun içine attılar. Yoldan geçen bir kervan su içmek için kuyuya yanaştığında kuyuda bir çocuk gördüler ve Yusuf’u kuyudan çıkardılar. Tam bu esnada etrafta gizlenen kardeşleri ortaya çıkıp kervan ehline ‘Bu çocuk bizim kölemizdi kaçtı, biz de onu arıyorduk, isterseniz size şu kadar paraya satalım.’ dediler. Kervancı baktı ki istenilen ücret çok az, caymasınlar diye onlara ‘Peki, mademki sizin kölenizdir, bende söylemiş olduğunuz bedelle alırım, fakat bir anlaşma yapalım.’dedi. Yusuf’un kardeşleri anlaşmayı kabul ettiler ve Yusuf’u çok ucuza sattıkları anlaşmayı imzaladılar. Kervancı da Yusuf’u Mısır melikinin sarayına yüksek bir bedelle sattı. Yusuf köle olarak Mısır sultanının sarayında hizmet etti. Padişahın karısı Zeliha, Yusuf’a aşık oldu. Fakat Yusuf, ona yüz vermedi, hep kaçtı ve “Ben Rabbimden korkarım.” dedi. Zeliha, aşkına karşılık göremeyince Yusuf’a iftira ederek zindana attırdı. Yusuf, zindanda yedi sene kaldı. Zindanda iken mahkumların rüyalarını tabir ve tevil etti. Ülkenin padişahı bir rüya gördü ve bu rüyadan çok etkilendi. Ne kadar tabir ettilerse de padişah tatmin olmadı. Zindandan tahliye olup da sarayda çalışan birisi padişaha,  zindanda olan Yusuf’tan bahsedip rüyaları tabir ettiğini anlattı. Padişah ‘Yusuf’u getirin’ diye emretti ve Yusuf zindandan çıkıp saraya geldi, padişahın rüyasını tabir etti. Padişahın rüyası şöyle idi: Yedi tane zayıf öküz, yedi tane de semiz besili öküz gördü. Yedi zayıf öküz, yedi besili öküzü yediler, yuttular. İşte bu rüyayı Yusuf (as) tabir ve tevil ederek şöyle yorumladı: Yedi semiz öküz, yedi bol ve bereketli yıldır, yedi yıl çok mahsul olacak ülkede bolluk bereket olacak. Fakat bu bolluk ve bereketin ardından yedi kurak ve verimsiz yıl gelecek ve bereketli yıllardaki bolluğu yiyip yutacak ve kıtlık olacak, dedi ve padişaha tedbir almasını söyledi. Yusuf’un bu tabir ve tevilini padişah çok beğendi ve Yusuf’u ülkenin hazinelerinden sorumlu vezir yaptı. Yusuf, tedbirler aldı ve bereketli yılların mahsullerini depoladı. Kıtlık yıllarında halka dağıttı. Sonra Zeliha ile evlendi, Mısır ülkesinin sultanı, padişahı oldu. Vesselam.
Yusuf’un Kur’an kaynaklı kıssasının özeti böyledir. Mana ve hikmet itibariyle bugün bize hitap eden yönü ise şöyledir: Hz. Yusuf, suret olarak yaratılmışların en güzelidir. Yusuf güzelliği, her kuldaki ruh güzelliğini remzeder. Ruhun zuhuru hayattır, hayatın belirtisi ise nefestir. Çünkü Kur’an’da “..ve ona kendi ruhundan üfledi…” (Secde, 9) buyrulur. İşte herkes Allah’ın kendi ruhundan üflediği ruhla diri olup, nefes alıp verir. Kul eğer cehalet kuyusunda ise, her nefesini çok ucuza, hatta bedavaya satar. İşte bir kimse, cehaletle bu alemde nefeslerini çok ucuza alıp verirken, ehl-i zikir ve ehl-i kemalin kervanına mensup olan ariflerin sarkıttığı ipi tenezzül edip de tutarsa, cehalet kuyusundan çıkar.
Kervancı başı olan kamil mürşidin, her nefeste zikr-i daim telkinine mazhar olur ve nefeslerini layıkıyla değerlendirerek, her nefeste daim zikir uyanıklığı ve tevhid mertebelerinin keşfi irfaniyetiyle, nisbet varlıklarını satarak fenafillah olur. Fenafillah olan kul, beka sarayının makamları olan Hakk’ın kendi zat tekliğinden zuhura getirdiği, kendi mülk-ü kesretine ayak basar ve bekabillah makamlarının keşf-i marifetiyle insan-ı kamil olur. Böyle bir kul, cümle tecellilere vakıf olarak, cümle eşyadaki tecellileri tanımak marifet ve kemalat hakimiyetiyle kendi varlığı olan ‘Mısır’ ülkesine padişah olur, vesselam. Bu itibarla Yusuf’un tenezzülü, ehl-i irfana ve mürşid-i kamile yapılan tenezzül olup, padişahlığı ise; mesleki resul irşadıyla mazhar olunan kemalat ve marifettir. Allah, her şeyin en iyisini bilendir.                                                                                                             
Hz. Yakup (as)’ın kıssası özetle şöyledir: Yakup (as)’ın on iki oğlu vardı, biri Hz. Yusuf’tu. Hz. Yakup, Yusuf’u diğer kardeşlerinden daha ziyade severdi. Bunu kıskanan kardeşleri, Yusuf’u kervana sattıkları zaman, babaları Yakup’a yalan söyleyerek ‘Yusuf’u vahşi hayvanlar öldürdü.’ dediler. Fakat Yakup, çocuklarından kuşkulandı “Korkarım, siz Yusuf’uma bir kötülük yaptınız.” dedi ve her tarafta Yusuf’u aradı, sordu, ağladı, dua etti. Ve bir rivayete göre, gözlerine perde indi, kör oldu. Bunun üzerine oğulları ‘Ey baba, senin daha on bir tane oğlun var. Bir çocuk için fazla ağlayıp sızlıyorsun ve gelenden, geçenden Yusuf’u soruyorsun.’ dediler. Hz. Yakup da “Ben nebiyim! Benim Yusuf’umu kim aldı biliyorum, ben yine O’na soruyorum. Ben cahillerden değilim.” dedi. Yani Yusuf’u Allah aldı, beni yine Yusuf’uma kavuşturursa Allah kavuşturacak, demektir. Sonra kıtlık yılları olduğunda, herkes gibi Yakup’un memleketinde de kıtlık oldu. Oğulları; Mısır sultanı kıtlık çekenlere yardım ediyormuş. Biz de gidelim, isteyelim dediler ve Mısır’a gittiler. Yusuf’un karşısına vardıklarında O’nu tanıyamadılar. Yusuf ise onları tanıdı. Kendisini kervana ucuza sattıkları anlaşmayı onlara gösterdi ve hepsi mahcup oldular. Velhasıl Yusuf, onlara yardım etti ve babası Hz. Yakup’la kavuştular. Böylece Hz. Yakup’un nübüvvet kemalatıyla yaptığı duaları, ağlayış ve yakarışları kabul oldu. Yusuf’una kavuştu. Vesselam.
Bu kıssa, hakikat ve hikmet yönünden ise şöyledir: Yusuf, ruh güzelliğini remzeder. Yakup ise ruha arif ve vakıf olan insan-ı kamildir. Her kim ki, kendinin ve alemin, yani cümle varlığın hakikatinin Cenab-ı Hak olduğuna arif ise, böyle bir arif , her yerde ve her zamanda Hakk’ın cemal ve kerem zuhuru olan ruhaniyetin hidayet güzelliğini arar. Çünkü ariflerin gıdası, bu cemal ve kerem zuhuru olan ruhaniyetten başka bir şey değildir.
Bu itibarla ehl-i kemal olan, daima ruha mensup olan ariflerle beraber olmak ister ve ehl-i zikri ve tevhid-i hakiki ehli olan ihvan arar. Böyle arif ve kamil bir kul, mazhar olduğu irfaniyetle Allah’tan başkasına, yani gayriyete iltifat ve itibar etmez. Onun gözleri Rabbin cemal ve kerem zuhuru haricine perdeli ve kördür. Velhasıl Hz. Yakup’un kör olmasının, bugün bize hitab eden hikmet ve manası böyledir. Allahualem.             

Süleyman  kuş dilin bilirdi tamam
Emrine musahhar idi hep cihan
İbrahim’i yakmayan ol ateş heman

Nuh kavmin gark eden ol tufan nedir?


Hz. Süleyman (as), hem peygamber hem de padişahtı. O’nun öyle bir saltanatı vardı ki, kuşların dilini bilirdi ve kuşlara, cinlere, rüzgara dahi hükmederdi. Yaratılmış kullar içersinde en zengini olup, onun zenginliğine eş değerde hiç bir kimse yaratılmamış ve yaratılmayacaktır. Velhasıl Hz. Süleyman hiç bir kimseye verilmeyen bir mülk ve saltanatın sahibiydi.
Bu kıssanın bu gün bize hitap eden mana ve hikmeti ise şöyledir: Cenab-ı Hak, zat-ı ehadiyetinden tecelli ederek, ehadiyet-i kesretini zuhura getirdi. Hz. Pir: “Ehadiyet-i kesret, uluhiyettir. Mevcudata ve madumata şamildir.” buyurmuştur. Yani mevcutta görünen ve görünmeyen her ne varsa, uluhiyet mertebesi olan ehadiyet-i kesrettir. Bu marifet ve kemalata hangi kul ulaşırsa, görünen ve görünmeyen her bir tecellide uluhiyeti müşahede eder. Onun kemalatı, mevcutta görünen ve latif olup da gözle görünmeyen her bir tecelliyi ihata ettiği gibi, ehl-i nefs olan yerdekileri, ruha mensup olup da gökte uçanların hal ve keyfiyetlerini de kuşatan bir marifet ve kemalat saltanatıdır. İşte böyle bir kemalata mazhar olan kulun kalbi, Hakk’ın gah sırf tevhid, gah kesret-i halk tecellisiyle dolar. Ve Cenab-ı Hakk’ın buyurduğu “Ben yerlere ve göklere sığmam, ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” mazhariyetiyle, onun kalbinde Allah’tan başkası olmaz.
İşte bir kulun, mürşid-i kamilin telkin ve irşadıyla mazhar olabileceği en yüce marifet zenginliği budur. Böyle bir marifete ulaşan insan-ı kamil olur ve kuşların, yani ruha mensup olan gök ehillerinin dilinden anladığı gibi, latif ve kesif, yani görünen ve görünmeyen her bir tecelliye vakıf olma hükümdarlığıyla, Süleyman padişahlığı ve zenginliğiyle her bir tecellide saltanat sürer. Allahualem.
Hz. İbrahim’i yakmayan ateş şöyle rivayet edilir: Hz. İbrahim (as)’ın tevhidi tebliğinden rahatsız olan o kavmin reisi Nemrut, Hz. İbrahim’i cezalandırmak ve öldürmek için büyük bir ateş yaktı. Ateş o kadar büyüktü ki yanına yaklaşamadılar ve uzaktan İbrahim’i mancınıkla ateşe attılar. Hz. İbrahim ateşe atıldığında Cebrail, Azrail, Mikail ve İsrafil ismindeki dört büyük melek geldiler, Hz. İbrahim’e yardım etmek istediler. Fakat İbrahim onlara ‘Rabbimle arama girmeyin!’ diyerek yardımlarını istemedi. Cenab-ı Hak, İbrahim’in bu halinden çok memnun oldu ve ateşe “Soğuk ve salim ol!” diye emretti. Böylece ateşin harareti kalmadı ve İbrahim’e zarar vermedi. Sonra ateş söndüğünde gördüler ki, İbrahim yanmamış, yeşillikler içerisinde oturuyor. İşte Hz. İbrahim’i yakmayan ateş kıssası böyle bir mucizedir, vesselam.
Bu kıssanın bize hitap eden muradı ve hikmeti ise şöyledir: Hz. İbrahim ateşe atıldığında, Heyman makamında idi. Peki Heyman makamı nedir, diye sorulursa, bu konuda Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri: “Aşkın üç mertebesi vardır: Aşk makamı; aşığın bütün mevcudiyeti ile maşukuna yönelmesidir. Vahle makamı; aşığın bütün mevcudiyeti ile maşukuna, sevgilisine yöneldikten sonra kendinden geçmesidir. Heyman makamı; aşığın bütün mevcudiyeti ile maşukuna yöneldikten sonra kendinden geçmesi ve maşukunu kendisinde görüp müşahede etmesidir.” diyor. Yani bir kulun daim zikir uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle, Allah aşkına mensup olup, makam-ı Heyman olan Hakk’ın zahirde, kulun ise batında olduğu tevhid makamının müşahedesine ulaşmasıdır. İşte aşkın heyman mertebesinin hal ve keyfiyetine ulaşan bir kulun nazarında, cümle insan, melek ve her ne yaratılmışsa cümlesi batın olduğundan, onun müşahedesinde Hak’tan başka, yani maşukundan, ilahi sevgiliden gayri bir şey olmaz. O, ilahi sevgili olan Hak’tan başka hiç bir varlık görmediği için, Hak’tan başka hiç bir şey onu etkilemez, yani yakmaz. Çünkü aşığı yakan ateş, maşukundan ayrı kalmasıdır, yani gayriyet ateşidir. İşte İbrahim’i yakmayan ateşin bize hitap eden muradı ve hikmeti böyledir. Allah, her şeyi en iyi bilir.
Cenab-ı Hak, Hz. Nuh’a vahy etti: “Bir gemi yap. Aileni ve iman edenleri gemiye bindir. Her kim iman etmezse, senin davetine icabet etmeyip gemiye binmezse, ben onları cezalandıracağım. Tufana gark olacaklar, boğulacaklar.” dedi. Nuh (as) da emre uydu, bir gemi yaptı. Gemiye ailesini ve iman edenleri davet etti. Sonra Allah’ın haber verdiği tufan oldu. Yerlerden, göklerden sular yağdı ve geminin dışında kalanlar hep boğuldular. Kur’an’daki Nuh kavmini gark eden tufan kıssası özetle böyledir.
Bu kıssanın mana ve hikmeti ise şöyledir: Gelmiş geçmiş bütün insanlığın tufanı, şirk tufanıdır. Çünkü Allah, şirk günahını affetmediğini ‘Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını affetmez.’ (Nisa, 48, 116) ayetlerindeki beyanıyla bizlere açıkça bildiriyor. Şirk ikidir; biri açık, diğeri ise gizli olan şirktir. Hz. Peygamber Efendimiz ‘Ben ümmetimin gizli şirkinden korkarım.’ buyurmuşlardır. Çünkü ‘Lailaheillallah Muhammeden Resulullah’ deyip de iman eden bir kimse, açık şirkten kurtulur, fakat gizli şirk tufanından kurtulamaz. Gizli şirk tufanından kurtulmak için kişinin, Hz. Peygamber Efendimizin “Benim Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Her kim onlara sığınırsa tufandan emin olur.” buyruğuna uyup, zamanın evlad-ı Resul’ünü bulup, evlad-ı Resul’e dahil olmasıyla ancak mümkündür. Nur-u Muhammed zuhuruna her kim mazharsa o, evlad-ı Resul-ü manevidir. Bu itibarla her zamanda mevcut olan insan-ı kamil, manevi evlad-ı Resul’dür. Bir kişinin, gizli şirk tufanından kurtulup insan-ı kamil olabilmesi için, meslek-i Resule dahil olup mürşid-i kamilin telkin ve irşadı mazharıyetiyle evladı resule karışması gerektir. Aksi takdirde Nuh kavmini gark eden tufan gibi, o kimse de gizli şirk tufanında boğulur. Vesselam.

Madem ki mevcuddu Allah her yerde
Muhammed niçin çıktı göklere
İnsanın gözünden kalkarsa perde

Tanrı görünmeyen bir taraf yoktur


Hz. Peygamber Efendimizin miracı, ikidir: Biri Necm suresinde bahsedilen miraçtır. Bu miraç ruhani olup, kulun kendinde ve cümle alemde mevcut olan Rabbine kavuşmasıdır. Cümle peygamberler ve ehl-i kemal, bu miracı, bu alem-i şahadette yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Diğeri ise ‘Bütün varlıkların tespihi o kudretedir ki kulunu gecenin birinde Mescid-i Haram’dan çevresini bereketlendirdiğimiz Mescid-i Aksa’ya yürütmüştür. Bu, ayetlerimizden bir kısmını o kulumuza göstermek / onu ayetlerimizden biri olarak göstermemiz içindir. Hiç kuşkusuz O semidir, basirdir.’ (İsra,1) Beyanında bildirildiği gibi mucize olarak gerçekleşen miraçtır ve yalnızca Hz. Peygamber Efendimize mahsustur. Çünkü; cümle alemler Nur-u Muhammed’den yaratıldığından, alemler kendi varlıklarını muhtaç oldukları Hz. Muhammed (sav) ile şereflenmek istedikleri için bu miraç mucize olarak gerçekleşti. Hz. Peygamber Efendimiz, bir gecede Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya gitti ve alemleri şereflendirdi. Bu miracı, Hz. Resulullah Efendimizden başka hiç bir kimse yapmadı. Velhasıl gökler, Hz. Muhammed’le şereflenmek istedikleri için bu mirac-ı mucize vukua geldi. İşte Allah, her yerde mevcut olduğu halde Hz. Peygamberin göğe çıkmasının sebeb-i hikmeti budur. Allahualem.

Fehmi’nin müşkili çoktur sayılmaz
Bu sırrı meydana koyan bulunmaz
Kur’an’da ol yedi mesan bilinmez

Besmele üç isim manası nedir?


İnsan-ı kamil ve arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Kur’an’ın batınına yönelik peygamber kıssalarının mana ve hikmet yönünden teviline dair, benim böyle müşküllerim çoktur. Ey ehl-i zahir, sen de Kur’an’ın zahiri ile yetinme, yani Kur’an’ı yüzünden okuyup Arapça bilmekle ve zahiri tefsirini okumakla yetinmek sana kafi gelmesin. Sen de Kur’an’ın batınını dert edin, peygamber kıssalarının hikmet-i mahiyetini araştır. Niyazi Mısri’nin “Rumuz-u enbiyayı vakıf-ı esrar olana sor” dediği gibi, ilahi sırlara vakıf olan ariflere ve ehl-i kemale sorup onlara danış. Ar etme, senin de böyle müşküllerin olsun ve ehl-i irfan ve kamil tarafından çözülsün. Allah’ın sırları herkese açık / ayan değildir. Allah’ın sırlarına vakıf olanı bulmak ise zordur, çünkü taklidi / sahtesi çoktur. Hangisi kamil, hangisi taklit, bilinmesi ve ayırt edilmesi güçtür. Onun için bu sırrı meydana koyan bulunmaz, yani onu bulması zordur.’ Diyor.
Kur’an’daki bilinmeyen ol yedi mesan, yedi ayettir ki, Kur’an’da şöyle ifade ediliyor: “Biz sana tekrarlanan yedi ayeti ve yüce Kur’an’ı indirdik.” (Hicr, 87). İşte bu tekrarlanan yedi ayet, daha evvelki beyitlerin açıklamalarında ifade edildiği gibi; gelmiş geçmiş cümle peygamberler ve ehl-i kemal, mazhar olmuşlar ve olmaktadırlar. Yedi ayet denilen meslek-i Resul’ün seyr-i süluku olan yedi meratib-i ilahidir. İşte her kim ki meslek-i Resule dahil olursa ancak o kimse tekrarlanan bu yedi ayeti bilir ve o ayetlerin tekrarına mazhar olur.
Besmeledeki üç ismin manası ise, daha evvelki beyitlerin açıklamasında ifade edildiği gibi, besmeleyi; Allah, Rahman, Rahim olan üç isim meydana getirir.
Esmaya nispetle yani isim itibariyle Allah ismi celaldir, Rahim ismi cemaldir, Rahman ismi ise kemaldir. Zat-ı ilahinin, mevcudiyetinden zuhuruyla meydana getirdiği cümle alemler dediğimiz esmalardır. Cümle esmanın hepsi de celal ve cemal esmasının tesiriyle zahir olur. Bu itibarla her bir tecelli, ya cemalle ya celalle açığa çıkar. İşte celal ve cemali cem eden mahal ise kemaldir. Kemal, makam itibariyle celal ve cemal tecellilerini kendinde toplayan olması itibariyle kemalin mazharı, insan-ı kamildir. İnsan-ı kamil, bütün meratib-i ilahiyenin, yani celal olan fena, cemal olan beka mertebelerinin keşfi kemalinin kendisinde toplandığı şahsiyettir. Bu itibarla, besmele-yi şerifin üç ismindeki mahiyet, insan-ı kamilin makamı, mahiyetidir. Bütün insanlık, makam-ı insanı bulsun ve ona ulaşıp kamil bir insan olsun diye yaratılmıştır. Vesselam.
Her şeyin doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.   


Hiç yorum yok: