10 Eylül 2011 Cumartesi

Derviş olan Hakk’ı bulur dediler

Derviş olan Hakk’ı bulur dediler
Gel gönül gel biz de derviş olalım
Dervişlik yolunda kurban olalım

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Daha evvel ifade edildiği gibi, mektep / okul üçtür: Birincisi, mekteb-i sübyan, yani ilköğretimdeki çocukların okuludur. İkincisi mekteb-i medrese, yüksek okul, fakülte gibi meslek okulları vb. dir. Üçüncüsü ise, mekteb-i irfandır.
Mekteb-i irfanda kendimizin ve görünen varlık aleminin, eşyanın içyüzü öğretilir. Evvelce tekkelerde verilen eğitim mekteb-i irfan eğitimiydi, ki buraya mensup olanlara derviş denilirdi. Sonra tekkeler bu fonksiyonlarını yitirdiler. Mekteb-i irfan öğretiminden uzaklaşıp, birer fitne ve fesat üreten kurumlar haline geldiler. Çok isabetli bir kararla, fitne ve fesat yuvaları haline gelen tekkeler resmen kapatılarak, cahil şeyhlerin mürşit kisvesi ile halktan beşeri ve siyasi menfaat temin etmelerine son verildi. Halbuki tekkeler fonksiyonlarını yitirmeden evvel ilim ve irfan yuvası olup, halka hizmet üretmişlerdir. Dervişler, Hz. Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmayı gaye edinerek yaşamışlar ve sosyal adaletle hizmetin, en güzel örneklerini sergilemişler ve yaşadıkları toplumun örnek şahsiyetleri olmuşlardır. Verdikleri irfan eğitimiyle tekkelerin bünyesinden Hacı Bektaş Veli, Yunus Emre, Ahi Evran, Niyazi Mısri vb. gibi daha nice kamil insan çıkmıştır. Bunlar ve diğer cümle ehl-i kemalin hepsi de derviş idiler, vesselam.
Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerine, fonksiyonlarını yitirmiş fakat faal olan tekke ehli: “Tekkelerin verdiği eğitim tarzı olan perhiz, çile, erbain çıkarmak gibi yüzyıllardır devam eden eğitim metotlarını neden tatbik ettirmiyorsunuz?” diye soruyorlar. Hz. Pir onlara cevaben: “Orduların iki zamanı vardır: Biri sulh zamanıdır, diğeri ise savaş zamanıdır. Sulh zamanında askere; sağa dön, sola dön, selam dur, elbisen düzgün olsun gibi eğitimlerin verildiği zamandır. Savaş zamanında ise, asker böyle şeylerle, yani sağa sola şöyle dön, elbisen ütülü olsun gibi eğitim tarzıyla oyalanmaz. Askere silah verilir, nasıl kullanılacağı öğretilir ve ona düşman gösterilerek cepheye sürülür. Bundan sonrası askerin gayretine, beceri ve kabiliyetine kalmıştır. Ya düşmanı vurup rahat eder ya da düşmanın elinde helak olur.” Demiştir ve devamla “Derviş olan ehl-i zikir ve ehl-i tevhid manevi askerdir. Bu çağda ilimde ve fende çok hızlı gelişmeler olmaktadır ve olacaktır. Hızlı gelişmelerin olduğu bu zaman, manevi asker olan dervişlerin harp zamanı olup, öyle erbain çıkarmak, çile çekmek, post, taç, hırka gibi şeyler ile uğraşılacak bir vakit olmadığı için bu türden uygulamaları iptal edip kaldırdık. Onun için biz ihvanımızı, zikr-i daim ve makamat-ı tevhid irşadıyla teçhiz edip silahlandırıyoruz.” Buyurmuştur. 
Melami dervişleri, daim zikir silahı ile silahlanıp, ilm-i tevhid irfaniyetiyle teçhiz olup, Hakk’a vuslat kemal ve neşesiyle yaşarlar. Velhasıl her kim ki, zikr-i daim silahı ile silahlanır da, tevhid-i hakiki marifetine mazhar olursa, o kimse nefs düşmanını yener ve büyük harbi kazanır. Çünkü hadis-i şerifte “Nefisle savaş cihadı ekberdir / büyük harptir.” Buyrulur. Zikr-i daime ve makamat-ı tevhid irfaniyetine aşina olan bir derviş, ilim ve fennin bu kadar geliştiği zamanımızda kendi nefsiyle olan harpte asla şaşırmaz ve yaradılışının yüce gayesine ulaşarak, Hakk’a kavuşur ve kamil bir insan olur.
Bu itibarla zamanımızda artık tekkelerin ve zaviyelerin fonksiyonları kalmamıştır. ‘Eski tekke geleneğini devam ettiriyoruz’ diyen ve ‘Biz şucuyuz - bucuyuz, filanca geçmiş mürşid-i kamilin yoludur yolumuz.’ diyerek, geçmişteki ehl-i kemalin isimlerini kullanıp, onların adlarının itibar ve şöhretinin arkasına saklanarak, mevcudiyetlerini devam ettiren tarikat ve cemaatlerdeki eğitim ve öğretim; kişiyi, insan-ı kamil mertebesine götürüp ulaştıracak olan daim zikir ve makamat-ı tevhid irfaniyet ve kemalatından mahrumdur. Müntesiplerinin kemale ulaşmalarının önünde engeldirler. Yani kulun yaradılışının gayesine ulaşmasında onu, eski tekke metotları olan tesbihat, kılık, şekil, suret vb. ile oyaladıklarından, insan-ı kamil yolunun, yol kesicileridirler.
Kur’an-ı Kerim’de “Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alışveriş, onları Allah’ın zikrinden, namaz kılmaktan, zekat vermekten alıkoymaz.” (Nur, 37) Buyrulur. Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretleri ise: “İki ayaklı bir tekke olunuz.” diyor. Yani ayette de açıkça beyan edildiği gibi, ticaret, alışveriş vb. gibi beşeri aktivitenizi aksatmadan, zikr-i daimle ve tevhid mertebelerinin müşahedesiyle yaşayın demektir.
Velhasıl zamanımızda Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olan Meslek-i Resul-ü Melamiyye irfaniyetinden nasiplenmiş ve Melami dervişi olarak bilinen ehl-i irfan ve ehl-i kemalden her biri, iki ayaklı bir tekkedirler. Bunlardan her biri, daim zikir ve tevhidin hakikatinin keşfi ile aydınlanmış olup, içinde yaşadıkları toplumun örfüne uygun hareket eden bir yaşantıya sahiptirler. Gerek düğün-dernek vb. cemiyetleri, gerekse günlük yaşantıları, içinde yaşadıkları toplumun meşru yaşantısının aynıdır. Giyim ve kuşamları ahlaka uygun, Allah’ın emir ve yasaklarına ters düşmeden, bu gün içinde bulundukları toplumun genel kabulleriyle yaşayan haldeki giyim ve kıyafetlerdir.
Hz. Pir “İçersinde yaşadığınız toplumun aydınlarının kıyafeti ne ise, o kıyafet sizin kıyafetinizdir, o kıyafeti tertemiz giyin.” buyurmuştur. İşte bugünkü aydın insanların kıyafeti ne ise, Melami dervişlerinin kıyafeti de odur.
Melamiler, devletine ve cumhuriyet sistemine bağlı olup, cumhuriyet sistemini, Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber Efendimizin mirası olarak kabul ederler. Cumhuriyet rejimini Hz. Resulullah’tan sonra Hz. Ebubekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali, Hz. Hasan’ın uyguladığı ve Hz. Hüseyin’in ve Ehl-i Beyt’in uğrunda şehit olduğu rejim olarak görürler. Kur’an’ın emri ve Hz. Peygamber’in mirası olan cumhuriyeti Muaviye’nin yıkıp kaldırarak, yerine padişahlığı, saltanatı,  yani cahiliye geleneği olan aşiret ve kabile yönetiminin ihya edilmesi olarak kabul ederler.
Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarını; Muaviye’nin isyan ederek yıktığı cumhuriyet rejimini, Peygamber Efendimiz’den 1300 yıl sonra tekrar ihya edenler (diriltenler) olarak görürler.
Velhasıl vasıflarını ifadede aciz kaldığımız bu günkü zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetine mazhar olan Melami dervişleri; Pir Seyyit Muhammed Nur Hazretlerinin şahsında zahir olan mekteb-i irfana dahil olup, daim zikir ve makamat-ı tevhidin irfaniyetiyle Hakk’ı bulmuş ve Hakk’a kavuşmuşlardır.
Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri, gönlünü muhatap ederek bizlere, herkim ki böyle bir derviş olursa, o Hakk’ı bulur diyor ve devamla “Gel gönül, biz de derviş olalım, yani zikr-i daim ve ehl-i tevhid-i hakiki olalım ve böyle bir dervişliğe mazhar olmak için eski cahiliye anlayışlarımızı terk ve kurban edelim.” buyuruyor.

‘Men raanii fekad raalhak’ demiş
Muhammed’i gören Hakk’ı görürmüş
Dervişlikten maksat bu esrar imiş

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Hz. Peygamber (sav) “Men raanii fekad raalhak / Beni gören hakkı görür.” Buyurmuştur ki, bu beyitte bu hadisi şerife atıfta bulunuluyor. Başka bir hadiste ise Peygamber Efendimiz “Allah beni kendi nurundan, müminleri de benim nurumdan yarattı.” diyor. İşte hangi mümin, Nur-u Muhammed’le yaratıdılışa ulaşırsa, o mümin muhatap olduğu hidayet-i Nur-u Muhammed mazhariyetiyle, Hakk’ı müşahede edip görür. Nur-u Muhammed’le yaradılış mürşid-i kamilinin irşadında mevcuttur.
Bu itibarla, hangi mümin kimse, zamanın kamilini bulur onun nuru Muhammedi irşadına mazhar olursa, mümin o irşad mazhariyetiyle, Hakk’a arif olur ve Rabbini müşahede edip görür. Bu aynı zamanda, dervişliğin maksat ve gayesidir. Çünkü cümle ehl-i kemal olan dervişlerin maksadı, Muhammedi bir kullukla Hakk’ı bulup Hakk’a vasıl olmak ve Hak’tan gayrı görmemektir. Allahualem.

Meslek-i Resul’e  biz de uyalım
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat olalım
Muhabbet bahrından hisse kapalım

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Hadisi şerifte “Ümmetim 73 fırka olacaktır. 72’si dalalette, biri hidayette. O da Fırka-yı Naciye’dir.” ‘Fırka-yı Naciye kimdir ya Resulullah?’ diye sorulmasına, Hz.Peygamber efendimiz“Ehl-i sünnet vel cemaattir.” buyurmuşlardır. Şimdilerde bir çok tarikat, cemaat vb. bu hadis-i şerifi delil göstererek, kendilerini ehl-i sünnet ve’l cemaat olarak isimlendiriyorlar. Peki ehl-i sünnet vel cemaat gerçekte kimdir? diye sorulursa şöyle deriz: Hz. Ayşe validemize ‘Bize Resulullah’tan bahset.’ Dediklerinde Hz.Ayşe“Siz Kur’an okumaz mısınız? Kur’an Resulullah’ın hayatıdır.” demiştir.
Hiç bir peygamber, kendisine vahy edilenin haricinde olmamıştır. Ayette “Resul, Rabbinden kendisine indirilene inanmıştır, müminler de hepsi Allah’a onun meleklerine, kitaplarına, Resullerine inanmışlardır…” (Bakara, 285) beyan edildiği gibi, Allah’tan gelen vahye, evvela Resulullah iman eder, sonra müminlere inandığını tebliğ eder. İşte Kur’an-ı Kerim’de vahiyle emir ve tavsiye edilen her şeye, önce Hz. Peygamber inandı ve inandığıyla yaşayıp vahyin haricine hiç  çıkmadı.
Bu itibarla şu anda din adına her kim ne yaparsa yapsın, bunlar kendilerinin ehl-i sünnet vel cemaat olduğunu istediği kadar söylesin, bir inanç ve davranış eğer Kur’an’la çelişiyorsa, o inanç ve davranış Muhammedi olmadığı gibi, sünnet hiç değildir. Çünkü hiç bir peygamberin hadis ve sünneti, kendisine vahy edilenle çelişmez. Bilakis Hz. Peygamberin hadis ve sünneti olarak rivayet edilenler, vahye, yani Kur’an’a uygun olanlardır. Bunu beyanla sahabeler, Hz. Resulullaha ‘senden önceki peygamberlerin yapmadıklarını onlara isnat ettiler, söylemedikleri sözleri söyledi dediler, senden sonra senin hakkında da böyle yapılacakmı” diye sormalarına, Hz. Resulullah, “elbette benim hakkımda da böyle uydurmalar olacaktır” dedi. Sahabeler, ‘ o zamanda sünnet ve hadisin uydurmamı gerçekmi olduğunu nasıl ayırd edelim’ dediklerinde, Hz.Peygamber “Bir söz ki duydunuz, Kur’an’a terstir; altında benim mührüm de olsa atın, o söz bana ait değildir, bir söz ki duydunuz Kur’an’a uygundur; her kim söylerse söylemiş olsun, o söz benimdir.” buyurmuşlardır.
İşte bu günde ve her zamanda ehl-i sünnet vel cemaat olmak,  Kur’an’a uygun itikat, hal ve davranışlar içinde olmaktır. Adı ve sanı ne olursa olsun, taraftarlarının adedi ne kadar fazla olursa olsun, itikat, ahlak, ibadet ve davranışları Kur’an’a uymayanlar ehl-i sünnet değildirler, vesselam.
Meslek-i Resul, Nur-u Muhammed mazharıyetiyle mürşid-i kamilin zamanında yaptığı telkin ve irşadıdır. Meslek-i Resul dervişlerinin ahlak, muamelat ve itikatları, asla Kur’an’a ters düşmeyip, kesinlikle Kur’an’la çelişkili olmaz. Onun için kamil olan bir mürşidin telkin ve irşadı, muhakkak Kur’an’la ayniyet olup Kur’an’dandır. Bu itibarla “Meslek-i Resul’e biz dahil olalım. Ehl-i sünnet olan, Kur’an yoluna gidelim. Muhabbetullah deryasından hisse kapalım.” buyruluyor. Meslek-i Resuldeki irşadla hasıl olan aşk, muhabbet, ilahi aşk ve muhabbetullahtır. Bu itibarla Kur’an’da “…Müminler ise Allah’a muhabbette çok kararlı / şiddetli ve taşkındırlar…” (Bakara, 165) buyrulur.

Bu aşk dedikleri bahr-ı ummandır
İçinde cevheri, zevk-i vicdandır
Bu benlik davası aşka perdedir

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Aşk-ı ilahinin hududu olmaz. Çünkü Allah’tan başka neyi seversen sev, o yaratılmış olduğundan onun hududu / sınırı olur ki, bir gün ondan ayrılırsın. Çünkü Allah’tan başka her şey fanidir. Eğer Allah’ı sever ve ilahi aşka mazhar olursan, Allah ebedidir, onun sonu, yani hudut ve sınırı yoktur. Vicdan, şuna denir ki; bir kimse kalbine gelen havatır ve tecelliyi Hak’tan gayrı görmezse, o kimsenin kalbi vicdandır ve Rabb’ın müşahadesinden hasıl olan zevk de, zevk-i vicdandır. İşte bu aşk-ı ilahiyle zevk-i vicdana ulaşmanın engeli ise, kulun cehaletle var zannettiği nispet varlığı ve benliğidir.

Bu tevhid muhabbetine doyulmaz
Muhabbetten kaçan insan sayılmaz
Mürşidsiz kimseye İslam denilmez

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Her insanın, biri hayvani diğeri insani olan iki yönü vardır. Hayvani yönümüz; anamızdan doğmamız, büyümemiz, yememiz, içmemiz, çocuk sahibi olmamız vb. yönümüzdür ki, bütün bunlar, insanın hayvani olan yönüdür. Diğer insani yönü ise, iman eder, ilim tahsil eder, terakki eder ve lisanla konuşur. Bu gibi haller hayvanda olmayıp, yalnız insana mahsustur ve kişinin insan yönüdür.
İşte bir kimse, insan olmak yönü ile terakki eder ve Rabbin katına kadar yükselebilir. Yani emr-i ilahiye uyar, yasaklarından kaçarsa, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki irfaniyetiyle Hakk’a vuslat eder ve  vuslatla zevklenir ki, bu keyfiyet makam-ı insandır. Beyitte ifade edilen ‘muhabbetten kaçan insan sayılmaz’ demek, cahil olan bir kimse hayvan yönü ile yaşayıp, muhabbetullahtan ve makam-ı insan’dan mahrum kalır, kamil insandan sayılmaz demektir. Hadis-i şerifte ‘En hakiki / doğru mürşid Kur’an’dır.’ buyrulmuştur. Bu itibarla mürşid-i kamilin telkin ve irşadı hep vahye dayanır ve hep Kur’an’dandır.
Hz. Peygamberimiz “İnsan ve Kur’an ikiz kardeştir.” Diyor. Bu hadis’te Kur’an ile ikiz olduğu beyan edilen insan, insan-ı kamildir ki, ondan asla Kur’an harici bir telkin, irşad ve irfaniyet zahir olmaz. Çünkü insan-ı kamilin sırrı ile, Kur’an’ın sırrı aynıdır. Bu itibarla bütün Müslümanların, ehl-i İslam’ın mürşidi Kur’an’dır ki, cümle müminler Kur’an’ın gösterdiği itikat, ibadet, ahlak, emir ve yasaklara uyarlar. Eğer bir kimse Kur’an’la olan irşadı reddederse, o kimse İslam dışıdır ki, ona İslam denilmez. Bütün imamlar, pirler, müçtehitler, kamiller, veliler ve cümle ehli zikir, Kur’an’ın hizmetindedirler ve vahyin ışığından istifade ederler ve etmişlerdir. Hiç birisi Kur’an’ı aşmaz ve aşamaz. Bu itibarla, cümle velilerin ve müminlerin mürşidi Kur’an-ı Kerim’dir ki “Mürşidi Kur’an olmayana İslam denilmez.” demektir, Allahualem.

Muhabbet ne imiş nadan ne bilir
İnsanlık remzini hayvan ne bilir
Anadan kör doğan gündüz ne bilir

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Muhabbetullahı, cahiller anlamaz ve bilmezler. Ancak mekteb-i irfana dahil olup da zikrullah ve fikrullahla tevhid-i hakiki keşfine mazhar olan muhabbetullahı bilir ve Allah muhabbetiyle zevklenir. Amalık / körlük ikidir: Biri görür iken sonradan görmez olmasıdır ki, böyle kör olanlar, daha evvelden görür olduklarından dolayı eşyayı, renkleri ve geceyi, gündüzü bilir. Diğeri ise anadan kör doğanlardır. İşte anadan kör doğan gündüz aydınlığını renkleri vs. bilir mi? Bilmez. Anadan kör doğanın, gündüz aydınlığını bilmediği gibi, hayvan yönüyle meşgul olup hayvaniyetle lezzetlenen kimse de, kamil insanın makamını bilmez. Yani makam-ı insan irfaniyetinden mahrum kalır ki, bu alemde makam-ı insan irfaniyetine ulaşamayanlar ebediyen gafil ve hakikatin körü olarak meratib-i ilahi aydınlığından istifade edemezler. Bunlar Hakk’a kavuşamadığından, Hakk’tan mahrum ve perdeli olup, Hakk’ı göremeyen kör olurlar. Çünkü Kur’an’da “Bu dünyada kör olan ahirette de kördür.” (İsra, 72) buyrulur.

Talibi’yim bunda söylerim diraz
Gelsin o fasıklar etsin itiraz
Bu meclise dahil olamaz kallaş

Gel gönül gel biz de derviş olalım
Gel gönül gel biz de Hakk’ı bulalım

Fasık; bozuk, bozulmuş demektir. Bir kimse hayvaniyet yönü ile yaşayıp da, makam-ı insanı bulmadığı halde arif, kamil bir insan olduğunu söyleyip, böyle bir kimliğe bürünmesi bozukluktur, fasıklıktır. Bunlar, makam-ı insan olan tevhid mertebelerinin irfaniyet ve kemalatına mazhar olmadıkları halde, takliden insan-ı kamil gibi görünürler.
Bazıları da mürşid-i kamilin telkinine muhatap olduğu halde, telkine riayet etmez ve telkini kendi hevasına göre tevil ve tahrib edip, ehl-i kemali taklit ederek, etrafına kamil bir insanmış gibi görüntü vererek halkı irşad edip, mürşitlik yapmaya kalkar. İşte bunların bu hali de, kamilin telkinine ihanet olup, Meslek-i Resul’e kalleşliktir. Halbuki arif ve ehl-i kemal olmak, bilmediğini bilmek ve bilmediğini öğrenmek icap eder. Ehl-i kemalin meclisinden, ancak bilmediğini bilenler istifadelenirler ve terakki edip irfaniyet ve kemalata mazhar olurlar. Ehl-i kemal olmadığı halde bilgiçlik iddia edenler, kamilin irşadından ve ariflerin meclisinden istifade edemezler. O meclisin ruhaniyetine asla yaklaşamazlar. Bu konuda Hz. Mevlana “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol.” Buyurmuştur.
Allah, her şeyi en iyi bilendir.

Hiç yorum yok: