10 Eylül 2011 Cumartesi

Geldi dile dildarım dedim elhamdülillah

Geldi dile dildarım dedim elhamdülillah

Gördü gözüm didarın dedim elhamdülillah

Cenab-ı Hak, Fatiha suresinde “Elhamdü lillahi rabbil alemin, errahmanirahim, maliki yevmiddin / Hamd alemlerin Rabbi Allah’adır. Rahmandır, Rahimdir O. Din gününün maliki, sultanıdır O.” (Fatiha, 1-4) buyurmuştur. Hamd, övünmek demektir ve övünmek ancak alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. Çünkü; makam-ı uluhiyetin, rububiyetle olan tecellisi, mevcudata mahsustur. Yani, mevcut olan her şey rububiyettir. Rahmaniyeti ise, umumun / genel nimetin icadına mahsustur. Rahimiyeti, ahiret nimetinin icadına mahsustur. Malikliği ise, mülk tasarrufuna mahsustur.
İşte Fatiha suresinin bu ayetlerinde Allah, makam-ı uluhiyetle olan zuhuru, tecellisiyle, ben buyum ve övünmek Allah’a mahsustur, yani Allah’a ait bir keyfiyettir, diyor. Peki Allah uluhiyet zuhuruyla böyle olunca kula ne kalır? Bu konuda, Hz. Ebubekir “Hamd Allah’a mahsustur, Allah kula ancak kendi acziyetini / yokluluğunu itiraftan başka bir yol vermedi.” buyurmuştur. Demek ki, Hakk’ın uluhiyeti karşısında kula kalan şey, acziyet ve yokluktur. Bu itibarla ideal, kamil bir kulluk, yokluk / fena irfaniyet ve şuuru ile Allah’a hamd etmek, Allah’ı övmektir. Daha sonraki ayetlerde “İyyake nağbüdü ve iyyake nestain / Yalnız sana ibadet ederiz ve yalnız senden yardım dileriz.” (Fatiha, 5) buyruluyor. Yani senin zuhurun karşısında yokluğumuza / acziyetimize arif olup, bunun farkındayız, bizim kulluğumuz hiçliğimizdir ve bizim hiçlikle olan kulluğumuzda zahir olup görünen sensin. “İhdinassıratal müstakim / Dosdoğru giden yola ilet bizi.” (Fatiha, 6) Yani, bize zuhurunla himmet / yardım et ki, zikr-i daim ve tevhid-i hakiki marifetiyle insan-ı kamil mertebesine ulaşan, dosdoğru yolda yürümemize yardımcı ol. “Sıratallezine en’amte aleyhim gayrilmağd’ubi aleyhim veladdallin / Kendilerine nimet sunduklarının, üzerlerine gazap dökülmemişlerin, karanlık ve şaşkınlığa saplanmamışların yoluna.” (Fatiha, 7). Yani makamat-ı tevhidin keşfi irfaniyetiyle nimetlendirdiklerinin yoluna ilet. Seni mevhumlukla, görünmezlikle kaydedip, tenzih edenlerin yoluna yönlendirme, seni herhangi bir şahsa veya başka bir şeye benzeterek, seni suret ve eşya ile kaydedip de, teşbih edenlerin yoluna da iletme bizi, demektir.
İşte Fatiha suresinin ‘Malikiyevmiddin’e kadar olan kısmı, cümle mevcutta tecelli edip zahir, yani apaçık olan Hakk’ın uluhiyetine aittir. Bu itibarla hamd, yani övünmek, ancak Allah’a mahsustur. ‘İyyake nağbüdü’den itibaren olan kısmı ise, kulluğun, yokluk ve acziyet şuur ve marifetiyle olan duasından ibarettir.
Arifibillah Fehmi Efendi Hazretleri, işte böyle bir irfaniyet ve kemalat mazhariyetiyle “İlahi sevgili gönlüme geldi, gönlümde ilahi sevgiliden gayrı hiç bir şey kalmadı, ilahi sevgiliyi görüp, O’na kavuşmamın zevk ve neşesiyle, Elhamdülillah.” diyor.

Seni sanırdım ayrı benden uzak bir Tanrı
Bildim değilsin gayrı dedim elhamdülillah

Zikr-i daim uyanıklığı ve tevhid-i hakiki irfaniyetine ulaşmamış olan bir kimsede; adı, şanı, unvanı, ne olursa olsun cehalet hakimdir. Cehalet ilim olmayıp, zandır ve zanlardan meydana gelir. Kur’an’da “Onlar zandan başka hiç bir şeye uymuyorlar. Doğrusu şu ki, zan Hak’tan hiç bir şey ifade etmez.” (Yunus, 36) buyrulur. Zan ehli, Cenab-ı Hakk’ı mevcutta değil, mevhumda, ötelerin ötesinde, yani uzakta, kendinin ve cümle alemin varlığından ayrı zannederek tenzih eder. Kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde zahir, apaçık olan Rabbini görünmezlikle ve mevhumlukla kaydeder. Fakat hangi kul, tevhid-i hakiki keşfi ifaniyetine ulaşırsa  o, Rabbini mevhumla değil, kendinin ve cümle alemin mevcudiyetinde müşahede eder ve Rabbinden gayrı görmez, vesselam.

Erdi ilmim birliğe yer kalmadı benliğe
Doldu gönlüm senliğe dedim elhamdülillah

Makamat-ı tevhid irfaniyetiyle bende masivadan, gayriyetten eser kalmadı, tüm nispet varlığım fena bulup yok oldu ve Hakk’ın tecellisi mazhariyetiyle gönlüm Hak’la doldu. Demektir.

Sen bu halkı var ettin zatına burhan ettin
Adem’i mir’at ettin dedim elhamdülillah

Hadis-i Kudsi’de “Ben gizli bir hazine idim, bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk ettim.” buyruluyor. Bu kudsi beyanında Cenab-ı Hak, kendinin bilinmesi için, halkı yarattım / halk ettim diyor ki, bu halkıyet / yaratma şöyledir: Cenab-ı Hak, kendi zat-ı ehadiyetinden sıfatlarına, sıfatlarından esmaya, esmadan da ef’aline tecelli ederek, ef’aliyle zahir olmasıdır. Bu zahir olup yaratılan halktır, cümle alemdir.
Cenab-ı Hak, zuhuru olan bu halktan, yani cümle yarattıklarından hiç ayrılmadı ve cümle alemde kendi zati varlığıyla her anda mevcuttur. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Gökten ip sarkıtsalar evvela Allah'a değer.” Diyor.
‘Zatına burhan ettin’ demek ise, zat-ı ilahiye kavuşup vuslat etmeye yarattıklarını delil yaptın demektir.Ki bu zahir olup da görünenler, fiilullahtır. Peki bir iş / fiil kuvvetsiz, iradesiz, ilimsiz, yani sıfatsız olur mu? Olmaz. Peki, ilmi, iradesi, kuvveti olanın, vücud-u zatı olmaz mı? Olur. Bu itibarla, Hakk’ın zatına sıfatları, sıfatlarına ef’ali, ef’aline de cümle alem-i halk delildir, burhandır. Velhasıl, Cenab- Hak kendi zat-ı ehadiyetinden, halk-ı alemi halk etti. Fakat zat-ı mevcudiyetiyle halktan hiç ayrılıp çekilmedi ve cümle alem-i halkta zat-ı mevcudiyetiyle her zaman zahirdir. İşte her kim ki, zikr-i daim uyanıklığıyla tevhid-i hakiki irfaniyetine ererse, o kul kendinin ve cümle halk-ı alemin mevcudiyetindeki zat-ı ilahiye kavuşup, vuslat eder. Vesselam.
‘Ademi mir’at ettin’ demek ise, Adem’i ayna yaptın, o aynada göründün demektir. Zat-ı ilahi, cümle alemde ve eşyada zahirdir, fakat bu alemlerdeki ve eşyadaki zuhuru, kemaliyle değildir. Allah’ın halk ettikleri içinde zat-ı ilahinin kemaliyle zuhuruna, sadece Adem mazhardır. Çünkü Allah, yarattıkları içinde yalnız Adem’e halifem dedi. Bu konu Kur’an’da “Allahu Teala meleklere ‘yeryüzünde bir halife yaratacağım’ dedi.” (Bakara, 30) olarak beyan edilir. Adem’in halifeliği konusunda, yani Adem, Cenab-ı Hakk'ın neyine halife oldu? mevzuunda; Hz. Pir’in ilk halifelerinden olan Tikveş Kavadarlı Hacı Abdülkadir Bey “Adem, Allah’ın cem, hazret-ül cem ve cemm’ül cem ile zuhuruna halife oldu.” buyuruyor.
Kur’an’ın “O’nun şanı şudur ki; bir şeyin olmasını isteyince ona ‘ol’ der, o da derhal oluverir.” (Yasin, 82) beyanındaki gibi, Cenab-ı Hak cümle alemi ve her şeyi  “kün / ol” emriyle yaratmıştır. Adem’i ise cümle alemin ve her şeyin ruhu olarak yaratmıştır. Bu itibarla cümle alem beden olup, Adem ise o bedenin ruhudur. Nasıl ki insan bedenini ayakta tutan ruh ise ve ruh bedeni terk ettiği zaman, o insanın bedeni dağılıp toprak oluyorsa, işte cümle alemi ayakta tutan Adem’dir ve bu alemde Adem var olduğu müddetçe bu alem dağılmaz, yani kıyamet kopmaz. Ne zaman ki Adem yeryüzünü terk ederse, o zaman kıyamet kopar ve bu alem dağılır. Çünkü cümle alemin yaradılış sebebi ademiyettir.
Adem’in halkiyetinde üç özellik vardır: Birincisi Kur’an’ın “Onu kıvama erdirip, içine ruhumdan üflediğimde…” (Sad, 72) Beyanındaki gibi, Cenab-ı Hakk’ın Adem’e kendi ruhundan ruh üflemesidir. İkincisi “İki elimle yoğurdum” (Sad, 75) beyanında olduğu gibi, Hakk’ın Adem’i iki eliyle yoğurmasıdır. Üçüncüsü de “Ve Adem’e isimlerin tümünü öğretti…” (Bakara, 31) ayetinin beyanındaki gibi, Allah’ın Adem’e allem-el esmayı, yani alemlerin isimlerinin mahiyetini öğretmesidir. İşte Adem kendine mahsus yegane özel olan halkiyetle Cenab-ı Hakk'ın kemal tecellilerinin mir’atı / aynası oldu.  Yani Cenab-ı Hak kemal zuhuruyla Ademiyet mir’atında / aynasında göründü. Demektir.Aşık Sezai Hazretlerinin buyurduğu gibi:

Ademde koydu Hak kemalatı 
Her ne dilersen dile, Ademden dile
Gösterir anda türlü halatı
Her ne dilersen dile Ademden dile

İşte bu ademlik,yani ademiyet insan suretinde ve her zamanda Hakk’ın mir’atı, yani kemal aynası olarak mevcuttur. Allahualem.

Tendir bu cana beden candır canana beden
Sensin sultan hükmeden dedim elhamdülillah

Ten, suret-beden varlığımızdır. Ruh ve can aynıdır; ruh, Türkçede can demektir. Sureti ayakta tutan candır. Can olmazsa suret, ceset olur, dağılır ve toprak olur. Kur’an’da “…ve insanın yaratılışına çamurdan başladı, sonra onun neslini bir usareden, hor görülen bir sudan oluşturdu, sonra ona bir biçim verdi ve onun içine kendi ruhundan üfledi, işitme gücü verdi, gözler ve gönüller verdi. Ne kadarda az şükrediyorsunuz.” (Secde, 7-9) buyrulmuştur.
Bu ve benzeri ayet beyanlarından anlaşıldığı gibi, kulun  canı / ruhu, Hakk'ın kendi ruhundandır. Bu itibarla kulun tenini-suretini ayakta tutan, kulun ruhu / canı olduğundan, canın bedeni kulun teni, suretidir. Çünkü kulun canı, ancak bedenle varlığını gösterir. Kulun canı ise, Hakk’ın kendi ruhundan üflediği ruh olduğu için, Cenab-ı Hak, ruhunu kulun canıyla zahir edip açığa çıkarır. Böylece kulun canı cananın, yani Hakk’ın ruhuna beden olur. İşte bunu beyanla “Tendir cana beden, candır canana beden.” Buyruluyor.
‘Sensin sultan hükmeden...’ sözü ise; eğer alemlerin sultanı olan Cenab-ı Hak, kullarından  varlığını çekip alsa, kulun ne canı, ne de ten ve sureti kalır. Bu itibarla Cenab-ı Hak, kulun tüm varlığına ve her şeye hükmeder. Çünkü Kur’an’da “'Allah hakimlerin en iyi hakimidir.” (Tin, 8) buyrulmuştur.

Sen zahir hem nihansın ariflere ayansın
Bildim bende mihmansın dedim elhamdülillah

Kur’an-ı Kerim’de “O evveldir, O ahirdir, O zahirdir ve O batındır….” (Hadid, 3) buyrulmuştur. Allah evvelliği ve batınlığı ile mutlaktır. Ahir ve zahirliği ile mukayyettir. Cenab-ı Hak kudsi hadiste “Ben yerlere göklere sığmam ancak mümin kulumun kalbine sığarım.” diyor. Bu beyandaki Hakk’ın mümin kulun kalbine sığması, Hakk’ın gerek mutlak, gerekse mukayyet tecellilerinin keşfi olan fenafillah ve bekabillah marifetiyle, insan-ı kamilin gönlünde tecelli edip mihman, misafir olmasıdır. Çünkü böyle bir marifetle arif olan ehl-i kemale, Cenab-ı Hak ayandır, yani apaçıktır. Onlar gerek mutlak gerek mukayyet, her tecellide daima uluhiyet mertebesiyle zahir olan, Hakk’ı görüp müşahede ederler. Fakat bir kimse, zikr-i daim uyanıklığıyla, tevhidin fena ve beka mertebelerinin keşfi irfaniyetinden mahrum ise, hangi ilimleri tahsil ederse etsin, hangi unvanla teçhiz olursa olsun, her tecellide zahir, apaçık olan Rabbini asla görüp müşahede edemediğinden, Rabbi ona nihan, yani gizli olur.
Velhasıl Cenab-ı Hak mekteb-i irfandan nasiplenen ariflere ayan, yani apaçıktır. Mekteb-i irfandan nasiplenmeyenlere ise nihandır, gizlidir. Bu itibarla, arifibillah ve insan-ı kamil olan Fehmi Efendi Hazretleri “Ey Rabbim, sen arif olanlara apaçık ayansın, cahillere ise nihan, yani gizlisin. Bende ise daima mihman, misafir olduğun için dedim Elhamdülillah.” buyuruyor.

Kenz-i mahfiden bir ses etti Fehmi’ye nefes
Her zamanda yeknefes dedim elhamdülillah

Kenz-i mahfi, gizli hazine demektir. Yani zamanın kamil mürşididir ki, onun nefes-i irşadıdır. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri “Gizli hazineyi buldum, onun nefesine, yani telkin ve irşadına mazhar oldum ve mazhar olduğum zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetiyle, her zaman ve her yerde Allah'a hamd ederim.” buyuruyor.

Hiç yorum yok: