17 Eylül 2011 Cumartesi

Her ne ki görür gözün bil vech-i Rahman onda var

Her ne ki görür gözün bil vech-i Rahman onda var
Her ne işitse kulağın sırr-ı Subhan onda var

Kur’an-ı Kerim’de “Her şey fanidir / yoktur, baki / var olan Rabbin celal ve kerem yüzüdür.” (Rahman, 26–27) buyrulur. Bu ayette ifade edilen ‘her şey fanidir’ yokluk anlamındadır ki, hiç bir varlığın kendine mahsus vücudu olmayıp, var olan ise ancak Rabb’in vechi / yüzü olan celal ve keremdir demektir. Kerem, cemal mazharı olması itibariyle görünen celal ve cemaldir ki, bu iki ana ismin cümle isimlerdeki tesiri kemaldir.
İsm-i kemalin cümle esmayı ve eşyayı kuşatması ise, Rahmaniyettir. Ayette “O Rahman olan arşı kuşattı…” (Taha, 5) buyrulmuştur. Demek ki; Allah rahmaniyetiyle her şeyi kuşatmış olduğundan, Rahman tecellisi cümle eşyada kuşatıcılıkla zahirdir. Hz. Pir Efendimiz ‘Rahmaniyet “naam” icadına hastır.’ diyor. “naam” gıda demektir. Güneşin her şeyi ısıtıp aydınlatması, yağmurun her şeyi ıslatması, soğuğun kimseyi ayırt etmeden üşütmesi vb. gibi, her bir şeyin ayırt edilmeksizin gıdalanıp nimetlenmekle olan zindeliği, Rahman icadıyla / tecellisiyle olur. Bu itibarla, görünen cümle varlıklar Rahman’ın nefesidir.

Sırr-ı Subhan, kendisinde hiç bir noksanlık olmayıp, kemaliyle var olan Allah’ın sırrı demektir. Bunu beyanla ‘Gözümüz her ne görse, her şeyi ihata eden Rahman’ın vechi / yüzü  onda vardır, kulağımız her ne işitse, noksanlıktan münezzeh olan Allah’ın kemal tecellisidir.’ buyruluyor.
Baktığınca her bir eşyada bir esma görünür
Her bir esmada şüphesiz bir müsemma onda var

Zat-ı ilahinin kesretteki zuhuru, esma tecellisiyle olur. Mesela yaprak bir isimdir, insan ve rüzgar da birer isimdir, fakat bunların hiç birinin vücudu olmaz. Cenab-ı Hak esmaların oluşturduğu varlıklardan ve eşyadan eğer zatını ayırsa, hiç birinin varlığı kalmaz. Çünkü cümle eşya ve varlık, zat-ı ilahinin zuhurudur. Bu itibarla, kesret alemini meydana getiren cümle isimlerin müsemması, Allah’ın zatıdır. Her ismin kendine ait vücudu olmamakla beraber, bir tesiri vardır. Onun için bu aleme baktığımızda esmaların tecellisini görür ve tesirine muhatap oluruz. Çünkü, her eşya bir esma ile zahirdir. Esma ise sıfatın zuhuru olup, cümle sıfatın mevsufu zattır. Bunu beyanla ‘Görünen eşyadaki her esmada, müsemma olan zat-ı ilahi mevcuttur.’ buyruluyor.

Bu huruf-ı  halka bakma cümlesi bir noktadır
Her ne harfi ki okursan nokta-i ba onda var

Hz. Ali (kv): “İlim bir nokta idi, cahiller çoğalttı.” buyurmuştur. Nokta, kalemi kağıdın üzerine hareket ettirmeden bıraktığımızda meydana gelendir. Sonra kalemi oynatırsak hurufat, yani harfler ve şekiller meydana gelir. Fakat meydana gelen her harf ve şekil, meydana gelmeden evvel noktadır, sonra harf ve şekil olur. Bu gördüğümüz halkı, yani cümle suretleri ve şekilleri zuhura getiren zat-ı ilahidir. Zatın zuhuru olmasa, suretler ve şekiller, yani halkiyet olmaz.
İşte beyitte ifade edilen nokta, Allah’ın zatıdır. Bir ilim, zat-ı ilahiye taalluk etmezse, yani bir ilim ki mevsuf olan Allah’ın zat-ı mevcudiyetiyle ilgili değilse, böyle bir anlayış zandır, cehalettir. Cahil kimse, halka ve suretlere müstakil vücut nispet ederek, bir olan zat-ı ilahiden perdelenir, mahcup olur, kendine ve cümle alem-i halka vücut nispet ederek, tek olan zatı cehaletle çoğaltır. Beyitte ifade edilen ‘Her ne ki harf okursan onda nokta  var’ sözü; bu eşyanın ve cümle halkın asıl varlığı Hakk’ın zatıdır, demektir. ‘Nokta-i Ba’ ise, Arapçada B harfinin altındaki noktadır. ‘B’ harfi; halkı, yani kesret alemini; altındaki nokta ise Hakk’ın sırf “zat” tekliğini remzeder. Bu itibarla, cümle harflerin oluşturduğu kesrette / çoklukta, tek olan zat var olup mevcuttur demektir. Allahualem.

Arifin her bir kelamı tuhfedir aşıklara
Tut kulağın her sözüne ilm-i irfan onda var

Arifibillahın ve ehl-i kemalin sözleri, ilim irfaniyet yüklüdür. Ariflerin irfaniyeti, daim zikir uyanıklığı ve makamat-ı tevhid irfaniyeti olup, kulun kendinde ve cümle eşyada mevcut olan Rabbin müşahedesinden hasıl olur.
Ariflerin irfaniyeti, Kur’an ve hadis-i şerifle çelişkili olmaz. Ariflerin irfaniyetiyle ancak Kur’an ayetlerinin ve hadis-i şeriflerin şerhi, tefsiri ve tevili olur. Ayette ‘...onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar.’ (Al-i İmran, 7) buyrulur. Bu itibarla ilimde derinleşmiş olan ariflerin kelamı, ayet ve hadis ile ters düşmediği gibi bilakis ayniyet arz eder.
İmam-ı Azam Hazretleri “Bir söz duyduğunuzda, yanında ayet veya hadis varsa o söz bizimdir, ayet ve hadis yoksa o söz bize ait değildir.” demiştir. Velhasıl Fehmi Efendi Hazretleri ‘Ariflerin kelamını tut, onların her bir sözünde ayetler ve hadis-i şeriflerle oluşmuş ilim ve irfan olduğundan, onların sözleri Hak aşıklarına atadır / hediyedir.’ diyor.

Kahrı lütfu sen ata bil ol sana Hak’tan hida
Hayrı şerri hoş gör ancak sırr-ı hikmet onda var

Kahır ve lütuf, bizim nefsimize hoş gelen ve hoş gelmeyen şeylerdir. Her bir isimin tecellisi celal ve cemal ana isimlerinin tesirinde olduğundan bazı isimlerin zuhuru bize hoş gelir, bazı isimlerin zuhuru ise kahır gelir, zor gelir.
Bu tecellilerin, yani kahrın ve lütfun Hakk’ın zuhuru olduğunu bilmek, sırr-ı hikmettir. Bu sırrı hikmete ancak Hakk’ın hida, yani hidayet zuhuru olan meslek-i Resul’deki zikr-i daim ve meratib-i tevhid irşadıyla ulaşılır. ‘Hayrı, şerri hoş gör’ demek ise; kahrı-lütfu Hak’tan gayriye nispet etme, Hakk’ın bir tecellisi olarak gör, demektir. Böyle bir müşahedeyle ‘Arif olman, Allah’ın sana hidayetle olan lütuf ve hediyesidir.’ buyruluyor. Allahualem.

Zahidin zühdün kerih görme şükret haline
Ol sana  ibretnümadır hükm-i takdir onda var

‘Hayır ve şer Allah’ın kudretiyledir.’ Ki bu, imanın şartlarından biridir. Bu itibarla zahidin halinin de, senin arifliğinin de Hakk’ın tecellisi olduğuna arif ol. Bunların hepsi Allah’ın kudret ve kuvvetiyle zahir olup açığa çıkan takdirdir, kaderdir. Zahidin zahidliği, yani şekil ve suret düzüp, kendisi gibi olmayanları beğenmeyip de bu halini kemalat olarak bilmesi onun zühtüdür. Sen Allah’ın hidayet-i tecellisiyle nefsinin ve eşyanın hakikatine arif oldun. Zahidliğin de kudreti ilahiyle zuhura gelen tecelli olduğuna arif ol, ve arifliğine de şükrederek her tecelliden ibret al,  buyruluyor .
Lafz u surette kalanlar bulmadı fevz ü felah
‘Mutu kable’den haberdar olmadı, şirk onda var

Hz. Peygamber Efendimiz “Ben ümmetimin açık şirkinden değil, gizli şirkinden korkarım.” diyor. Gizli şirk, cehaletle bu görünen cümle varlıklara, suretlere, vücut nispet etmektir. Halbuki Hakk’ın varlığından başka bir varlık yoktur. Çünkü Kur’an’da “Allah’tan başkasına kulluk yapma, O’ndan başka kulluk/ibadet yapılacak yoktur. Her şey fanidir / yoktur, var olan ancak O’nun vechidir / yüzüdür.” (Kasas, 88) buyrulmuştur. Hak’tan gayrı varlık olmadığını anlamak için hadis-i şerifte buyrulan “Mutu kable ente mutu / Ölmeden evvel ölünüz.” sırr-ı mahiyeti olan fena-yı ef’al, fena-yı sıfat, fena-yı zat müşahedesiyle arif olmak gerektir. Her kim ki, makamat-ı tevhidin müşahedesiyle bu irfaniyete ulaşmazsa, o kimse tevhidin kelimesinde, yani lafz-u suretinde kalır ve gizli şirk işler. Bunu beyanla “mutu kable” / ölmeden evvel ölünüz sırrından haberdar olup, gizli şirkten kurtularak feyz ü felah bulmak için, tevhidin hakikat-ı hikmetine arif olup, tevhidin kelimesinde, yani lafz ve suretinde kalmamak gerektiği, beyan ediliyor.

İlmi evraktan alanlar Hakk’ı arif olmadı
Vuslat-ı canan dilersen tevhid u  irfanda var

İlmi evraktan almak; ben kitapları okurum ve kitap okumakla Hakk’a arif ve vasıl olurum, anlayışında olmaktır. Böyle bir anlayışla kitap okuyarak arif ve insan-ı kamil olunmadığı gibi, Hakk’a da vasıl olunmaz. Bu mevzuda Yunus Emre Hazretleri:

Müftüler, kadılar geldiler,
Cümle kitapları kodular,
Sen bu ilmi nerden aldın dediler,

Mürşid-i kamile varmadan olmaz


Diyor. O zamanın müftü, kadı vb. gibi ulema-i zahir; Yunus Emre Hazretlerine gelip ‘Biz bunca kitap okuduk ve okumaktayız, fakat senin mazhar olduğun ilim ve irfaniyete ulaşamadık.’ demelerine cevaben Yunus ‘Bu irfaniyete ulaşmak, kamil bir mürşide intisap etmeden olmaz.’ diyor. Çünkü Kur’an’da: “Ey iman edenler! Allah’tan korkun, O’na varmak için vesile arayın. Bu yolda gayret gösterin ki kurtuluşa erebilesiniz.” (Maide, 35) buyrulmuştur. Muhiddin Arabi Hazretleri, bu ayette ifade edilen ‘vesile’den maksadın; insan-ı kamil olduğunu beyan etmiştir.
Velhasıl ister o zamanda ister bu zamanda, tüm zamanlarda arifibillah olup Hakk’a vasıl olmak için, mürşid-i kamili bulup, onun telkin ve irşadı olan zikr-i daim ve makamat-ı tevhid keşfi irfaniyetine mazhar olmak gerektir. Bu itibarla çeşitli kitaplar okuyarak, yani ilmi evraktan alarak ben Hakk’a vasıl ve arifibillah olurum, anlayış ve zannında olanlar yanılırlar. Vuslat-ı canan, yani ilahi sevgiliye kavuşmak için muhakkak kamilin irşadına mazhar olmak gerektiği, beyan ediliyor.


Şer-i pak-i Ahmed’e eyle riayet tut penah
Armağan-ı miraç oldur Hak rızası onda var

Hz. Resulullah Efendimiz, miraçtan döndüğünde: “Üç hediye / armağan getirdim. Biri, Allah’ın emir ve yasaklarıdır ki, bu hediye herkesedir/umuma aittir. İkinci hediyeyi isteyen beni tenhada bulsun. Üçüncüsü ise, kendi şahsıma aittir.” buyurmuşlardır. Herkese yani umuma ait olan hediye, Allah’ın vahiyle bildirmiş olduğu emir ve yasakları olup, Peygamber Efendimizin güzel, tertemiz ahlakında zahir olmuş olan uygulamalarıdır, şeriatıdır. Kısaca Kur’an ahlakıdır.
Hz. Peygamber Efendimizin her sözü ve davranışı, yani hadis-i şerif ve sünnet olan her şey, Kur’an’la ayniyette olup vahyin pratiğe dökülmesidir. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Hz. Peygamber Efendimizin pak / tertemiz şeriatına, uygulamalarına riayet et. Yani Kur-an’da buyrulan cümle emirleri tut, yasaklardan ise kaç, çünkü Allah ne emir etmiş ve her ne yasaklamışsa, bunlardan razıdır.’ diyor.
Arif ve ehl-i tevhid-i hakiki olanlar Hakk’ın cümle emir ve yasakları olan şeriata muhakkak riayet ederler. Hiç bir kimse Allah’ın emir ve yasaklarına uymasa, ehl-i tevhid-i hakiki; Allah’ın emir ve yasaklarına muhakkak uyar ve Peygamber Efendimizin güzel ahlakı ile ahlaklanıp, O’nun tertemiz şeriatı ile yaşamaya gayret ederler. Bunları, yani emr-i ilahiyi ifa ederken, öyle avam-ı nas gibi amel cenneti aşkı ve nimetleri için yapmazlar. Aşık oldukları ilahi sevgili emrettiği için muhakkak yaparlar, geri durmazlar. Bunu beyanla Fehmi Efendi Hazretleri ‘Peygamber Efendimizin miraç armağanı / hediyesi olan tertemiz / pak şeriatına riayet eyle. Çünkü Allah’ın rızası onda var.’ diyor.

Ol salat-ı hamseye sen ol müdavim zevk ile
Bir sadeftir ol kim ancak dürr-i yekta onda var

Kur’an-ı Kerim’de ‘Namaz müminler üzerine vakti belirlenmiş bir farz olmuştur…’ (Nisa, 103) buyrulmuş olduğundan, vakit namazları Allah’ın emri olup, cümle müminlere farzdır. Hz. Peygamber Efendimiz vakit namazları farz olmadan önce de Hz. İbrahim ve Hz. İsmail’in şeriatına uyarak, sabahları ve akşamları namaz kılardı. Büyüklerimiz, namaz beş vakit olarak emredilmeden önce, İbrahim ve İsmail (as)’ın şeriatına göre uzun uzadıya kıldığı namazlarda Hz. Resulullah’ın ayaklarının şiştiğini beyan etmişlerdir. Fakat namaz vakitlerle farz olduktan sonra Hz. Peygamber Efendimiz, sabah ve akşam uzun uzadıya değil, beş vakit olarak namazları kılmış ve kıldırmıştır.
Dürr-i yekta, inci demektir. İnci denizde yaşayan sert kabuklu sedef denilen mahluktan çıkarılır. İşte nasıl ki sedefin içinde inci gizli ise, beş vakitte kılınan namazda mücevher gibi çok kıymetli hikmetler vardır. Hadis-i şerifte “Namaz müminin miracıdır.” buyrulur. Kulun Rabbine kavuşması olan miraç, namazın mahiyetinde gizlidir. İşte her kim, Allah’ın emir ve yasaklarına riayet edip, beş vakit namazını kılar da zikr-i daim uyanıklığıyla tevhid mertebelerinin irfaniyetine ulaşırsa, o kul; namazın hakikat ve hikmeti cevherine arif olarak, miraca mazhar olup Rabbine kavuşur. Bunu beyanla ‘Beş vakit namazını kıl, sakın terk etme, fakat namazın hikmetini araştırarak hakikat-ı mahiyetine ulaş. Çünkü namazın mahiyeti, kulun Rabbine kavuşması olan miraçtır, ki miraç bir kulun mazhar olabileceği en kıymetli cevherdir.’ buyruluyor. 

Sordular Fehmi’ye sen derviş misin vergil haber
Bilmezem derviş nedir ben ilmimiz Kur’an’da var

Daha evvelki beyitlerin açıklanmasında ifade edildi ki; eğer bir mürşit kamil ise, onun ilmi ve irşadı Kur’an’la çelişkili olmaz. Eğer mürşidin ilim ve davranışında Kur’an’la çelişki varsa, o mürşit kamil olmayıp nakıstır / eksiktir. Daim zikir ve meratib-i tevhid irfaniyeti Kur’an dahilidir, her tevhid mertebesi Kur’an’la ayniyettir. Gerçek derviş olan kimse, Kur’an’ın denetimine her haliyle açık olur, Kur’an denetiminden keyif alır, onun Kur’an’la çelişen bir fiil ve itikadı olmaz. Çünkü Hz. Peygamber Efendimiz “Kur’an ve insan ikiz kardeştir.” diyor. Bu itibarla Kur’an ve insan-ı kamil, aynı karakterleri taşır. Aralarında çelişki, zıtlık söz konusu olmaz.
Fehmi Efendi Hazretleri: ‘Herkes kendine derviş diyor. Ben onların dervişlikten ne kastedip ne anladıklarını bilmem, fakat benim Melami dervişliğim Kur’an’dandır.’ diyor. Her zamanda ve bugün, derviş olup Meslek-i Resul-ü Melamiye zevkine mensubum diyenler, eğer telkin ve tarife uyup sadık olurlarsa, onlardan Kur’an harici herhangi bir itikat, ahlak ve amel meydana gelmez. Eğer gelirse, bu Melamiliğin değil, o kimsenin kendi cehaletinden hasıl olan kusurudur. Vesselam.

Hiç yorum yok: