Vahdetinden
/ Birliğinden cümle âlemleri ve âlemlerdeki her şeyi yaratan ve yarattıkları
içinde, insanın kendisine kulluk yapmasına muhabbet edip âşık olan âlemlerin Rabbine
hamd, resul’u Muhammed’e
(sav) ve ehlibeyte selam olsun. Onların meclisinden ayrı olmaktan rabbim
bizleri muhafaza etsin.
Hac;
lügat anlamı itibarıyla hürmete ve tazime layık yerleri ziyaret etmek demektir.
Bu ziyaret esas yani farziyet açısından değerlendirildiğinde hac, vakti
içerisinde Arafat ismindeki alanda bulunmak ve beytullahı yani Allah’ın evini ziyaretle
tavaf etmekten (Beytullahın etrafını yedi defa dolaşmaktan) ibarettir.
Bu itibarla haccın
farzı ikidir;
Birincisi: Vakti içerisinde arafat’ta vakfe yapmak.
İkincisi ise; kabe’yi yani beytullahı (Allah’ın evini) tavaf
etmektir.
Hac,
hem bedenle hem de mal ile kulun ömründe bir defa yapması farz olan bir ibadet
olup, yapılması Kuran’daki; “Hac, malum / bilinen aylardadır. Kim o
aylarda haccı kendisine farz kılarsa hacda kadına yaklaşmak, kötülüğe
sapmak, kavga ve çekişmeye girmek yoktur…” (Bakara - 197) ayeti ve benzer ayet beyanları ile sabittir. Hac
ibadetini ifa edebilmek için kulun beden sağlığının yerinde olması gerekli
olduğu gibi mali, yani ekonomik açıdan da kulun zengin olması gerekir. Bu
itibarla sağlığı ve ekonomik durumu elverişli olmayan kimselerin Hacca
gitmeleri farz değildir.
Haccı farz kılan yukarıdaki ayet beyanından
açıkça anlaşıldığı gibi, hac ibadetinin vakti “malum / bilinen aylardadır.”
(Bakara - 197) İfadesi ile belirtilmiştir. Ki, bu malumunuz olan ve sizce
bilinen hicri takvimin şevval,
zilkade ve zilhicce aylarıdır
demektir. Çünkü hac farz olmadan önce o toplum şevval, zilkade ve
zilhicce aylarını haccın vakti zamanı olarak kabul edip bu üç ayda hac
ibadetini yaptıkları için ayette, Haccın zamanı sizin malumunuz olan, yani
sizce “bilinen aylardadır,” buyruluyor.
Birçok âlimler bu ayların hac ayı olması
hususunda görüş birliği içinde olup aralarında hiç bir ihtilafları yoktur.
Ancak bazı mezhep âlimlerinin, bu hac aylarının şevval ayı ile başlayıp zilkade
ayı ile devam ederek zilhicce ayı ile son bulmasında hem fikir olmalarına
rağmen, hac vakti, hangi günde biter / sona erer mevzusunda ihtilaf
etmişlerdir. Yani haccın farzı olan Arafat vakfesini yapmanın, zilhiccenin
hangi günü ile son bulduğu konusunda aralarında görüş farklılığı vardır.
Buna göre Hanefi mezhebi âlimleri; Şevval, zilkade ayları ile zilhicce
ayının onuncu gününe kadar yani kurban bayramının birinci gününe kadar Arafat vakfesi
yapılır demişlerdir.
Şafi
mezhebi âlimleri ise; şevval zilkade
ayları ile zilhiccenin dokuzuncu gününe, yani kurban bayramı arefe gününe kadar Arafat vakfesi yapılabilir
demişlerdir.
Maliki
mezhebindekiler; şevval zilkade ve
zilhicce ayının sonuna kadar bu üç ay içinde, yani kurban bayramından sonra da
zilhicce ayının bitimine kadar Arafat
vakfesi yapılabilir buyurmuşladır.
Görüldüğü
gibi şevval, zilkade ve zilhicce aylarının hac ibadetinin vakti zamanı olmasında
mezhepler arasında hiçbir ihtilaf yoktur. Ancak vaktin sonu, bitimi konusunda
görüş ayrılığı vardır.
Günümüzdeki uygulamada haccın vakti, bu üç
ayların tamamında tatbik edilmeyip, bu ayların son gününe sarkıtılıp gün’le sıkıştırılarak
uygulanıyor. Ki bu uygulama geçmiş
yıllarda o günün şartlarına göre doğru bir uygulama olmasına rağmen, bu günkü
şartlara göre yanlış bir uygulamadır. Günümüzdeki bu yanlış uygulamanın
geçmiş zamanlara göre doğruluğunun izahı ise şöyledir: Eski zamanlarda
modern ulaşım araçları olmadığından, hac yolculuğunun tamamı veya bazı
bölümleri yaya veya at, deve, eşek ve katır gibi hayvanlarla yapılıyor ve
aylarca sürüyordu. Bu sebeple dünyanın çeşitli yerlerinden hacca
gelenlerin, Beytullah’ın / Allah’ın evi’nin
olduğu Mekke şehrine intikallerindeki yolculuğun, yaya veya hayvanlarla
yapılmasından veya doğal afet veya yol güvenlik sebeplerinden aksamalar
yaşanıyordu. Bu sebeplerden dolayı o günkü amir ve idareciler, dünyanın çeşitli
yerlerinden gelen hac kafilelerini Mekke de, hac vaktinin sonu kabul edilen
zilhiccenin dokuzuna kadar yani kurban bayramının arefe gününe kadar
bekletiyorlardı. Ve o, son güne kadar Mekke’ye ulaşıp gelebilenleri toplayıp
güvenlik tedbirlerini de alarak, Mekke den yaklaşık 25 km uzaklıkta olan Arafat’a
vakfe yapmaya götürüyordu. Ve bu en son günde güvenlik tedbirleriyle Arafat’a
giden kafileye yetişemeyenler, haccın vakti geçtiği için hacı olamayıp,
genellikle gelecek yılda hac yapmak üzere Mekke de bekliyor veya
bekletiliyorlardı. Ve gelen yılda yine emniyet tedbirleri alınmış kafile ile
hac ibadetini yapıp hacı oluyorlardı. Çünkü
eşkiyalar hac kervan ve kafilelerini basıp canlarına ve mallarına kast
ettiklerinden, çöl şartlarında açık bir arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin
yalnız veya küçük guruplar olarak asayiş tedbiri olmadan gitmesi, o günlerde
çok tehlikeli olduğu için böyle bir uygulama o zamanlar için doğru ve isabetli
bir uygulama idi.
Tarihi gerçek olarak herkes bilir ki,
yüce Türk milleti yüz yıllarca hac kervan ve kafilelerinin emniyetini sağlayıp
hacılara zarar vermemeleri için, Arap aşiret ve kabilelerine altını ve parayı
hediye adı altında haraç olarak dağıtmıştır. Onbeşinci yüzyılın başından itibaren
1915 yılına kadar, 500 yıl düzenli bir şekilde her yıl hac mevsiminde, Edirne
ve İstanbul dan altın ve değerli eşyalardan oluşan hediye ismi altındaki haracı
götüren “sürre alayları” tertip
edilerek, törenlerle uğurlanıp bu arap kabilelerine gönderilmiştir. Buna rağmen
yine de bazen hac kervanları ve kafileleri baskına uğrayıp zarara görmüştür. Ki
bu gün dahi Mekke’den 25 km
uzak ve çölde açık arazi olan Arafat mevkiine bir kimsenin yalnız gitmesi,
tehlikelidir. İşte bu ve benzer tarihi ve sosyal sebeplerden dolayı bu günkü
haccın tatbik edilişi, geçmiş zamanlarda isabetli doğru bir uygulama olmasına
rağmen bu günkü şartlarda da aynen cehaletle devam ettirildiği için, bu günkü hac ibadeti uygulaması insanların ölmesi, yaralanıp
sakatlanması zulmüne dönüşmüştür. Bu yanlış ve doğru olamayan uygulama
yüzünden zamanımızda, her hac döneminde ezilerek, çiğnenerek yüzlerce mümin
hayatını kaybediyor. Bu ölümler ancak 500 1000 2000 3000 kişi gibi kitlesel
boyutta olduğu zaman dünya kamuoyuna yansıdığından, her hac döneminde haccın
yanlış tatbik edilmesi sebebiyle ölen yüzlerce kişinin ölümleri bilinmiyor
ve duyulmuyor. Halbuki haccın tatbiki, Kuran’ın açık beyanı olup,
mezheplerin ve âlimlerin sadece son günü için ihtilafa düştükleri üç aya
yayılarak uygulansa, hac’da her yıl yüzlerce mümin ezilerek ölmediği gibi, ülkemizde
ve İslam ülkelerindeki hac kontenjanı meselesi kökten hâl olup, sağlığı ve
ekonomisi düzgün olan her mümin Allah’ın farz kıldığı hac ibadetini rahatlıkla
yerine getirir.
Bu haccın
yanlış uygulamasında ısrar edilmesi nedendir bilemem, fakat kuran dışı ve İslâmın
ruhuna ters bir uygulama olduğu apaçıktır.
Şeriat yönü ile hac ibadeti, İslam dünyası
açısından sosyal, ekonomik, siyasi vb. zahiri çok faydalı toplumsal bir ibadet
olması ile beraber, bu ibadeti ifa edenlere de sayısız olumlu tesir ve fayda
sağlar. Ki bu hac ibadetinin zahiri yararları, konunun uzmanları tarafından her
vesile ile çeşitli açılardan çokça ifade edildiğinden, biz haccın zahiri yönüne
ait değerlendirmeyi burada bitiriyoruz.
Haccın ledduni hikmet yönü ile
değerlendirilmesi ise şöyledir: Hac, hürmete ve tazime layık olanı ziyaret
olması itibarıyla Beytullahı, yani
Allah’ın evini ziyarettir. Ki bir eve yapılan ziyaret evin kendisi için
yapılmaz, ancak o evin sahibine yapılır.
Bu itibarla Hakikate göre Allah’ın evini yani
beytullahı ziyaret etmekten maksat, kulun o evin sahibi olan rabbinin cümle eşyadaki mevcudiyetini müşahedeye
erişmesi olup bu ziyaret, Hakk’ın kendi vahdetinden yarattığı halk kesreti
zuhurunu / açığa çıkışını kulun müşahede etmesidir.
İşte böyle bir müşahede yakınlığıyla marifetullah zenginliğine
mazhar olabilen bir kul ancak, Haccın ledduni hakikatine mazhar olur. Ve Hakk’ın kesret / çokluk zuhurunda, rabbini
müşahede tavafıyla, ledduni hakikat üzere haccı ifa eder.
Cenabı
Hak Kuran-ı Kerim’de kullarını Hac ibadetini yapmaya davet ederek; “İnsanlar
içinde haccı ilan et ki, gerek yaya olarak gerekse derin vadilerden gelerek,
yorgunluktan incelmiş binitler üzerinde sana ulaşsınlar.” (Hac - 27) buyurur.
Ki bir kulun Hakk’ın bu davetine icabet ederek hacı olabilmesi için, zahiren Mikât
mahalli denilen sınırda ihram giyerek “Lebbeyk
Allahümme lebbeyk, lebbeyke la şerike leke lebbeyk, innel hamde ve niğmete leke
vel mülk, la şerike lek.” / Yani, Allah’ım çağrına icabetle geldim emrine
amadeyim, senin şerikin / ortağın yoktur. Emrine amadeyim emret, hamt / öğünmek
ancak sana mahsustur, nimeti veren sensin mülk senindir. Senin şerikin, benzerin
ve ortağın yoktur.” Diye telbiye
getirerek, Hakk’ın hac davetine icabet ile Arafat vakfesine ulaşması, hakikate
göre kulun zamanın Hakk’a arif olanlar arasına karışması demektir. Bu itibarla Ledduni hikmet açısından
mikat
mahalli; zamanın Mürşidi Kamil’ini bulup onun irşadıyla ehli zikir ve ehli
irfan meclisine dahil olmaktır.
İhram
giymek ise; kamilin irşadı
ile kulun kendinin ve cümle eşyanın yokluğu / fenası keşfine ulaşmasıdır. İşte
böyle yokluk keşfi irfan ihramını giyen bir kul, “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” / çağrına icabet ederek geldim Allah’ım,
yokluğa / fenafillaha ulaşmış kulluğumla ve cümle emrine ve yasaklarına
riayetle emrine amadeyim.“lebbeyke la
şerike leke lebbeyk” / tevhidi efal, tevhidi sıfat ve tevhidi zat keşfi
irfanı ile idrak ederek vakıf oldum ki, senin ortağın olmadığı gibi, senden
başka varlık yoktur şuuru ile sana amade geldim. “İnnel hamde ve niğmete leke vel mülk la şerike lek” / Senin
ortağın ve senden gayrı bir varlık olmadığı için, medhedilip övülmeye ancak sen
layıksın. Mazhar olduğumuz maddi ve manevi nimetler senden olup, hepsi senin
tecellilerindir, diyerek. Böyle bir anlayış ve şuur telbiyesi ile arif olan kul,
ariflerin Hakk’ın zuhurunda cem oldukları Arafat’ı
yani arifler otağını ziyaret ederek,
o da arifi billâh arasına karışıp daimi olarak Hakk’ı müşahede vakfesini
yapar.
Şeriata göre Arafat vakfesinin Cuma gününde yapılması
Haccül ekberdir (büyük hac’dır) ve Cuma
günü vakfe yapanlara Haccül ekber
denir. Ki, cuma kelime olarak toplanma yani cem olma demektir. Hakikat ta haccül ekber ise; kendinin ve
cümle âlemin yokluğunda zahir olan hakkın tecellisinde kulun batın olmasıdır.
Yani Arafat olan arifler otağını bulan
kulun, Hakk’ın zuhurunda yokluğuyla batın olarak cem olması, haccül ekberdir.
Şeriata göre zahiren yapılan hac’da, Arafat vakfesini
yapan bir kul, Arafat’tan sonra diğer vacip ve sünnet ziyaretlerini yaparak tekrar
Mekke’ye gelir ve bu defa beytullahı /
kabeyi örtüsü kalkmış olarak tavaf ederek, farz tavafını yapar ve hac
ibadetini tamamlayıp hacı olur.
Arafat’tan dönüşle beytullahı örtüsü
kalkmış bir şekilde tavaf ederek haccı tamamlamanın ledduni hikmet açısından izahı
şöyledir: Zamanın mürşidi kamilini ve onun meclisini bulmakla mikat mahalline ulaşarak, kâmilin
irşadıyla ihramın ve telbiyelerde ki yokluk / fena irfanı
ile Arafat vakfesine mazhar olan
arif bir kuluna, Rabbin kulu ile arasındaki perdesini kaldırıp ona kesret
alemindeki tecellilerle yüzünü göstermesidir. Ve bu müşahede ile o kul, cümle
varlığın aslı olan yedi sıfatın cüz’üne mazhariyetle, Hakk’ı yedi defa tavaf
ederek haccül ekberi (büyük haccı) tamamlar.
Tavafın yedi defa yapılmasının hikmeti ise,
hakkın yedi sıfatı subutiyesi
tecellisine kulun kemal ile mazhar olması içindir. Çünkü Her insanda hayat,
ilim, irade, kudret, görmek, işitmek, konuşmak ve kudret olan Allah’ın yedi
sıfatı subutiyesi mevcuttur. Kul bilse de bilmese de bu sıfatlara mazhardır.
Kulun bu mazhariyeti bilip arif olması için ondaki ilim sıfatının tevhidi hakiki ilmi irfanı ile şereflenmesi gerekir.
Ki o zaman o kul sıfatların kemaline mazhar olur. İşte bu da mikat mahalli olan
zamanın kâmili mürşidine erişip onun irşadı ile mümkündür. Ve Kamil’in
irşadıyla cümle varlığın aslı olan Hakk’ın sıfatlarının kemaline mazhar olan bir
kul, cümle varlıktaki Rabbin zuhurunu,
her yerde daimi olarak müşahede tavafını yaparak, Haccül ekber kulluğu ile her
zamanda ve her âlemde var olur.
Haccın
zahiri bazı uygulamalarına ve ledduni hikmetine yönelik değerlendirme
noksanlarıyla beraber son bulmuştur. Her şeyi en iyi bilen yüce Allah’tır.
Velhamdülillahirabbilalemin.
Nejdet Şahin
20 Ramazan 2009 Eylül
Salihli
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder