10 Ocak 2012 Salı

Derbeyân-ı Sırr-ı tesbih-i âlâ meslek-i tahkik’ül Hilmi-3

Sur içre düfûn ider
Zaman-ı ahir zuhur ider
Sur: kaleyi veya şehri kuşatan kalın duvar vb. olup, sur içi; şehir düfun: gizli demektir. Umumun zahiren bildiği Mehdi, halen sağ olup şehir içinde insanlar arasında düfun, yani kimliği gizli olarak yaşamakta olup, kıyamete yakın ahir zamanda zuhur eder.
Hakikat göre ise Mehdi; hidayet temsil ve davetçisi olarak her zamanda insanlar arasında mevcuttur. Ve onun mehdiliği “ölmeden evvel ölünüz” hadisi şerif hikmetince ölmeden evvel ölerek, bu imtihan âleminde hususi ve büyük kıyameti yaşayanlara ayan olup apaçıktır. Ki böyleleri Mehdiye tabi ve Mehdinin askeri olduklarından onlar, özel / hususi ahir zamana, ölmeden evvel ölmeye, büyük kıyamete, özel haşra ve neşre bu âlemde mazhar olurlar.
yametler nişan ider
Bu arifler kıyam ider
Daha evvel de ifade olunduğu gibi Mehdinin zuhuru ahir zamanda olup kıyametin nişanı, yani alâmetidir. Cümle arifi billâh ve ehl-i kemâl Mehdiyi kıyamla / ayakta karşılayıp mehdinin askeri olur. Bunu beyanla pir seyyid Muhammed nur Hz.leri: “Bizim ihvanımız mehdiye yetişip mehdinin askeri olur” buyurmuşlardır.
Bidai uzun imamdır
Nihayet yine ondadır
Bidai; başlangıç, nihayet; son demektir. Tesbih ile Allahı yüceltmenin, zikretmenin başlangıcı ve nihayet / son bulması tesbihin uzun imamesinde olması gibi, zamanın kâmilini bulup onun irşadına ulaşmak bidai, yani başlangıçtır. Kâmilin irşadıyla kemale ermek ise nihayettir. Çünkü hidayet davetçisi kâmil mürşidin kemalatıyla, o mürşidin irşadıyla erişilen kemalât aynıdır. Ki mürşidi kâmilin marifeti “tekrarlanan yedi ayet,” (Hicr-87) yani meratibi ilâhi olan tevhidin yedi mertebesi marifeti olduğu gibi, kâmilden irşad olan salikin mazhar olduğu marifet’te aynı yedi tevhid mertebesi marifetidir.
Bu bir devr-i muhabettir
Hem ol nûr-ı velayettir
Kutsi beyanında cenab-ı Hak “bilinmekliğime muhabbet ettim / aşık oldum” Buyurduğundan, zamanın kâmilini bulup onun telkini irşadıyla Rabbin müşahadesine erişmek, muhabbet / sevgi, aşk devir ve yolculuğu olduğu gibi, hem de makamı velayetin nur-u aydınlığıdır.
Bu hem sırr-ı hilafettir
Cihanın devri kesrettir
Kur’an’ın “…Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” Bakara (30) ayet beyanından açıkça anlaşıldığı gibi cenab-ı Hakk’ın yeryüzündeki halifesi insandır. Ve her insanda Hakk’ın halifeliği potansiyel olarak vardır. Ki her insandaki halifelik sırr-ı, insanı kâmilden ademiyet olarak aktif ve zahir olur. Sırr-ı hilafeti ifadeyle Hz. Pir efendimizin birinci kuşak halifelerinden Kavadarlı hacı Kadir bey; “Âdem Hakk’ın cem, hazretül cem ve cemmül cem zuhuruna halifedir.” diyor. Dünyanın ve cümle kâinatın devri âlemini ve varlığını, Hakk’ın zat-ı vahdetinden zahir olan kesret / çokluk tecellisi oluşturduğundan, cihanın / dünyanın devri kesrettir buyruluyor.
Bedâiden devr-i ta'viktir
Ki bu şer'a mutabıktır
Bedi: benzersiz güzel, benzersiz güzellikle yaratılan, tavik: geciktirme, ilerletmeme, mutabık: uygun, demektir. Kur’anı kerimde “Hakikaten biz insanı en güzel biçimde / surette yarattık” (Tin- 4) buyrulduğu gibi. Yaratılışından her insanda var olan bed-i yani benzersiz güzellikler içeren ademiyetini, Meslek-i resul seyri süluku olan kâmilin telkini irşadıyla aktif hale getirerek kulun insanı kâmil makamına ulaşması, şeriata mutabıktır / uygundur. Fakat şeriata uygun olmasına rağmen insanlar, gaflet ederek bu benzersiz güzellikler içeren devri seyri süluku, genellikle tavik ederler geciktirirler. Ki bu geciktirmeyi ifadeyle kuranda; “İnananlar için hâlâ vakti gelmedi mi ki, kalpleri zikrullah / Allah’ın zikri ve Hak’tan inen için ürpersin de daha önce kendilerine kitap verilmiş, sonra üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri kaskatı kesilmiş kimseler gibi olmasınlar. Onların çoğu yoldan çıkmıştır.” (Hadid-16) Buyrulur.
Dahi bu devr-i tahkiktir
Ledünniyat-ı taliptir
İnsanların gafletle geciktirdikleri, dinin hakikatına ulaşıp Leddüniyyata talebe olmaktır. Ki ledunniyat, Kur’an kaynaklı Tarikat Hakikat ve marifet ilimlerinin tahsilini ve yedi meratibi ilâhi müşahadesini kapsar.
Bu itibarla leddüniyat, yani ilmi leddün mana ilmi olarak ifade edildiği gibi, dinin batınına yönelik olan tarikat, hakikat ve marifet ilimlerini cem eden tevhid-i hakiki ilim ve irfaniyetidir. İlmi leddünü ifedeyle Kur’an’da, “Rabbimiz bize hidayet ettikten sonra kalplerimizi döndürme ve bize leddünundan bir rahmet ver…” (Ali İmran- 8) Ve “Orada kullarımızdan öyle bir kul buldular ki, biz ona katımızdan bir rahmet vermiş, lütfumuzdan ilm-i ledün öğretmiştik. Musa ona dedi ki; sana öğretilen ilmi / rüştü / kemalatı bana da öğretmen şartıyla sana tabi olayım mı?” (Kehf, 65-66 ) Buyrulur. Ki bu ve benzer ayet beyanlarından açıkça anlaşıldığı gibi ledduniyat / ilm-i ledün, Allah katından lütfedilen bir rahmettir. Allah’ın “katından rahmet vererek ilm-i ledün lütfettiği kul’un” ise, Hızır olduğunda ehli kemâl ittifak etmişlerdir ki, Hızır, ilm-i ledün mazharı olan zamanın Kâmil mürşidi’dir. Hızır’ın her zaman sağ ve mevcut olması ise, kâmil mürşid’in her zamanda, günümüzde ve kıyamete kadar yeryüzünde var olup irşadı ile insanlığı aydınlatmasıdır.
Bunu ifadeyle dahi bu devir, yani Kâmilden görülen seyri süluk, Hakk’ın bağış ve lütfu olan ledduniyata talebe olmak olduğu gibi, dinin tahkikine yani Kur’an kaynaklı Hakikata erişmektir. Deniliyor.
Birinci devr-i dünyadır
İkinci devr-i ukbadır
Pir seyyid Muhammed nur Hz.leri “Karun gibi nice zenginler vardır dünya ehli değildir, kapılarda dilenecek kadar fakirler vardır dünya ehlidir. Dünya ehli olmak zengin olmak değildir. Dünya kulu rabbinden ayıran şeydir” buyurmuştur. Bir insanın bu yeryüzü âlemine doğup akıl baliğ olduğunda eşyaya ve kendine vücut nisbet etmesi, onu Rabb’inden ayıran dünyasını oluşturmasıdır. Ve bu bir insanın birinci dünya devridir.
İkinci devrinin ukba olması ise, insanın bu imtihan âleminde Allaha ve ahiret gününe iman ederek şeriata tabi olup, nefsini cehennem ateşinden koruyup nefsini amel cenneti nimetleri ile lezzetlendirmek için kulluk yapmasıdır.
Üçüncü devr-i kübradır
Bu bir eşkâl-i tuğradır
Üçüncü devir Kübra, yani en büyük devirdir. Ki bu devir Padişaha yani âlemlerin padişahı olan Allah katına ulaşan kulluk eşkâl ve ahvalidir.
Mezahibce muhalifdir
dem bunda mezalikdir
Mezheb: görüş, muhalif: karşı, zıt, aykırı, mezalik: ayak basacak yer, demektir. Ki Kıdem yani hoca, müftü, hafız, idareci, amir vb. mevki ve makam sahibi olmak Rabbin katına mezaliktır, yani Rabbin katına ayak basmaya yeterli olmaz. Bu ve benzeri ilmi zahir âlimleri, kulun Rabbin katına ulaşabilir olmasını inkâr eden muhalif görüşe / mezhebe mensupturlar. Böylelerini ifadeyle Kur’an’da “…Şu da bir gerçek ki, insanlardan çokları rablerine kavuşmayı gerçekten inkâr ediyorlar.” (Rum-8) buyrulur.
Devir yok bir hakikatdir
İki görmek şaşılıkdır
Hakikatta Rabbine kavuşanların müşahadesinde Rabbinden gayrı bir faaliyet devir ve varlık olmaz. Ve onlar her tecellide daima Rabbini müşahade ettiklerinden, hakikat ehlinin Rabbinden başka bir şey görmesi şaşılıktır. Ki şaşılık, gözün kayma hastalığı olup gözün kaymasıyla şaşılar, bir olan şeyi iki görür.
Şehadette sur vardır
Ki o saraya bu devvardır
Devvar: devreden, durmadan devreden, şehadet; şehit, şahit olmak demektir. Ki Rabb’inden başka bir şeye nazar etmeyip, Rabb’in katında Rabb’ine şahid olmak sur’u, hakikat sarayı içine devrolup girmektir. Ki hakikat sarayı lâ mekân, (mekânsızlık) yani Hak’tan başka hiçbir mekân kaydının olmamasıdır. Ve bu saraya giren bir kul, her an her tecellide zahir olan Rabb’ini şuhud eder. Ve Rabb’in tecellilerine tabi olarak o’ da devreder. Bunu ifadeyle Kur’an’da “Allah’a ve peygamberine iman edenler var ya, işte onlar sıdıklar / özü sözü doğru kimseler ve Allah katında şahitlerdir. Onların mükâfatları ve nurları vardır…” (Hadid- 19) Buyrulur.
Sur-ı ukba da hem vardır
Acep aynı yağırandır
Sur-u ukba; Kulluğun ahiret ile sınırlanmasıdır. Yani ahirette nefsini cehennem ateşinden koruyup, amel cenneti nimetleri olan huri, gilman, köşk, içki vb. nimetlerle nefsini lezzetlendirme iman ve anlayışıyla insanın kulluğunu sınırlayıp kayıtlamasıdır. Bu itibarla, sur-u ukba ile sınırlı bir kullukla, hakikat sarayında Rabb’ini müşahede kulluğu acep (acaba) aynı olur mu? Deniliyor ki, bunların aynı olmadığını ifadeyle Yunus emre Hz;
Cennet cennet dedikleri
Birkaç evle birkaç huri
İsteyene ver sen onu
Bana seni gerek seni dediği gibi. Hasan Fehmi (tezdoğan) Hz.de;
Vaslına muhabbet nimettir bana
Bir’liğe ulaşmak izzettir bana
Hicabı cenneti set çekme bana
Huri gılman ile beni avutma buyurmuştur.
Ki Rabb’in katına yükselmiş Rabb’ini müşahedeyle şahit olan bir kullukla, cehennem korkusu ve amel cenneti nimetleri için yapılan kulluk asla kat’a aynı olmaz.
Sur-ı dünya da fanidir
Dahi ukba da bakidir
İlmi şeriata göre sur-u dünya, yani dünyanın sınırı kıyametle sona erecek olan bir fanilik, yok oluculuktur. Yine şeriata göre, kıyametten sonra kurulacak olan ukba, yani cennet ve cehennem ise sonu olmayan ebediyettir, bekadır.
Ne aynı var ne gayrı var
Söylenmez bunda esrar var
Ancak ilm-i Hakikata göre, yani hakiki iman müşahadesinde dünya ve ahiret cümle varlıklar, cennet ve cehennem Hakk’ın zatının ne aynıdır, ne de gayrıdır. Ki bu yüce Allahın dünya ahiret cümle eşyadaki esrarı / sırrı olup bu sırrın izahı şöyledir:
Hakk’ın zatı ehad / tek olduğundan, Hakk’ın zatı eşya çokluğunun / kesretinin aynı olmaz. Hakk’ın esma, yani isimlerle olan zuhuru ise dünyayı, ahireti, cümle âlemleri ve âlemlerdeki tüm varlıkların sonsuz çokluğunu / kesretini oluşturduğundan, gerek dünya, gerek ahiret ve cümle eşya Hakk’ın esma zuhurunun gayrısı olmaz. Bunu ifadeyle, ‘Allah gözüken eşyanın ne aynıdır ne de gayrıdır, hem aynıdır hem de gayrıdır.’ Denilir. Yani Hakk’ın zatı eşyanın aynı değildir, esma zuhurunun da gayrı değildir. Eşya Hakk’ın esma zuhurunun aynıdır, Hakk’ın zatının ise gayrıdır. Demektir.
Bunu ifadeyle Hz. Resulullah, “Allahım eşyanın iç yüzünü bana bildir” diyor. Ki bu şerefli sözü ile Hz. resulullah kendini muhatab ederek bizlere, eşyanın sırrını yani iç yüzünü öğrenmemizi tembihliyor. Çünkü başka bir beyanında Hz. Peygamber efendimiz, “Ben rabbimi eşya ile bildim” buyurmuşlardır.
Biri şaşı iki görür
rılsa biri bir kalur
Daha evvelde ifade edildiği gibi şaşı hastalığı, gözün sağa sola kayması olup, şaşılar göz kaymasıyla bir olan eşyayı iki adet görür. Bunu ifadeyle ehlullah bir hikâye anlatırlar: “Mürşidi gözü şaşı olan ihvanına ‘oğlum şu şişeyi getir’ dediğinde şaşı olan ihvan, ‘hangisini getireyim burada iki şişe var’ der. Mürşidi ‘birini kır diğerini getir’ der. Ve ihvanı iki gördüğü şişeyi kırdığında ortada hiç şişe kalmaz. ‘Efendim hiç şişe kalmadı’ dediğinde efendisi ‘oğlum orada zaten tek bir şişe vardı fakat sen şaşı olduğun için bir şişeyi iki gördün der.”
Bunu ifadeyle, hakikat ilmi irfanından mahrum olup Rabb’in müşahadesine ulaşamayan şaşılar, masivaya yani Hak’tan gayrıye vücut nisbet ederek bir tek olan Rabb’in varlığını ikileştirirler. Ki masiva olan gayrıyet şişesi kırılırsa ancak, Hakk’ın vahdeti / bir’liği zahir olur, demektir.
Bu sır besmelede şamildir
Buna vakıf o kâmildir
Besmeleyi Allah, Rahman ve Rahim isimleri oluşturur. Allah ismi velayet makamı keşfi irfaniyet sırrını, Rahim ismi sıdkıyet ve karabet makamlarının sırrını, Rahman ismi ise hem velayetin, hem de sıdkıyet ve karabet marifetini cem edip toplayan kalp makamı sırrını içerir. Ki besmelenin içerdiği sırra şamil olan (kapsayan) kemalat, mürşidi kâmilin telkin-i irşadı olup, her kim bu telkin ile aydınlanıp kâmil insan olursa o, besmelenin sırrına vakıf olur.
Melaik secdesi budur
Vatan-ı âdemde bulunur
Kur’an’ın ”O vakit biz meleklere, "Âdem'e secde edin" demiştik de İblis dışında tümü secde etmişti. (Bakara- 34) Beyanındaki Rabb’in emri ile meleklerin yaptığı secde yani meleklerin gösterdiği tevazu, işte bu besmelenin içerdiği kemalâta olup bu da ancak vatan-ı âdem’de, yani ademiyet kemalatında bulunur.
Sor ki melaik ikidir
Biri aliyen biri hem gayrıdır
Sorup araştırırsan biri al’i, yani yüce ve yükseklerde olan gök melekleri, biri ise bu âli’liğin yüceliğin gayrısında olmakla iki kısım meleklerin olduğunu anlarsın.
O gayr hem secdeler eder
O aliyen secde etmezler
Âl’i, yüce gök meleği dışındaki melekler masiva’ya yani Hak’tan gayrıya secde ederler. Fakat âl’i olan gök melekleri Hak’tan başkasına secde etmezler.
Onlar vatandan ayrıdır
Değildir sanma gayrıdır
Âl’i gök meleklerinin suretleri ayrı ayrı olsa da sen onları, her bir yaratılmışın asıl vatanı olan cenâb-ı Hak’tan gayrı olduklarını zannetmeyesin.
Melaik ikisi birdir
Bunu bilen acep kimdir
Bu iki kısım Meleklerin tümü kuvva mazharı olmakla birdir, yani aynıdırlar. Ve bunların hepsinin, yani meleklerin tamamının kuvva mazharı olmakla aynı bir olduğunu acep / acaba kim bilir? Deniliyor ki, bunu ancak tevhidi hakiki keşfi irfanıyla hakikat ehli olanlar bilir.
Göründü perveriş vardır
Sücud-ı âdeme daldır
Perveriş: besleme, beslenme, eğitme eğitilme demek olup, âl’i gök melekleri ilim irfan ile beslenip eğitilmiş olduklarından, Allahın emrini yerine getirerek sücud-u âdeme daldılar, yani âdeme secde ederek tevazu gösterdiler.
Buna da fehm dedi erler
İşaret hem kifayetler
Ruh’a mensub olan erler; ‘Bu secdenin yani meleklerin âdeme yaptıkları secdenin bedenle suretle yapılan bir secde olmadığını bilerek, bu secde tevhidi hakiki irfanı ile erişilen bir fehimdir,’ anlayış ve idrâktır dediler. Ve ruh’a mensub olan erlerin bu sözüne gerek Kur’an’da, gerekse Hadis’lerde kâfi / yeterli derecede destek olan işaretler vardır.
Bu tesbih aynı besmeledir
Ki üç sırra müevveldir
Müvvel: tevil edilmiş, görünür zahiri anlamından başka bir anlamda açıklanmış demektir. Ki tesbih besmelenin aynıdır. Fakat tesbihle besmelenin nasıl aynı olduğu, ancak besmelenin içerdiği üç sırrı’n tevili ile açığa çıkar.
İşaret yine üçtendir
fat u Zat u fiil’dendir
Ki bu üç sırrın teviline göre, besmele Hakk’ın zat, sıfat ve fiil tecellilerinin üçü’ne işaret eder.

Hiç yorum yok: