25 Temmuz 2024 Perşembe

HACI ABDÜLKADİR BEY’İN YÜCE SÖZLERİ VE BU SÖZLERİN ŞERHİNİN SADELEŞMESİ

 

Gözünü aç bakki göresin ne remzi var bu ekvanın

Güneşdir kim,asarı teygin kamu ekvan alır feyzin

Nebat,maden dahi hayvan bu cümle heb olur zahir

Bular ile kamu esmâ eder izharı hemen hükmün

Vücuddur kim eder devrin bu esmâda eder seyrin

Bu manadan haber bilse ki,nicedir aceb seyrin

Tecelliden olur mevcud gerek esmâ gerek elvan

Bu tur ile eder devrin vücudunda komaz gayrin

Bu suretler neler söyler,aceb lafzın bilirmisin?

Bu elvanlar diyor sana,benim vechim görürmüsün?

Güzel söyler bana,bak kim göresin sen ânın hüsnün

Benim ile anın hüsnü,diyor heman anla çirkin

Bu manadan haber bilsen nice olur aceb fikrin

Kâdiri kudret ile kaderi olur Allah daim zikrin

 

Remz: Rumuz

Teygin: Tam olarak iyice bildirme

Feyz: Bereket, kerem

 

Gözünü aç bak ki göresin ne remzi var bu ekvanın: Yani, gaflet karanlığından uyanıp, marifet nuruyla bu mahlukata bir bak ki, her bir suret bir isme delildir.

 

Güneşdir kim, asarı teygin kamu ekvan alır feyzin: Benzetme yoluyla güneşten maksat; Resulullah(sav)’in nurudur. O’nun keremiyle bütün mevcudat meydana gelir.

 

Nebat, maden dahi hayvan bu cümle heb olur zahir: Beytin anlamı açıktır.

 

Bular ile kamu esmâ eder izharı hemen hükmün: Bitkiler, Rezzak isminin mazharıdır. Hayvan ise rızık talep eder. Bu yönden bütün suretlerin dönüp durmaları her esma ile görünmeleridir. Bir bitki bir hayvan tarafından yendiğinde o bitki hayvan olur. Aynı şekilde bir hayvan da insan tarafından yendiğinde o hayvan da insan olur.

 

Vücuddur kim eder devrin bu esmâda eder seyrin: Zat ki, esma ve sıfat denilen itibardan ibarettir. Bu özelliklerle görünüp, her bir ismiyle bu alemi seyreden vücuttur.    

 

Bu manadan haber bilse ki, nicedir aceb seyrin: İşte, bu vücut seyrini bilirsen, acaba ne bildirmiş olabilir? Şunu bildirmiş olur; Bu doğan ve ölen halktır. Sakın aldanıp da demeyesin, halk Hak’tır.

 

Tecelliden olur mevcud gerek esmâ gerek elvan: Çünkü, mevcudat ve çeşitli görünüşler, tecelli ile ayaktadır. Fakat bunların kendilerine ait müstakil vücutları yoktur. Vücutları belki halleridir.

 

Bu tur ile eder devrin vücudunda komaz gayrin: Bu tecelliyat ve çeşitli görüntüleri sakın Hak’tan ayrı düşünmeyesin zira şirk işlemiş olursun. Görmez misin ki, aynaya baktığın zaman, görünen suret aynaya bakandan oluşmuştur. Suretin hareketi aynaya bakanın hareketinden ileri gelmektedir. İşte ayna içinde görünen suret bu mümkünata misaldir. Aynaya bakan ise hakikata misaldir. Ayna ise; Aklı evvele misaldir. Ayna içinde görünen suret için vücut yoktur. Bakan uzaktan bakıyorsa uzak, yakından bakıyorsa yakın görünür. Bu mümkünat da böyledir. Ciddi bir şekilde anlaşılmalıdır.

 

Bu suretler neler söyler, aceb lafzın bilir misin?

Bu elvanlar diyor sana, benim vechim görür müsün?: Bu çeşitli suret ve görüntüler, mana yönü ile sana şunu söyler; “Bizim vücumuzun Hak’kın vücudu olduğunu bilir misin? İlahi cemali bizim suretlerimizde müşahede eder misin? Yoksa bundan gafil misin?

 

Güzel söyler bana, bak kim göresin sen ânın hüsnün,

Benim ile anın hüsnü, diyor heman anla çirkin: İnsan tabiatına uygun olan şey güzelliktir. Uygun olmayan ise çirkinliktir. Bunlar daima aşık ve ariflere seslenir “, bana gel, bana gel” Arif cevabında şöyle der; güzelin görevi tutmaktır, güzel ile kayıtlanırsam, surette cüz’iyat müşahede etmem gerekir, Bundan dolayı cemali ilahiyeyi görmekten mahrum olurum. Çirkin ise hoş olmadığından yaratılışına geri döndürür. Bu şekilde görmek o makamda olan yüzden mahrum bırakır ve istidlal makamına götürür. Necm-17’de “Göz ne kayıp şaştı ne azıp haddi aştı” Cenabı Hak’kın buyruğu üzerine gerçek zevk sahiplerine göre çirkin ve güzel gören nisbette kalır.

 

Bu manadan haber bilsen nice olur aceb fikrin,

Kâdiri kudret ile kaderi olur Allah daim zikrin: Bu zevki Muhamediden haberin olsa, halka nisbet ettiğin değerlerden kurtulursun ve ehadiyetin sırrına vasıl olup hakikat ehillerinden olursun ve Allah’tan başka fikrin ve zikrin kalmaz. Daima cemali ilahiyeyi seyredenlerden  olursun. Son.

                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                                           Sadeleştirme 

                                                                                                 Mehmet Naci GÜNEY

17 Temmuz 2024 Çarşamba

TİKVEŞ’Lİ MELAMİ HALİFELERİNDEN HACI ABDÜLKADİR BEY’İN SORULU CEVAPLI MELAMİLİK ÜZERİNE OLAN RİSALENİN SADELEŞMESİ


Bilinen ve güzel sohbetlerin izinsiz devamı

1.Soru: Mana aleminde bir pire varıp, O’na sordum; “Hak’ka varmak isterim yol göster”?

1.Cevap: Dedi ki, “Yol senin nefsindendir. O halde nefsine iman gözüyle bak, görmez misin suretin daima değişmektedir. Bu suretin değişikliğini gerekli kılan bir mucit olduğuna akıl erdirmez misin, işte bu icat olunan eşyanın bir ilme dayandığını iyi bir şekilde anlamalısın. İşbu icadın, mevcut olan bir varlığın bilgisi dahilinde olduğunu yakın bir anlayışla kavra. Bundan, kader sırrına da yüksek bir inanışla iman eyle.


2.Soru: Anladım ki, bu alem sürekli olan bir tecelliyat olup değişme ve bozulma yoktur. Yine bu alemin ilahi bir ilimle ayakta durmakta olduğunu anladım. Ancak beni ve alemi icat edip yaratan nerdedir?

2.Cevap: Güzel söylersin, bütün kainat ilim ile ayaktadır. İlim ise sıfattır. Sıfat da mevsufu gerekli kılar. Biran dahi sıfat mevsuftan ayrı kalmaz.


3.Soru: Bildim ki, ben sonradan yaratılmışım. Beni yaratan başlangıcı olmayan bir varlık olduğuna göre kadim yönünden ilişkimin olmaması gerekir?

3.Cevap: Buyurdu ki, sen neyden halk oldun? duyduklarıma göre yoktan var olmuşum. Buyurdu ki, yok, biran dahi yoktur. Mademki varsın öyleyse varlıktan halk olmuşsun. Yaratılışın, tecelli itibarıyladır. Tecelli, mekan ile kayıtlıdır, mekan da suretle ayaktadır.

 

4.Soru: Acaba suretin bir vücudu var mı?

4.Cevap: Ayrı bir vücudu yoktur. Devamlı var olması ise ilme bağlıdır. Kün emri ise ilmin eşyaya ilgisidir cevabını verdi. Bütün mevcudatın kün emrinden yani ilmi ilahiyle var olduklarını anlamış oldum.

 

5.Soru: Benim hayatım, ilmim, iradem ve kudretim nedir?

5.Cevap: Sıfatı ilahiyenin aynıdır buyurdu.

 

6.Soru: Bildim ki, bende cahillik ve acizlik varken, sıfatı ilahiyenin aynı nasıl olabilir.?

6.Cevap: Cehaletin ve acizliğin vücudu olmayıp, belki ilim ile kudretin ilişkisi yönünden cahillik ve acizlik oluşmuştur. Görmez misin ki, sende olan ilim bütün vücuduna yayılmış olarak her bir azanda mükemmellikle zahir olmuştur. Elleri kullanmak, burundan koku almak, damaktan tat almak hisleri buna delildir.

 

7.Soru: Bunlar mademki böyledir, Teklif edilen emir kimedir? Teklifin olmaması gerekir.

7.Cevap: Şunu bilmelisin ki, Yukarıda belirttiğim gibi suretlerin oluşması ilmin ilgisi ile olur. İş bu suretlerin zıttiyet göstermesi hakikatları gereğidir. İşte bu zıtlıktan gayriyet hasıl olur. Bütün suretlerin ve ilahi isimlerin zuhuru birbirine bağlıdır. Tecelli bu bağlılıktan ileri gelir. Bu cümleden Gaffar isminin zuhuru günah iledir. Rezzak isminin zuhuru merzuk(rızık isteyen) iledir. Hasılı kelam, bütün isimlerin zuhuru, birbirine yardımda bulunmak ve hakikata bağlılıktan olur. Dikkat etmez misin? sendeki hayatın vücudu yoktur. Kudret de sende vücut bulmaz. Ancak ilim ve irade gibi sıfatların kendilerine ait vücutları olmayıp, hak’kın vücudu ile eşyada mevcutturlar. Toprak olmayınca un olur mu? Velhasıl bütün eşya ve esma birbirine olan bağlılıkları ve yardımları ile varlıklarını sürdürürler. Bundan dolayı, insanın kemal bulması, resulün daveti ile olur. Nitekim Kur’an da Cenabı Hak buyurmuştur.

Bakara-31: “Ve Ademe isimlerin tümünü öğretti.” İlahi bir öğreti ile insan sureti, insaniyete yükselebilir. Eğer bu tahsil gerçekleşmezse insaniyet değerleri batında örtülü kalır. Hiçbir şahıs kemalini davetsiz açığa çıkaramaz. Görmez misin, anne baba hangi lisanı kullanırsa çocuk da o lisanı konuşur. Bu da talim ve terbiye ile olur. Bundan dolayı Hazreti Resulun(sav) kelime-i tevhide daveti ile her şahıs hakikatte olan kemalini meydana getirdi. Bir takımı münafık, bir takımı kafir ve bir takımı da mü’min oldular. Davette ise ihtilaf yoktur. Bu da anlaşılsın ki, hiçbir şeyin hakikatında sapma olmaz.

 

8.Soru: Cennet ve cehennem nedir? Ve ne içindir? Azap neden gereklidir?

8.Cevap: İman gözü ile bakılırsa, cehennem ayrılık ateşinden, cennet ise, vuslat yakınlığından meydana gelir. Mazharı olduğu ismin neticesidir. Yani, Hak’tan ayrı bulunduğun zaman bir takım hayaller kurarsın bu hayellerden lezzet alır veya azap duyarsın ve bu hayalleri terk etmek istemezsin. İnsan azaptan da bir çeşit lezzet alır. Hatta bazı kimseler vardır ki, eşkiyalık yapmaktan büyük zevk duyarlar ve bundan dolayı eşkiyalıktan vazgeçmezler. Bunlar azabı lezzete dönüştürmüşlerdir, mesleklerinden de hoşnutluk duyarlar. Çünkü her şahıs bir kemali açığa çıkarmaya memurdur.

 

9.Soru: Böyle olunca azab ve kötülenmenin vücudu olmaması gerekir ayrıca alim ile cahilin de eşit olması icab eder. Ne diyelim ki? Cenabı Hak’kın kadim olan kelamında alim ile cahil eşit değildir. Cennet ehlini övmüş cehennem ehlini ise kötülemiştir.

9.Cevap: İlahi kelamın inişi mü’min ve rahim hazretlerindendir. Esmaya nisbet ve övme vardır. Ciddi şekilde anlamalısın..

 

10.Soru: Hak’ka ve halka ait esmalar hakkında bilgi vermenizi rica ederim.

10.Cevap: Varlıkların mevcudiyeti suretledir. Suretten amacım, yer, gök, ay, güneş, yıldız ve üç doğuş ve de bütün kainattır. Suretlerin, sonradan yaratılmış olma özelliğinden dolayı, vücut; icad eden ve yaratan olur. Kudret ile açığa çıktığında, vücut, kadir ismini alır. Varlığın suretlenmesi ile vücut, musavvir ismini alır. Suretlerin ayakta kalmasından vücut, kayyum ismini alır. İlahi esmalar böyledir. Gelelim halka ait isimlere; Suretlerin kendine özel vücutları yoktur ancak durumları vardır. Bu durum ise, ya sükun ya da harekettir. Böylece, eşya, sükun ya da hareket halinde de olsa mutlaka bir isim alır. Taş, ağaç ve hayvan gibi… Suretlerin bir diğer yönü de ihtiyaç sahibi olmalarıdır. Bunlar rızık vb. şeylerdir. İşbu, suretlerin ihtiyacından dolayı vücut, gani ismini alır. Rızka ihtiyaçlarından Rezzak ismini, suretlerin kayıtlı ve belirli olmalarıdan vücut; benzersiz ve mekansız isimlerini, suretlerin sonradan yaratılmış olmalarından dolayı vücut; Ol, ismini alır. Suretlerin yokluğu yönüyle de vücut; ahir ismini alır. Şimdi, suretlere özel bir takım haller daha vardır ki, bunlar korku, yiğitlik ve haya gibi şeylerdir. Bu isimler de suretlere nisbet edilir. Onun içindir ki, suretlerin çeşitli olmasından dolayı onlar  bu isimlerle anılır ve var olurlar. Onlara ait diğer isimler de yukarıda söylendiği gibi toprak, ağaç, hayvan vs. dir. Bu ifadelerden de anlaşılıyor ki, esmanın üç mertebesi vardır. Birincisi: Hak’ka ait isimler. Evvelce açıklandı. Benzersiz ve mekansız olma gibi özellikler. İkincisi: Halka ait isimlerdir. Bunlar, taş, ağaç gibi isimlerdir.

Üçüncüsü: Hissiyat isimleridir. Bunlar, yiğitlik ve korku gibi isimlerdir. İşte Adem (as)’a öğretilen esma bunlardır. Çünkü isim bilinmeyince kelam ortaya çıkmaz.

 

11.Soru: Adem (as)’a ruh üflendi. Ruh üflenmesi ne demektir?

11.Cevap: Bütün ilimlerin keşfidir. Adem(as), nisbet ve izafi değerlerden soyununca hakiki fakirlik ile vasıflandı ve vücudunda gayriyet kalmadığından safiyullah oldu. Bundan dolayı melaikeler Adem(as)’a secde ile emr olundular. Çünkü, kişinin kamil bir mümin olabilmesi için izafi ve nisbi değerleri yok etmesi gerekir. Yani tam fakir olması icab eder. Onun içindir ki, Cenabı hak esmaül hüsnasında kendini mümin ismiyle vasıflandırmıştır.

 

12.Soru: Adem(as),Hak’kın halifesidir, Hak’kın halifesi olmasının sebebi nedir? bize bildir.

12.Cevap: Cem, hazretül cem ve cemülcem makamlarını keşfetmesidir. Hak’kın esma ve sıfatlarına mazhar ve onlarla kaim olması ve de bütün tasarruf  On’dan yani O’nun hakikatından olduğundan Hak’kın halifesi oldu. Bunun için cenabı Hak,Kur’anı keriminde buyurdu; Bakara-30, “Ben yeryüzünde bir halife atayacağım” ayeti, yukarıdaki ifadeleri doğrulamaktadır.

 

13.Soru: Bu eşya ve suretler Hak’kın aynımıdır?yoksa gayrımıdır?

13.Cevap: Ne aynıdır ne de gayrıdır. Hem aynıdır hem gayrıdır. Sonradan yaratılmış olmalarından ve yokluklarından dolayı gayriyet icap eder. Vücutları Hak olduğundan ayniyet icap eder.

 

14.Soru: Cenabı Hak buyurmuştur; “Siz dua edin ben icabet edeyim” Halbuki, çoğunlukla dualarımız kabul olunmuyor buna ne dersiniz?

14.Cevap: Dua dört kısımdır.

Birincisi: Zattır ki, ehlullah lisanında zati istidat olarak tabir edilir. İstidat ise; İlmi ezelide var olan malumatın kabiliyeti üzerine gerçekleşen icaddır. Bunun durdurulması ve ertelenmesi olmaz. Bu mertebede olan malumatta değişme ve bozulma da yoktur. Enam-6, “Allah’ın kelimelerini değiştirecek hiçbir kuvvet yoktur” ayeti bunu doğrulamaktadır.

İkincisi: Haldir ki, bazen kabul olur bazen kabul olmaz veya ertelenir. Mesela; Katip, katipliğinde uzman olduğu halde atanabilir de atanmayabilir de. Atanmaması, talihinin açık olmamasından dolayıdır, bu da zati ilminin gereğidir.

Üçüncüsü: Fiili duadır. Örneğin, bir asker uzun zaman askerlik yaptığı halde subaylığa terfi edemez, bazıları ise, kısa sürede subaylık elde edebilir. Bunların ikisi de fiili duada bulunmuşlarsa da zati istidatları birbirine uymadığından hükümleri de farklı olur.

Dördüncüsü: Söz ile yapılan duadır. Fiili ve hali olmayarak şuursuz olarak yapılan duadır.

Bu şekilde, bütün mevcudatın yaratılış kabiliyetleri gereği yapmış oldukları duaya her an icabet vardır. Olunmuyor deniliyorsa bu cahillikle söylenmiş bir sözdür. Yoksa her an icabet olunmaktadır.

 

15.Soru: Her şeye icabet olunduğunu anladık, icabet olunmuyor denmesinin cahillikten ileri geldiğini öğrendik. Ancak bu cehaletin hakikatı ve hangi mertebeden olduğunu ve cehaletin halk olunmasındaki hikmetin ne olduğunu bize bildir?

15.Cevap: Cehalet alemi, hayal ile kaimdir. Çünkü insanın enesi ve gayriyeti, hayal aleminin varlığından ileri gelir. Hayal de tüm esmanın zuhurunu gerekli kılar. Hatta gayriyet mevcudatta olmazsa, esma da olmaz. Çünkü Hak, yaratılmış halk ile beraberdir. Rızık verici, rızık isteyenledir, bütün esma böyledir. Hakikatta cehalet gayriyetten doğarsa da, gayriyet dahi hayal ilminden ileri gelir. Bu yönden cehalet ve gayriyet, aynı hakikat olur. Tüm esma bu mertebede hükmünü ve kemalini açık ettiğinden bu şekilde olan cehalet aynı kemal olur. Bu mertebelerin icadı, kemalin zuhuru içindir. Onun için Cenabı Hak Kuranı keriminde buyurmuştur. Ali İmran-191, “Allah batıl bir şey yaratmamıştır.” Fenada cehaletin vücudu yoktur. Bekada ise ilmin ilgisi ile esmanın nisbetinden oluşur. Son….

 


                                                                                                                                                  Sadeleştiren

Mehmet Naci GÜNEY

 

10 Temmuz 2024 Çarşamba

TEVHİD RİSALESİ SADELEŞMESİ

                                                      BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salat ve selam yüce önder Muhammed (sav) Efendimize ve onun yüce ailesine ve arkadaşları üzerine olsun.

 Tarifi zengin olan, insanların ve cinlerin alemi gaybden alemi şehadete zuhurları, noksanlıktan arınmış Hak Tealâ hazretlerine arif olmak için gerçekleşmiştir. Zariyat-56 “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” Ayeti kerimesindeki ibadet kelimesini ehlullahdan İbni Abbas Allah ondan razı olsun şöyle tefsir ettiler; Şimdi, tafsil olarak arif olmak mümkün değildir, buna, “Biz seni hakkıyla tanıyamadık, Ey! Bilinen Allah” sözü şahiddir. Toplu ve tam olarak arif olmak ise, ilâhi vasıfların kulda zuhur etmesiyle olur. Bu da mevcut, mevsuf, fail ve tasarruf edenin Yüce Hak’kın olduğunu ve gayriyet olan masivanın vücut, efal ve tasarruf  sahibi olmadığını bilmekle olur. Bu anlayışın oluşması için şeri şerife tam uymak ve Mürşidi kamilin nefesiyle ve tevhidi hakikiye sülük etmekle olur. Yani tevhid makamlarının tahsil ve zevk edilmesi ile ulaşılır. Makamat yedidir. Üçü fenafillah, dördü de bekabillahtır. Ehlullah bunları, nefis yurdunda gerçekleşen makam ve mertebe isimleri olarak tarif etmişlerdir. Bu ifade de anlaşmazlık var gibi görünse de gerçekte ihtilaf yoktur. Hepsi bir tabirden ve meramlarının anlaşılmasından ibarettir.

 Tevhid birlik demektir. Bir olanın birliğe ihtiyacı olmadığı bilinse de, gaflet olan beşeriyet perdesi sebebiyle, vahdetin kesreti, gayriyet gibi göründüğünden Yüce Hak’kın zatında, sıfatlarında ve efalinde şirk koşulur. Yani fail, Yüce Hak iken ve bütün sebeplere sahip olan kendisi iken şu işi felan şöyle yaptı, ben böyle yaptım, felan sebep oldu diyerek her şey Hak’ka nisbet olunmadığından gizli şirk meydana gelir. Müşriklerin, ilâhi marifetten yoksun olduğu, Nisa-48 “Allah kendine şirk koşulmasını affetmez,onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder.” Ayeti ile sabittir. Gizli  ve açık şirk yok edilmediği sürece fırkayı naciyeye (kurtulmuşlar zümresi) dahil olmaları ve irfaniyet elde etmeleri, kendine ve saireye nisbet olunan efal, sıfat ve varlığın Hak’kın efal sıfat ve varlığında mahv ve yok edilmesi ile olur. Bunun için her mü’minin tevhidi hakikiye sülükü elzemdir.

 Tevhid iki kısımdır; Birincisi tevhidi şer’i ki, Mü’minleri, açık şirk işleyen müşriklerden ayırır. Neticesi “Lâ ilahe illâllah’tır.” Şeriatın muvahhidi, her şeyi mevcut, mevsuf ve fail gördüğünden ve kesreti, vahdeti ilahiden ayrı bildiğinden gizli şirkten kurtulamaz. İbadete layık Hak Teala hazretleri ve ibadet edilecek O’ndan başka ilah olmadığını ikrar ettikleri halde,  cahilliklerinden dolayı Hak’kı örterler ve O’ndan ayrı olarak, O’nu tevhid ettiklerini zannederler. Herşeyin zuhur ve açığa çıkışı Hak’kın emriyle ve kudretiyle olduğunu itiraf ederler ve bu durumu cenabı Hak’kın sıfatlarına nisbet ederler. Onun için, ehli tahkik, şeriat ehline sıfatıyyun derler. İkinci kısım; Hakiki tevhiddir ki, Bu görüş sahipleri, Hak’dan  gayrı  mevcut, mevsuf ve tasarrufta bulunan görmediğinden ve her şeyin meydana gelişi olan zuhuratın, Hak’tan olduğunu zevk ve müşahede ettiklerinden zatiyyun ve muvahhidun olarak tabir olunurlar. Neticesi, “Lâ mevcude illâllah”tır. Vücut variyet demektir. Bu mertebe fenafillah olarak adlandırılan makamların üçüncü mertebesidir. Fenafillahın evvelki makamı, tevhidi efal, fenayı efal ve tecelli efaldir. Tevhidi efal demek; Efali, Yüce Vahid Hazretlerinde birlemektir. Yani Yüce Vahid Hazretlerinden başka failin olmadığını kavramaktır.

Fena-i Efal: Efali halktan soyutlayıp, Hak’ta ispat etmektir. Aslında fiil Hak’kın olup ve fail hak Teala iken cehalet ve gaflet sebebiyle halka nisbet edildiğinden efali, halktan ifna edip gerçekte olduğu gibi Hak’ka verip, Hak’tan başka fail olmadığını şüphe kalmayacak derecede kanaat oluşturmaktır.

Tecelli-i Efal: Hak’kın tecelliyatı nihayetsiz olduğundan zuhura gelen fiillerin, ilahi tecelli olduğunu zevk etmektir. İkinci mertebesi, tevhidi sıfat, fena-i sıfat ve tecelli-i sıfattır.

Tevhidi Sıfat: Sıfatı Hak Celle Hazretlerinde birlemektir. Yani sıfatların mevsufu ancak Hak’tır. Hak’tan başkasında sıfat olmadığını kavramaktır.

Fena-i Sıfat: Halka nisbet olunan bütün sıfatlar, Hak’kın sıfatları olmakla, bu sıfatları halktan soyup Hak’ka vermektir.

Tecelli-i Sıfat: Zuhur eden sıfatların, Hak’kın tecellisi olduğunu zevk etmektir. Sıfatların sonu olmadığından, Hak’ka ait olan bu sıfatların sayıya gelmesi mümkün değildir. Yüce hak her şeyi kuşatan ve her şeyi bilendir.

 Asıl olarak sıfatlar yedidir. İlahi sözün delili olduklarından sabit sıfatlar olarak isimlendirilir. Bunlar; hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar ve kelamdır. Bu sıfatlar ve bununla birlikte diğer vasıflar da Hak’kın olup, Halkta bulunmasını hakikat kabul etmediği gibi akıl dahi kabule izin vermez. Çünkü, hayat sıfatı mahlukta olsa fena bulmaması ve helak olmaması gerekir. İlim sıfatı için de, kulun her şeyi bilmesi ve hiçbir kulun cahil olmaması, İrade ve Kudret sıfatı kula ait olsa, istediği şeyi ol demesi ile meydana getirmesi, her şeye gücü yetip bir şeyden aciz kalmaması gerekli olur. Aynı şekilde, işitmek ve görmek kula ait olsa, uzaktan ve perde arkasından işitir ve görürdü. Kelam kula ait olsa, her lisan ile konuşması gerekirdi. Yaratılanlar bu özelliklere zıttır. Sıfatların halk ait olduğuna dair kayıtlı bir delil de yoktur. Bundan dolayı, kulun bu sıfatlardan nasibi olmadığı gibi dahil olması da mümkün değildir.

 Her fiilin açığa çıkması, bu sıfatların tamamına veya bazısına ilgisi bulunduğundan sıfatsız hiçbir iş meydana gelmeyeceği böyle bir ayırımı gerekli görmemekle de bir fiilin meydana gelişinde kula ait bir payın olmadığı anlaşılmış olur. Fail ve Mevsuf Hak Teala hazretleridir. Kul ise, efal ve sıfattır. Sıfatı ilahi, semavi olsun veya arz’a ait olsun cüz’iyatta açığa çıktığından cüz’i sıfat ve cüz’i irade olarak tabir edilir. Yoksa, cüz’iyatta  zuhur eden irade, ilahi iradeden başka bir irade olmayıp, noksanlık ve  bölünme kabul etmeyen ilahi iradeden bir cüz  değildir. Rahman-27 “Herşey yoktur. Ancak, Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” Rahmanın fermanı üzre, bütün masivanın kendilerine ait bir mevcutluk, mevsufluk, faillik ve tasarrufu olmadığı gibi her an fanidir ve yokluktadır. Üçüncü mertebesi tevhidi zat, fena-i zat ve tecelli-i zattır. Zat; Vücut variyet demektir.

Tevhidi Zat demek; Vücudu, Yüce ve Vahid olan Zat Hazretlerinde birlemektir. Yani vacip olan Hak Teala hazretlerinin vücudundan başka vücud ve Hak’tan gayrı mevcut olmadığını zevk etmektir.

Fena-i Zat; Kişilerin kendilerine ait olduğu zannedilen varlıklarının, Yüce Zat Hazretlerinin varlığında yok etmektir. Yani halka nisbet olunan vücut ve varlık, Hak’kın vücut ve varlığıdır. Halka ait olduğu zannedilen vücudun, Hak’kın vücudunda yok etmek ve vücutla mevcut yalnız Hak Teala hazretleri olduğunu isbat etmektir.

Tecelli-i zat; Yaratılmış olan tüm varlığın kesret olarak görünmesi zatı ilahiyenin bir tecellisi olup, halkın kendilerine ait varlıklarının olmadıklarını anlamak ve zevk etmektir.

         Tam fena ile Allah’ta yok olmak mertebesi budur. Yokluğu kabul edilmeyen ve bulunması daima gerekli ve elzem olan vücut, Hak Teala hazretlerine mahsustur. Ancak, “İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar.” Hadisinin hakikatını, nefsani istekler ve gaflet içinde bulunduklarından bir nebze dahi kavramaları mümkün değildir. Ölmeyi anlayamadıklarından, peygamber (sav) efendimiz akabinde “Ölmeden evvel ölünüz” buyurdu. Yani, zorunlu ölüm sana gelmeden kendi isteğinle öl. Hakikat sırrı olan bu sözü söyleyen buyurdu. Kişinin kendi isteğiyle ölmesinin gerçekleşmesi, Lâ mevcude illâllah, sırrının anlaşılması ile olur. Bu sırrın anlaşılması ise, beşeriyetten sıyrılıp, Vücutla mevcut, sıfatla mevsuf ve fiil ile fail, Hak Teala hazretleri olduğunu ve halkın kendi nefislerinde vücut ve sıfat kokusu koklamadıkları  yönünde bir anlayışın oluşması ile gerçekleşir. Bu mertebeye ihtiyari ölüm, tevhidi hakiki, masivanın yokluğu, fenafillah ve tam sarhoşluk derler. Yükselme ve ilerlemenin sonudur. Sonra ayılıp bekabillahda seyran eder. Bekabillah makamatı dörttür. Evvelki makam Cem’dir. Zuhuru olmayan kesreti içinde toplar. Bu makamda ilahi vücut ihsan olunur. Yani kendinde ve bütün masivada görünen vücudun Hak’kın vücudu olduğu ve her şeyi hulul ve ittihad olmaksızın vücudun, Hak’la mevcut olduğunun irfaniyeti ihsan olunur.

Hulul: Bir şeyin,bir şeyin içine girmesi

İttihad: iki şeyin birleşmesi.

         Hulul ve ittihadın olması iki vücut olmasını gerektirir ki, biri diğerine hulul etsin. Vücut, vahidi Teala vücudundan gayrı olmayınca hulul ve ittihat olamaz. Bu makamda halk batın, Hak zahir olduğundan, makam sahibi efal ve sıfatı ve bütün mevcudatı Hak’kın vücudu olarak müşahede eder. Mansuru Hallac bu makamda iken vücudu, Hak’tan ayrı görmediğinden “Enel Hak” dedi. Bu makamda, kesretsiz vahdet olduğundan vahdet şuhudu galiptir. Her zerre Hak’kın aynı olmakla, makam sahibi, Hak’kı, eşyadan evvel müşahede eder. “Ben hiçbir şey görmedim ki onun önünde ve arkasında O olmasın.” kibarı kelamı söylenmiştir. Bu makama seyri billah (Allah’tan seyir) ve seyri muhibbi denir.

  İkinci makam, Hazretül Cem makamıdır. Bu makamda ilahi sıfatlar ihsan edilir. Yani kendinde ve sairinde olan sıfat, ilahi sıfatlar olduğunu ve hululsüz, Hak’kın sıfatıyla mevsuf bulundukları yani, hayatı, ilahi hayat ile, ilmi Hak’la alim, irade ve kudreti Hak’la mürit ve muktedir, işitmesi ve görmesi, Hak’la işiten ve gören ve Allah’ın kelamıyla konuşan olduklarını idrak eder. Bu mertebede kesret açığa çıktığından makamı zahir yani Hak batın halk zahir olarak müşahede edilir. Mertebe sahibinin kesret müşahedesi, vahdet müşahedesine galiptir. “Ben her şeyin sonunda Allah’ı gördüm.” Yani kesreti, vahdetten evvel müşahede eder ve kesretin aynı vahdet olduğundan da gaflet etmez. Bu makamın karşılığı sıfattır. Yine bu makama seyri mahbubi ve seyri anillah (Allah’tan seyir) olarak da tarif edilir.

 Üçüncü makam, Cemül Cem makamıdır. Vahdet aynı kesret olmakla hem vahdeti hem de kesreti toplar ki, marecel bahreyn’dir. Herkesin ittifakı ile kabe kavseyn de derler. Bu makamda efali ilahi ihsan olunur. Yani her şeyin vücudu ve sıfatı, Hak ile mevcut ve mevsuf olduğu gibi efalde de Hak’kın fail olduğunu idrak etmektir. Kesretin Hak’kın zuhuru olduğunu ve kesretin Hak’k ın bütün mertebeleri olmakla beraber, Kesret her yönden vahdetin aynı ve vahdet her yönden kesretin aynı olduğunu gayriyetsiz müşahede etmektir. “Ben her şeyin beraberinde Allah’ı gördüm.” kibarı kelamı söylenir. Yani halkı, Hak ile birlikte bir olarak görür. Bu makamın karşılığı efal dir. Tam uyanıklık ve noksansız kemalat makamıdır.

 Dördüncü makam vahdeti ilahi olduğundan aynı vahdettir. Bu makama Ehadiyetül Cem ve ev edna makamı derler. “Ben Allah’ı Allah ile gördüm.” sözü söylenir. Çünkü hak’tan gayrı olmadığından Hak’kı Hak’ta görür ve kendi kendine kendinde arif olur. Bilen ve bilinen kendidir. Alem,Hak’kın vücudu ile hululsüz ve ittihatsız mevcut olunca alemin dahi daimül baki olmasını, ahiret, teklifat, ceza, mükafat olmamasını veya bunların Hak’ka ait olmasını gerekli kılar. Bunu sorana cevap şudur ki, Hakikatte vücudullahtan gayri vücut olmadığı için Hak’tan başka mevcut yoktur. Teklifat, mükafat ve ceza Hak’kın tecellisi olup, mertebelerinin gereğindendir.

 Hadid-3,Cenabı Hak buyurur; “Evvel, ahir, zahir ve batın O’dur.” Vücudu evvel, ahir, zahir ve batın olunca hiçbir fert kalmaz. Ayrı olarak zannedilen zahir mertebesinin gereği olan, kendi zuhuratı ve tecelliyatı ve de görünen suretler, tecelli edenin gayrı gibi görünsede vücut ve hakikatta gayri değildir. Kendi cemalinin kemalidir. Dalgalar denizin aynı olup görünüşleri denizden ayrı gibi algılanır. Dalgalar denizden gayrı olmayıp, denizin aynı olduğu gibi Cenabı Hak’ta “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi sevdim ve halkı halk ettim.” Hadisi kutsi sözü anlamınca, her tecellide ve kemalatıyla bilinmesini muhabbet ettiğinden ilmi ilahiyesinden olan kendi tecelliyatını kendine açtı ve uluhiyet ve kemalatını tecelliyatta aşikar eyledi. Dalgaların ortaya çıkışları ve kayboluşları denizden tekrar denize olup hariçten olmadıkları gibi tecelliyatı ilahinin zuhuru da zatadır. Harice değildir. Teklifat, yaratan hazretlerinden yaratılana olduğuna şüphe yoktur. Tecelli eden cenabı Hak, zuhura getirdiği tecelliyatını teklifatla muhatap kıldı. Zahir, mazhara muhtaç olduğundan ihtiyacın şiddetli olması ve zillete katlanılması, teklifatın icrası gereğidir. Yine de gayriyet yoktur. Batın mertebesi yönüyle teklif eden, zahir mertebesi yönüyle mükellef olan kendisidir. Kendi kendimize olan emir ve yasaklar içimizden geldiği ve içimizde olan ruhun, zahirimiz olan görünen cesedimizden gayrı ve ayrı olmadığı gibidir. Mükafat ve cezaya gelince inkar olunmaz, dünyada dahi müşahede edilir. İlahi tecelliyat ve rabbani saltanat ahirette de devam eder kesintiye uğramaz, aralıksız uygulanır.

 Zilzal-7-8 “Artık kim bir zerre miktarı hayır işlemişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” kutlu fermanı üzre herkes dünyada yaptığı ameline göre kazandığı mükafat ve cezayı ahirette görecektir. Ceza Hak’kın celali, mükafat ise Hak’kın cemalidir. Celal ve cemalin zuhuru dünyada tecelli ettiği gibi ahirette dahi suretle tecelli eder. Hak Tealâ Hazretleri taayyünsüz (görünmeksizin),  sırf  zat yönüyle alemlerden ganidir. “Allah bütün alemlere muhtaç olmayacak bir Gani’dir.” Ali imran-97. Azab, azab eden ve azabı görenin kendinden ayrı olmadığından bunların uygulanışı hüküm ve alakaları mazharlara olur. Hak’ka ilgisi olamaz. Ancak bu sırrın idraki zevk ve müşahedeye muhtaçtır. Söz ile açıklamak ve varlığı nefsaniyetle zevk etmek mümkün değildir. Zevk ve müşahedenin bir nebze gerçekleşmesi, mesleki resul yönünden açıklandığı gibi şer’i şeriften bir an dahi ayrılmadan, fenafillah ve bekabillah zevk ve keşfi irfanı ile ihsan olunur. Hak’kın yardımıyla tamam oldu….

                                                                                                                   

 

                      Sadeleştiren

              Mehmet Naci GÜNEY

 

3 Temmuz 2024 Çarşamba

SELANİK’TE MEVLİHANE KAPUSU CİVARINDA HAK’KA DEFN EDİLMİŞ MELAMİ HALİFELERİNİN BÜYÜKLERİNDEN ŞEYH HACI ALİ URFİ EFENDİNİN SORULU VE CEVAPLI RİSALESİNİN SADELEŞMESİ

                                                          BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salat ve selam Seyyidlerin evveli ve sonuncusu Muhammed (sav) Efendimize ve onun yüce ailesine ve arkadaşları üzerine olsun.

Ey birader; bilmelisin ki, Hak Teala Hazretleri zatında, sıfatında, esma ve efalinde şirk kabul etmediği gibi din dahi şirket(ortak) kabul etmez. Resulun bir olması gibi din de birdir. Zümer Suresi 3.Ayet: “Gözünüzü açıp kendinize gelin! Halis din yalnız Allah’ındır.” Yani şirkten arınmış olan dindir ki, Aleyhisselatü Vessellem Efendimiz Hazretleri ve O’na tabi olanlara emredilen din İbrahim (as) dini üzerine olan milleti İbrahim dinidir. Yüce Allah, Ali-İmran Suresi 95.Ayetinde buyurur: “Hadi artık hanif olarak İbrahim dinine uyun. Müşriklerden değildi o.” Sıkı sıkı tenbih edilen emri ilahi, sırf tevhid üzere olmaktır. Yine Bakara Suresi 130.Ayette buyrulur: “Milleti İbrahim’den ancak sefih(zevk ve eğlenceye düşkün) olanlar yüz çevirir.” Hakikat yönüyle “Nefsini bilen rabbini bilir.” hadisi şerifin manası budur. Yani, Adem zamanından bu ana kadar bütün ümmetlerin sadık oldukları din, Ahmedi dindir. Tevhid üzerine dayanır. Elçilerin gelmesi ve kitapların inmesi, bozulan muamelat ve ahkamın değişmesidir. Din eskiden olduğu gibidir. Cümle kitapların ve vahiy yoluyla inmiş kitapların beyan ettikleri din O dindir. Ancak dini tam kemal üzere açıklayan yüce Kur’an’dır. Nasıl ki, Fahri Alem (sav) Efendimiz, bütün peygamberlerin imamı ise, Kur’anı Kerim de inzal olunan kitapların özüdür.

Tevrad’ı şerif; Tevhidi tenziyeyi.                 

İncil’i şerif; Yüksek teşbihi açıklar.

Tenzih: Allah(cc)’ü bütün noksanlıklardan temiz kılmak. Birşeye benzetmemek.

Teşbih: Bir şeye benzetmek.

     Geçmiş ümmetlerin istidatları olgun olup ikisini de anlamağa kabiliyetleri vardı. Şura Suresi 11.Ayet: “O’nun misli olan hiçbirşey yoktur, işiten ve gören O’dur.” Ayeti fermanınca daim ve baki üzere, yüce Kur’an tenzih ve teşbihi kendinde toplamıştır. Yüce Mevla Hazretleri bu özelliği Kur’an ve Furkan olarak buyurmuştur. Cem ve farkı kendinde toplamıştır. İmam Ali (kv) buyururlar: “Cemsiz fark şirk, farksız cem de zındıklıktır.” Sırrı nurlu Hazreti Şeyhül Ekber(ks) buyurur: “Sen cem ile fark arasında bulun, en doğru yerde olursun.” Yani fark ki, zahirdir, kayıt ve teşbihtir. Cem’siz yalnız fark ile kayıt olan açık şirkten kendini kurtarırsın ancak gizli şirkten kurtaramazsın. Benzer şekilde, sırf cem ki, batındır ve mutlak tenzihtir. Farksız yalnız cem ile olursan zındıklıkla kayıtlanmaktan kurtulamazsın.

Tevhid: Şer’i şerifin gerek zahirini ve gerek batınını cem ederek ikisinin de hükümlerini yerine getirmektir.

Zahir: Afakta olan görünen ve kitapla açıklanan.

Batın: Enfüsde olup avamın şuhud edemediği, zahir olan kitaplarda açıklanmayan ilahi ayetlerdir.

        Fussilet Suresi 53.Ayet: “Onlara ayetlerimizi afaklarında ve enfüslerinde göstereceğiz. Ta ki, onun Hak olduğu ayan beyan belli olsun.” Ayeti gereğince avam, açık olan ayetleri afakta görüp de enfüste göremediklerinden enfüsteki ayetler onlardan örtülü kalır ve batın olarak tabir ederler. Ehli vahdet, afakta gördükleri benzer ayetleri enfüste de şuhud ettiklerinden onların katında zahir ve batın bir şey olmakla zahir ve batını cem ederler. Mesela; İslamın binası beş şart üzerine oturur. Bu beş şartı açık olarak yerine getiren Müslüman olur. Ancak batın olan enfüste de belirtilen beş şart olduğundan adı geçen beş şartı zahiren ve batınen gerçekleştirenlerin, Tevbe Suresi 124.Ayet: “Onların imanları üzerine imanları arttı.” Hak’kın yüce fermanınca afaktaki imanları enfüsteki imanları ile ziyadelenir. Ehli tevhid ve ehli yakin olurlar ve şirkten kurtulurlar. Şeriatın hükümlerini gereği üzere yerine getirmiş ve sıdkıyet makamında bulunmuş olurlar. Şer’i şerif, uçsuz bucaksız bir deniz olduğundan ince eleyip sık dokuyanlara göre, şeriat, tarikat, hakikat ve marifet olarak isimlendirildi. Şeriatın nihayeti tarikatın başlangıcıdır. Tarikatın nihayeti tevhidi hakikinin başlangıcıdır. Tevhidi hakikinin nihayeti, marifetullahın başlangıcıdır.

Şeriat: Şer’i şerifin ahkamını söz ile tahsil edip öğrenmektir.

Tarikat: Şer’i şerifin hükümlerini fiilen uygulamaktır. Bunların ikisi de zahirdir.

Hakikat: “Allah’ım eşyanın hakikatını bana göster.” hadisine dayanarak aleyhisselatı vessellemin sözü üzerine eşyanın özünü, nisbet olmaksızın, gerçekte olduğu gibi anlamak ve şüphe duymamaktır.

Marifet: “Nefsini bilen rabbini bilir.” Hazreti nebevi sözü üzerine kendi nefsini bilmektir. Dikkat edilmelidir ki, irfaniyet kitaplardan araştırılmakla öğrenilmez ve anlaşılmaz. “Rabbımı Rabbımla bildim.” Sözü delilince Rab, Rab ile bilinir. Yol gösterici olarak Maide Suresi 35.Ayet: “O’na ulaşmak için vesile arayın.” Emri gereğince kişi terbiye olunmak için Mürşidi Kamile muhtaçtır.

        Hakiki tevhide sülük ederek kendini, ilahi beş varlığa sahip olan vacip ve vücut sahibi zatta mahv ve fena etmektir. “La faile illallah, la mevsufe illallah, la mevcude illallah”sırrı gerçekleşerek meratibi ilahiyeyi zevk ve şuhud etmektir. Rahman Suresi 26 ve 27.Ayet: “Herşey yokluktadır. Ancak, Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” ayeti kerimesince masivadan, kendi görüş ve anlayışından ifna ve izole ile mevcut olan, gören ve görünen, fail ve tasarruf  eden Hak Teala olduğunu Şuhut etmektir.

Soru: Masivanın vücudu, sıfatı, fiilleri ve hükümleri görünürken nasıl yok olur? Yok olunca o emri ilahi, rabbani teklifat ve ahiret ve de ahirette verilecek yukarı ve aşağı dereceler olmaması gerekir.

Cevap: Yok olan var olmadığı gibi var olan da hemen söylemekle yok olmaz. Görünen bütün masivanın müstakil vücutları olmayıp ilahi zuhurattır. Vücut ve sıfatları Hak’kın vücudu ve mevsufluğu ile var iken cehaletle masivaya vücut ve sıfat verilmektedir. Gerçekte yok olanı var bildiğimizden yok ve izole edilecek kendi cehaletimizdir. Yoksa Hak’kın tecelliyatı bir an dahi yok olamaz, tecelliyat sonsuzdur, yok olmadığını bilmek de irfaniyettir. İki anda bir tecelli olmadığı gibi bir anda da iki tecelli olmaz. Ankebut Suresi 19.Ayet:  “Hiç görmediler mi, Allah yaratmayı nasıl başlatıyor, sonra onu yeni baştan yapıyor.” Emri üzere her anda olan baki tecelli, gayriyetin gayrıdır. Cehalet irfaniyette yok olunca gerçek vücut sahibi ortaya çıkar. Hak’kın vücudundan gayrı vücut olmadığı ve masiva denilen kesretin, tecelliyatı ilahiye olup vahdaniyetinin inkar olunamayacağı anlaşılır. Benzer şekilde “Ben bir gizli hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk eyledim.” Kutsi hadis üzere bilinmekliğini muhabbet etmesi, uluhiyet mertebelerinin icabı, rububiyet ve vahdaniyetini kesrette açığa çıkarmak suretiyle zuhura gelmesidir. Bundan dolayı kesret, ilahi zuhurat olduğu gibi kesrette görünen vücut, sıfat, efal ve ahkam ve de hareket ve sükunluk dahi yüce Rabbimizin çeşitli renklerle görünmesidir. Emir ve yasaklar, teklifatı ilahi, ahiret ve ahirette olacak sual, hesap, sırat, mizan, yukarı ve aşağı dereceler Kur’anı Azümüşşanda söylendiği gibi hepsi gerçektir. Amir, hakim ve fail olan zat’dan, memur, hüküm giyen ve kabul edene hitaptır.

Soru: Görünen kesret, Hak’kın zuhuratı olduğu için aynı olması gerekir, aynı olunca da sayıya gelen ilah olmasını gerektirir, teklifat kendinden kendine olunca dünya ve ahirette azab görecek olanın Hak Teala Hazretleri olmasını icab eder bu ise olası bir şey değildir.

Cevap: Zuhuratı ilahi, isim ve görüntü yönüyle gayrıdır. Onun için kendi kendine teklif vermesi ve azab etmesi olmaz. Çünkü teklifat ve azab görme rububiyet hükümlerindendir. Rububiyet mertebesi ise terbiye edilecek olanı talep eder. Terbiye olacak olanı, şeriat teklifi ile, azap görme ve nimetlenme gibi değerlerle işleme tabi tutar.

Soru: Hak Teala Hazretlerini denize, bu tecelliyatı da dalgaya benzetirsiniz, dalgalar denizin aynı olup denizde ortaya çıkar ve denizde kaybolur, benzer şekilde, bu mahlukatta Hak’da zuhur eder Hak’da yok olur dersiniz, buna da , Rahman Suresi 26 ve 27.Ayetler : “Herşey yokluktadır. Ancak, Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” ayetiyle, Mümin Suresi 16.Ayet: “Bugün mülk kimindir? sadece kahredici Allah’ındır.” Ayetini delil getirirsiniz. Deniz olayında olduğu gibi, dalgalar denizden zuhur ederek denizin aynı iseler de gayrı görünür, işte isimler de dalga gibidir. Bazen denizi dalgasız görürüz, dalgaları da rüzgarın esmesiyle denizin kabarması olarak niteleriz amma zuhuratı ilahi dediğimiz kesretin noksan bulması yoktur. Her an yok olup var olurlar. Açıklanan iki ayetin hükümleri suretlerin üflenmesinden sonradır.

Cevap: Denizi dalgaya benzetmek kesretteki görünenlerin vücudunun bir vücut olmasından dolayıdır. Surette her ne kadar zıt görünse de hakikatta birdir. Bazı zamanlarda dalganın görünmemesi, Muhammed (sav) efendimizin makamı olan tevhidi ehadiyyet ve tevhidi sırfı işaret eder. Bundan önceki makam kesret ve vahdet, cemülcem makamıdır. Bu makam noksandır. Bundan dolayı Resulu Ekrem efendimizin gölgesi yere düşmedi. Gölgesi olmadı ve makamı sırf tevhide işarettir.

Soru: Rabbi Teala Hazretlerinin görünür olduğunu söylüyorsunuz ve İmamı Ali hazretlerinin “Görmediğim rabbe ibadet etmem.” buyurduğunu delil getirirsiniz bununla birlikte görme ahirete mahsustur, dünyada, hazreti Musa, salat ve selam O’nun üzerine olsun, görmemiş iken başkaları nasıl görmüş olabilir?

Cevap: Yüce Allah (cc)’ü hazretlerinin zahir, hazır ve nazır olduğuna şüphe yoktur. Ancak görünmesi ve bilinmesi beşeri özelliklerden hariç olduğundan hazreti Musa(as)’a “Göremezsin” buyruldu. Ancak eserlerin mazharı efal, efalin mazharı esma ve esmanın mazharı sıfat olup, hazreti sıfat hakikatı Muhammediye olmakla, yukarıda geçen bütün görünenleri kendinde toplayan hakikatı Muhammediye’yi gören, sayılmış görünen eserleri ile beraber eser sahibinde yok olduğunu müşahede eden, baki ve mevcut sıfatlarıyla zuhur eden yüce zat hazretleri olduğunu görür ve bilir. “Beni gören Hak’kı görür.” diyen peygamberimiz (sav) efendimizin emirleri üzere eserde, Bakara Suresi 115.Ayet: “Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü ordadır.” İlahi ferman yönüyle her tarafta görünen ve cilvegar olan kendidir. Amma kesret gören vahdeti göremez. Kesret vahdete perde olur. Perde kalkmadan sevgili görülemez.

Soru: Görünen Hak’kın tecelliyatı, tecelli, tecelli edenin aynı olduğuna göre her ne görürsek leş ve pisliğe varıncaya kadar Hak mı diyelim?

Cevap: Saydıklarımızla birlikte bu, şu, o her dediğin kesrettir. Kesret ise vahdetin zıttıdır. Kesret gören vahdet göremez ve vahdet gören leş de pislik de göremez. O halde bu yönde yapılan açıklamanın anlaşılması ve gerçeğin görülmesi ve zevk edilmesi ancak eşyanın hakikatının feth edilmesi ve müşahedesi ile olur. Zevk ve şuhudu olmayan “Dünyada ama olan ahirette de amadır.” İlahi emir üzere ama olan ne görebilir? Bu renk çeşitliliğini ve şekilleri nasıl anlayabilir. Medreseye girmeden fıkıh ilmi anlaşılmadığı gibi tevhide sülük etmeden ilmi tevhid anlaşılmaz. Her ilmin iyi olup olmadığını uzmanı anlar.

Soru: Bu görünen kesrete, tecelliyatı ilahi ve rabbin yarattıkları demek bir tabirden ibarettir. Bu ifadeye göre yaratılmışların zatlarında değişme olmadığı sürece iki tabirin arasında ne fark vardır? 

Cevap: Gerçekte fark yoktur. Farkı yaratan cehalettir ki, avam, yaratılmışları, kendilerine ait müstakil vücudu, sıfatı ve fiileri olan mahlukat zanneder ve onların Hak’tan ayrı olduklarını vehm ederler. Bundan dolayı  Hak’kın vücut, sıfat, efal, kudret ve kuvvetinde şirk koşarlar. Tevbe Suresi 18.Ayet: “Bütün müşrikler pistir.” Emri fermanına mazhar olurlar. Her ne kadar bazıları alemin vücudu Allah’ın vücudunun gölgesi, bazıları da alemin vücudu Allah’ın vücudunun gayrısı olduğuna inansalar da, Yüce Hak vücudunda ortak kabul etmediğinden gölge diyenler gölgenin gayriyetiyle ve ayrıdır diyenler gayrının gayrıyetiyle Hak’ka ortaklık ederler. Arifler ve hakikat ehilleri bu varlığı Hak’tan ayrı görmediklerinden ve alemi Hak’kın zuhuru olduğunu, kendilerine mahsus vücut ve sıfat kokusu koklamadıklarını bilip müşahede ettiklerinden şirk koşmazlar. Olgun bir tenzihten maksat Hak’kın birliğine arif olmak ve şirkten uzak durmaktır. Mevcut, mevsuf, fail ve tasarruf edenin Hak olduğunu ve kesrette görünen varlığın vahdetin aynı olduğunu ikrar ve Şuhut ederler. Alemi kesret, mevcudat, mahlukat, tecelliyatı zuhurat, her ne dersen de yine kendidir. Tabir ile değişmez. 

Soru: Bu senin buyurduğun ifadeyi niçin ulema efendilerimiz ifade ve açıklamada bulunmuyorlar.?

Cevap: Benim açıkladığım bir tabirden ibaret değildir. Bu olayın kendisi olup dört kitabın ortaya koyduğu tevhiddir. Bunun yanında alim demek; şeriat, tarikat ve hakikata vakıf olmak demektir. Yani şer’i şerifi zahiren ve batınen bilip uygulayan demektir. Fakat sadece zahir yönünü bilenler bildikleri kadarını yerine getirirler. Sebep ve manasını bilenler bu uslüp üzerine ifade ve tarifte bulunurlar. Hepsinin vaaz ve nasihatları şer’i şerif üzerinedir. Amma şeriatsız hakikat mümkün değildir. Daha başlıngıçta ahkamı şeriat bilmek ve yerine getirmek gerekir. Sonra tarikat ilmine sülük etmek, şer’i şerifin hükümlerini bizzat uygulamak demektir. Hakikat, ilmi ledün olup kitaplarda yazılı olmadığından ulema efendilerimiz, kitaplarda yazılanları çalışmaları karşılığında avama anlatırlar. Oysa kamil mürşit olan efendilerimiz ise hakikat ilmi ve marifet ilmi olan tevhid ilmini telkin etmeleri  görev bilinci ve aşkına sahip olmalarındandır.

Soru: Ahmedi dinin ilmi, akıl ve nakile dayanır. İlmi batın kitapları olmayınca akıl ve nakile güvenmemek gerekir?

Cevap: İlmi zahir, Rusullah (sav) den bu yana rivayetten rivayete ve kitaptan kitaba alındığından şüpheden arınmamıştır. İlmi batın ise; Kehf-65 “Biz O’na kendi katımızdan ilmi ledün bağışladık.” buyruğu üzerine yüce Mevla hazretlerinden almakla şüpheden kurtulmuştur. Gerçi, ilmi batın kitapları, ilmi zahir kitaplarından birkaç misli fazladır. Hepsi de ayet ve hadis üzerine yazılmıştır. Bu kitapları bir araya getirenler, Resulü Ekrem (sav) efendimizin varisleri olup zahiren ve batınen görevli olan kiram ve hakikat ehilleri kamillerdir. Ancak, ilmi zahir ilmi derstir. Bu da ders okumakla tahsil edilir. Amma ilmi batın, ilmi nefstir yani kişinin kendinde gerçekleşir. İlmi batın kitaplardan okumakla elde edilmediğinden, arifler kitaplarda yazılı olanlara itibar etmezler. Kitaptan öğrenilen ilmel yakindir, arifler ise aynel yakine bile kanmazlar, hakkal yakin oluşmadan konuşmazlar.

Soru: Söylemiş olduğunuz kişiler ve mürşitler zamanımızda pek azdır. Çok nadir hatta yok gibidir.

Cevap: Bu ve bu benzeri Allah erleri Ahmedi dinin doğrulayıcılarıdır. Ahmedi din durdukça onlarda bu alemde var olacaklardır. Beni İsrail zamanı, nebilerden ve İsa (as)’dan yoksun olmadıkları gibi. “Kavminin içindeki şeyh ümmetin içindeki peygamber gibidir.” Resullah (sav) efendimizin sözü üzere mürşitler, içinde bulunduğu toplumda nebi ayarında olduklarından kıyamete kadar bir an dahi noksan olmazlar. Her zamanda, her beldede mevcutturlar. Ancak bilinmeleri ehline mahsustur. Avam, zühtü takva ile bilmeyi arar. Bununla birlikte zahit ve Allah’tan korkanlar taliptir ve Hak’kı talep ederler fakat onlar istenilendir, Yüce Hak onları talep eder. Onun için zahirde bütün zamanlarını, Allah’ın farzları ve hazreti nebevi (sav) efendimizin sünnetleri ile geçirirler, ayrıca “Bir saatlik tefekkür bin yıllık ibadetten hayırlıdır.” fermanınca, yaratılmışların en hayırlısına en üstün ve yüce salat ve selam üzerine olduklarından vahdet denizinin tefekkürü, huzur ve müşahedesi  ile sohbettedirler. Gerçi herkesin haline göre konuşurlar, ticaret işleri ile uğraşırlar ise de “Nur Suresi 37.Ayet: “Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları Allah’ı anmaktan, namaz  kılmaktan, zekat vermekten alıkoymaz.” İlahi emir üzerine huzurdan ve daim namazdan, dualardan ve Resullah (sav) efendimize olan bağlılıklarından bir an dahi gaflet etmezler. Onların suretleri halkla, siretleri (iç yönleri) Hak’ladır.

Soru: Resul (sav) Efendimiz ibadet ve riyazat ile meşgul oldukları halde, bu kişiler ibadet ve riyazatla niçin meşgul olmazlar?

Cevap: Aleyhisselatı vessellem efendimizin ibadet ve riyazatla meşgul olmaları şeriatı yaymak içindir. İbadet, Rabbani tecelli olup Allah’a şükrü belirtir. İbadet değildir. Hatta, “Geçmiş ve gelecek bütün günahlarını bağışladım.” Sözü hatırlatıldığında yani, af ve bağışlanmış olduğu söylendiği halde bu nasıl bir ibadettir? diye sual ettiklerinde “Ben Allah’a şükreden kul olmayayım mı?” buyurdular. “Ben Allah’a ibadet eden kul olmayayım mı? buyurmadılar. Çünkü ibadet, cehennemden kurtulmak  ve cennete kavuşmak amacıyla yapılır. Katıksız ve ihlasla yapılmadığından ve bu kesretle meşgul ettiğinden itibar etmezler.

Soru: Rabbani olan ibadet Allah’a şükrane olarak yapılan ibadettir dediğin nasıl bir ibadettir?

Cevap: Kulun kendi varlığı olmayarak belli amaç ve beklenti içinde bulunmadan, Hak için, Hak’tan Hak’ka yapılan ameli salihtir. Bu şekilde yapılan ibadet enbiya ve varislerine mahsustur. Sebe Suresi 13.Ayet: “Ey Davud ailesi, şükür olarak işi yapın. Kullarım içinde şükredenler o kadar az ki..” bu özellikteki kişiler şükreden kullardır. İbadet eden kul değildirler. Bundan dolayı ibadetleri ubudettir. Avam bunların hallerine vakıf olamadıkları gibi sözlerine ve ubudetlerine de vakıf olamazlar. “İnsan bilmediğinin düşmanıdır.” sözü delilince Resul (sav) Efendimize yapılan iftiralar, buna benzer gün be gün yaptıkları kötülemeler ve ayıplamalarla kendilerini örterler. Cahillerden Allah’a sığınırız.

Soru: Hak’tan Hak’ka, Hak için ibadet nasıl olabilir?

Cevap: Meratibi saltanat bilinmeden, sultan bile tam olgunlukla bilinmez. Bütün noksanlıklardan arınmış olan Hak Teala hazretlerinin Uluhiyyet ve Rububiyyet mertebelerini bilmeden Hak’ka nasıl arif olabilirsin? Tevbe Suresi 28.Ayet: “Bütün müşrikler pistir.” Buyrulmuş iken, pislikle beraber padişaha değil sarayına bile yaklaşamazsın. “Vücudun en büyük günahtır. Başka günahla kıyas kabul etmez.” hadisi şerif delilince Vücudu unsuriyende mevcut oldukça ve benlikte bulundukça pislik olan şirk senden hiçbir zaman ayrılmaz. Ancak mürşidin telkini ile, vücudundan ve bütün masivadan kurtulup yok olduğunda, Rahman Suresi 27.Ayet: “Herşey yokluktadır. Ancak, Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” ilahi fermanı üzere Hak’tan gayrı olmadığını söylemek ve fail Allahu Teala olduğunu, bunun hem enfüste hem de afakta gerçekleştiğini kabul edip bu şekilde müşahedede  bulunmakla şirkten kurtulmuş olursun. Fail ve yüklenici kendi olduğu gibi abid ve mabudun dahi kendi olduğuna şüphen kalmaz. Medresede bulunmadan en küçük bilgisizlikten dahi kurtulamazsın. Bunun gibi mürşidi kamilin önüne teslimiyetle diz çökmeden cehaletten ve şirkten kurtulamazsın ve marifetullahı tahsil edemezsin. Sözlerin şeriatla, işlerin tarikatla, halin hakikatla olmadan Resul(sav)’e tabi olamazsın, kamil bir mümin ve fırkayı naciyeden de olamazsın.

    Resulullah(sav) efendimiz buyurdular, “şeriat sözlerin, tarikat fiillerin, hakikat hallerindir”  Salat ve selam, başlangıçtan sona kadar, peygamberimize, ailesine ve arkadaşlarının üzerine olsun. Bütün yardım ve hidayet onlara mensup olanlar üzerine olsun. Amin Yarabbel Alemin… 

 

                                                                                                                            Sadeleştirme 

                                                                                                                    Mehmet Naci GÜNEY