BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’adır. Salat
ve selam Seyyidlerin evveli ve sonuncusu Muhammed (sav) Efendimize ve onun yüce
ailesine ve arkadaşları üzerine olsun.
Ey birader; bilmelisin ki, Hak Teala Hazretleri
zatında, sıfatında, esma ve efalinde şirk kabul etmediği gibi din dahi
şirket(ortak) kabul etmez. Resulun bir olması gibi din de birdir. Zümer Suresi 3.Ayet: “Gözünüzü açıp
kendinize gelin! Halis din yalnız Allah’ındır.” Yani şirkten arınmış olan
dindir ki, Aleyhisselatü Vessellem Efendimiz Hazretleri ve O’na tabi olanlara
emredilen din İbrahim (as) dini üzerine olan milleti İbrahim dinidir. Yüce
Allah, Ali-İmran Suresi 95.Ayetinde
buyurur: “Hadi artık hanif olarak İbrahim dinine uyun. Müşriklerden değildi o.”
Sıkı sıkı tenbih edilen emri ilahi, sırf tevhid üzere olmaktır. Yine Bakara Suresi 130.Ayette buyrulur: “Milleti
İbrahim’den ancak sefih(zevk ve eğlenceye düşkün) olanlar yüz çevirir.” Hakikat
yönüyle “Nefsini bilen rabbini bilir.” hadisi şerifin manası budur. Yani, Adem
zamanından bu ana kadar bütün ümmetlerin sadık oldukları din, Ahmedi dindir. Tevhid
üzerine dayanır. Elçilerin gelmesi ve kitapların inmesi, bozulan muamelat ve
ahkamın değişmesidir. Din eskiden olduğu gibidir. Cümle kitapların ve vahiy
yoluyla inmiş kitapların beyan ettikleri din O dindir. Ancak dini tam kemal
üzere açıklayan yüce Kur’an’dır. Nasıl ki, Fahri Alem (sav) Efendimiz, bütün
peygamberlerin imamı ise, Kur’anı Kerim de inzal olunan kitapların özüdür.
Tevrad’ı şerif; Tevhidi
tenziyeyi.
İncil’i şerif; Yüksek teşbihi
açıklar.
Tenzih: Allah(cc)’ü bütün
noksanlıklardan temiz kılmak. Birşeye benzetmemek.
Teşbih: Bir şeye
benzetmek.
Geçmiş ümmetlerin istidatları olgun olup
ikisini de anlamağa kabiliyetleri vardı. Şura
Suresi 11.Ayet: “O’nun misli olan hiçbirşey yoktur, işiten ve gören O’dur.” Ayeti
fermanınca daim ve baki üzere, yüce Kur’an tenzih ve teşbihi kendinde
toplamıştır. Yüce Mevla Hazretleri bu özelliği Kur’an ve Furkan olarak
buyurmuştur. Cem ve farkı kendinde toplamıştır. İmam Ali (kv) buyururlar: “Cemsiz
fark şirk, farksız cem de zındıklıktır.” Sırrı nurlu Hazreti Şeyhül Ekber(ks)
buyurur: “Sen cem ile fark arasında
bulun, en doğru yerde olursun.” Yani fark ki, zahirdir, kayıt ve teşbihtir.
Cem’siz yalnız fark ile kayıt olan açık şirkten kendini kurtarırsın ancak gizli
şirkten kurtaramazsın. Benzer şekilde, sırf cem ki, batındır ve mutlak
tenzihtir. Farksız yalnız cem ile olursan zındıklıkla kayıtlanmaktan
kurtulamazsın.
Tevhid: Şer’i şerifin
gerek zahirini ve gerek batınını cem ederek ikisinin de hükümlerini yerine
getirmektir.
Zahir: Afakta olan görünen
ve kitapla açıklanan.
Batın: Enfüsde olup
avamın şuhud edemediği, zahir olan kitaplarda açıklanmayan ilahi ayetlerdir.
Fussilet
Suresi 53.Ayet: “Onlara ayetlerimizi afaklarında ve enfüslerinde göstereceğiz. Ta
ki, onun Hak olduğu ayan beyan belli olsun.” Ayeti gereğince avam, açık olan
ayetleri afakta görüp de enfüste göremediklerinden enfüsteki ayetler onlardan
örtülü kalır ve batın olarak tabir ederler. Ehli vahdet, afakta gördükleri
benzer ayetleri enfüste de şuhud ettiklerinden onların katında zahir ve batın
bir şey olmakla zahir ve batını cem ederler. Mesela; İslamın binası beş şart
üzerine oturur. Bu beş şartı açık olarak yerine getiren Müslüman olur. Ancak
batın olan enfüste de belirtilen beş şart olduğundan adı geçen beş şartı
zahiren ve batınen gerçekleştirenlerin, Tevbe
Suresi 124.Ayet: “Onların imanları üzerine imanları arttı.” Hak’kın yüce
fermanınca afaktaki imanları enfüsteki imanları ile ziyadelenir. Ehli tevhid ve
ehli yakin olurlar ve şirkten kurtulurlar. Şeriatın hükümlerini gereği üzere
yerine getirmiş ve sıdkıyet makamında bulunmuş olurlar. Şer’i şerif, uçsuz
bucaksız bir deniz olduğundan ince eleyip sık dokuyanlara göre, şeriat, tarikat,
hakikat ve marifet olarak isimlendirildi. Şeriatın nihayeti tarikatın
başlangıcıdır. Tarikatın nihayeti tevhidi hakikinin başlangıcıdır. Tevhidi hakikinin
nihayeti, marifetullahın başlangıcıdır.
Şeriat: Şer’i şerifin
ahkamını söz ile tahsil edip öğrenmektir.
Tarikat: Şer’i şerifin
hükümlerini fiilen uygulamaktır. Bunların ikisi de zahirdir.
Hakikat: “Allah’ım eşyanın hakikatını bana göster.” hadisine
dayanarak aleyhisselatı vessellemin sözü üzerine eşyanın özünü, nisbet
olmaksızın, gerçekte olduğu gibi anlamak ve şüphe duymamaktır.
Marifet: “Nefsini bilen
rabbini bilir.” Hazreti nebevi sözü üzerine kendi nefsini bilmektir. Dikkat
edilmelidir ki, irfaniyet kitaplardan araştırılmakla öğrenilmez ve anlaşılmaz. “Rabbımı Rabbımla bildim.” Sözü
delilince Rab, Rab ile bilinir. Yol gösterici olarak Maide Suresi 35.Ayet: “O’na ulaşmak için vesile arayın.” Emri
gereğince kişi terbiye olunmak için Mürşidi Kamile muhtaçtır.
Hakiki tevhide sülük ederek kendini, ilahi
beş varlığa sahip olan vacip ve vücut sahibi zatta mahv ve fena etmektir. “La faile illallah, la mevsufe illallah, la
mevcude illallah”sırrı gerçekleşerek meratibi ilahiyeyi zevk ve şuhud
etmektir. Rahman Suresi 26 ve 27.Ayet:
“Herşey yokluktadır. Ancak, Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” ayeti
kerimesince masivadan, kendi görüş ve anlayışından ifna ve izole ile mevcut
olan, gören ve görünen, fail ve tasarruf
eden Hak Teala olduğunu Şuhut etmektir.
Soru: Masivanın vücudu, sıfatı,
fiilleri ve hükümleri görünürken nasıl yok olur? Yok olunca o emri ilahi, rabbani
teklifat ve ahiret ve de ahirette verilecek yukarı ve aşağı dereceler olmaması
gerekir.
Cevap: Yok olan var
olmadığı gibi var olan da hemen söylemekle yok olmaz. Görünen bütün masivanın
müstakil vücutları olmayıp ilahi zuhurattır. Vücut ve sıfatları Hak’kın vücudu
ve mevsufluğu ile var iken cehaletle masivaya vücut ve sıfat verilmektedir. Gerçekte
yok olanı var bildiğimizden yok ve izole edilecek kendi cehaletimizdir. Yoksa
Hak’kın tecelliyatı bir an dahi yok olamaz, tecelliyat sonsuzdur, yok
olmadığını bilmek de irfaniyettir. İki anda bir tecelli olmadığı gibi bir anda
da iki tecelli olmaz. Ankebut
Suresi 19.Ayet: “Hiç görmediler mi, Allah
yaratmayı nasıl başlatıyor, sonra onu yeni baştan yapıyor.” Emri üzere her
anda olan baki tecelli, gayriyetin gayrıdır. Cehalet irfaniyette yok olunca
gerçek vücut sahibi ortaya çıkar. Hak’kın vücudundan gayrı vücut olmadığı ve
masiva denilen kesretin, tecelliyatı ilahiye olup vahdaniyetinin inkar
olunamayacağı anlaşılır. Benzer şekilde “Ben
bir gizli hazine idim bilinmekliğimi muhabbet ettim ve halkı halk eyledim.” Kutsi hadis üzere bilinmekliğini muhabbet
etmesi, uluhiyet mertebelerinin icabı, rububiyet ve vahdaniyetini kesrette
açığa çıkarmak suretiyle zuhura gelmesidir. Bundan dolayı kesret, ilahi zuhurat
olduğu gibi kesrette görünen vücut, sıfat, efal ve ahkam ve de hareket ve
sükunluk dahi yüce Rabbimizin çeşitli renklerle görünmesidir. Emir ve yasaklar,
teklifatı ilahi, ahiret ve ahirette olacak sual, hesap, sırat, mizan, yukarı ve
aşağı dereceler Kur’anı Azümüşşanda söylendiği gibi hepsi gerçektir. Amir,
hakim ve fail olan zat’dan, memur, hüküm giyen ve kabul edene hitaptır.
Soru: Görünen kesret, Hak’kın
zuhuratı olduğu için aynı olması gerekir, aynı olunca da sayıya gelen ilah
olmasını gerektirir, teklifat kendinden kendine olunca dünya ve ahirette azab
görecek olanın Hak Teala Hazretleri olmasını icab eder bu ise olası bir şey
değildir.
Cevap: Zuhuratı ilahi, isim
ve görüntü yönüyle gayrıdır. Onun için kendi kendine teklif vermesi ve azab
etmesi olmaz. Çünkü teklifat ve azab görme rububiyet hükümlerindendir. Rububiyet
mertebesi ise terbiye edilecek olanı talep eder. Terbiye olacak olanı, şeriat
teklifi ile, azap görme ve nimetlenme gibi değerlerle işleme tabi tutar.
Soru: Hak Teala Hazretlerini
denize, bu tecelliyatı da dalgaya benzetirsiniz, dalgalar denizin aynı olup
denizde ortaya çıkar ve denizde kaybolur, benzer şekilde, bu mahlukatta Hak’da
zuhur eder Hak’da yok olur dersiniz, buna da , Rahman Suresi 26 ve 27.Ayetler : “Herşey yokluktadır. Ancak, Rabbin
celal ve ikram yüzü bakidir.” ayetiyle, Mümin Suresi 16.Ayet: “Bugün mülk kimindir? sadece kahredici
Allah’ındır.” Ayetini delil getirirsiniz. Deniz olayında olduğu gibi, dalgalar
denizden zuhur ederek denizin aynı iseler de gayrı görünür, işte isimler de
dalga gibidir. Bazen denizi dalgasız görürüz, dalgaları da rüzgarın esmesiyle
denizin kabarması olarak niteleriz amma zuhuratı ilahi dediğimiz kesretin
noksan bulması yoktur. Her an yok olup var olurlar. Açıklanan iki ayetin
hükümleri suretlerin üflenmesinden sonradır.
Cevap: Denizi dalgaya
benzetmek kesretteki görünenlerin vücudunun bir vücut olmasından dolayıdır. Surette
her ne kadar zıt görünse de hakikatta birdir. Bazı zamanlarda dalganın
görünmemesi, Muhammed (sav) efendimizin makamı olan tevhidi ehadiyyet ve
tevhidi sırfı işaret eder. Bundan önceki makam kesret ve vahdet, cemülcem
makamıdır. Bu makam noksandır. Bundan dolayı Resulu Ekrem efendimizin gölgesi
yere düşmedi. Gölgesi olmadı ve makamı sırf tevhide işarettir.
Soru: Rabbi Teala Hazretlerinin
görünür olduğunu söylüyorsunuz ve İmamı Ali hazretlerinin “Görmediğim rabbe
ibadet etmem.” buyurduğunu
delil getirirsiniz bununla birlikte görme ahirete mahsustur, dünyada, hazreti
Musa, salat ve selam O’nun üzerine olsun, görmemiş iken başkaları nasıl görmüş
olabilir?
Cevap: Yüce Allah (cc)’ü
hazretlerinin zahir, hazır ve nazır olduğuna şüphe yoktur. Ancak görünmesi ve
bilinmesi beşeri özelliklerden hariç olduğundan hazreti Musa(as)’a “Göremezsin” buyruldu. Ancak eserlerin
mazharı efal, efalin mazharı esma ve esmanın mazharı sıfat olup, hazreti sıfat
hakikatı Muhammediye olmakla, yukarıda geçen bütün görünenleri kendinde
toplayan hakikatı Muhammediye’yi gören, sayılmış görünen eserleri ile beraber
eser sahibinde yok olduğunu müşahede eden, baki ve mevcut sıfatlarıyla zuhur
eden yüce zat hazretleri olduğunu görür ve bilir. “Beni gören Hak’kı görür.” diyen peygamberimiz (sav) efendimizin
emirleri üzere eserde, Bakara Suresi 115.Ayet:
“Nereye dönerseniz dönün Allah’ın yüzü ordadır.” İlahi ferman yönüyle her
tarafta görünen ve cilvegar olan kendidir. Amma kesret gören vahdeti göremez. Kesret
vahdete perde olur. Perde kalkmadan sevgili görülemez.
Soru: Görünen Hak’kın
tecelliyatı, tecelli, tecelli edenin aynı olduğuna göre her ne görürsek leş ve
pisliğe varıncaya kadar Hak mı diyelim?
Cevap: Saydıklarımızla
birlikte bu, şu, o her dediğin kesrettir. Kesret ise vahdetin zıttıdır. Kesret
gören vahdet göremez ve vahdet gören leş de pislik de göremez. O halde bu yönde
yapılan açıklamanın anlaşılması ve gerçeğin görülmesi ve zevk edilmesi ancak
eşyanın hakikatının feth edilmesi ve müşahedesi ile olur. Zevk ve şuhudu olmayan
“Dünyada ama olan ahirette de amadır.” İlahi
emir üzere ama olan ne görebilir? Bu renk çeşitliliğini ve şekilleri nasıl
anlayabilir. Medreseye girmeden fıkıh ilmi anlaşılmadığı gibi tevhide sülük
etmeden ilmi tevhid anlaşılmaz. Her ilmin iyi olup olmadığını uzmanı anlar.
Soru: Bu görünen
kesrete, tecelliyatı ilahi ve rabbin yarattıkları demek bir tabirden ibarettir.
Bu ifadeye göre yaratılmışların zatlarında değişme olmadığı sürece iki tabirin
arasında ne fark vardır?
Cevap: Gerçekte fark
yoktur. Farkı yaratan cehalettir ki, avam, yaratılmışları, kendilerine ait
müstakil vücudu, sıfatı ve fiileri olan mahlukat zanneder ve onların Hak’tan
ayrı olduklarını vehm ederler. Bundan dolayı
Hak’kın vücut, sıfat, efal, kudret ve kuvvetinde şirk koşarlar. Tevbe Suresi 18.Ayet: “Bütün müşrikler
pistir.” Emri fermanına mazhar olurlar. Her ne kadar bazıları alemin vücudu
Allah’ın vücudunun gölgesi, bazıları da alemin vücudu Allah’ın vücudunun
gayrısı olduğuna inansalar da, Yüce Hak vücudunda ortak kabul etmediğinden
gölge diyenler gölgenin gayriyetiyle ve ayrıdır diyenler gayrının gayrıyetiyle
Hak’ka ortaklık ederler. Arifler ve hakikat ehilleri bu varlığı Hak’tan ayrı
görmediklerinden ve alemi Hak’kın zuhuru olduğunu, kendilerine mahsus vücut ve
sıfat kokusu koklamadıklarını bilip müşahede ettiklerinden şirk koşmazlar.
Olgun bir tenzihten maksat Hak’kın birliğine arif olmak ve şirkten uzak
durmaktır. Mevcut, mevsuf, fail ve tasarruf edenin Hak olduğunu ve kesrette
görünen varlığın vahdetin aynı olduğunu ikrar ve Şuhut ederler. Alemi kesret, mevcudat,
mahlukat, tecelliyatı zuhurat, her ne dersen de yine kendidir. Tabir ile
değişmez.
Soru: Bu senin
buyurduğun ifadeyi niçin ulema efendilerimiz ifade ve açıklamada
bulunmuyorlar.?
Cevap: Benim açıkladığım
bir tabirden ibaret değildir. Bu olayın kendisi olup dört kitabın ortaya
koyduğu tevhiddir. Bunun yanında alim demek; şeriat, tarikat ve hakikata vakıf
olmak demektir. Yani şer’i şerifi zahiren ve batınen bilip uygulayan demektir. Fakat
sadece zahir yönünü bilenler bildikleri kadarını yerine getirirler. Sebep ve
manasını bilenler bu uslüp üzerine ifade ve tarifte bulunurlar. Hepsinin vaaz
ve nasihatları şer’i şerif üzerinedir. Amma şeriatsız hakikat mümkün değildir. Daha
başlıngıçta ahkamı şeriat bilmek ve yerine getirmek gerekir. Sonra tarikat
ilmine sülük etmek, şer’i şerifin hükümlerini bizzat uygulamak demektir. Hakikat,
ilmi ledün olup kitaplarda yazılı olmadığından ulema efendilerimiz, kitaplarda
yazılanları çalışmaları karşılığında avama anlatırlar. Oysa kamil mürşit olan
efendilerimiz ise hakikat ilmi ve marifet ilmi olan tevhid ilmini telkin
etmeleri görev bilinci ve aşkına sahip
olmalarındandır.
Soru: Ahmedi dinin
ilmi, akıl ve nakile dayanır. İlmi batın kitapları olmayınca akıl ve nakile
güvenmemek gerekir?
Cevap: İlmi zahir, Rusullah
(sav) den bu yana rivayetten rivayete ve kitaptan kitaba alındığından şüpheden
arınmamıştır. İlmi batın ise; Kehf-65
“Biz O’na kendi katımızdan ilmi ledün bağışladık.” buyruğu üzerine yüce
Mevla hazretlerinden almakla şüpheden kurtulmuştur. Gerçi, ilmi batın
kitapları, ilmi zahir kitaplarından birkaç misli fazladır. Hepsi de ayet ve
hadis üzerine yazılmıştır. Bu kitapları bir araya getirenler, Resulü Ekrem
(sav) efendimizin varisleri olup zahiren ve batınen görevli olan kiram ve
hakikat ehilleri kamillerdir. Ancak, ilmi zahir ilmi derstir. Bu da ders
okumakla tahsil edilir. Amma ilmi batın, ilmi nefstir yani kişinin kendinde
gerçekleşir. İlmi batın kitaplardan okumakla elde edilmediğinden, arifler
kitaplarda yazılı olanlara itibar etmezler. Kitaptan öğrenilen ilmel yakindir, arifler
ise aynel yakine bile kanmazlar, hakkal yakin oluşmadan konuşmazlar.
Soru: Söylemiş olduğunuz
kişiler ve mürşitler zamanımızda pek azdır. Çok nadir hatta yok gibidir.
Cevap: Bu ve bu benzeri
Allah erleri Ahmedi dinin doğrulayıcılarıdır. Ahmedi din durdukça onlarda bu
alemde var olacaklardır. Beni İsrail zamanı, nebilerden ve İsa (as)’dan yoksun
olmadıkları gibi. “Kavminin içindeki
şeyh ümmetin içindeki peygamber gibidir.” Resullah (sav) efendimizin sözü
üzere mürşitler, içinde bulunduğu toplumda nebi ayarında olduklarından kıyamete
kadar bir an dahi noksan olmazlar. Her zamanda, her beldede mevcutturlar. Ancak
bilinmeleri ehline mahsustur. Avam, zühtü takva ile bilmeyi arar. Bununla
birlikte zahit ve Allah’tan korkanlar taliptir ve Hak’kı talep ederler fakat
onlar istenilendir, Yüce Hak onları talep eder. Onun için zahirde bütün
zamanlarını, Allah’ın farzları ve hazreti nebevi (sav) efendimizin sünnetleri
ile geçirirler, ayrıca “Bir saatlik
tefekkür bin yıllık ibadetten hayırlıdır.” fermanınca, yaratılmışların en
hayırlısına en üstün ve yüce salat ve selam üzerine olduklarından vahdet
denizinin tefekkürü, huzur ve müşahedesi
ile sohbettedirler. Gerçi herkesin haline göre konuşurlar, ticaret
işleri ile uğraşırlar ise de “Nur Suresi
37.Ayet: “Öyle erler vardır ki, ne bir ticaret ne bir alış veriş onları Allah’ı
anmaktan, namaz kılmaktan, zekat
vermekten alıkoymaz.” İlahi emir üzerine huzurdan ve daim namazdan, dualardan
ve Resullah (sav) efendimize olan bağlılıklarından bir an dahi gaflet etmezler.
Onların suretleri halkla, siretleri (iç yönleri) Hak’ladır.
Soru: Resul (sav) Efendimiz
ibadet ve riyazat ile meşgul oldukları halde, bu kişiler ibadet ve riyazatla
niçin meşgul olmazlar?
Cevap: Aleyhisselatı
vessellem efendimizin ibadet ve riyazatla meşgul olmaları şeriatı yaymak
içindir. İbadet, Rabbani tecelli olup Allah’a şükrü belirtir. İbadet değildir. Hatta,
“Geçmiş ve gelecek bütün günahlarını
bağışladım.” Sözü hatırlatıldığında yani, af ve bağışlanmış olduğu
söylendiği halde bu nasıl bir ibadettir? diye sual ettiklerinde “Ben Allah’a şükreden kul olmayayım mı?” buyurdular.
“Ben Allah’a ibadet eden kul olmayayım
mı? buyurmadılar. Çünkü ibadet, cehennemden kurtulmak ve cennete kavuşmak amacıyla yapılır. Katıksız
ve ihlasla yapılmadığından ve bu kesretle meşgul ettiğinden itibar etmezler.
Soru: Rabbani olan
ibadet Allah’a şükrane olarak yapılan ibadettir dediğin nasıl bir ibadettir?
Cevap: Kulun kendi
varlığı olmayarak belli amaç ve beklenti içinde bulunmadan, Hak için, Hak’tan
Hak’ka yapılan ameli salihtir. Bu şekilde yapılan ibadet enbiya ve varislerine
mahsustur. Sebe Suresi 13.Ayet: “Ey Davud ailesi, şükür olarak işi yapın. Kullarım
içinde şükredenler o kadar az ki..” bu özellikteki kişiler şükreden
kullardır. İbadet eden kul değildirler. Bundan dolayı ibadetleri ubudettir. Avam
bunların hallerine vakıf olamadıkları gibi sözlerine ve ubudetlerine de vakıf
olamazlar. “İnsan bilmediğinin
düşmanıdır.” sözü delilince Resul (sav) Efendimize yapılan iftiralar, buna
benzer gün be gün yaptıkları kötülemeler ve ayıplamalarla kendilerini örterler.
Cahillerden Allah’a sığınırız.
Soru: Hak’tan Hak’ka, Hak
için ibadet nasıl olabilir?
Cevap: Meratibi saltanat
bilinmeden, sultan bile tam olgunlukla bilinmez. Bütün noksanlıklardan arınmış
olan Hak Teala hazretlerinin Uluhiyyet ve Rububiyyet mertebelerini bilmeden
Hak’ka nasıl arif olabilirsin? Tevbe
Suresi 28.Ayet: “Bütün müşrikler pistir.” Buyrulmuş iken, pislikle beraber
padişaha değil sarayına bile yaklaşamazsın.
“Vücudun en büyük günahtır. Başka günahla kıyas kabul etmez.” hadisi şerif
delilince Vücudu unsuriyende mevcut oldukça ve benlikte bulundukça pislik olan
şirk senden hiçbir zaman ayrılmaz. Ancak mürşidin telkini ile, vücudundan ve
bütün masivadan kurtulup yok olduğunda, Rahman
Suresi 27.Ayet: “Herşey yokluktadır. Ancak,
Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” ilahi fermanı üzere Hak’tan gayrı
olmadığını söylemek ve fail Allahu Teala olduğunu, bunun hem enfüste hem de
afakta gerçekleştiğini kabul edip bu şekilde müşahedede bulunmakla şirkten kurtulmuş olursun. Fail ve
yüklenici kendi olduğu gibi abid ve mabudun dahi kendi olduğuna şüphen kalmaz. Medresede
bulunmadan en küçük bilgisizlikten dahi kurtulamazsın. Bunun gibi mürşidi
kamilin önüne teslimiyetle diz çökmeden cehaletten ve şirkten kurtulamazsın ve
marifetullahı tahsil edemezsin. Sözlerin şeriatla, işlerin tarikatla, halin
hakikatla olmadan Resul(sav)’e tabi olamazsın, kamil bir mümin ve fırkayı naciyeden
de olamazsın.
Resulullah(sav)
efendimiz buyurdular, “şeriat sözlerin, tarikat
fiillerin, hakikat hallerindir” Salat
ve selam, başlangıçtan sona kadar, peygamberimize, ailesine ve arkadaşlarının
üzerine olsun. Bütün yardım ve hidayet onlara mensup olanlar üzerine olsun. Amin Yarabbel Alemin…
Sadeleştirme
Mehmet Naci GÜNEY