ŞERHEDEN (AÇIKLAYAN): NEJDETŞAHİN
Bab-ı hazret açılıp verdi
sada
Kim ki, canı terk edip
kıldı feda
Hazret: varlık,Bab-ı
hazret:
Hak varlığının kapısı demektir. Ki, zamanın Kâmil-i mürşidi Hak kapısıdır,
çünkü kâmilin irşadıyla ancak Hakk’a kavuşulur. Kâmilin irşad ve tebliği ile
marifetullaha mazhar olmak iseinsana seda
verilmesidir, yani Hak sedasının duyurulmasıdır. Bir insan kendine nisbet
ettiği varlığını, kâmilin telkin-i irşadıyla fenayı ef’al, fenayı sıfat ve
fenayı vücud keşfi irfanıyla yokluğa / fenaya ulaştırıp feda etmekle ancak,
marifetullaha mazhar olur ve Hak sedasını duyar.
Bunu ifadeyle her kime babı
hazret açılırsa yani her kim mürşidi kâmilin telkini irşadına mazhar olur
da, kendine nisbet ettiği can-ı
varlığını fenaya / yokluk irfanı ile terk ve feda ederse o, Hak sedasını
duyar demektir.
"Lâ ilahe
gayruk" geldi nida
"Men ârefe" didi
çü. şâh-ı Mustafa
“Lâ ilâhe gayruk”:Allah’tan
gayrı yoktur, “Men ârefe nefse fekat
arefe Rabbe”: Kim nefsine / kendine arif olursa o Rabbı’na Arif olur(hadisi şerif) beyanlarıdır. Ki “Lâilâhe
gayruk”: Allah’tan gayrı hiçbir varlık yoktur anlamındadır. Ve bir
kimse fenafillâh irfanıyla bu hadisi şerifin mahiyetine ulaşırsa. Böyle bir
kulun nazarında/bakışında kendinin ve cümle âlemin fenasında/yokluğunda tecelli
eden Allah’tan gayrı bir varlık olmaz. Çünkücümle
Peygamberlerin şah-ı (padişahı) olan Hz.Resulullah (s.a.v);“Men ârefe nefse fekat arefe Rabbe- kim
nefsine / kendine arif olursa o Rabbı’na arif olur.” buyurmakla, bu
hikmete işaret etmiştir. Ki bu hadis hikmetince bir kimse, nefsinin/kendinin
yokluğuna arif olursa o, yokluğunda mevcudiyetiyle tecelli eden Rabbine vuslat
kulluğuna ulaşır. Ve o kul, Rabbin’den gayrı hiçbir şey müşahade etmez
demektir.
Bilmedinse kendini oldu
âmâ
Âşıka dünya durur ayn-ı
bekâ
Bu imtihan âlemi olan yeryüzünde yaşayan bir insan eğer kendine arif
olmazsa, kendini bilmezse o, cümle âlemlerde âmâ yani kör olur. Ki bunu
ifadeyle Kur’an’da; “Bu dünyada âmâ/kör olan ahirette de âmâdır
/ kördür.” (İsrâ, 72)
buyrulur. Fakat bir insan, eğer kendinde doğuştan var olan aşk ve muhabbetini,
Kamil’in irşadıyla ilah-i aşk’a dönüştürürse o, Hak aşığı olup Hakk’a kavuşur.
Ve Hak aşığı, cümle âlemlerde mevcudiyetiyle ebedi, ölümsüz ve bâki olan ilah-i
sevgiliye kavuşarak Hakk’ın bekasıyla bekâ bulur.
Bunu beyanla
bu âlemde ilâh-i aşktan mahrum ve kendini bilip arif olmayan bir insan, dünya
ve ahirette Hakk’ın âmâ’sıdır/
körü’dür. Oysa müşahadesinde Rabbinden gayrı olmadığı için, yaşadığı dünya ve cümle âlemler Hak aşığınaayn-ı bekâdurur. Yani Hak aşığı cümle âlemlerde Hakk’ın
ebediyeti ile ebediyet beka bulur, buyruluyor.
Her bir ismin var müsemması amma
Çünki sensin sana perde ey
dilâ
Müsemma:İsimlerle isimlenen zat-ı ilâhi,Dilâ: Gönül sahibi, demektir. Cümle
âlemlerin ve her bir eşyanın bir ismi vardır ve o isimlerin tesiri ile âlemler
ve eşya dediğimiz varlıklar oluşur. Ki bu varlıkların oluşması şöyledir;
Cenab-ı Hak tek/ehad olan zatı’ndan sıfatlarına tecelli ederek hayat, ilim,
irade, kudret, kelam, görmek, işitmek ve tekvin (yaratmak) olan sekiz sıfatı
subutiyesini meydana getirir. Sıfat tecellisiyle de esmaları, yani isimleri
zuhura getirir. Ve cümle âlemleri eşya ve varlıkları, işte bu isimler zuhurunun
tesiri oluşturur. Ki bu isimler, sıfat zuhuru olduğundan isimlerin vücudu
olmaz. Sıfatlar ise zat’ın zuhuru olduğundan sıfatların da vücudu olmaz. Bu
itibarla isimler tesiri ile oluşan ve bizim var olduğunu zannettiğimiz cümle
eşya ve varlıklar da mevcut olan Hakk’ın zat-ı müsemmasıdır.
Bunu ifadeyle Kur’an-ı
Kerim’de;“...Her şey fanidir / yoktur,
var olan ancak O’nun vechidir / yüzüdür.” (Kasas, 88) buyrulur. Ki cümle âlemde
Hakk’ın zatın’dan gayrı bir varlık olmadığı halde ağaç, taş, insan, bitki vb.
varlıkları hep isimler meydana getirir. Mesela dağ dediğimizde orada mevcut
olan zat-ı ilahidir. Taş, insan, bitki gibi görünen varlıklar zat-ı ilahi
tecellisi olmakla hepsi de aynıdır. Fakat bunlar isimler yönü ile ayrılırlar.
Çünkü isim itibarıyla taş insan olmaz, bitki dağ, çiçek ise böcek değildir vs.
Bu itibarla bir isimle ifade edilip anılanların tümünün müsemması
(isimleneni), Hakk’ın zat’ı mevcudiyetidir. Ve insanın zat-ı müsemmayı müşahede
etmesinin yagâne engeli, kendine varlık nisbet etme gaflet ve cehalet perdesi
oluşturur.
Böyle gaflet cehalet anlayışındaki bir insana hitaben; kendi nisbet
varlığın perde olduğu için, cümle eşyada ve kendinde mevcut ve müsemma olan zat-ı ilahiyi müşahade
edip kavuşamazsın, çünkü sensin sana
perde ey dila / ey gönül sahibi, deniliyor.
İsmim Mâlik resmim Hâlik
Hilmiyâ
Abdulmalik Hazretlerikısaltılmış ismi Malik olduğu gibi, Malik ve Hilmi isimleri,
Abdülmalik Hazretleri’nin şiirlerindeki mahlâsı ve lâkâbıdır. Hâlik;
helâk, yok olmuş anlamındadır.
Kur’an’da; “Hatırla
o zamanı ki Rabbin meleklere, "Ben, kupkuru bir çamurdan, değişken, cıvık
balçıktan bir insan yaratacağım." demişti. "Onu, amaçlanan düzgünlü-ğe
ulaştırıp öz ruhumdan içine üflediğim zaman…" (Hicr,
28-29)
buyrulur. Bu ayet beyanına göre, ister bilsin ister bilmesin her insanın
sureti, yani bedeni Allah’ın mülkü olan çamurdan / topraktan olduğu gibi, ruhu
/ canı ise Rabbin ruhundandır. Ki bunun hakikatı mahiyeti, kâmili mürşidin
fenafillâh ve bekabillâh telkini irşadıyla anlaşılır.
Böyle bir irşad mazharıyetini beyanla Abdülmalik Hazretleri; ismim
Mâlik resmim Hâlik Hilmi’yâ diyor. Yani adımın Malik olması, zat’ı müsemma
olan Hakk’ın isim tecellisinden başka bir şey değildir. Resmim yani gözüken
suret-i bedenim zat-ı ilâhi’nin çamur / toprak olan mülk tecellisi olduğundan,
kendine nisbetle ne bir ismin, ne de suretin kalmayıp fenaya / yokluğa ulaşıp helâk oldu ey Hilmi, diyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder