7 Ağustos 2024 Çarşamba

BAYRAM RİSALESİNİN SADELEŞMESİ

Muhammed Kâmil Yakup Toska hazretlerinin, Prizrenin Köprülü kazasına bağlı, Menluça beldesinde bulunduğu sırada orada bulunan safalı ihvanların arzu ve ricaları üzerine bayram dersi ismiyle kaleme aldığı risaledir. Bu risale kusuru çok, fakir, mesleki melâmiyenin hizmetkarlarından Muhammed Kamil Toska tarafından hicri 1345 yılının ramazan ayında yazılmıştır.

                            

BAYRAM RİSALESİNİN SADELEŞMESİ

EUZUBİLLÂHİMİMİNEŞŞEYTÂNİRRACİM

BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM

        Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a dır. Salat ve selam peygamberlerin önderi Resulullah (sav)’e ve O’nun bütün evlatlarına ve ehli beyti üzerine olsun

        Bilindiği gibi, senede iki bayram olur; Birincisine Ramazan ve Fıtre bayramı denir.  Kutlu şevval ayının birinci günüdür. Diğerine de Kurban bayramı ve hacılar bayramı ismi verilir ki, Zilhicce ayının onuncu günü olur. Bu iki günde kılınan namazlara da bayram namazları adı verilir. Bu namazları Hazreti Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Teala Aleyhi Vessellem ile Hülefâ-i Râşidin Efendilerimiz Hâzerâtı hiç terk etmedikleri rivayet olunur. Bu kılınan bayram namazları vacibtir ve hicreti nebeviyyenin ikinci senesinde şeref vuku bulmuştur. Namazlardan sonra okunan hutbe sünnettir. Ramazan bayramında namazdan önce tatlı nesne yemek adettendir. Nitekim Hazreti Peygamber Aleyhisselâtü Vessellem Efendimiz birkaç hurma yemeği adet edinmişti. Yani namazdan önce üç, beş, yedi ya da dokuz hurma yediği rivayet olunur. Bayram günlerinde güzel elbise giymek ve güzel koku sürünmek ve camiye yürüyerek gitmek ve camiden çıktıktan sonra başka bir yoldan eve gitmek ve bayram namazından evvel tekbir Selâtü selâm ve “Lâ ilâhe illallah” sözü ile meşgul olmak sevaptır. Bayram namazı, güneş doğup ufukta iki mızrak yükseldiğinde kılınır. İki mızrak ne demektir? Bir kimse çenesini göğsüne yapıştırıp güneşe baktığında, güneşten az bir parça dahi görülmemesi demektir. Bayram namazı ezan ve kametsiz kılınır. Kılınacak namaz iki rekatlidir. Bayram namazı niyetledir. Namazın tarifi şöyledir; Vakit geldiğinde ayağa kalkıp, kıbleye dönüldükten sonra İmam Efendi “Allah’ü Ekber” diyerek başlangıç tekbirini alıp ellerini göbeği altına bağlar cemaat de böyle yapar. İmam, subhaneke  allahümme’yi hafifçe okuduktan sonra yüksek sesle  “Allah’ü ekber,  Allah’ü ekber,  Allah’ü ekber” diyerek üç defa tekbir alır. Cemaat de imamla beraber söyler ve ellerini bağlarlar. İmam “ezübesmeleyi” okuduktan sonra “Allah’ü ekber” diyerek cemaatla beraber rükua varılır. Rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ikinci rekatı kılmak içün “Allah’ü ekber” diyerek ayağa kalkılır ve eller bağlanır. İmam Efendi besmeleyi hafifçe ve “Fatiha” ile “zammı sure” yi âşikâre okuduktan sonra , “Allah’ü ekber, Allah’ü ekber, Allah’ü ekber” diyerek dördüncü tekbir ile rukuâ varılır. Artık sair namazlar gibidir. Bayram namazı kılındıktan sonra imam efendi minbere çıkıp hutbe okur.

        Bayram namazında eda edilen tekbir altıdır. Üçü birinci rekatta, üçü ikinci rekattadır. Tekbirlerin işâret ettikleri mana: Birinci rekatta Kur’an okunmazdan evvel üç tekbir alınmıştır. Bu alınan tekbirlerden birincisi; Tevhidi Ef’ale, ikincisi; Tevhidi Sıfat’a, Üçüncüsü; Tevhidi Zât’a işarettir. İkinci rekatta Kur’an okunduktan sonra alınan üç tekbirden birincisi; Hazretül cem. İkincisi; Cemül cem, üçüncüsü; Ehâdiyyetül cem makamlarına işarettir. Okunan kur’an ise; Makamı ceme işarettir. Bayram sevinçli bir gündür. Yukarıda tarif edilen makamatı tevhidin birinden zevk almış kişi hakiki bayrama ermiştir. Yoksa amaç, yiyip içmek değildir. Ramazanda oruç tuttuk, oruçla nefsi emmarenin bütün kötü huylarını terbiye ettik, yani efalimizi efali Hak’da, sıfatımızı sıfatı Hak’da ve vücudumuzu vücudu Hak’da mahv ettik ise bayrama erdik.Edemedik ise hakikatte ne ramazan ne de bayram yaptık demektir.Cenâbı Errahmanirrahim ve Ekremül Ekremin beni ve cümle safalı ihvan kardeşlerimizi  bu gibi bayram ve ramazan etmeğe nasib ve müyesser eylesin. Ol seyyidül kevneyn Hazreti Muhammed Mustafa sallallahü teala aleyhi vessellem hürmetine amin.

Cenabı hak ibadet hakkında Kur’anı keriminde  buyurur? Zariat-56, “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” İbadet nedir? İbadet: Mahvı zilletdir. Mahvı zillet de üç şeyle olur. Birincisi: Ameli Salih, ikincisi; Yakaza yani uyanıklık. Üçüncüsü; Tevhidi mabud yani Cenabı Hak’kı birlemektir. Bu sebebdendir ki, Hazreti peygamber salallahüteala aleyhi vessellem üç hikmetle gönderildi. Birinci hikmet; Pak ve nurlu şeriat, onunla ameli salih icra edilir. İkinci hikmet; Reissi tarik, yani yolun  başı, zikri daimdir ki o zikri daimle uyanıklık yani yakaza hasıl olur. Üçüncü hikmet; Tevhidi mabud; Yani hak’kı birlemektir.

Birinci hikmet: Nurlu Şeriat ki onunla ameli salih icra edilir. Bu ameli salih hakkında cenabı Hak Kur’anı keriminde buyurur? “Ey mü’minler malınızla ve nefsinizle cihat ediniz.” Yani, ahkamı şeri’yenin doğruluk ve fesat yönünü öğreniniz. Eğer sıhhat ve fesadı bilinmez ise yapılacak  amel noksan olur. Noksan amelle ameli sâlih olmaz. Onun için ilmi şeri’yi öğrenmek lazımdır.

İkinci hikmet: Reisi târik ki, zikri dâim idi.  Bu zikri daim ile yakaza yani uyanıklık hâsıl olur. Bu zikri daimi öğrenmemiz için cenabı Allah ve tekaddes hazretleri Kur’anı keriminde buyurur? Nahl-43, “Ey mü’minler siz zikri bilmiyorsanız, ehline sorunuz.” Bu ayetten anlaşılıyor ki kamil mürşitlerin görevi zikri daimi talim ve telkin etmektir. Yoksa zikirdir diyerek esmaları sayı ile yapmak değildir. Mürşidi kâmilin talim ve telkini ile zikri daime ulaşmış bir kişinin bütün azâları cenabı Hak’kı zikreder ve o kişi, Hak dan gafil olmaz, her nefeste uyanık olur. Mevlüd sahibi fakir Süleyman Çelebi hazretleri bu sırra aşina olduğundan mevlüdünde buyurur; 

“Her nefes Allah adın di müdam

Allah adıyla olur her iş tamam.”

           Üçüncü hikmet: Tevhidi mâbud, yani Hak’kı birlemek idi. Bu da mesleki hakikata girmekle olur. Mesleki hakikat ise; mürşidi kâmilin kutlu ağzından alınan merâtibi ilâhidir. Bunlarda ehline malumdur. Bu hakikat ehlinin hiçbir nişanı yokdur. Nitekim hazreti Niyâz’i divânında demiştir.

Bilürmez ârifin nâm ve nişânı,

Değil irfan felan ibni felânı.

Bu hakikat ehli, cenabı Allah’ın emir eylemiş olduğu şeyleri yapar, yasak  etmiş olduğu şeylerden kaçınırlar. Bunların halleri daima Hak’ladır. Bu gibi ehli hakikatla görüşüp sohbet etmek ve halleriyle hallenmek saadeti uzmâ yani büyük saadetdir. Mesleki hakikatta ikilik perdeleri kalkar  ve cemâli vahdet görülür. Cenabı hak hazretleri bizleri hakikat ehlinden eylesin ve ehli gafletten yani cehil gafletinde bırakmasın iki cihanın resulu ve bütün ehlibeyt hürmetine  amin…

    Cehil gafleti dendi de bir şey hatırıma  geldi. Şeyh,ül Ekber’in arkadaşlarından Hanzele-i eseddid’den radıyallahu anhâ’dan  rivayet olundu. Hanzele buyurdu ki, “Bir gün beni Ebubekir essıddık radıyallahu anh gördü ve nasılsın “Ya Hanzele dedi.” Hanzele de cevabında, “Hanzele münâfık oldu” demesi üzerine hazreti Ebubekir, “Subhânallah ne söylersin ya hanzele” dedi. O zaman Hanzele dedi ki, “Resulullah salallahüteala aleyhi vessellem hazretlerinin huzurunda bulunduğum zaman cennet ve cehennemden bahsedilir. Re’yil ayın, yani bu iki gözle görür gibi cennet ve cehennemi görürüm. Halbuki huzuru Resulullah’dan çıkınca beni, kadın, evlad, ve mal işgal eder. Çok kere unuturum.” Ebubekir essıddık radıyallahü anh dedi ki, “Vallahi bunun bezerine ben de tesadüf ederim. Yani bende de bu gibi şey vuku bulur.” Hanzele ve Ebubekir essıddık radıyallahü anhüma, habibi kibriya Muhammed Mustafa salallahü Teala aleyhi vessellemin huzuru saadetlerine vardılar. Hanzele dedi ki, “Ya Resulullah, Hanzele münafik oldu.” Böyle demesiyle hazreti peygamber salallahü  aleyhi vessellem efendimiz “Bu nasıl sözdür?” buyurdular. Hanzele dedi ki, “Ya Resulullah, huzurunda bulunduğum zaman cennet ve cehennemden konuşuyorsunuz, oralarını yani cennet ve cehennemi iki gözle görür gibi oluyorum. Huzurundan çıktığım vakit beni kadın, evlad  ve mal işgal eder, çok kere unuturum bu sebepten münafık oldum” bu söz üzerine Resulullah salallahü aleyhi vessellem buyurdular ki, “Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim huzurumda ve zikirde olduğunuz gibi devam etseniz minber üzerinde otururken, kezâ yollarda yürürken ve giderken melâike-i kirâm sizi kucaklardı. Lâkin ya Hanzele, bu vakıt vakıttır, bu vakıt vakıttır, bu vakıt vakıttır” buyurdu. Hazreti fahri alem salallahü aleyhi vessellem’in üç kere “ bu vakıt vakıttır” demesinden maksad, kişi bir defa veyahud iki saatte bir defa veyahud günde üç kere kendi ahvâlinin ne yolda bulunduğunu kontrol etsin. Eğer beğenilmeyen bir hal görülür veya zuhur ederse bu hallerden tövbe etmek icab eder. Hakikat ehlinin tövbesi ise şuhuda dönmektir.

Bir sâlik veyahud bir aşık şuhuttan düştüğü an, nefsi emmâre işi ele alır. Nefsi emmâre işi ele aldı mı artık istediği gibi onu kullanır. Yani, nefsi emmâre kişiye hâkim olur. Şuhuddan düşen mahkum olur. Mahkum oldu mu artık kurtulması da çok zor olur. Cenâbı hâfızı mutlak hazretleri bu gibi hallerden yani nefsi emmârenin hükmü altına geçirmekten bizleri muhafaza buyursun. Hazreti fahri kainat salallahü aleyhi vessellem ve ehli beyt hürmetine âmin..

                   Ne şey ki, seni Hak’ka götürür o melek ve rahman’dır.

                   Ne şey ki, seni mâsivaya yani Allah’dan gayrıya sevk ederse iblis ve şeytan dır.

Burası iyice bilinmelidir ki, insanı dört davetçi, dört tarafa davet eder.

Birinci davetci: Marifetullaha davet eder, bu davetçiye daveti rahman denir, havatırı rahman’dır ve himmeti kalbiyedir ki, bu davetcinin yeri kalbin üstüdür.

İkinci davetci: Melek’tir ki, ameli salihe davet eder. Bu davetcinin yeri kalbin sağıdır.

Üçüncü davetci: Dünyevi ve kalbe gelen endişelerdir ki, Allah’dan seni iğfal eden şeydir. Yani Allah’ı unutturur. Bu davetçinin yeri kalbin altıdır.

Dördüncü davetci: Şeytâni vesvese ve kuruntudur. Mâsiye yani ne kadar isyan var ise vesveseye davet ve teşvik eder. Bu davetcinin yeri kalbin soludur. İşte bu dört davetci, kendi nefsindeki kötülüklerdir. Yani kendi vücudundadır, haricde değildir. Bunlar ismi hâdi ve mudil mazharlarıdır. Bu davetçiler enfüsde olduğu gibi afakta da vardır, ismi hâdiye davet edenler; enbiya-i izam ve melâike-i kiram ve evliyaullah ve emri bil mâruf ve nehyi ânil münker eden ulemadır.

Mudil ismine davet edenler ise; ehbar yani Yahudi hahamları ve ruhban yani âbid ve terki dünya eden nasrân kalugerleri ve kıssayüsün yani nasrâ taifesinin reisi ve büyük papazlarıdır. Buradan anlaşılıyor ki, insanın vücudunda hem melâike hem de şeytan bulunmaktadır. Hayra götürür ise melâike, şerre götürür ise şeytan dır. Bunlardan hangi birisi galip olursa hüküm onundur. Yani senden ameli salih ve hayra yönelik güzel işler zuhur ederse melâike hükmü sende galip olup melekiyetle hüküm olunursun ve ehlullahdan sayılırsın. Eğer nefse, şehvete ve cismani lezzetlere takılırsan yani nefsin arzu ettiklerini yaparsan, şeytanın galip gelip şeytânetle hüküm olunursun ve eşkıya zümresinden sayılırsın. Cenabı Allah Kur’anı kerimin de buyurur. Ankebut-40, “Allah onlara zulmedecek değildi,fakat onlar kendi benliklerine zulmediyorlardı.” Çünkü nefsinizin istek ve arzularını vermekle nefsinize uydunuz. Bu sebepten kendi nefsinize zulüm ettiniz. Ve bir hadisi şerifte gelir ki, hemen siz amel ediniz. Herkes ne için halk olunmuş ise o amel kendisine kolay gelir. Demek oluyor ki, hâdi ismine mazhar olan daima güzel işler yapar, yani hayır hasenat, iyilik, fukaraya bakmak vesair bunun gibi şeylerdir. Mudil ismine mazhar olanlar ise ,işi daima kötülükledir. Artık kötülükte çok şeyler mevcuttur. Meselâ; adam öldürmek, şarab içmek, zinâ ve erkekler arası cinsellik, kumar oynamak ve münâfıklık etmek. Artık bu gibi ne kadar beğenilmez işler var ise hep mudil mazharından zuhur eder. Bu durumda, hâdi de mudil de lazımdır. Bu söz ne demektir? hadi isminin mazharı olmasa idi, bu güzel işleri yapan olmazdı. Aynı şekilde mudil isminin mazharı olmasaydı, bu saydığımız kötü işleri yapan olmazdı. Çünkü bunlar olmamış olsa idi, esmâ-i ilâhiye örtülü kalırdı. Ancak dua edelim ki cenabı Hak bizi mudil ismine mazhar etmesin. Amin..

Dinin emrine yönelik beşeri vasıflar; Biri insanın zahirine yani azâ ve cevâhirine diğeri bâtınına yani kalb ve sırrına olmak üzere iki kısım olup birincisi; âmal yani işlenecek işler. İkincisi; Ukud yani itikad edilecek şeylerdir. İşlenecek işler de, o emri ilâhiyeye uygunluk ve muhâlif olmak üzere iki kısım olup, evvelkisine; taat. İkincisine; Mâsiyet yani isyan denir.

       İtikad de; hakikate uygunluk ve zıtlık olmak üzere ikiye eyrılır. Birincisine; İman ve ilim. İkincisine; Nifak ve cehil adı verilir. Din, insan üzerinde iki şekilde taksim olur. İnsanın zahiri ile ilgili olana “fıkh” ve batını ile ilgili olanlara da “tasavvuf” denir. Demek oluyor ki, insanın hem zâhiri var hem bâtını. Fakat zâhir bâtına tabidir. Çünkü vücudun padişahı kalptir. Kalbin askerleri ve ahalisi insanın zâhir ve bâtın azâlarıdır. Kalbin, insan vücudunda padişah olduğunu hazreti peygamber salallahü Teala aleyhi vessellem bir hadisi şerif ile işaret etmişdir, Hadisi şerif: “İnsanda bir et parçası vardır ki, o et parçasının ıslah olmasıyla bütün cesed islah olur. O et parçasının fesada varmasıyla bütün cesed fesada varır ki, o da kalb dir.” Bu hadisi şeriften anlaşıldı ki bütün işler yani ister iyi işler, ister kötü işler hep kalpte imiş ve kalpten zuhura gelirmiş. Yani kalbin iyi olması ile kötü sıfatlardan hiçbirisi bulunmaz. Ve kalbin kötü olmasıyla güzel huylardan hiçbirisi bulunmaz. İnsanda bulunabilecek kötü huylar şunlardır; Kibir, yani kendini büyük tutmak. Ucub; Kendini beğenmek. Riya; Gösteriş amacıyla yapılan ibadet. Sum’a; İşitilsin diye riyakârane işlenen iş. Hased; Bir kimsenin düşkünlüğünü temenni etmek. Münâfıklık, Hubbi câh; Rütbe ve makama muhabbet. Hubbi mâl; Mal sevgisi. Buğuz; Sevmemek. Adâvet; Düşmanlık etmek. Kin; Düşmanlığı icra edici olan. Garaz; Nefsâniyeti gizli olan düşmanlık. Tamâ; Malıyla aleme kurulmak.  Buğul; Hasedlik ve tamahkârlık etmek, vesair şeylerdir. Bu gibi kötü haller kalpte olur ise kalp fesada varır. Bu yaramaz ahlakları yumuşatmak lazımdır. Bu gibi kötü yaramaz ahlaklar, kalpten boşaltılıp pak edilirse bunların yerine Tevâzu, yani kendini alçak tutmak. Huşu; Yani Hak’dan korkmak, Allah’ın emrini tutmak, halka merhamet ve şefkat etmek,  Sehavet; Cömertlik etmek, yani muhtaçlara yardımda bulunmak. Utanmak, konuşurken kelimelerine dikkat etmek ve kimseye garazda bulunmamak ve emanete ihanet etmemek. Malıyla gururlanmamak, fukaraya bakmak, vesair bu gibi güzel ahlaklar gelir. Güzel ve iyi ahlaklar geldi mi kalpte islah olur. Kalp islah olunca nefsi emmareden kurtulmuş olur. Nefsi emmâreden kurtuldu mu Allah, kişiden razı olur. Allah’ın rızası hasıl olunca o kulu cenabı Hak kendine çeker. Hasılı kelam, isyan, gaflet ve şehvetin esâsı, nefsi emmâreden razı olmak, taat,  uyanıklık ve paklığın esası da nefsi emmâreden razı olmamaktır. Çünkü, nefsten razı olmak  gaflete, gaflet şehvete, şehvet de isyana sebep olur. Nefse rıza göstermemek şehveti def eder. Şehvet gitti mi paklık gelir. Paklık geldi mi taatı getirir. Taat de kalp gözünü açar. Bunun için nefsi emmâreden hiçbir vakıt emin olmamak gerekir. Her ne kadar ki taat, Allah’a boyun eğdirir ve itaat sağlar ise de yine nefse güvenmemek icap eder. Nefsin huyları bilinmedikçe, ruhun güzelliği elde edilemez. Kötü huyların tümü nefsin rızasında ve güzelliğin ve iyiliğin hepsi de nefse olan rızanın zıttındadır. Çünkü denilmiştir,

Kendi ayıbını görme ki ayıbın gayrın ayıbıdır

Halka taan etme hele bir kere var görsen seni.

Yani halkın yapmış olduğu ayıba bakıp, ibret al ve halka yani insanlara sövme. Hele bir kere sen seni gör, kendi ayıbın var iken diğerinin ayıbını görme. Kendi ayıbın ile uğraş demektir. Bu konuda Niyazi hazretleri divanında diyor;

Adâvet kılma kimse ile sana nefsin yeter düşman

Ki, senden asla ayrılmaz ömrü ahir oluncaya ta.

Ey mü’min ve ihvanan kardeşler! Kendini beğenen kibirli ve nefsinden râzı olan âlim ile sohbet etmektense, nefsinden razı olmayan bir cahil ile oturup sohbet etmek daha hayırlıdır. Çünkü ilimden murad, mahvı vücud ile vâcibil vücudu isbat etmektir. Bir  ilim ki, yokluktan ziyade vücudu gerekli kılar. Yani kendi vücuduna ve ilmine önem verip mağrur olur. Onun amelinden hayır yoktur. Hakikatte cahildir ve elde ettiği ibâdet ruhsuz bedene benzer. Amma bir cahil ki, mahvı vücut etmiştir, her ne kadar zahirde cahil ise de hakikatte cahil değildir. Ve elde ettiği ibâdet halis ve muhlis ve ruha mensuptur. Nitekim Hazreti Peygamber Salallahüteala Aleyhi Vessellem buyurmuştur; “Senin vücudun büyük bir  günahtır ki ondan daha büyük günah olamaz ve kıyas edilemez.” Bu vücut ancak tevhidi merâtiple mahvolur. Başka bir şekilde olamaz.

Merâtibi tevhid üçtür: Tevhidi ef’al, tevhidi sıfat, tevhidi zattır. Bunlar da üçer kısma ayrılır. Tevhidi ef’al, fenâ-i ef’al, tecelli-i ef’al. Tevhidi sıfat, fenâ-i sıfat, tecelli-i sıfat. Tevhidi zat,fenâ-i zat,tecelli-i zat. Tevhid ne demektir? Hak’kın birliğini kalb ile zevk etmektir.

            Tevhidi ef’al demek; Ef’ali yani bütün işlerin failini birlemektir. Fenâ-i ef’al; Kulun  kendi fiili olmadığını zevken, tahkiken ve keşfen bilmektir. Tecelli-i ef’al demek;  salikin kalbinde efalullahtan keşf olunan şeydir. Salike ef’alden bir fiil ile Allah’ü tealâ tecelli ettiği zaman kudretullahın eşyadaki ceryânı sâlike ayan olup, harekette hareket ettiren ve sükünette durduran, Allahı müşahede eder. Yani ne kadar hareket eden var ise onları hareket ettiren ve ne kadar sakin olup duran var ise onları  durduran Allah’ü tealâ olduğunu görüp, müşahede  etmektir.

Tevhidi sıfat demek; Sıfatın ve Hak’kın ortağı ve memuru olmadığını bilip, mevsufun birliğini kalben zevk etmektir. Fena-i sıfat; Abdın kendi sıfatı olmadığını zevken, tahkikân ve keşfen bilmektir. Tecelli-i sıfat demek; Salikin kendi sıfatlarını, Hak’kın sıfatlarında fena ettikten sonra sıfatullahdan kalbinde keşf olunan şeydir.

Tevhidi zat demek; Bütün halkın vücudlarının, Hak’kın vücudu ile bir olduğunu zevken, tahkiken ve keşfen bilmektir. Fena-i zat demek; Abdın kendi vücudu olmadığını zevken, tahkiken ve keşfen bilmektir. Tecelli-i zat demek; Hakikatta vücud Hak’kın dır. Hak’kın vücudundan başka bir vücut olmadığını tefekkür ve müşahede etmektir. Bu makâmlar ehli Hak olan kamillerin ağzından alınır, kâmilin tarifi olmaksızın alınamaz. Ehlullah kirâm efendilerimiz “Lâ ilâhe illallah” dedikleri vakıtta lâ faile illallah, lâ mevsufe illallah, lâ mevcude illallah’ı müşahede ederler. Yani kendilerinde hiç variyet olmadığını ve secdede bulunduklarını müşâhede ederler. Çünkü secde büyük mertebedir. Cenabı Hak secdeyi sever ve o secde edilen topraktan Ademi yarattı. Adem topraktan yaratıldığından cesed yönüyle secdesi toprağadır. Ruhun secdesi ise, Ruhu Muhammedi yani hakikatı Muhammediye sallallhü Teala aleyhi vesselleme dir. Sırrın secdesi de vardır ki o da sırrı ilâhidir ki, o da sırrı Rab’dır. Demek oluyor ki toprak toprağa, ruh ruha yani hakikatı Muhammediye ye, sır sırra yani sırrı rab’a ki, rabbisine secde eder ve bu sırdandır ki secde de üç defa tesbih ederler. Bu secdede hiç gurur yoktur. Nitekim Niyazi hazretleri bunu remzederek buyurur; “Bu Mısri gibi balçığı her bir ayak basmak gerek” Bundan anlaşılıyor ki, evvela fena sonra bekadır. Fenâda olan salik uyku uyuyan gibidir. Çünkü uykuda bulunan kimsede hareket yoktur. Fenada da hereket ve irade yoktur. Tasarruf eden Hak’dır.

Fenâda salik uyku uyuyan gibidir demiştim. Bunların uykuları nasıldır? Bunların uykuları gelin uykusu gibidir. Gelin uyuduğu vakıt hep düşünür ki, bir hizmet isterler bundan dolayı derin uykuya dalmazlar. Fena ehli de daima Allah’ı müşahede ederler şuhudlarından bir an dahi gaflet etmezler yani daima Hak ile olurlar.

Şöyle bir benzetme yaparlar ki, fenâda bulunanlar sâbi çocuklar gibidir. Sâbi çocuklar anasının daima kucağındadır orada pisler fakat o pislediğini yine anası yıkar ve o sâbiyide sever.  Ehli fenâ da daima Cenabı Hak’kın kucağındadır, çünkü kendi iradesi yoktur. İrade Hak’kındır. Fakat o sâbi bir miktar büyüdüğü zaman anasından uzaklaşır. Sâlik de iradesini ele alırsa Hak’dan uzak olur. Çünkü iki irade edici olmaz. Vücud bir olduğu gibi irade dahi birdir. Nitekim Niyâzi hazretleri buna işareten buyurur:

                                                      “Abdı mahzım ben tasarruf bilmezem”

    Abıd; kul yani köle demekdir. Kölenin efendisine karşı hiçbir şeyi yoktur. Demek oluyor ki, salik benliğinden ne kadar mahv olur ise mürşidi kâmilin ve hazreti peygamber sallallahü aleyhi vessellemin kemâlatından o derece feyz alır. Çünkü kişi mürşidi kâmile nasıl gelirse öyle gider. Yani mürşide vâriyetiyle giderse hiçbir şey alamaz. Bunun için Niyâzi hazretleri buyurur:“Sıdk ile olmazsan köle, etmez yolu âsan sana.” Yani vâriyetinden geçemez isen mürşidin sana olan telkini fayda vermez. Halbuki, ilâhi ilhamlar mürşidi kâmil vasıtasıyla gelir. Mürşidi kâmile canını feda etmek lazımdır. Nitekim üstâdı ekremimiz Niyâzi hazretleri âşikane bir gazelinin tahmisinde diyor ki;

“ Hak yolu güç gelmiyor aşkı Hak’kın erine

Aşkıyla dildâde kim olduysa dilberine

Hiç nasıl eyler nazar can ile hem sırrına

Bu yolda can veren canan alır  yerine

Aşk dükkanında ânın canı nile Pazar olur

Varlığın mahvındadır ehli derdin dermanı

Yokluğu kıl ihtiyâr ister isen cananı

Çünkü fenânın bekâ Hak’kın oldu ihsanı

Terk et Niyâzi seni bul ande ol sultanı

Her kim canından geçer ol vâsılı yâr olur.”

Hak yolu güç gelmiyor aşk Hak’kın erine: Yani Hak yolu âşık olana güç ve zahmetli değildir. Aşık mahbubuna karşı canını vermek diler, arzu olan işde güçlük yoktur. Aşkıyla dildâde kim olduysa dilberine: Mahbubuna gönlünü kim vermiş ise. Hiç nasıl eyler nazar can ile hem sırrına: yani mahbubuna gönlünü  veren aşık,can ve başa bakar mı? bakmaz.Eğer canını feda etmez ise aşık değildir.B unun için Fuzûli bir yerde demiştir:

“Canı canan aramış vermemek olmaz ey dil!

Ne naz eyleyelim ol ne senindir ne benim”

Bu yolda can veren canan alır yerine: Yani aşk yolunda bir kimse canını verir ise yerine cananı alır. Yani aşık mahbubuna karşı canını feda etmez ise, hayatı bakiyeye eremez. Can feda edebilir ise, nefsi rahmaniyeye erer. Aşk dükkanında anın canı ile Pazar olur: Çünkü aşık, aşk pazarında canını satmağa çıkarmıştır. Aşıkın canını kim alır? Yine mahbub alır. Nitekim bir hadisi kutside buna işareten buyrulmuştur; Cenâbı Allah diyor ki: “Her kim beni taleb ederse beni bulur, beni buldu mu bana arif olur, bana arif olunca bana aşık olur, bana aşık olanı ben katl ederim. Katl ettim mi, diyeti dahi ben olurum, diyeti ben olunca benimle onun arasında fark kalmaz.” Varlığın mahvındadır ehli derdin dermanı: Ehli derdin dermanı varlığı mahv etmektir. Çünkü varlıkla cenabı Hak’ka gidilemez.Yokluğu kıl ihtiyâr ister isen cânanı: Canânı arar isen yoklukla ara. Nitekim ashabı kirâmdan biri hazreti peygamber salallahü Teala aleyhi vessellem efendimize sual buyurdular; “Ya Resulullah, günahın büyüğü nedir?” Hazreti fahri kâinat salallahü aleyhi vessellem cevabında, “Senin vücudundan daha büyük günah olamaz ve kıyas edilemez.” demektir, senin vücudun hak’ka perde oluyor ki, hak’kı göremiyorsun. Vücut ancak, meratibi tevhid ile mahv olur. Merâtibi tevhidin üç olduğu yukarıda beyan edildi, bu üç merâtibin zevki hasıl olunca tam yokluk meydana gelir. Çünkü fenânın bekâ oldu ihsânı: O zaman bekâ Hak’kın ihsanı olur.

                                                

Terk et Niyâzi seni bul ande ol sultanı

Her kim canından geçer ol vâsılı yâr olur

Canından geçmeyince mahbubu Hak’ka vuslet yoktur. Canından vazgeçmek ve kendini terk etmek merâtibi fenâyı zevk etmektir, başka türlü olamaz. Subhâneke rabbike rabbil izzete amme yesüfün veselâmün alel mürselin velhamdülillahi rabbil alemin. Bayram risalesi tamamdır…

 

Sadeleştiren

Mehmet Naci GÜNEY

Hiç yorum yok: