Muhammed Kâmil Yakup Toska hazretlerinin, Prizrenin Köprülü kazasına bağlı, Menluça beldesinde bulunduğu sırada orada bulunan safalı ihvanların arzu ve ricaları üzerine bayram dersi ismiyle kaleme aldığı risaledir. Bu risale kusuru çok, fakir, mesleki melâmiyenin hizmetkarlarından Muhammed Kamil Toska tarafından hicri 1345 yılının ramazan ayında yazılmıştır.
BAYRAM RİSALESİNİN
SADELEŞMESİ
EUZUBİLLÂHİMİMİNEŞŞEYTÂNİRRACİM
BİSMİLLÂHİRRAHMANİRRAHİM
Hamd alemlerin Rabbi olan Allah’a dır. Salat ve selam peygamberlerin önderi Resulullah (sav)’e ve O’nun bütün evlatlarına ve ehli beyti üzerine olsun
Bilindiği gibi, senede iki bayram olur; Birincisine Ramazan ve Fıtre bayramı denir. Kutlu şevval ayının birinci günüdür. Diğerine de Kurban bayramı ve hacılar bayramı ismi verilir ki, Zilhicce ayının onuncu günü olur. Bu iki günde kılınan namazlara da bayram namazları adı verilir. Bu namazları Hazreti Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Teala Aleyhi Vessellem ile Hülefâ-i Râşidin Efendilerimiz Hâzerâtı hiç terk etmedikleri rivayet olunur. Bu kılınan bayram namazları vacibtir ve hicreti nebeviyyenin ikinci senesinde şeref vuku bulmuştur. Namazlardan sonra okunan hutbe sünnettir. Ramazan bayramında namazdan önce tatlı nesne yemek adettendir. Nitekim Hazreti Peygamber Aleyhisselâtü Vessellem Efendimiz birkaç hurma yemeği adet edinmişti. Yani namazdan önce üç, beş, yedi ya da dokuz hurma yediği rivayet olunur. Bayram günlerinde güzel elbise giymek ve güzel koku sürünmek ve camiye yürüyerek gitmek ve camiden çıktıktan sonra başka bir yoldan eve gitmek ve bayram namazından evvel tekbir Selâtü selâm ve “Lâ ilâhe illallah” sözü ile meşgul olmak sevaptır. Bayram namazı, güneş doğup ufukta iki mızrak yükseldiğinde kılınır. İki mızrak ne demektir? Bir kimse çenesini göğsüne yapıştırıp güneşe baktığında, güneşten az bir parça dahi görülmemesi demektir. Bayram namazı ezan ve kametsiz kılınır. Kılınacak namaz iki rekatlidir. Bayram namazı niyetledir. Namazın tarifi şöyledir; Vakit geldiğinde ayağa kalkıp, kıbleye dönüldükten sonra İmam Efendi “Allah’ü Ekber” diyerek başlangıç tekbirini alıp ellerini göbeği altına bağlar cemaat de böyle yapar. İmam, subhaneke allahümme’yi hafifçe okuduktan sonra yüksek sesle “Allah’ü ekber, Allah’ü ekber, Allah’ü ekber” diyerek üç defa tekbir alır. Cemaat de imamla beraber söyler ve ellerini bağlarlar. İmam “ezübesmeleyi” okuduktan sonra “Allah’ü ekber” diyerek cemaatla beraber rükua varılır. Rukû ve secdeler yapıldıktan sonra ikinci rekatı kılmak içün “Allah’ü ekber” diyerek ayağa kalkılır ve eller bağlanır. İmam Efendi besmeleyi hafifçe ve “Fatiha” ile “zammı sure” yi âşikâre okuduktan sonra , “Allah’ü ekber, Allah’ü ekber, Allah’ü ekber” diyerek dördüncü tekbir ile rukuâ varılır. Artık sair namazlar gibidir. Bayram namazı kılındıktan sonra imam efendi minbere çıkıp hutbe okur.
Bayram namazında eda edilen
tekbir altıdır. Üçü birinci rekatta, üçü ikinci rekattadır. Tekbirlerin işâret ettikleri
mana: Birinci rekatta Kur’an okunmazdan evvel üç tekbir alınmıştır. Bu alınan
tekbirlerden birincisi; Tevhidi Ef’ale, ikincisi; Tevhidi Sıfat’a, Üçüncüsü;
Tevhidi Zât’a işarettir. İkinci rekatta Kur’an okunduktan sonra alınan üç
tekbirden birincisi; Hazretül cem. İkincisi; Cemül cem, üçüncüsü; Ehâdiyyetül
cem makamlarına işarettir. Okunan kur’an ise; Makamı ceme işarettir. Bayram
sevinçli bir gündür. Yukarıda tarif edilen makamatı tevhidin birinden zevk
almış kişi hakiki bayrama ermiştir. Yoksa amaç, yiyip içmek değildir. Ramazanda
oruç tuttuk, oruçla nefsi emmarenin bütün kötü huylarını terbiye ettik, yani
efalimizi efali Hak’da, sıfatımızı sıfatı Hak’da ve vücudumuzu vücudu Hak’da
mahv ettik ise bayrama erdik.Edemedik ise hakikatte ne ramazan ne de bayram
yaptık demektir.Cenâbı Errahmanirrahim ve Ekremül Ekremin beni ve cümle safalı
ihvan kardeşlerimizi bu gibi bayram ve
ramazan etmeğe nasib ve müyesser eylesin. Ol seyyidül kevneyn Hazreti Muhammed
Mustafa sallallahü teala aleyhi vessellem hürmetine amin.
Cenabı hak ibadet hakkında Kur’anı
keriminde buyurur? Zariat-56, “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler
diye yarattım.” İbadet nedir? İbadet: Mahvı zilletdir. Mahvı zillet de
üç şeyle olur. Birincisi: Ameli Salih, ikincisi; Yakaza yani uyanıklık.
Üçüncüsü; Tevhidi mabud yani Cenabı Hak’kı birlemektir. Bu sebebdendir ki,
Hazreti peygamber salallahüteala aleyhi vessellem üç hikmetle gönderildi. Birinci
hikmet; Pak ve nurlu şeriat, onunla ameli salih icra edilir. İkinci hikmet; Reissi
tarik, yani yolun başı, zikri daimdir ki
o zikri daimle uyanıklık yani yakaza hasıl olur. Üçüncü hikmet; Tevhidi mabud; Yani
hak’kı birlemektir.
Birinci hikmet: Nurlu Şeriat ki onunla ameli
salih icra edilir. Bu ameli salih hakkında cenabı Hak Kur’anı keriminde
buyurur? “Ey mü’minler malınızla ve
nefsinizle cihat ediniz.” Yani, ahkamı şeri’yenin doğruluk ve fesat
yönünü öğreniniz. Eğer sıhhat ve fesadı bilinmez ise yapılacak amel noksan olur. Noksan amelle ameli sâlih
olmaz. Onun için ilmi şeri’yi öğrenmek lazımdır.
İkinci hikmet: Reisi târik ki, zikri dâim
idi. Bu zikri daim ile yakaza yani
uyanıklık hâsıl olur. Bu zikri daimi öğrenmemiz için cenabı Allah ve tekaddes
hazretleri Kur’anı keriminde buyurur? Nahl-43,
“Ey mü’minler siz zikri bilmiyorsanız, ehline sorunuz.” Bu ayetten anlaşılıyor ki kamil mürşitlerin
görevi zikri daimi talim ve telkin etmektir. Yoksa zikirdir diyerek esmaları
sayı ile yapmak değildir. Mürşidi kâmilin talim ve telkini ile zikri daime
ulaşmış bir kişinin bütün azâları cenabı Hak’kı zikreder ve o kişi, Hak dan
gafil olmaz, her nefeste uyanık olur. Mevlüd sahibi fakir Süleyman Çelebi
hazretleri bu sırra aşina olduğundan mevlüdünde buyurur;
“Her nefes Allah
adın di müdam
Allah adıyla olur
her iş tamam.”
Üçüncü hikmet: Tevhidi
mâbud, yani Hak’kı birlemek idi. Bu da mesleki hakikata girmekle olur. Mesleki
hakikat ise; mürşidi kâmilin kutlu ağzından alınan merâtibi ilâhidir. Bunlarda
ehline malumdur. Bu hakikat ehlinin hiçbir nişanı yokdur. Nitekim hazreti
Niyâz’i divânında demiştir.
Bilürmez ârifin
nâm ve nişânı,
Değil irfan felan
ibni felânı.
Bu hakikat ehli, cenabı Allah’ın emir
eylemiş olduğu şeyleri yapar, yasak
etmiş olduğu şeylerden kaçınırlar. Bunların halleri daima Hak’ladır. Bu
gibi ehli hakikatla görüşüp sohbet etmek ve halleriyle hallenmek saadeti uzmâ
yani büyük saadetdir. Mesleki hakikatta ikilik perdeleri kalkar ve cemâli vahdet görülür. Cenabı hak
hazretleri bizleri hakikat ehlinden eylesin ve ehli gafletten yani cehil
gafletinde bırakmasın iki cihanın resulu ve bütün ehlibeyt hürmetine amin…
Cehil gafleti dendi de bir şey hatırıma geldi. Şeyh,ül Ekber’in arkadaşlarından Hanzele-i eseddid’den radıyallahu anhâ’dan rivayet olundu. Hanzele buyurdu ki, “Bir gün beni Ebubekir essıddık radıyallahu anh gördü ve nasılsın “Ya Hanzele dedi.” Hanzele de cevabında, “Hanzele münâfık oldu” demesi üzerine hazreti Ebubekir, “Subhânallah ne söylersin ya hanzele” dedi. O zaman Hanzele dedi ki, “Resulullah salallahüteala aleyhi vessellem hazretlerinin huzurunda bulunduğum zaman cennet ve cehennemden bahsedilir. Re’yil ayın, yani bu iki gözle görür gibi cennet ve cehennemi görürüm. Halbuki huzuru Resulullah’dan çıkınca beni, kadın, evlad, ve mal işgal eder. Çok kere unuturum.” Ebubekir essıddık radıyallahü anh dedi ki, “Vallahi bunun bezerine ben de tesadüf ederim. Yani bende de bu gibi şey vuku bulur.” Hanzele ve Ebubekir essıddık radıyallahü anhüma, habibi kibriya Muhammed Mustafa salallahü Teala aleyhi vessellemin huzuru saadetlerine vardılar. Hanzele dedi ki, “Ya Resulullah, Hanzele münafik oldu.” Böyle demesiyle hazreti peygamber salallahü aleyhi vessellem efendimiz “Bu nasıl sözdür?” buyurdular. Hanzele dedi ki, “Ya Resulullah, huzurunda bulunduğum zaman cennet ve cehennemden konuşuyorsunuz, oralarını yani cennet ve cehennemi iki gözle görür gibi oluyorum. Huzurundan çıktığım vakit beni kadın, evlad ve mal işgal eder, çok kere unuturum bu sebepten münafık oldum” bu söz üzerine Resulullah salallahü aleyhi vessellem buyurdular ki, “Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim huzurumda ve zikirde olduğunuz gibi devam etseniz minber üzerinde otururken, kezâ yollarda yürürken ve giderken melâike-i kirâm sizi kucaklardı. Lâkin ya Hanzele, bu vakıt vakıttır, bu vakıt vakıttır, bu vakıt vakıttır” buyurdu. Hazreti fahri alem salallahü aleyhi vessellem’in üç kere “ bu vakıt vakıttır” demesinden maksad, kişi bir defa veyahud iki saatte bir defa veyahud günde üç kere kendi ahvâlinin ne yolda bulunduğunu kontrol etsin. Eğer beğenilmeyen bir hal görülür veya zuhur ederse bu hallerden tövbe etmek icab eder. Hakikat ehlinin tövbesi ise şuhuda dönmektir.
Bir sâlik veyahud bir aşık şuhuttan
düştüğü an, nefsi emmâre işi ele alır. Nefsi emmâre işi ele aldı mı artık
istediği gibi onu kullanır. Yani, nefsi emmâre kişiye hâkim olur. Şuhuddan
düşen mahkum olur. Mahkum oldu mu artık kurtulması da çok zor olur. Cenâbı
hâfızı mutlak hazretleri bu gibi hallerden yani nefsi emmârenin hükmü altına
geçirmekten bizleri muhafaza buyursun. Hazreti fahri kainat salallahü aleyhi
vessellem ve ehli beyt hürmetine âmin..
Ne şey ki, seni Hak’ka
götürür o melek ve rahman’dır.
Ne şey ki, seni mâsivaya
yani Allah’dan gayrıya sevk ederse iblis ve şeytan dır.
Burası
iyice bilinmelidir ki, insanı dört davetçi, dört tarafa davet eder.
Birinci
davetci:
Marifetullaha davet eder, bu davetçiye daveti rahman denir, havatırı rahman’dır
ve himmeti kalbiyedir ki, bu davetcinin yeri kalbin üstüdür.
İkinci
davetci: Melek’tir
ki, ameli salihe davet eder. Bu davetcinin yeri kalbin sağıdır.
Üçüncü
davetci: Dünyevi
ve kalbe gelen endişelerdir ki, Allah’dan seni iğfal eden şeydir. Yani Allah’ı
unutturur. Bu davetçinin yeri kalbin altıdır.
Dördüncü
davetci:
Şeytâni vesvese ve kuruntudur. Mâsiye yani ne kadar isyan var ise vesveseye
davet ve teşvik eder. Bu davetcinin yeri kalbin soludur. İşte bu dört davetci, kendi
nefsindeki kötülüklerdir. Yani kendi vücudundadır, haricde değildir. Bunlar
ismi hâdi ve mudil mazharlarıdır. Bu davetçiler enfüsde olduğu gibi afakta da
vardır, ismi hâdiye davet edenler; enbiya-i izam ve melâike-i kiram ve
evliyaullah ve emri bil mâruf ve nehyi ânil münker eden ulemadır.
Mudil ismine davet edenler ise; ehbar yani
Yahudi hahamları ve ruhban yani âbid ve terki dünya eden nasrân kalugerleri ve
kıssayüsün yani nasrâ taifesinin reisi ve büyük papazlarıdır. Buradan
anlaşılıyor ki, insanın vücudunda hem melâike hem de şeytan bulunmaktadır. Hayra
götürür ise melâike, şerre götürür ise şeytan dır. Bunlardan hangi birisi galip
olursa hüküm onundur. Yani senden ameli salih ve hayra yönelik güzel işler
zuhur ederse melâike hükmü sende galip olup melekiyetle hüküm olunursun ve
ehlullahdan sayılırsın. Eğer nefse, şehvete ve cismani lezzetlere takılırsan
yani nefsin arzu ettiklerini yaparsan, şeytanın galip gelip şeytânetle hüküm
olunursun ve eşkıya zümresinden sayılırsın.
Cenabı Allah Kur’anı kerimin de buyurur. Ankebut-40, “Allah onlara zulmedecek değildi,fakat onlar kendi
benliklerine zulmediyorlardı.” Çünkü nefsinizin istek ve arzularını
vermekle nefsinize uydunuz. Bu sebepten kendi nefsinize zulüm ettiniz. Ve bir
hadisi şerifte gelir ki, hemen siz amel ediniz. Herkes ne için halk olunmuş ise
o amel kendisine kolay gelir. Demek oluyor ki, hâdi ismine mazhar olan daima
güzel işler yapar, yani hayır hasenat, iyilik, fukaraya bakmak vesair bunun
gibi şeylerdir. Mudil ismine mazhar olanlar ise ,işi daima kötülükledir. Artık
kötülükte çok şeyler mevcuttur. Meselâ; adam öldürmek, şarab içmek, zinâ ve
erkekler arası cinsellik, kumar oynamak ve münâfıklık etmek. Artık bu gibi ne
kadar beğenilmez işler var ise hep mudil mazharından zuhur eder. Bu durumda,
hâdi de mudil de lazımdır. Bu söz ne demektir? hadi isminin mazharı olmasa idi,
bu güzel işleri yapan olmazdı. Aynı şekilde mudil isminin mazharı olmasaydı, bu
saydığımız kötü işleri yapan olmazdı. Çünkü bunlar olmamış olsa idi, esmâ-i
ilâhiye örtülü kalırdı. Ancak dua edelim ki cenabı Hak bizi mudil ismine mazhar
etmesin. Amin..
Dinin emrine yönelik beşeri vasıflar; Biri
insanın zahirine yani azâ ve cevâhirine diğeri bâtınına yani kalb ve sırrına
olmak üzere iki kısım olup birincisi; âmal yani işlenecek işler. İkincisi;
Ukud yani itikad edilecek şeylerdir. İşlenecek işler de, o emri ilâhiyeye
uygunluk ve muhâlif olmak üzere iki kısım olup, evvelkisine; taat. İkincisine;
Mâsiyet yani isyan denir.
İtikad de; hakikate uygunluk ve zıtlık
olmak üzere ikiye eyrılır. Birincisine; İman ve ilim. İkincisine;
Nifak ve cehil adı verilir. Din, insan üzerinde iki şekilde taksim olur.
İnsanın zahiri ile ilgili olana “fıkh” ve batını ile ilgili olanlara da
“tasavvuf” denir. Demek oluyor ki, insanın hem zâhiri var hem bâtını. Fakat
zâhir bâtına tabidir. Çünkü vücudun padişahı kalptir. Kalbin askerleri ve
ahalisi insanın zâhir ve bâtın azâlarıdır. Kalbin, insan vücudunda padişah
olduğunu hazreti peygamber salallahü Teala aleyhi vessellem bir hadisi şerif
ile işaret etmişdir, Hadisi şerif: “İnsanda
bir et parçası vardır ki, o et parçasının ıslah olmasıyla bütün cesed islah
olur. O et parçasının fesada varmasıyla bütün cesed fesada varır ki, o da kalb
dir.” Bu hadisi şeriften anlaşıldı ki bütün işler yani ister iyi işler,
ister kötü işler hep kalpte imiş ve kalpten zuhura gelirmiş. Yani kalbin iyi
olması ile kötü sıfatlardan hiçbirisi bulunmaz. Ve kalbin kötü olmasıyla güzel
huylardan hiçbirisi bulunmaz. İnsanda bulunabilecek kötü huylar şunlardır; Kibir, yani kendini büyük tutmak. Ucub; Kendini beğenmek. Riya; Gösteriş amacıyla yapılan ibadet.
Sum’a; İşitilsin diye riyakârane
işlenen iş. Hased; Bir kimsenin
düşkünlüğünü temenni etmek. Münâfıklık,
Hubbi câh; Rütbe ve makama muhabbet.
Hubbi mâl; Mal sevgisi. Buğuz; Sevmemek. Adâvet; Düşmanlık etmek. Kin;
Düşmanlığı icra edici olan. Garaz; Nefsâniyeti
gizli olan düşmanlık. Tamâ; Malıyla
aleme kurulmak. Buğul; Hasedlik ve tamahkârlık etmek, vesair şeylerdir. Bu gibi
kötü haller kalpte olur ise kalp fesada varır. Bu yaramaz ahlakları yumuşatmak
lazımdır. Bu gibi kötü yaramaz ahlaklar, kalpten boşaltılıp pak
edilirse bunların yerine Tevâzu, yani
kendini alçak tutmak. Huşu; Yani Hak’dan korkmak, Allah’ın emrini tutmak, halka
merhamet ve şefkat etmek, Sehavet; Cömertlik
etmek, yani muhtaçlara yardımda bulunmak. Utanmak, konuşurken kelimelerine
dikkat etmek ve kimseye garazda bulunmamak ve emanete ihanet etmemek. Malıyla
gururlanmamak, fukaraya bakmak, vesair bu gibi güzel ahlaklar gelir. Güzel
ve iyi ahlaklar geldi mi kalpte islah olur. Kalp islah olunca nefsi emmareden
kurtulmuş olur. Nefsi emmâreden kurtuldu mu Allah, kişiden razı olur. Allah’ın
rızası hasıl olunca o kulu cenabı Hak kendine çeker. Hasılı kelam, isyan,
gaflet ve şehvetin esâsı, nefsi emmâreden razı olmak, taat, uyanıklık ve paklığın esası da nefsi
emmâreden razı olmamaktır. Çünkü, nefsten razı olmak gaflete, gaflet şehvete, şehvet de isyana
sebep olur. Nefse rıza göstermemek şehveti def eder. Şehvet gitti mi paklık
gelir. Paklık geldi mi taatı getirir. Taat de kalp gözünü açar. Bunun için
nefsi emmâreden hiçbir vakıt emin olmamak gerekir. Her ne kadar ki taat, Allah’a
boyun eğdirir ve itaat sağlar ise de yine nefse güvenmemek icap eder. Nefsin
huyları bilinmedikçe, ruhun güzelliği elde edilemez. Kötü huyların tümü nefsin
rızasında ve güzelliğin ve iyiliğin hepsi de nefse olan rızanın zıttındadır.
Çünkü denilmiştir,
Kendi ayıbını
görme ki ayıbın gayrın ayıbıdır
Halka taan etme
hele bir kere var görsen seni.
Yani halkın yapmış olduğu ayıba bakıp,
ibret al ve halka yani insanlara sövme. Hele bir kere sen seni gör, kendi
ayıbın var iken diğerinin ayıbını görme. Kendi ayıbın ile uğraş demektir. Bu
konuda Niyazi hazretleri divanında diyor;
Adâvet kılma kimse
ile sana nefsin yeter düşman
Ki, senden asla
ayrılmaz ömrü ahir oluncaya ta.
Ey mü’min ve ihvanan kardeşler! Kendini
beğenen kibirli ve nefsinden râzı olan âlim ile sohbet etmektense, nefsinden
razı olmayan bir cahil ile oturup sohbet etmek daha hayırlıdır. Çünkü ilimden
murad, mahvı vücud ile vâcibil vücudu isbat etmektir. Bir ilim ki, yokluktan ziyade vücudu gerekli
kılar. Yani kendi vücuduna ve ilmine önem verip mağrur olur. Onun amelinden
hayır yoktur. Hakikatte cahildir ve elde ettiği ibâdet ruhsuz bedene benzer. Amma
bir cahil ki, mahvı vücut etmiştir, her ne kadar zahirde cahil ise de hakikatte
cahil değildir. Ve elde ettiği ibâdet halis ve muhlis ve ruha mensuptur.
Nitekim Hazreti Peygamber Salallahüteala Aleyhi Vessellem buyurmuştur; “Senin
vücudun büyük bir günahtır ki ondan daha
büyük günah olamaz ve kıyas edilemez.” Bu vücut ancak tevhidi merâtiple mahvolur.
Başka bir şekilde olamaz.
Merâtibi tevhid üçtür: Tevhidi ef’al, tevhidi
sıfat, tevhidi zattır. Bunlar da üçer kısma ayrılır. Tevhidi ef’al, fenâ-i
ef’al, tecelli-i ef’al. Tevhidi sıfat, fenâ-i sıfat, tecelli-i sıfat. Tevhidi
zat,fenâ-i zat,tecelli-i zat. Tevhid ne demektir? Hak’kın birliğini kalb ile
zevk etmektir.
Tevhidi ef’al demek; Ef’ali yani
bütün işlerin failini birlemektir. Fenâ-i ef’al; Kulun kendi fiili olmadığını zevken, tahkiken ve
keşfen bilmektir. Tecelli-i ef’al demek; salikin kalbinde efalullahtan keşf olunan
şeydir. Salike ef’alden bir fiil ile Allah’ü tealâ tecelli ettiği zaman
kudretullahın eşyadaki ceryânı sâlike ayan olup, harekette hareket ettiren ve
sükünette durduran, Allahı müşahede eder. Yani ne kadar hareket eden var ise
onları hareket ettiren ve ne kadar sakin olup duran var ise onları durduran Allah’ü tealâ olduğunu görüp, müşahede etmektir.
Tevhidi sıfat demek; Sıfatın ve Hak’kın
ortağı ve memuru olmadığını bilip, mevsufun birliğini kalben zevk etmektir. Fena-i
sıfat; Abdın kendi sıfatı olmadığını zevken, tahkikân ve keşfen bilmektir. Tecelli-i
sıfat demek; Salikin kendi sıfatlarını, Hak’kın sıfatlarında fena ettikten
sonra sıfatullahdan kalbinde keşf olunan şeydir.
Tevhidi zat demek; Bütün halkın
vücudlarının, Hak’kın vücudu ile bir olduğunu zevken, tahkiken ve keşfen
bilmektir. Fena-i zat demek; Abdın kendi vücudu olmadığını zevken, tahkiken ve
keşfen bilmektir. Tecelli-i zat demek; Hakikatta vücud Hak’kın dır. Hak’kın
vücudundan başka bir vücut olmadığını tefekkür ve müşahede etmektir. Bu
makâmlar ehli Hak olan kamillerin ağzından alınır, kâmilin tarifi olmaksızın
alınamaz. Ehlullah kirâm efendilerimiz “Lâ ilâhe illallah” dedikleri vakıtta lâ
faile illallah, lâ mevsufe illallah, lâ mevcude illallah’ı müşahede ederler. Yani
kendilerinde hiç variyet olmadığını ve secdede bulunduklarını müşâhede ederler.
Çünkü secde büyük mertebedir. Cenabı Hak secdeyi sever ve o secde edilen
topraktan Ademi yarattı. Adem topraktan yaratıldığından cesed yönüyle secdesi
toprağadır. Ruhun secdesi ise, Ruhu Muhammedi yani hakikatı Muhammediye
sallallhü Teala aleyhi vesselleme dir. Sırrın secdesi de vardır ki o da sırrı
ilâhidir ki, o da sırrı Rab’dır. Demek oluyor ki toprak toprağa, ruh ruha yani
hakikatı Muhammediye ye, sır sırra yani sırrı rab’a ki, rabbisine secde eder ve
bu sırdandır ki secde de üç defa tesbih ederler. Bu secdede hiç gurur yoktur. Nitekim
Niyazi hazretleri bunu remzederek buyurur; “Bu
Mısri gibi balçığı her bir ayak basmak gerek” Bundan anlaşılıyor ki, evvela
fena sonra bekadır. Fenâda olan salik uyku uyuyan gibidir. Çünkü uykuda bulunan
kimsede hareket yoktur. Fenada da hereket ve irade yoktur. Tasarruf eden Hak’dır.
Fenâda salik uyku uyuyan gibidir demiştim.
Bunların uykuları nasıldır? Bunların uykuları gelin uykusu gibidir. Gelin
uyuduğu vakıt hep düşünür ki, bir hizmet isterler bundan dolayı derin uykuya
dalmazlar. Fena ehli de daima Allah’ı müşahede ederler şuhudlarından bir an
dahi gaflet etmezler yani daima Hak ile olurlar.
Şöyle bir benzetme yaparlar ki, fenâda
bulunanlar sâbi çocuklar gibidir. Sâbi çocuklar anasının daima kucağındadır
orada pisler fakat o pislediğini yine anası yıkar ve o sâbiyide sever. Ehli fenâ da daima Cenabı Hak’kın
kucağındadır, çünkü kendi iradesi yoktur. İrade Hak’kındır. Fakat o sâbi bir
miktar büyüdüğü zaman anasından uzaklaşır. Sâlik de iradesini ele alırsa
Hak’dan uzak olur. Çünkü iki irade edici olmaz. Vücud bir olduğu gibi irade
dahi birdir. Nitekim Niyâzi hazretleri buna işareten buyurur:
“Abdı mahzım ben tasarruf bilmezem”
Abıd; kul yani köle demekdir. Kölenin efendisine karşı hiçbir şeyi yoktur. Demek oluyor ki, salik benliğinden ne kadar mahv olur ise mürşidi kâmilin ve hazreti peygamber sallallahü aleyhi vessellemin kemâlatından o derece feyz alır. Çünkü kişi mürşidi kâmile nasıl gelirse öyle gider. Yani mürşide vâriyetiyle giderse hiçbir şey alamaz. Bunun için Niyâzi hazretleri buyurur:“Sıdk ile olmazsan köle, etmez yolu âsan sana.” Yani vâriyetinden geçemez isen mürşidin sana olan telkini fayda vermez. Halbuki, ilâhi ilhamlar mürşidi kâmil vasıtasıyla gelir. Mürşidi kâmile canını feda etmek lazımdır. Nitekim üstâdı ekremimiz Niyâzi hazretleri âşikane bir gazelinin tahmisinde diyor ki;
“ Hak yolu güç
gelmiyor aşkı Hak’kın erine
Aşkıyla dildâde
kim olduysa dilberine
Hiç nasıl eyler
nazar can ile hem sırrına
Bu yolda can veren
canan alır yerine
Aşk dükkanında
ânın canı nile Pazar olur
Varlığın
mahvındadır ehli derdin dermanı
Yokluğu kıl
ihtiyâr ister isen cananı
Çünkü fenânın bekâ
Hak’kın oldu ihsanı
Terk et Niyâzi
seni bul ande ol sultanı
Her kim canından
geçer ol vâsılı yâr olur.”
Hak yolu güç gelmiyor aşk Hak’kın erine: Yani
Hak yolu âşık olana güç ve zahmetli değildir. Aşık mahbubuna karşı canını
vermek diler, arzu olan işde güçlük yoktur. Aşkıyla dildâde kim olduysa
dilberine: Mahbubuna gönlünü kim vermiş ise. Hiç nasıl eyler nazar can ile hem
sırrına: yani mahbubuna gönlünü veren
aşık,can ve başa bakar mı? bakmaz.Eğer canını feda etmez ise aşık değildir.B unun
için Fuzûli bir yerde demiştir:
“Canı canan aramış
vermemek olmaz ey dil!
Ne naz eyleyelim
ol ne senindir ne benim”
Bu yolda can veren canan alır yerine: Yani aşk yolunda bir kimse canını verir ise yerine cananı alır. Yani aşık mahbubuna karşı canını feda etmez ise, hayatı bakiyeye eremez. Can feda edebilir ise, nefsi rahmaniyeye erer. Aşk dükkanında anın canı ile Pazar olur: Çünkü aşık, aşk pazarında canını satmağa çıkarmıştır. Aşıkın canını kim alır? Yine mahbub alır. Nitekim bir hadisi kutside buna işareten buyrulmuştur; Cenâbı Allah diyor ki: “Her kim beni taleb ederse beni bulur, beni buldu mu bana arif olur, bana arif olunca bana aşık olur, bana aşık olanı ben katl ederim. Katl ettim mi, diyeti dahi ben olurum, diyeti ben olunca benimle onun arasında fark kalmaz.” Varlığın mahvındadır ehli derdin dermanı: Ehli derdin dermanı varlığı mahv etmektir. Çünkü varlıkla cenabı Hak’ka gidilemez.Yokluğu kıl ihtiyâr ister isen cânanı: Canânı arar isen yoklukla ara. Nitekim ashabı kirâmdan biri hazreti peygamber salallahü Teala aleyhi vessellem efendimize sual buyurdular; “Ya Resulullah, günahın büyüğü nedir?” Hazreti fahri kâinat salallahü aleyhi vessellem cevabında, “Senin vücudundan daha büyük günah olamaz ve kıyas edilemez.” demektir, senin vücudun hak’ka perde oluyor ki, hak’kı göremiyorsun. Vücut ancak, meratibi tevhid ile mahv olur. Merâtibi tevhidin üç olduğu yukarıda beyan edildi, bu üç merâtibin zevki hasıl olunca tam yokluk meydana gelir. Çünkü fenânın bekâ oldu ihsânı: O zaman bekâ Hak’kın ihsanı olur.
Terk et Niyâzi
seni bul ande ol sultanı
Her kim canından
geçer ol vâsılı yâr olur
Canından geçmeyince mahbubu Hak’ka vuslet
yoktur. Canından vazgeçmek ve kendini terk etmek merâtibi fenâyı zevk etmektir,
başka türlü olamaz. Subhâneke rabbike rabbil izzete amme yesüfün veselâmün alel
mürselin velhamdülillahi rabbil alemin. Bayram risalesi tamamdır…
Sadeleştiren
Mehmet
Naci GÜNEY
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder