6 Ağustos 2024 Salı

TEVHİDE DAİR SUALLİ CEVAPLI RİSALENİN SADELEŞMESİ

                                                       BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Soru-1: Yüce Allah, Kur’anı kerimde buyurur; Zariat-56, “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” Yine başka bir ayette ise; İsra-23, “Rabbin şöyle hükmetti: “O’ndan başkasına kulluk etmeyin.Ayetlerdeki emri ve verilmiş iradesi, ibadet hakkında şeref ve yücelik şüpheden temizdir ancak zikredilen ayetlerdeki emir umumi mi? yoksa hususi mi? yoksa bazı yaratılmışlar bu emrin haricinde olup mükellef değil midir? Bazıları mükellef değil dersen, Kamer-50, “Emrimiz bir tektir, bir göz kırpma gibidir. Ayeti kerimesiyle ispat ve beyan edilmiştir ki emir umumidir hususi değildir, herkesi sorumlu tutar. Emrin hususi olması, ilâhi birliğe aykırı ve farziyete terstir. Şerefli söz herkesi kapsar. Bunun anlamı şudur; Kafirlerin, ateşperestlerin ve buna benzer marazlı tüm toplulukların, cin ve şeytanın ibadet ve kullukları, ilahi emir ve iradeye dayandığından, ibadetleri, yerli yerinde ve Allah katında makbul olması gerekir. Oysa, yukarıda belirtilen zümrelerin manaları ise, bu ayetlere ve nurlu ve lekesiz olan şeri’atı Ahmediyeye bütün bütün zıt ve muhaliftir. Bunların bulundukları halin küfür üzere olduğu cümle ehli iman için aşikardır.

Cevap-1: Şöyle bilinmelidir ki, emri ilâhi iki kısımdır. Birincisi: Enbiya, evliya ve içtihatta bulunan alim kişiler vasıtasıyla verilen emirdir. Yani, teklif edilen emirdir. İkincisi: Vasıtasızdır. Tekvin olan emirdir ki, ilâhi meşiyyet ile eşyanın halkiyetine ait olan emirdir. Yüce Allah, ayeti kerimesinde buyurur; Yasin-82, “Allah bir şeyi istediğinde, buyruğu sadece şunu söylemektir. “Ol!” artık o, oluverir.Bu emir, vasıtasız olan tekvini emirdir. Şeriat emri değildir. Tekvini emirde muhalefet olmaz. Zıtlık olacak olsa, halk edilenin kendine ait iradesi olması gerekir. Vacip olan yüce Hak’kın sıfatı yaratılmış olmaktan münezzehtir. Allah’ın sıfatları sonradan yaratılmamıştır ve O’nlar büyük ve uludur. Tekvini olan emri, meşiyyeti ile şeyin oluşumuna yöneliktir. Bu emir, gerek batında olan eşyanın icadına, gerekse mevcut olan eşyanın yokluğuna yönelik olsun aynıdır. Fakat Resuller vasıtasıyla olan şer’i emirlerde muhalefet olur. Bundan dolayı insanların bir kısmı nebi ve mü’min, bir kısmı da kafir olur. Mü’min olanların bazısı, mü’minliği gerektiren fiilleri yerine getirir, bazısı getirmez. Tek olan Allah’ın meşiyyet emri yönüyle hiçbir şey efalinde muhalefet etmedi. Çünkü meşiyyeti ilâhiyeye muhalif bir şey yoktur ve olamaz. Eğer kulda bir muhalefet varsa bu muhalefetlik resuller vasıtasıyla olan emirlerdedir. Meşiyyet yönünden muhalefeti yoktur. Teklifi olan emirdeki muhalefet belki meşiyyet ile oluşan emrin zahire uygunluğu ile oluşur. Şimdi teklifi olan emir geneldir. Gerek memur olan eşya bundan faydalansın gerekse faydalanmasın. Bu emir, kabiliyeti yakın olmayan için gerçekleşmez. Tekvin olan emir, bütün yaratılmışlar üzerinedir yani geneldir. Kamer-50’de belirtildiği gibidir,Emrimiz bir tektir, bir göz kırpma gibidir.Eğer eşyanın yaratılışında zıtlık varsa bu onun kabiliyetinden gelir. Hidayete kabiliyeti olan eşya hidayet üzerine olur. Hidayete kabiliyeti olmayan ise sapkın ve yoldan çıkmışlardan olur. Sonuç olarak; Hiçbir şeyin tekvin olan emre muhalefeti yoktur ve bütün eşya bu emre uygunluk gösterir. Şöyle anlaşılması gerekir; Allahın dilediği olur, dilemediği olmaz.

 

Soru-2: Böyle olunca yine kul, fiilinden sorumlu olmaması icab eder. Eğer mesul ise o zaman yüce yaratıcı kuluna zulmetmiş olmaz mı? Oysa bu ifade, Ankebut-40. “Allah onlara zulmedecek değildi. Fakat onlar kendi benliklerine zulmediyorlardı.” ayetine zıt değil midir?

Cevap-2: Kul, mükellef olduğu fiillerden elbette sorumludur. İlmi ezeli ilâhiyede, kişinin kabiliyeti saadet üzerine veya eşkiyalık üzerine olduğu bilinmediğinden şeri emirlere itaat etmek gerekir. Çünkü, Allah “hakimlerin hakimidir” Yani her şeyi adalet üzere ve yerli yerinde yaratmıştır. Kulunun, kişilik üzerine arzu ettiği kabiliyeti gerek saadet gerekse şekavet üzre, yani ne kabiliyette olursa olsun Allah kuluna zulmetmez. Tersine kulunun kabiliyeti üzerine olan, tercih ettiği işlerin hakkını vermediği zaman zulmetmiş olur. Bunun daha önce konusu geçti. Hidayete kabiliyeti olan hidayet üzerine, eşkiyalık üzerine kabiliyeti olan şakilik üzerine olur.

 

Soru-3: Hidayet ve eşkiyalık, ezeli olup kulun kabiliyeti üzerine olması, kulu yaratan Hak olduğu için, kabiliyetini yaratan da Hak’tır. Böyle olunca Allah, kulunun küfründen razı olması gerekmez mi? Oysa Zümer-7, “Allah kulları için inkar ve nankörlüğe razı olmaz.” Ayetine göre Allah, kulların küfründen razı değildir.

Cevap-3: “Şaki olan ana karnında şakidir, said olan ana karnında saiddir.” Hadisi şerif delilince şakilik ve saadet ana karnındadır. Ana karnından murat; Ana rahmi değildir. İlmi ezeli olan ayânı sabitedir. Açıkta olan kabiliyettir. Kul, ilmi ezeli ilâhide ne istidat üzere olduysa, o kabiliyet üzere alemi şehadete gelir. Hak Tealâ Hazretleri ilâhi kazası yönünden bütün kullarından razıdır. Ancak, küfre uymuş olan kulunun küfründen razı değildir. Saadet ve şakilik, kulun mazhariyetinden zahir olduğu için inkarı, zaruret dahilinde kula nisbet edilir. Yoksa, kul o fiilin yaratıcısı demek değildir. Hidayet, Hak’kın hâdi isminin mazharı, eşkiyalık ise mudil isminin mazharıdır. Mutluluk ve azap, Hak’kın mu’nim(Nimet veren) ve müntekim (intikam alan) isimlerinin zuhurudur. Cennet; Hak’kın cemal mazharı, Cehennem; Hak’kın celâl mazharıdır. İbadete gelince, kul mükellef olduğu emri ilâhi ile memurdur. Fakat kulun ibadetleri acziyetinin göstergesidir. Cehennemden kurtulup cennete dahil olmak arzusu ile yapılan ibadetler, Allah için olmadığından kabul görmez. Onlar ibadetlerini nefisleriyle nefisleri için nefislerine yaptıklarından Allah katında geçerli değildir.

 

Soru-4: İbadet, cehennemden kurtulmaya ve cennete girmeye sebep olmadığı halde said olan ibadet etse de etmese de saiddir. Aynı şekilde şaki için de bu hüküm geçerlidir. Doğru mudur?

Cevap-4: Bu inanışta bulunanlar cebriye mezhebindendir. Saadet ve eşkiyalık, meşiyyette olduğundan hatanın büyüklüğünü daha da büyütmüş olurlar. Batıl mezheptir. Ali İmran-74: “Allah rahmetini dilediğine verir. Allah büyük lütfun sahibidir.”Ayeti kerimesi nazil olduğunda seçkin ve güzide sahabelerden bazıları şaşkınlık yaşadılar. Resulullahın huzuruna çıkıp, “Ya Resulullah bu ayette Allah, rahmetini bazı kulları üzerine ayırdı. Yapacağımız ibadetlerden fayda görmeyeceğimiz anlaşılmaktadır.” dediklerinde hemen, Araf-56 ayeti nazil oldu. “Hiç kuşkusuz Allah’ın rahmeti güzel düşünüp güzel iş yapanlara çok yakındır.” Ey dertli kişi, böyle sorularla senin müşkülün çözülmez. Bunlar gibi bin tane daha  soru sorsan yine de cebriye ve mûtezile mezhebinin batıl inanışlarından kurtulamazsın. Böyle sorular tarif ve düşünceyi bitirir dolayısıyla hakikatlerin idrakından aciz kalırsın. Eğer hakikatı anlama gibi bir arzun varsa, şer’i şerife tam teslimiyetle yapışıp, mürşidi kamili bularak tevhidi hakikiye sülük etmen gerekir. Kâmilin yardım ve tarifleriyle şakilik, saadet ve cehaleti zevk ve müşahede edersin. Yoksa yabanda kalırsın. Hakikati, kendi aklın fikrin vehmin ve anlayışınla bulman mümkün değildir. Konunun başındaki soruya dönecek olursak: Zariyat-56, “Ben cinleri ve insanları sadece bana ibadet etsinler diye yarattım.” Ayeti kerimesine muhakkikler arif olmak manasını vermişlerdir. Hak’ka arif olmak, iki cihanda da sevapların en büyüğüdür. Bu aleme gelmekten maksat; Hak’ka arif olmaktır. İsra-72, “Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür. Yolca da daha sapıktır o.” Ayeti kerimesi manasınca, burada Hak’tan âma olan, ahiret yurdunda da âmadır. Her ne yapıp kendini bil, ancak kendini bilen Hak’kı bilir. Çünkü Hak’kı bilmeyen sapkındır ve dalalettedir.

 

Soru-5: Tevhidi hakiki nedir? (Lâ ilâhe illallah) değil midir?

Cevap-5: (Lâ ilâhe illallah) tevhidin kelimesidir. Tevhidi hakiki değildir. Tevhid iki kısımdır. Biri tevhidi şer’i diğeri tevhidi hakikidir. Tevhidi şer’i: Mü’mini, açık şirkten ve müşrik olanlardan ayıran (Lâ ilâhe illallah) kelimesidir. Şeriatın muvahhidi; Her şeyi mevcut, mevsuf ve fail gördüğünden ve kesreti, ilahi vahdetten ayrı bildiğinden gizli şirkten kurtulamaz. Fiili şahsa nisbet ederse şirktir. Hak’ka nisbet ederse cebriye olur. İbadete layık Allah’tan başka ilah ve mabud olmadığını kabul ettikleri halde kendilerinden ayrı olarak kabullendikleri hak’kı, cehaletleriyle örterek sözle tevhid ederler. Her şeyin açığa çıkışı ve oluşumu Hak’kın emriyle ve kudretiyle olduğunu kabul ve itiraf  ettikleri gibi bütün bu hüküm ve yasaları ilâhi sıfatlara nisbet ederler. Onun için hakikat ehli, şeriat ehlini sıfatuyyun olarak isimlendirirler. İkinci kısım, Tevhidi hakikidir. Hakikat ehli muvahhidler, Hak’tan başka mevcut, mevsuf ve fail görmediğinden her şeyin zuhurunu Sıtkı sadakatla Hak’tan olduğunu bilip, müşahede ettiklerinden zatiyyun ve muvahhidun olarak isimlendirilirler. Bu müşahedelerinin neticesi (lâ mevcude ilâllah)’tır. Vücut: Variyet demektir. Variyeti, Hak’tan başka yerde bulmak imkansızdır. Eşyanın kendilerine ait müstakil vücutları yoktur. Eğer eşyanın kendilerine ait müstakil vücutları olmuş olsaydı , Hak Tealâ Hazretlerinin ortaksız  ve bir olmaması icap ederdi. Mevcut, mevsuf , fail ve tasarufta bulunan, bütün noksan sıfatlardan münezzeh  Hak Tealâ Hazretleridir. Başka vücut, sıfat, efal ve tasarruf sahibi olmadığından, Hak Tealâ Hazretleri, ortağı olmayan birdir. Ancak kul, beşeriyetten ileri gelen gaflet perdesi sebebiyle vahdeti, kesret ve gayriyet gördüğünden, Hak Tealâ Hazretlerinin zatında, sıfatında ve efalinde şirk koşulur. Yani fail Hak Tealâ Hazretleri iken, bütün sebepleri yaratan kendisinden başka varlık olmadığı halde şu işi felan şey ile yaptım, ben böyle yaptım, filan sebep oldu diyerek her şeyi halka nisbet ettiğinden gizli şirk meydana gelir. Müşriklerin, ilâhi marifetten mahrum oldukları, Nisa-48, “Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez, onun dışında kalanı dilediği kişi için affeder” ayetiyle açıktır. Gizli ve açık şirkin yok edilmesi ve fırkayı nâci’ye ye dahil olmak için efal, sıfat ve vücudu, Hak’kın vücudunda mahv ve fena etmek gerekir. Tevhidi hakikiye sülük eylemek her mü’mine lazımdır. Tevhidi hakikiye dahil olmak ancak mürşidi kamilin telkini ve yardımıyla olur. Yoksa kendi aklı, fikri ve ilmi ile ebediyen dahil olamaz.

 

Soru-6: Mürşidi kâmil kimdir? Ulema değil midir? Ulemadan başka mürşit var mıdır?

Cevap-6: Mürşidi kâmil, ulemâdır. Ancak ulemâ-i  rüsum değildir. Çünkü ulemâ-i rüsum şeriat mürşitleridir. O’nlar, sadece şeriatın zahirine yönelik hükümleri içeren meseleler ve olaylarla ilgili olanları tahsil ederler. Hakikata dair bilgileri yoktur. Mürşidi kâmil; Ulemâ-i rasihundur. İlimde yükselenlerdir. Zira şeriat hakikatsiz atıldır ve hakikat de şeriatsız batıldır. Bunun için ikisini de bilmek gerekir. Yoksa, öyle zındık tayfaları  vardır ki, biz ehli hakikatiz diyerek emirlere karşı gelirler bizim namazımız kılındı ve üzerimizden emri ilâhi kalktı gibi  boş ve yanlış düşünce içinde bulunurlar. Bu düşünceleri  şeriat kabul etmediği gibi hakikat de kabul etmez. Mürşidi kâmil ise öyle bir kimsedir ki, fenafillah olmuş, bekabillah ile şereflenmiş ve dünyada, ahiret  neşesi üzerine haşr olmuş, büyük kıyâmet olan kendi vücut vehminden ve  beşeri variyetinden kurtulmuş olandır. Tecelli ilâhi yönünden hissi kayıtlardan  soyunmuş olup bütün işlerini şeriatı Muhammedi’ye ile ölçüp tartan, Hak’kın  vücudunda hak ile batılı ayıran, vücutta galip olan ve doğru yol üzerinde bulunan şahsiyettir. Bu yol da öyle bir yol ki, hazretül cemde cennete dahil, kurbu nevâfilde nefsine dahil ve nefsi ile rabbısına arif olarak, cemül cem makamında Hadid-3, “O evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır” ayetinin sırrına mazhar olup, hakikati Muhammedi’ye ve Muhammedi varisliğe tam mazhar olmuş, hakikat üzere doğruluğu açığa çıkmış olan mürşitdir. Yoksa, gördüğün her külahlıyı mürşit kabul etmek doğru değildir. Henüz kendisi tevhidi hakikiden perdeli iken seni nasıl irşat edebilir. Tevhidi hakiki sırlarına vakıf olmayanlar daha hayvani hayatla kaimdirler. Onun için kötü görülen işlerde ilahi sevgi yoktur. Kalpleri ve görüşleri zulmani perde ile örtülü olduklarından düşünceleri yalnız yiyip içmek ve dünyevi lezzetlerle meşgul olmaktır. Böyle bir durumdan Allah’a sığınırız. Tevhidi hakikide bulunanlar ise daima kalpleri uyanık, basiretleri açık ve daim şuhud üzeredirler.

 

Soru-7: Tarifinize göre kulun fiili ihtiyarı ve cüz’i iradesi olmaması gerekir.

Cevap-7: Kassas-68, “Rabbin dilediğini yaratır ve seçer. Seçim onların değil/onların seçme hakkı yok. Allah onların ortak koştuklarından yücedir, arınmıştır” sorunun cevabı bu ayeti kerimeyle sabittir. Kul için, cüz’i irade ve seçim olamaz. Çünkü her fiilin açığa çıkması ancak sıfatlarla olur. Her şahsında kendi kendisinin fiilini icat eden olması icap eder. Bu inanış ise mutezile mezhebinin itikadıdır. Yani ehli sünnet kabul etmez. Çünkü ayeti kerimeye aykırıdır. Allahü Tealâ alim ve kuşatıcıdır. Allah’ın sıfatlarının sonu olmadığından sayıya gelmesi mümkün değildir. Asıl olarak yedi sıfattır, ilahi varlığa delil olduklarından sabit sıfatlar olarak da isimlendirilir. Bunlar; Hayat, ilim, irade, kudret, semi, besar ve kelamdır. Bu sıfatlar gerçekte birdir. İlgileriyle kısımlara ayrılır. Bu sıfatlar ve bütün vasıflar Hak’kın olup, halkta bulunmasını hakikat kabul etmediği gibi akıl dahi izin vermez. Şu söylenmek istenmektedir; Hayat sıfatı mahlukta olsa fena bulmaması ve helak olmaması gerekir. İlim sıfatı kula ait olsa her şeyi bilmesi ve hiçbir şeyde cahil olmaması, irade ve kudret kula ait olsa murat ettiği şeyi ol demesi ile meydana getirmesi ve her şeye gücü yetip bir şeyden aciz kalmaması, işitme ve görme sıfatları kulun olsa, uzaktan ve engel arkasından işitmesi ve görmesi, kelam ona ait olsa, her lisan ile konuşması icap eder. Bütün yaratılanlar, bu vasıfların dışındadır. Bunun aksini ispat edecek delil de yoktur. Bundan dolayı, kulun bu sıfatlarda hissesi olmadığı gibi müdahalesi de olmaz. Bir fiilin zuhura gelmesi için bu sıfatların birçoğuna ihtiyaç olup, sıfatsız hiçbir işin gerçekleşmeyeceğini tarif etmeye de gerek yoktur. Kulun efal ve sıfata müdahalesi söz konusu değildir. Fail ve mevsuf  Hak Tealâ Hazretleridir. Kul sadece efal ve sıfata mazhardır.” Sıfatı ilahi, semavi olsun veya arz’a ait olsun cüz’iyatta açığa çıktığından cüz’i sıfat ve cüz’i irade olarak tabir edilir. Yoksa cüz’iyatta  zuhur eden irade, ilahi iradeden başka bir irade olmayıp, noksanlık ve  bölünme kabul etmeyen ilahi iradeden bir cüz değildir. Rahman-27 “Her şey yoktur. Ancak, Rabbin celal ve ikram yüzü bakidir.” Rahmanın yağdırdığı fermanı üzre, bütün masivanın kendilerine ait bir mevcutluk, mevsufluk, faillik ve tasarrufu olmadığı gibi her an fanidir ve yokluktadır. Yokluğu kabul edilmeyen ve bulunması daima gerekli ve elzem olan vücut, Hak Teala Hazretlerine mahsustur. Kulun gerçekte vücudu olmadığı gibi sıfat ve fiili de olamaz. Belki kul soyut olarak mazharı ilâhidir. Ancak “İnsanlar uykudadır öldükleri zaman uyanırlar.” Hadisinin hakikatini nefsani istekler ve gaflet içinde bulunduklarından bir nebze dahi kavramaları mümkün değildir. Ölmeyi anlayamadıklarından, peygamber (sav) efendimiz akabinde “Ölmeden evvel ölünüz” buyurdu. Yani zorunlu ölüm sana gelmeden kendi isteğinle öl. Hakikat sırrı olan bu sözü söyleyen buyurdu. Kişinin kendi isteğiyle ölmesinin gerçekleşmesi “Lâ mevcude illâllah” sırrının anlaşılması ile olur. Bu sırrın anlaşılması ise, beşeriyetten sıyrılıp, Vücutla mevcut, sıfatla mevsuf ve fiil ile fail, Hak Teala Hazretleri olduğunu ve halkın kendi nefislerinde vücut ve sıfat kokusu koklamadıkları yönünde bir anlayışın oluşması ile gerçekleşir. Bu mertebeye ihtiyari ölüm, tevhidi hakiki, masivanın yokluğu, fenafillah ve tam sarhoşluk derler. Yükselme ve ilerlemenin sonudur. Sonra ayılıp bekabillahda seyran ederler. Bekabillah ise ehline malumdur. Ehli olmayana tarifi icap etmez. Arzu edenlerin bu değerlere ulaşmaları mürşidi kamili bulup  ve  O’ndan bu yönde ilim ve marifet tahsil etmeleri ile mümkündür. Ne kesret ne zıddıyet ne de gayriyet tevhitte yoktur. Kesret vahdeti ilâhi olduğundan aynı vahdettir. Çünkü, Haktan başka varlık olmadığından Hak’kı Hak’ta, Hak görür.

 

Soru-8: Alem, hulul ve ittihat olmaksızın Hak’kın vücuduyla var olunca alemin de daim ve baki olması gerekir. Bundan dolayı ahiret teklifat ceza ve mükafatın da Hak olması icab eder. Bu ise şeri şerife aykırıdır.

Cevap-8: Hakikatte vücut, Allah’a aittir. Allah’ın vücudundan başka vücut olmadığı gibi Hak’tan başka mevcutta yoktur. Teklifat ceza ve mükafat Hak’kın zuhuru ve mertebe gereğidir. Hadid-3, “O evveldir, ahirdir, zahirdir ve batındır.” ayeti kerimesine göre evvel, ahir, zahir ve batın kendisi olunca tek bir fert dahi kalmaz. Ayrı olduğu zannedilen, Hak’kın  zahir yönü, kendi tecelliyatı ve zuhurudur. Tecelli; surette, tecelli edenden ayrı görünse de vücudu hakikatte gayrı değildir. Kendi cemalinin kemalidir. Dalgalar denizin aynı olup görünüşleri denizden ayrı gibi algılanır. Dalgalar denizden gayrı olmayıp, denizin aynı olduğu gibi Cenabı Hak’ta “Ben gizli bir hazine idim bilinmekliğimi sevdim ve halkı halk ettim.” Hadisi kutsi sözü anlamınca, her tecellide ve kemalatıyla bilinmesini muhabbet ettiğinden ilmi ilahiyesinden olan kendi tecelliyatını kendine açtı ve uluhiyet ve kemalatını tecelliyatta aşikar eyledi. Dalgaların ortaya çıkışları ve kayboluşları denizden tekrar denize olup haricden olmadıkları gibi tecelliyatı ilahinin zuhuru da zatadır harice değildir. Teklifat, Halık hazretlerinden yaratılana olduğuna şüphe yoktur. Tecelli eden cenabı Hak, zuhura getirdiği tecelliyatını teklifatla muhatap kıldı. Zahir, mazhara muhtaç olduğundan ihtiyacın şiddetli olması ve zillete katlanılması, teklifatın icrası gereğidir. Yine de gayriyet yoktur. Batın mertebesi yönüyle teklif eden, zahir mertebesi yönüyle mükellef olan kendisidir. Kendi kendimize olan emir ve yasaklar içimizden geldiği ve içimizde olan ruhun, zahirimiz olan görünen cesedimizden gayrı ve ayrı olmadığı gibidir. Mükafat ve cezaya gelince inkar olunmaz, dünyada dahi müşahede edilir. İlahi tecelliyat ve rabbani saltanat ahirette de devam eder kesintiye uğramaz, aralıksız uygulanır. Zilzal-7-8 “Artık kim bir zerre miktarı hayır işlemişse onu görür ve kim bir zerre miktarı şer işlemişse onu görür.” kutlu fermanı üzre herkes dünyada yaptığı ameline göre kazandığı mükafat ve cezayı ahirette görecektir. Ceza Hak’kın celali, mükafat ise Hak’kın cemalidir. Celal ve cemalin zuhuru dünyada tecelli ettiği gibi ahrette dahi suretle tecelli eder. Hak Tealâ hazretleri taayyünsüz (görünmeksizin), sırf  zat yönüyle alemlerden ganidir. Azab, azab eden ve azabı görenin kendinden ayrı olmadığından  bu sırrın idraki zevk ve müşahedeye muhtaçtır.  Söz ile açıklamak ve varlığı nefsaniyetle zevk etmek mümkün değildir. Vesselam……..

 

 

Sadeleştiren

Mehmet Naci GÜNEY

Hiç yorum yok: