Mesleki melâmi hizmetkarlarından Prizrenli
Mehmet Kâmil İbnil hac yakub Toska hazretlerinin bin üç yüz kırk sekiz senesi
Şaban ayında köprülü kazasına bağlı menluçe kıryesinde bulunduğu sırada Prizren
melâmi dergahının postunda oturan Hak yolunun yolcusu Hacı Ömer Lütfi efendi
kuddesallâhü sırrâl azizin bir gazelini şerh ve açıklamak üzere fakirin gönlüne
gelen doğuşların telmih sanatıyla kaleme alınmasıdır.
GAZEL
Aşkın nedir ezvakın? Meyhaneye sorsunlar
Eşvâkini uşşâkın
Peymaneye sorsunlar
Aşkın zevklerini meyhaneye sorsunlar. Aşk
nedir? Aşk; Şu şeydir ki, muhabbetin fazlalığıdır. Ezvâk; Zevkin cemidir.
Muhabbetin zevkini meyhaneden sor. Meyhane nedir? Meyhane şu şeydir ki orada
rakı ve şarap içilir. Meyhane dahi iki kısımdır: Biri zahiri meyhane ki tarif
olundu bu zahiri meyhanede bulunmak ve şarhoş edecek şeyleri içmek mü’minler
için kesinlikle haramdır. İkinci meyhane şu şeydir ki Meclisi irfandır. Nitekim
cenabı Hak Kur’anı keriminde buyurur; Zariyat-56,
“Vema halektül cinne vel inse illâ
liyağbüdün” Türkçesi; Cenabı Allah buyurdu ki, “Ben azimüşşan insanlarla cinleri ancak bana ibadet etsinler için halk
ettim.” İbni Abbas radıyallahü
anh hazretleri liyağbüdün kelimesini eyliyağrüfün ile tefsir ediyor. Yani
irfaniyet hasıl etsinler demektir. Buradan da anlaşılıyor ki, İkinci meyhaneden
murad; irfan meclisleridir. Yani ariflerin bir yerde toplanıp “Allah sohbeti”
ettikleri yerdir. Burası sohbet için özel olarak hazırlanmış bir yer değildir.
Arifler nerede bulunur ve muhabbeti ilâhiye zuhur ederse orası aşk meyhanesi ve
hakiki meyhanedir. Hakiki sohbetin zevkini, hakiki meyhaneden sormak yani
meclisi irfanda bulunup sohbetlerinden âşina olmak ve zevklenmek demektir.
Eşvâkini uşşâkın peymaneye sorsunlar
Eşvâk; şevkin cemidir. Şevk ise istek ve
arzulardır. Uşşak; Aşıkların cemidir. Peymâne; Şarap ile dolu olan kadehe
derler. Şaraptan maksad; Muhabbeti ilâhiyedir. Kadehden murad; Salikin
kalbidir. Beytin manası şöyle olur ki
Aşıkların arzu ve isteklerini peymaneye sorsunlar, yani muhabbeti ilâhiyeye
âşina mürşidi kamilden sorsunlar demektir. Hazret
ikinci beytinde buyurur:
Hak’kın ne imiş zevki? Gönlün ne imiş şevki
Esrarı meyi aşkı Mestaneye sorsunlar
Hak’kın zevki gönlün şevki ve aşk
şarabının esrarını mest olanlardan sor. Mestlik dahi iki kısımdır birincisi;
Zahiri şaraptan bir kimse bir miktar içerse biraz aklı gider. Biraz daha içerse
fazla aklı gider. Aşırı derecede içerse bütün aklı gider ve mest olur. İkinci
mestlik de şu şeydir ki; Mürşidi kamil vasıtasıyla salike bir kadeh verilir.
Yani tevhid makamlarından tevhidi efal tarif olunduğu zaman o salikin kendi işi
ve alemin işi olmadığını ve işleyen Hak olduğunu anlar. Fakat bilişi, duyuşu,
görüşü, dirliği, söyleyişi, murad etmesi, kuvvet ve kudreti vardır. Mürşidi kamil vasıtasıyla
ikinci bir kadeh verildiğinde yani tevhidi sıfat tarif edildiğinde o salikin
bilişi, duyuşu, görüşü, söyleyişi, murad etmesi, kuvvet ve kudreti kalkar ve bu
sıfatların Hak’kın olduğunu anlar amma yine bir bakiyesi vardır o da vücuddur.
Mürşidi kamil üçüncü kadehi verdiğinde yani tevhidi zatı telkin ettiğinde,
salikin vücudu da kalkar, bütün bütün mest olur. Kendinden ve alemden hiç
haberi olmaz. Hak’kın zevkini gönlün şevkini ve aşk
şarabının esrarını böyle mest olanlardan sor. Yani tevhidi zat saliki gibi mest
olmanın yolu nasıl olduğunu bu yerden geçenlerden yani bir halden bir hale
geçip ayılanlardan sorup öğrenmek gerekir. Bu gibi tevhidi zat salikinin halini
açık edip ortaya koymak amacıyla aziz kuddisallahü sırra üçüncü beytiyle
buyurur.
Terk eylemiş ağyari Kâküldür anın yâri
Zülfündeki esrarı ol şâneye sorsunlar.
Yukarıda beyan olunan tevhidi zat saliki
bütün ağyari terk etmiştir. Cenabı Hak’tan ve ilahi vücuttan başka bir şey
göremez. Kâküldür anın yâri demesinden maksad; Gönlün zahirde manası zülüftür.
Zülüf ise siyahtır. Siyah dahi alemi gaybi hüviyyete işarettir. Tevhidi zat
saliki alemi gaybi hüviyyettedir. Zülüf alemi gaybi hüviyyete işaret olunca
zülüfün esrarını ol şâneye sorsunlar. Şane: Lügatte tarakdır. Tarak ise zülfün
esrarını bilir. Çünkü zülüfle tarağın birbirine teması yani yapışması vardır.
Taraktan murad: Mürşidi kâmildir. Nitekim tarak zülüfün ilişiklerini açar.
Mürşidi kâmilde salikin kalbinde olan ilişiklerini açar. Sende ey salik!
Müşküllerini, mürşidi kâmilden sor demektir. Bu mürşidi kâmilin, teşbih yoluyla
vasıflarını belirterek, hazret buyurur
ki,
Ferzâne bil anı Dil oldu debistanı
Bu hikmeti Lokmanı Ferzâneye sorsunlar.
Ferzâne şudur ki hekimdir. Bereket ve
rahmet bulmuş ve nefsani kayıtlardan geçmiş olandır ki mürşidi kâmildir. Dil;
Gönüldür. Debistan ise: Okul ve dersane demektir. Hikmeti Lokmandan murad; Her
şeyi yerli yerine koyandır. Beytin manası şöyle olur ki: Mürşidi kâmil merâtibi
tevhidi gönül mektebinde okuyup her şeyi yerli yerine koyandır. Kendi dersinin
mürşidi kâmilin nefesinde okunmasına dair cenabı Hak, kur’anı hükmünde işaret
yoluyla buyurur; İsra-14, “İkra kitâbeke
kefi bi nefsike el yevme aleyke haseben.” Bu ayeti kerimenin Türkçesi: “Ey insan! Sen kendi kitabını kendi
nefsinde oku. Hesap gününde o kitap sana kifayet eder.” İnsandan murad:
Hazreti fahri kâinat sallallahü aleyhi vessellemdir. Mürşidi kâmil dahi hazreti
peygamberin tam varisi olduğundan bu ayeti kerimenin manası mürşidi kâmili de
kapsar. Manayı işaret: Ey salik! Mürşidi kâmilin yardımıyla kalbinden mâsivayı
bütün bütün ayıkla. Masivadan kalbinde hiç eser kalmasın. Çünkü kalbinden
masiva çıkınca o kalpte Allah’tan başka bir şey kalmaz. Zira kalpte Allah
olunca masivaya yer kalır mı? Elbette kalmaz. Bir kalpte hem masiva hem Allah
bulunamaz. Böyle masiva bulunmayan bir kalp hakkında cenabı Hak hadisi
kutsisinde buyurur: “Mâ veseagi erzi
velâ semâi velâkin vesegani kalbü abdi minettegiyyil vera.” Bu hadisi kudsinin
Türkçesi: “Beni yer ve gök sığmadı, ancak
mü’min ve takva sahibi olan kulumun kalbi sığdı.” Mütteki; İttika eden yani
Cenabı Allah’tan korkup yasaklamış olduğu şeylerden çekinendir. Vera ise; takva
yani gerekli olmayan hususlardan sakınıp çekinenlerdir. Kalbinde cenabı Hak’tan
başka bir şey bulunamaz. Bulanamadığı surette masivaya yer kalır mı? Elbette
kalmaz. Kalmayınca her şeyi yerli yerinde Lokman hekim gibi kor. Ey salik! Bu gibi kalbin hallerini, böyle bir rahmet
deryasına gark olmuş ve nefsani kayıtlardan kurtulmuş olandan sor. Yani mürşidi
kâmile teslim olmakla beraber her emrine sadık ol ve boyun eğ. Bu sebebdendir
ki mürşidi kâmilin bazı hallerini benzetme ve misal yoluyla, üstadımız kuddise sırra buyurur:
Ruhsare-i pür hâli akıl anlamaz ol
hâli
Mecnundaki ahvâli divaneye sorsunlar.
Ruhsare; Yanak. Pür; Dolu. Hal; Benekler. Akıldan
murad; Aklı meaş sahibidir. Mecnun; Deli, divane demektir.
Beytin
manası şöyle olur ki: Sevgilinin yanağında dolu olan benekleri aklı meaş sahibi
anlayamaz. Bu beneklerin neye işaret olduğunu ve sevgilinin halini divaneden
sor demektir. Manayı işaret: Mahbubtan murad; Mürşidi kâmildir. Yanağındaki benekler
ise; Tevhidde olan ince ince meselelerdir. Bu tevhid meselesini aklı meaş
sahibi anlayamaz. Mecnundaki ahvâli divaneye sorsunlar; Burada mecnundan maksad
fenayı tam salikidir. Nitekim mecnun Leyla’ya aşık idi Leyla’dan başka bir şeyi
zikir ve fikir etmez idi. Bu zikir ve fikir sebebiyle Leyla’yı hakiki mecnunun
kendi vücudunda tecelli etti. Bu zaman da Leyla mecnunun karşısına çıkıp dedi
ki, “Ey mecnun! İşte Leyla benim bana bak.” Mecnun cevaben dedi ki, “var git
Leyla ki ben mevlayı buldum.” Yani bende hakikat Leyla tecelli etti ve
Leyla’dan firar etti. Çünkü Leyla’nın cismi ve sureti Mecnun’a masiva
olduğundan Mecnun masivadan kaçtı. Mecnun masivadan kaçtığı gibi aklı meaş
sahibleri de tevhitten kaçarlar. Çünkü bunların kalpleri taş gibidir ve masiva
ile meşguldür. Bu durumda olan kimseleri Cenabı vâcib el vücud hazretleri
kötüleme makamında buyurur: Zümer-22, “Feveylün
lil kâsiyeti kulubühüm min zikrillâhi ülâike fi dalâlin mübin.” Türkçesi: “Azabın şiddeti şu kimseleredir ki, kim
Allah’ü tealâ’nın zikrini işittiğinde kalblerine kasvet gelir.” Kasvet ise gam
ve tasaya tutulmaktır. Çünkü onlar zahirende dalalettedirler. Diğer ayeti
kerimede de, Zümer-45 “Ve iza
zükirallâhü vahdehu ismeezzeti kulubüllezine lâ yü’minüne bil ahreti ve iza
zükirâllezine min dünihi izâhüm yestebş irun.” Türkçesi: “Nerede Allahü tealâ’nın vahdâniyeti ve
muhabbeti zikir olunsa, ahirete imanları olmayanın kalbleri ürker.” Yani kalblerine
sıkıntı gelir. Ve Allah’ü tealâ’nın gayrisi yani masivadan her ne zikir olunsa,
kalblerinde olan o sıkıntı geçip ferahlanırlar. Başka bir ayeti kerimede buyurulur: Araf-179, “Velegad zera’ne licehenneme kesiran minel cine vel insilehüm kulubün lâ
yefgahüna bihâ velehüm aynün lâyübsirune bihâ velehüm âzânün lâ yesmeune bihâ
ülâike kel enâme bel hüm edallü ülâike hümül gâfilün.” Türkçesi: “Biz, insanlardan birçok kimseleri cehennem
için hâlk ettik. Anların kalpleri var ki onunla hayır ve hidayeti bilmezler.
Yani Hak’kı idrak etmezler. Ve onların gözleri var ki onunla Allah’ü tealâ’nın
yarattıklarına ibret gözüyle bakmazlar. Gördükleri taş ve ağaçtır, hakikat üzre
göremezler. Ve onların kulakları var ki, onunla Kur’an sözünü ve hak kelamını
işitmezler. Bu insan sözü, bu hayvan sesi diye işitirler. Fakat ses kimindir,
çağıran kimdir bilmezler. Bunlar hayvan gibidir, belki hayvandan daha aşağıdır.
Yani yolunu pek ziyade şaşırmış olanlardır. Hayvan kendisine zararlı ve
faydalı olan şeyi bilmeye ilmi fıtriyesi vardır. Bunlar ise onu da
kaybetmişlerdir. Çünkü bunlar kalplerini, gözlerini, kulaklarını ve bütün âza
ve cevâhirini dünya geçimine hasr etmişlerdir. Gerçektir ki bunlar aklı meaş
sahibleridir. Bunların arzuları sırf dünyaya aittir. Tevhidin ince ince
meselelerini anlamaz ve tevhidde bulunan kimselere de derler ki bunlar boşuna
zaman geçiriyorlar, nasıl idare olacaklarını düşünmezler de böyle boş ve
veresiye olan şeylere kapılırlar diye alay ederler. Halbuki bunlar kalpleri taş
gibi olan gafillerdir. Bu gafiller hakkında hazret buyurur:
Gafil ne bilir aşkın Ol nâri sefâ şevkin
Mahv ile fena zevkin pervâneye sorsunlar.
Yukarıda beyan olunan ve kalpleri taş gibi
olan gafiller ne bilir ki, tevhitte aşk varmış. Tevhide dahil olanların arzu ve
istekleri ise aşk ateşi ile yanmaktır. Mahv ile fena zevkin pervaneye sorsunlar
denilmişti. Mertebe-i mahviyeti mahv olmayan bir kimse bilemez. Pervaneden
murad; Ehli fenadır. Bu gibi halleri ehli fenadan öğren demektir. Çünkü bunlar
ehli kalbdir. Ehli kalbi beyan için aziz kuddisallahü sırral âlâ buyurur :
Dil kâbe-i Hak oldu ezvâkıyla hep doldu
Hak’kıyla neler buldu ol hâneye sorsunlar
Fena makamında olan salikin kalbi kabe-i
Hak oldu. Çünkü fena saliki, gönlünde Hak’tan başka bir şey olmadığını anlayıp
zevk etti. Zevk edince salikin kalbi daima zevkle doludur. Doludur amma o
salikin kalbi Hak’tan ne gördüğünü böyle bir kalb sahibine sor demektir. Zira
böyle kalb sahipleri ruh sahibidir. Bu sebepdendir ki, ruha dair hazret ne buyurur:
Bir nokta var insanda ol zübdedir ekvanda
Sırrı demi Hak canda cananeye sorsunlar.
Noktadan maksad; ruhu insandır. Ruhu insan da kainatın özüdür.
Yani ruhu Muhammed sallallahü aleyhi vessellemdir. Dem ise; Nefsü rahmandır.
Cânanede; Sevgilidir. Beytin manası şöyle olur ki: İnsanda bir nokta vardır. O
nokta kainatın özüdür ki, ruhu Muhammed sallallahü aleyhi vessellemdir. “Evvela
mâ halekallahü ruhi” hadisi şerifi buna işarettir. Cenabı Hak Kur’anı keriminde
buyurur: Hicr-29 “Ve nefahtü fihi min ruhi.” Yani “İnsana ben kendi ruhumdan üfledim” demektir.
Ruhi Muhammedi sallallahü aleyhi vessellem salikin kalbinde mevcuddur ki ilahi nefhadır. O nefha dahi
mürşidi kâmilin tarifatıdır. Çünkü mürşidi kâmilin tarifatı nefesi rahmandır. Nefsi
rahman olunca, ilahi nefha olur. Bunun için mürşidi kâmil salike iptidâ zikri
daim ve şuhudu tarif eder. Zikri daim ve şuhuduna delil şudur ki, Cenabı Hak
Kur’anı keriminde buyurur; Ali İmran-191
“Ellezine yezkürünâllahü kıyâmen kuuden
ve cünübihim ve tefekkerüne fi hâlkis semâvati vel erzi rabbenâ mâ halekte hâzâ
bâtilen subhâneke fekinâ azâbennar.” Bu ayeti kerimenin Türkçesi: “Kâmil bir akıl ve iman ile vasıflanmış
olan kimseler Allah’ü tealâ hazretlerini ayakta, otururken, yatarken, sağda ve
solda daima zikir ederler. Bu zikir ile beraber göklerin ve yerin yaratılışında
yüce yaratıcıyı kalben tefekkür ederler. Yani gökler ile yeri Cenabı Allah halk
etti. Göklerde ve yerde olan mahlukatın hiçbirisi abes yani boşuna yaratılmadı.
İlâhi sen abes ve bâtıl şey yaratmaklıktan münezzehsin. Bizi lütuf ve ihsanınla
cehennem ateşinden koru.” Salik için zikir ile fikir iki kanatdır. Bu kanatlarla
yüceliğe uruç ederler yani tevhid mertebelerine çıkarlar Ve bu yükselme
sebebiyle canlarındaki nefesi rahman olan sırrı anlarlar. Bu nefesi rahman
sırrını cananeye sorsunlar. Cânaneden maksat; Mürşidi Kâmildir ki zikri daimi
ve şuhudu mürşidi kâmilden sorulması gerekir. Çünkü mürşidi kâmil nefesi rahman
sahibidir. Böyle olunca nefesi rahman sahibi hakkında hazret ne buyurur:
Dil tahtı Süleyman’dır Kâşane-i cânandır
Canâni ne sultandır Kâşaneye sorsunlar.
Mürşidi kâmil nefesi rahman sahibi olunca
onun gönlünde Süleyman mevcuttur. Süleyman’dan murad; Tasarrufdur. Nitekim
hazreti Süleyman aleyhisselam kurt, kuş,
cin, insan ve rüzgâr vesairi şeylere tasarruf ederdi. Yani isterse bunlar
üzerinde hüküm verirdi. Mürşidi kâmilde salikin kalbinde tasarruf edip,
hükmeder ki nefesi rahmanla zikir ve fikri, salikin kalbine ilkâ eder. Kâşane, padişahlara
mahsus olan müzeyyen bir binadır. Salikin kalbi de o binaya benzetilir. Çünkü salikin
kalbi, zikir ve fikirle donatılmıştır. Zikirle bezenmiş kalpte salikin
sevgilisi olan sultan durur. Sultandan murad; Cenabı Allah’tır. Kâşaneye
sorsunlar; Yani o binada oturan sevgilinin halleri binaya sorulsun ki salikin
kalbine danışılsın. Salikin kalbi her hakikatı bilir ve âşinadır. “İstefti kalbike” hadisi şerifi buna
işarettir ki, hazreti peygamber sallallhü aleyhi vessellem Yemen ahalisini dine
davet etmek için ashabı kiramdan ve aşere-i mübeşşereden Ebu Ubeyde ibnil hac
hazretlerini gönderdi. Ebu Ubeyde radıyallahü anh dedi ki, “Ya resulallah ben oraya gittiğimde ne ile amel edeyim?” hazreti
fahri kainat efendimiz sallallahü aleyhi vessellem “Kur’an ile amel et dedi” Ebu Ubeyde dedi ki, “Kur’an da olmayan bir meseleye rastlarsam ne yapayım?” Peygamberimiz
sallallhü aleyhi vessellem “Kur’an da bu
meseleye ait çözüm bulamazsan benim hadisim ile amel et.” Ebu ubeyde sual
etti ki, “Ya hadis de çözüm olmuyorsa ne
yapayım?” Bunun üzerine hazreti nebi muhterem sallallhü aleyhi vessellem
buyurdu: “İstefti kalbike” yani
Kur’an ve hadiste bulamadığın bir mesele için kalbinden fetvayı al. Yani
kalbine müracaat et. Kalbin nasıl der ise öylece amel et. Buradan bizlere de
hisse vardır. Tevhid yolunda bir meseleyi anlayamadığımız zaman kalbimize
müracaat edelim. O meseleyi kalp halleder müşkülde bırakmaz demektir. Saf kalp
hakkında yine hazret buyurur:
Ol düre-i beyzâyi Esrârı
süveydâyı
Goncine-i ahfâyı Virâneye
sorsunlar.
Düre-i Beyza: Beyaz inci. Esrar: Sırrın
cemi. Süveydâ: Yürekte olan siyah nokta, kalpteki sevgi ve dane-i dil de denir.
Ekseriya kalpten kinâye olarak kullanılır. Goncine: Hazine. Ahfa: Pek gizli. Virane:
Harâbe olmuş, yani yıkılmış demektir. Dürre-i Beyza yani beyaz inciden maksad: Zikir
ve fikir ile bezenmiş salikin kalbinde olan siyah nokta yani kalpte olan tevhid
sırlarının çıkarılmasıdır. Goncine-i ahfada: Zikir ve fikirle süslenmiş olan
kalpteki ilahi marifettir. Virane ise: Fenayı tam mertebesinde bulunan
saliktir. Beytin manası şöyle olur ki: Zikir ve fikirle bezenen salikin kalbi yani
meratibi fenayı zevk eden bu gibi kalbin hallerini onlar bilir. Fenayı tam da
bulunmayanlar bilmez demektir. Çünkü ehli fenanın sohbeti hep meratibi fena
iledir. Merâtibi fenada bulunan salikin muhabbeti nisbetsiz olduğundan çok
tatlıdır. Hazret son olarak buyurur:
Gör âb ile bu kilde Goncine var ol
ilde
Lütfi sedefi dilde Dürdâneye
sorsunlar.
Âb; Su. Kil; Toprak. Goncine; Hazine. İl; Memleket.
Sedef; Bir nevi balık ki bu balıklar nisan ayında yağmur yağdığında ağızlarını
açarlar. Yağan yağmur taneleri, bazı balığın ağzına bir ve bazı balığın ağzına
da birkaç tane isabet edip girer. Girince bu balıklar ağızlarını kapayıp
denizin dibine inerler. Orada otururlar ve hiç hareket etmezler. Orada yani
bulundukları yerde hiç kımıldamazlar. Böyle yapmakla o yağmur tanesi balık
karnında bir kıymetli cevher olur ki ona dürdâne derler. O dürdâne de balığın
karnına isabet eden bir yağmur tanesinden hasıl olana derler ki bunun pahası
takdir edilemez padişahlara layıktır. Manayı işareti: Su ile topraktan murad; Anâsırdır.
Yani suret itibarı ile kâmil de bizim gibi anâsırdan meydana gelmiştir. Fakat o
anasır bir memleketi insaniye olup o memleketi insaniyede hazine mevcuttur. Hazineden
murad: Kâmilin tarifâtıdır. Sedef ise: Salikin kalbidir. Bundan dolayı, nisan
ayında yağan yağmur tanesi balığın karnında korunmak suretiyle bir cevhere
dönüşür. Çok kıymetli olan bu cevher padişahlara layıktır. Salikte, mürşidi
kâmilin telkinini kalbinde muhafaza ederse o da böyle kıymetli bir cevhere
sahip olur. Nisan ise bahar zamanıdır. Bahar zamanında çiçekler açar ve her
tarafı bir güzellik kaplar. Salik de, mürşidin emrini tutup, muhafaza ederse o
salikten de tevhid çiçekleri zahir olur. Tevhid çiçekleri demek; Salikin güzel
ahlâkı ve ilahi marifetin zahir olması demektir. Bunlara sahip olan bir salik
Allah ve insanlar katında makbul olur. Yağmur ise; İlahi yardımdır ki güzel
ahlak sahibi olan salikten ilahi yardım hiç eksik olmaz. Eğer böyle kıymetli cevhere
sahip olmak arzu edilirse sahibinden aransın ki o da mürşidi kâmildir. O’nu bulup vereceği tarifat dairesinde hareket etmekle elde
edilir. İlla başka türlü olamaz demektir. Hidayet Allah’tandır. Allah bu yolda irşat
etsin. Amin. Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a aittir. 1348 senesinin şaban ayı pazartesi günü tamamlanmıştır…..
Sadeleştiren
Mehmet Naci GÜNEY