15 Ağustos 2024 Perşembe

Halife-i Melâmiyeden Hacı Kemâl ZURNACI Efendi' nin 25/09/1964 tarihinde gördükleri lüzum üzere NAMAZ Hakkındaki soruya vermiş olduğu cevaplarıdır.

Esselâmü aleyküm ya ihvan kardeşim Cûdi Bey merhaba. Göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuzu aldık okuduk. Yazdıklarınız satırları tefekkür ederek müşahedeye daldık ve sözlerinizden büyük zevk aldık. Cenâbı Allah’a hamdü senâlar olsun ki Bu küre-i arzda böyle kulları vardır. Evet namaz kılan çok kulları vardır ama namazın ne olduğunu bilmezler. Onlar namazı bir borç bilirler ve o borcu ödemeye yatar kalkarlar. Pekiyi onlara sorsak ne zaman siz Allah’a borçlandınız? Ve sen kim oluyorsun ki cenabı Allah’a borçlanacaksın? Ne derler? Evet kardeşim Cudi Bey, işte benim yukarda yazdığım şuhudlen büyük büyük zevk aldım. Sizin namaz kılmanızdan ziyade, namazın hakikatının araştırma yollarını arıyorsunuz ve bu hakikat ayan olduğu vakit ve ayan olunan şeyin zevk edildiği vakit işte ne oluyorsa orada olacak. Namazın hakikatı zahir oldu mu Hak’kın varlığı zahir olur. Hak’kın varlığının hakikatı zahir oldu mu Hazreti Muhammed’in varlığı zahir olur. Hazreti Muhammed’in varlığı zahir olduğu vakit, Âdemiyet ve insaniyet zahir olur. Ademiyetin zahir olan esrarının hakikatı bilindiği zaman bütün mükevvenâtın esrarı çözülür. İşte kardeşim bu dört büyük deryalara dalmak lazım. Bu dört rumuz, Cenâbı Allah’ın, hazreti peygamberimizin, hazreti Adem babamızın ve dördüncü mükevvenâtın bu da namazda cem olur. Zaten namazın farzları ceme işaret, sünnetleri de farka yani kesrete işaret. Şimdi sizin sualinize hazrete Muhammed’e gelelim. Namaz miraçtan bize hediye getirildi ve beyti haramdan beyti mukaddese vardı. Orda ervahı enbiyaya imam oldu. Oradan yedi kat semavata geçti ve sidreyi müntehaya vardı. Cebrâili orda bıraktı ve oradan maverâsinden yani aklın ötesinden cenabı Allah’ın huzuruna vasıl oldu. Orada Rabbına selam verdi. Cenabı Allah hadisi kudsilen şu hitapta bulundu; “Kif ya Muhammed! Fe innuke rabbi ya salli aleyke” Yani “Sen dur ya Muhammed! Senin rabbın senin içün namaz kılıyor.” İşte kardeşim namaz beyti mukaddesde başlanır, arşüstevada hatim olur. Şimdi biz bu hesapları daha yakın getirelim. Namazın dört rüknü vardır.1-Kıyam, 2-Rükû, 3-Secde, 4-Ettehiyyat ve 5.Selam.

Kıyam: Ef’ali ilâhiyeye işaret, Rükû da sıfatı ilâhiyeye işaret. Şimdi kıyamda yani tevhidi ef’alde ruh imam, cesediye ve ruhiye ruha cemaat oluyor. Şimdi sen camide imama uyduğun vakit ne şekilde müşahede etmen lazım? Sen şu zevkle müşahedede olmalısın: Seni ve bütün cemaati imamda ifna edeceksin. Yani cemaati önünde hiç kimseyi görmeyip doğrudan doğruya imamın arkasına yani birinci safta olacaksın. Yani cemaati ifna edip, imamdan başkasını görmeyeceksin. İşte onun içün hadisi şeriflen beyan edilmiş birinci safta namaz kılanlar en efdâldir. Bu şekilde efdâlsen, istersen en son safta namaz kıl bu şuhud üzere kılarsan birinci safta sayılırsın. Orada bulunduğun mertebenin şuhudile yani, her mertebenin farkı da var, cemi de var. Yazdığın mertebenin farkı oluyor. Şayet mertebeni cem ile bilmek istersen o zaman cemaati ve imamı sende cem edersin, imam sen olursun. O zevkte tevhidi sıfat mertebenin cemi oluyor. Hareket ve sükunda ve tekellümde bir kelam çıkar, senin vücutta cem ettiğin içün orası tam vahdet olur. Yalnız bu zevk tahiyyata gider. Zira yerlerde ve göklerde ne varsa ya kıyamdadır, ya rükudadır ya secdedir. O sebepten namaz her şeyi cem etmiştir. Şimdi gelelim birinci şuhutta kıyamda ellerini bağlarsın ve kendi nisbet fiilini terk edersin. Ondan öteye tecelli-i ef’alden hareket edersin, Ondan sonra rükuya varırsın. Allah’ü ekber dersin ve şu zevklen “Allah’ım fiil benim değil senin” tecelli-i fiiliyesiyle kıyamda durdum. Şu halde nisbet ettiğim sıfatlar da benim değil senin. Azemetine ve uluhiyetine eğilirim. Ve senin büyük Rab ismini tesbih ederim. Rükudaki “Sübhane rabbiyel azim” cenabı Allah’ın rububiyeti zahir olunca kıyamdan hemen rükua varılır. Nisbet ettiğin sıfatlar da ifna olunca cenabı Allah kul lisanından “Semiallahü limen hamideh” der. Burada cenabı Allah uluhiyet ceketi ile senden sana söylüyor. Hamdını işiten sende Allah’ın bu hitabını işitince “Rabbena lekel hamd” Yani, ey benim rabbım! bütün hamdım sana olsun. İşte benim fiilsiz vasıtasız kalan vücudumu da ifna ediyorum. “Allah’ü ekber” ben yokum sen varsın, secdeye varırsın ve orada tesbih değişir. Rükuda sen Rububiyeti tesbih ediyordun secdede iş değişiyor: Orada rububiyet uluhiyete tesbih ediyor. Orada nisbet vücut kalmıyor. Kalan vücut cenabı Allah’ın Rab isminin tezahürü, rabbil alemin bütün alemlerde zahir olan rab’tır. İkinci secde ise; Kul diğer nisbetleri  gibi ismini de kendine nisbet etmişti. İkinci secdede ismini de ifna ediyor. İşte kardeşim Cudi bey kıyamın, rükuun ve iki secdenin rumuzu çözüldü mü senin nisbetlerden eserin kalmaz. Senden ruhi Muhammediye zahir olur ve ettehiyyatüde ruhi Muhammediye ruhi Haklen tekellüm eder. Sen orada hayrete düşersin. İmam selam verdiği zaman bi sağ tarafına, bir de sol tarafına selam verir. Müezzin hemen “Allahümme entesselam ve minkesselam” der. Burada müezzin arif olduğu içün diyor; “Selamı verende sensin, alanda sensin.” Sağ tarafta bekâda olanlara verir, sol tarafta fenada olanlara verir ve imam yüzünü cemaata doğru gösterir. Cemaatta onun cemalini görür. Bu kesret halidir. Vahdetten sonraki kesret. İşte kardeşim sorduğunuz namaz hakkındaki suallerin bir nebzecik fakir cevabı. Zira namazın taşıdığı esrarı bütün ins ve melekler yazamaz ben nasıl yazabilirim. Cenabı Allah cümlemizi namazın esrarına ve o esrarın zevkine erdirsin ve o zevkin kurbanları olalım. Amin..     

 

BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

Esselamü aleyküm ve rahmetullah.

Evvela selamlarımı sunar ve hasretlen kucaklarım. Pek sevgili kardeşim Cûdi Bey göndermiş olduğunuz kıymetli mektubunuzu aldık ve yazmış olduğunuzu anladık. Cenabı Allah’a şükürler olsun ki bizleri insan olarak halketti ve yine bizi kendi öz hakikatımızı aramaya sevketti. Ve kendi öz hakikatın sırrını bildiğimiz zaman biz kimiz, aslımız ve neslimiz nerden geldiğini anlar ve bileriz. O zaman on sekiz bin alem dedikleri bu alemlerin rumuzunuda çözdük mü o zaman bu alemlerde kendi varlığımızı müşahede ederiz. Alemlere baktığımız zaman kendimizi görürüz, kendi iç alemimize baktığımız zaman alemleri kendimizde görürüz ve her iki mertebede kul hayran olur. Burada hayretten başka hiç birşey yoktur. Burası tam vahdet yeridir. Buraya hiçbir kul ne ilimlen, ne akıllen, ne varlıklen girebilir. Buraya girmek kuyudattan soyunduktan sonra bir Lütfi ilahilen olur. İşte vahdeti vücut sırrı. Allah hepimize bu zevki nasip etsin amin. Cûdi Bey yazıyorsunuz sizin eksper arkadaşınız bu ilmi tevhitten haberdar, yalnız intisabı yoktur. İşte daha evvel konuştuğumuz gibi hiçbir memleket boş değil. İşte onlarda evliya hali mevcut yalnız kendileri bilmez ve cenabı Allah sonunda yine bir insanı kâmillen buluşturur ve ilmi tevhidi nasip eder. Eğer burada olmazsa alemi berzahta mutlaka nasip eder. Biz çok memnun olduk, sizin orada böyle bir arkadaşı bulduğunuz içün. Senin için de çok iyidir. Allah her ikinizin de zevkinizi arttırsın. Amin. İşte kardeşim yukarıda yazdığımız gibi bu dünyaya insan olarak geldik ve kendimizi bilmezsek, nereden geldik? Nereye gideceğiz? Biz kimiz? Rabbımız kimdir? Buraya niçün geldik? Bunları bilmezsek o zaman ayeti kerimenin buyurduğu gibi “Onlar hayvan gibidir beklide hayvandan daha beter” Zira buraya yalnız yemek, içmek, yuva kurmak, çocuk yetiştirmek için gelmedik. Bunu kuşlarda yapıyor. Biz insan olduğumuza göre yalnız bu kadar mı yapacağız? O zaman nerde kalır bizim insaniyetimiz. Yunus Emre’nin buyurduğu gibi

“İlim ilim bilmektir

İlim kendini bilmektir

Yasen kendini bilmezsen

O bir kuru emektir.”

Cûdi bey, ilmi tevhitten bihaber olan bir kişi diğer bütün ilimleri yutsa, O’nun ölümüyle bütün o ilimler sona erer. Çünkü o ilimler buraya mahsus idi. Hayat ise bâkidir. Onunla o bâki hayattan bi haberdar. İşte o’da o bâki hayatta burada hangi sıfatta göründüyse orada o sıfatlen o bâki hayata o sıfatlen mukayyed olacak ve insan sıfatını kaybettiği içün daima ızdırapta kalacak.   

 Evradı Ali olarak isimlendirilmiş kitaptaki risalelerin sadeleşmesi 7ekim 2013 pazartesi günü tamamlanmıştır.

   

                                                                                Sadeleştiren

                                                                                  Mehmet Naci GÜNEY 

 

 


13 Ağustos 2024 Salı

SEVDALININ BAHÇESİ SADELEŞMESİ

Allah bizi öyle bir zevkten ayırmasın ki bütün aşıklar, hazreti Muhammed’in zevkiyle ki bütün suretlerden zuhur etmiş O’nun bütün vücutlarından zuhuru ve zuhurda O’nu müşahade ettikleri için sarhoş olmuşlar ve O’nun al ve eshabın aşkıyla bütün suretlerdeki zuhuru ile O’nun büyüklüğünü müşahede etmişlerdir. Onun için daima Allah Allah der ve daima niyaz ederiz. Yarabbi bizi O’nun muhabbet ve O’nun aşkıyla daim kıl. Ve O’nun varlığı Abdülmâlik Hilmi’den daima görünsün. Çünkü o Resulullah’tan hiçbir zaman ayrı düşmek istemez. O muhabbet ile bu risaleyi yazmaya başladım. Senin irfanlığını anlamaya, ya mevlâm. Onun için risalenin adını  “SEVDALININ BAHÇESİ” adını koydum. O aşıklar için ki senin yoluna girmek istiyorlar.

Hak’ka gitmek için üç yol vardır: Birinci yol: şeriat yoludur. O yola girmekle kendini ve bütün alemi müşahede ederek der ki; “Ben ve bu alem yokken beni ve bu alemi bir yaratan mutlaka vardır. O bizi meydana çıkardı. Bu şekilde Allah’ın varlığını kabul eder. Çünkü kendini ve bütün alemin varlığını delil kılıp Allah vardır. Mademki ben yokken meydana çıkaran mutlaka bir yaratan var der” ve böyle bilmekle şeriat yoluna girer. Bu yol “istidlâl yoludur. Delille Hak’kı bilmek. Çünkü kendini ve bütün alemi delil kılıp der ki Allah vardır. Bu yolun bir adı da “ilmel yakîn”dir. Ancak şüpheden arınmış değildir. O sebepten bu yolda ümmet fırkalara ayrıldı ve bu fırkalar için Resulullah efendimiz “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan yetmiş iki dalalette bir fırka hidayette kalacaktır.” Sahabeler sordular; “Bu hangi fırkadır ki cehenneme girmeyip selâmette kalacak ya Resulullah diye sorunca?”  “Ben ve ashabım hangi yoldadır o yol selâmet yoludur.” Çünkü onlar yalnız delil ve akli yola durmayıp Kur’an ve hadisleri araştırır. Zira böyle araştırma yapmayıp kendi aklıyla giden bazen isabet eder çoğu zaman yanlış bilir ve yanlış hareket eder. Hadislere yanlış mana verir. Çünkü onlar ilimsiz ve bahtına peygamber efendimizi yorumlarlar. Amma Kur’anı delil ederse yanlış yapmaz, doğru yolu bulur. Çünkü Kur’an sağlam ve doğruyu söyler.

İkinci sulûk: Tarikata girmektir ki, onlara zikir ve esma telkin edilmiş, onlar çile ve riyazatla kendine zahmet verip Allah’ı zikredip halvete girip daima korku içindedirler. Bu yol hâl’dir, makam değildir. Bu yol zor ve çileli yoldur, zahmetlidir. Seni Allah’a götürmez.

Üçüncü sulûk: Hakikat yoludur. Bu yol gayet kolaydır fakat bu yolda mürşit bulmak çok zordur. Mürşitlerin pek çoğu ilmel yakindedirler. Delillerle Hak’kı bilmeye çalışırlar. Daha evvel söylediğim gibi kendi düşüncesi ile Hak’kı buldum zannederler. Hakikat üzere, şuhud üzere, Hak’kı müşahede ve zevk etmek lazımdır. İşte bu doğrudur. Hak’kı bulmak üç türlüdür: İlmel yakin, aynel yakin, hakkel yakin.

         Birinci; İlmi şeriat. İkinci; İlmi tarikat. Üçüncü; İlmi hakikat. Ve bu yolların mürşitleri ya delil ya müşahede ya da hakikat iledir. Şimdi mürşidin vasıflarını size bildireyim ki onlar hakikat vasıfları üzeredirler. Sizin kalplerinizi uyandırıp zikrullah ile doldurup kalblerinizi masivadan arındırıp zevkullah ile doldurup ve bu yolda vasılı illallâh olup, Hak’ka kavuşmak demektir. O mürşit ki bütün seyranları toplamıştır. Birinci seyr: Seyri illâllah ki bütün tevhid mertebeleridir. İkinci seyr; Billâh. Üçüncü seyr; Anillah. Dördüncü seyr; Meallah’tır. Nasıl ki seyri illâllah, fena makamları ise bu üçüne de bekâ makamları denir. Eğer mürşit, bu makamlardan haberdar ise işte o mürşidi kâmildir. Haberdâr değilse o mürşidi kâmil değildir.

Mürşidi kâmili bulmak lazımdır, yalnız çok zor bulunur.

Cenabı Hak’kın dört tecellisi vardır. Birinci tecelli; Tecelli-i zat’tır. Orada ne isim ne suret vardır. Ancak zâtıyla zâta tecellisi vardır. Yani kendinden kendine tecelli olur. Bu tecelliye  “Ehadiyetül ilâhiye” denir. Orada halkın kokusu yoktur.

           İkinci tecelli; Tecelli-i sıfattır. Hayat, ilim, irade, kudret, işitmek, söylemek,  görmektir. Bu sıfatlarla cenabı Hak tecelli ve zuhur etmiştir. Bu tecelliye “tecelli-i vahdet”  ve “Hakikati Muhammediye” denir.

Üçüncü tecelli; Esmâ’dır. Hayat sıfattır, hay esmadır. Bütün sıfatlar böyledir. Sıfatların zuhuru esmâdır. İşte bu gibi sıfat halk ile zuhur ederse o zuhur yerlerine esmâ denir. Hasılı kelam Hakkın zuhur yeri sıfat, sıfatın esmâ, esmâ’nın ef’al, yani zatı sıfatı, sıfatı esmayı, esmâsı işi meydana çıkarır, zuhur eder. Bu tecelli, “tecelli-i esmâ ve ehadiyet ve hakikatı insâniyedir.”

Dördüncü tecelli; Tecelli-i ef’aldir. Tecelli-i ef’al, görmek ve akli olarak suretlerin zuhurunu müşahade etmektir. Bu tecelliye “hakikatı şuhudiye ve suveriye ve hakikatı Muhammed’iye ve Rububiyet” denir. Dördüne bir “uluhiyet” denir. Hak ancak Rububiyet mertebesiyle dünyada ve ahrette  maddesiz olarak  görünür ve müşahede edilir. Nitekim Kur’anı kerimde hazreti Musa cenâbı Hak’ka Araf-143,Yarabbi seni görmek istiyorum” başka ayetlerde Kıyamet-22-23, “Siz ahret gününde sevinçli gözlerle Rabbınızı göreceksiniz.” Allah’ı rububiyet mertebesiyle göreceksiniz. Hadisi şerifte buyurulmuştur. “Yakında Rabbınızı göreceksiniz, ayın on dördü göründüğü gibi.” Resulullah efendimizin buyurduğu söz ile anlaşıldı ki bir  salik, suretlerin görünüşü yani bu alemde görünen suretlerle ve zihinde ve aklındaki görünmeyen suretlerle, Hak’kın esmâ ve sıfatlarıyla, mutlak olan mevcudu  müşahede eder. Buna aynel yakin denir. Burada hulûl lazım gelmez. Yani Hak’kı halkla görmede hulûl yoktur. Çünkü Hak’kın varlığından başka varlık yoktur. Bu makamda salik bütün âza ve kuvvetiyle ismi celâli zikrederken Hakikati Muhammediyeyi müşahede eder, O’na bağlanırsa Allah deyip O’nun hakikatini ki, zâtı Hak’dır müşahede ederse kalb ile bağlanıp hayal edip o görüşle  varlığa bağlanıp Allah derse bu mertebeye “cem” denir. Suretlerden bağlantıyı kaybeder de halkı görmezse Mâkamı Cem denir. Cemiyyeti Muhammediyeyi aklında ve hayalinde alıp bağlanırsa “Hazreti Cem” denir. Bir rabıta daha yaparak; hayalinde Cemi Ehadı ve Cemi Muhammedi cem ederse bu müşahedeye “Cemül Cem” denir. Cemde olan bir hakikat eğer müşahede edilirse ve bu düşünceye bağlanırsa “Ehadiyetül Cem” denir. İmanı tahkiki buraya kadardır. Bundan daha iyi bir makam yoktur. Bir salik için gaflet uykusundan uyanması vacip ve borçtur. Zikrullahla yani kalbi daima Allah demesiyle olur. Zira bu alemin temeli ve mayası Hazreti Muhammed’in Cem’idir. Güneş bu alemi aydınlattığı gibi O’nun nuruda bu suretleri öyle aydınlatmıştır. O’nun nuru hayalde ve zahirde müşahede edilirse nurun nuru ve aslın aslı olan o nur salikte parlar. Her şeyin aslı olan O nuru pak ki O’nu daima rabıta ederek müşahede ve zikredilirse, işte o zaman nuru Muhammediye vücudunda zahir olur, Muhammed bir dakika senden uzaklaşmaz. Sadat evliyalarından olanlar demişler ki “Bizden hazreti Muhammed ayrılırsa kendi kendimize mürted hükmünü veririz.” Yarabbi ! Bizi de onlardan kıl. Hazreti Muhammed hürmeti için bu hâl üzre yola giren aşıklar; o dilbere vuslat etmek isterse; zahirde bu beşeriyetin perdelerini kaldırması, benlikten ve kendi varlığından soyunması gerekir. Sonra kalan o temiz varlıkta ruhâni elbiseyi giymek ve o temiz elbiseyle o dilbere gitmek lazımdır. Yarabbi bizi o dilberin güzelliğinden ayırma. Sakın bizi dilberin sevmediklerinden kılma. Şimdi dinle hakikat üzre elhamın manasını:

Elhamdülillâhi Rabbil âlemin: Elhamdülillâhi hamd cenâbı Hak’kın kendi kendisini meth etmesidir. Resulullah (as) demiştir. “Ben seni senin gibi lâyıkıyla meth edemem, senin zâtını tâzim edemem, senin zâtın mukayyetsizdir. Ancak mukayyetsiz olduğunu biliriz. Hamd senden sanadır.” Rabbül âlemin yani zâtı ile sıfatı ve ef’ali ile bu alemi meydana çıkardın ve her bir dakikada imdat ve yardım sendendir. Hamd rabbül âleme mahsustur.

Alemden murad mahlûkatın mertebeleridir. Birinci mertebe: Ruhi Muhammedidir, s.a.v’dir. İsmi bedî meydana çıkardı. Bediin zuhurudur. İkinci mertebe: Nefsi nâtıkadır. Bais isminin zuhurudur. Nefsi nâtıka bais isminin zuhurudur. Yani nefsi nâtıkanın zuhuru bais isminin zuhurudur. Üçüncü mertebe: Tabiat: Bâtın isminin mazharıdır. 4-Heyûlâ: Ahir isminin mazharıdır. Heyûlâ, şekerin hamuru gibidir. O hamurdan şekerci suret düzer. Yani bu alemin mayasıdır. O mayadan bu suretler vücut giydi. 5-Şekil: Zahir isminin mazharıdır. 6-Cismi kül: Ruhun isminin mazharıdır. 7-Arş: Muhit isminin mazharıdır. 8-Kürs: Şükür isminin mazharıdır. 9-Feleki atlas: Gani isminin mazharıdır. 10-Feleki münâzil: Mukadder isminin mazharıdır. 11-Feleki Zühal: Rab isminin mazharıdır. 12-Feleki mekevkeb,13-Feleki müşteri, 14-Feleki şems: Nur isminin mazharıdır. 15-Feleki Zühre: Musavvir isminin zuhurudur. 16-Feleki utârit: Muhsi isminin zuhurudur. 17-Feleki kamer: Mübin isminin zuhururdur. 18-Feleki ekber: Kâbis isminin zuhurudur. 19-Kürre-i hava: Hay isminin zuhurudur. 20-Su küresi: Muhyi isminin zuhurudur. 21-Kürre-i türab: Mümit isminin mazharıdır. 22-Maden: Aziz isminin mazharıdır. 23-Nebat: Rezzak isminin mazharıdır. 24-Hayvan: Mudil isminin zuhurudur. 25-Cin: Lâtif isminin zuhurudur. 26-Melek: Kâvi isminin zuhurudur. 27-İnsan: Câmi isminin zuhurudur. 28-İnsan mertebesi: Refiüt derecât isminin zuhurudur. Bütün bu alemlerin mertebelerin sahibi cenâbı Hak’tır.

Errahmânirrahim: Yirmi bin alemi icad eden ve onlara yardım eden rahimdir.

Mâlikiyevmiddin: Kıyamet günün sahibi cenâbı Hak’tır. O gün ki bütün  halkın  haşr  ve sonra neşr olmasıdır. Haşır; Toplamak, neşir; dağıtmak. İşte o günün sahibidir. Bir haşır ve neşir daha vardır ki ikinci kıyametle olur. Hadisi şerif; “İzâ mâte abduhu kıyameti” Yani kulun ölümü kıyametidir. Ölüm iki türlüdür: Birincisi ister istemez mecburidir. İkinci ölüm: Senin arzuna bağlı, istersen ölürsün istemezsen ölmezsin. Birinci ölüm bütün alemler içindir. Ali İmran-185 “Küllün nefsin zâikatün mevt”. Bu ayeti kerime der; “Herkes ölümü tadacaktır.”  İkinci ölüm ki fenafillah’tır. Bu fenafillah olan taife onlar haşrı  ve neşri dünyada gördüler. Bu sınıf için izdirâri ölüm dünyadan fani olmak ayrılmak ve neşri bâki olan ahirete gitmektir. Zira bu sınıf yerde ve göklerde mukayyet olmaz. Mukayyet bağlı olmak demektir. Yerden ve göklerden bağlı olmayanlar kâmil insanlardır. Birinci ölümle ölenler onlar iki sınıftır.

        Birincisi; Mü’minler ki onlar Allah’a itaat edenlerdir. İkinci; Kâfirler, Onlar Allah’ın emrini tutmayanlardır. Mü’minlerin ruhları âlâyı illiyyinde yani yükseklerde orada bağlıdırlar gezemezler. Mutaffifin-7, “Kâfirlerin ruhları siccîndedirler.” Orada bağlıdırlar çıkamazlar. Cenâbı Hak mü’minlere cemâl ile tecelli eder. Yani onlara sevindirici tecellisi ile tecelli eder ve onlar gayet rahattırlar. Kâfirlere ise celâl tecellisi tecelli eder ve onlar daima azaptadırlar. Onlar dünyada hangi sıfatla göründü iseler o sıfatla azap olacaklar. Kiminin ruhları maymun, kiminin hınzır, kiminin yılan, kiminin akrep, dünyada hangi sıfatla göründü iseler ahrette o sıfatla görünecekler. İşte o ruhlar o sıfatlarla siccinde haps olurlar. Bu devriye değildir. Devriye batıl mezheplerdendir. Onlar batıl itikattadırlar. Birinci itikat; Tenâsüh. İkinci; Temâsüh. Üçüncü tefâsüh. Dördüncü; Terâsüh. Dördü de bâtıldır. Birinci; Ruh insan vücudundan çıktığı vakit tekrar insan suretine girer. Temâsüh: Ruh insandan ayrıldığı vakit tekrar hayvana girer. Tefâsüh: Ruh nebata girer. Terâsüh: Ruh madene girer. Onların itikatlarına göre ruh, nebata veya madene girerse ebediyen kalır, devir yapamaz. Hayvana veya insana girerse o ruh devreder derler. Bu itikatta olanlar mezhebi devriyedir. Bunlar Yahudiler, masonlar, Protestanlar ve başka mezhepten olanlardır. Bu itikatların hepsi batıldır. Çünkü suretleri değişir. Ahmet Ömer olmaz. Beşir Bekir olmaz. İnsan hayvan olmaz. Nebat hayvan olmaz. İyi anla ki bu bâtıl itikatlara sakın budala olma. Bâtıla inanmamakla hayvan olunmaz.

İyyâke nâbüdü ve iyyâke nestein: Yani Ya Allah! Seninle ibadet ederiz. İbadet cennete girmek veya cehennem korkusu ile yapılırsa yapılan ibadet ibadet

sayılmaz. Yani cenneti istemek cehennemden korkupta yapmak ibadet sayılmaz.

İhdine sırat-el mustakîm: Yarabbi! Bize hidayet ettik ki sırâtı müstakîmde olalım Doğru yol kâmillerin yoludur. Tevhit yoludur. Yusuf-108, “Bu benim yolumdur. Ben ve bana uyanlar, sizi akılcı ve gerçekçi olarak Allah’a davet ediyoruz.”  Allah’ın söylediğiyle ispat olunmuştur ki bu yolda davetçi mürşidi kâmillerdir. Mürşidi kâmillerin şeriattan, tarikattan ve hakikatten haberdar olmaları lâzımdır.

Sırat ellezine en amte aleyhim: Öyle bir doğru yoldur ki o yol peygamberlerin ve kâmillerin yoludur ki o yol sâfi tevhittir. Allah vardır başka hiçbir şey yoktur.

Gayril mâğdübü aleyhim: Bizi o yoldan ayır ki onlara gadap etmişsin. Onlar Yahudilerdir ki biz mevcuduz, Hak zihinde gizlidir dediler. Varlıklarını kendilerine nisbet ettiler.

Veleddâllin: Ve sakın bizi nasrânilerin yolundan etme ki onlar halka Hak derler. Nasıl ki hazreti İsa için Allah dediler. Yarabbi! bizi bu itikatlarda bırakma.

Amin…

Bu risale aşıkların çiçek bahçesidir. Gözünüzü açın ve iyi anlayın. Zira burada yazılanlar ruhun sermayesidir. Öldükten sonra hayat isteyenler için bu satırlardaki hikmet dolu cevherleri toplasın. Kim ki arif olmak isterse o okur ve anlar ki, ALLAH birdir. Amin…………………          

 

Sadeleştiren

Mehmet Naci GÜNEY

12 Ağustos 2024 Pazartesi

GAZELİN SADELEŞMESİ


Mesleki melâmi hizmetkarlarından Prizrenli Mehmet Kâmil İbnil hac yakub Toska hazretlerinin bin üç yüz kırk sekiz senesi Şaban ayında köprülü kazasına bağlı menluçe kıryesinde bulunduğu sırada Prizren melâmi dergahının postunda oturan Hak yolunun yolcusu Hacı Ömer Lütfi efendi kuddesallâhü sırrâl azizin bir gazelini şerh ve açıklamak üzere fakirin gönlüne gelen doğuşların telmih sanatıyla kaleme alınmasıdır.

 

GAZEL

 

Aşkın nedir ezvakın?                                 Meyhaneye sorsunlar

Eşvâkini uşşâkın                                        Peymaneye sorsunlar

 

Aşkın zevklerini meyhaneye sorsunlar. Aşk nedir? Aşk; Şu şeydir ki, muhabbetin fazlalığıdır. Ezvâk; Zevkin cemidir. Muhabbetin zevkini meyhaneden sor. Meyhane nedir? Meyhane şu şeydir ki orada rakı ve şarap içilir. Meyhane dahi iki kısımdır: Biri zahiri meyhane ki tarif olundu bu zahiri meyhanede bulunmak ve şarhoş edecek şeyleri içmek mü’minler için kesinlikle haramdır. İkinci meyhane şu şeydir ki Meclisi irfandır. Nitekim cenabı Hak Kur’anı keriminde buyurur; Zariyat-56, “Vema halektül cinne vel inse illâ liyağbüdün” Türkçesi; Cenabı Allah buyurdu ki, “Ben azimüşşan insanlarla cinleri ancak bana ibadet etsinler için halk ettim. İbni Abbas radıyallahü anh hazretleri liyağbüdün kelimesini eyliyağrüfün ile tefsir ediyor. Yani irfaniyet hasıl etsinler demektir. Buradan da anlaşılıyor ki, İkinci meyhaneden murad; irfan meclisleridir. Yani ariflerin bir yerde toplanıp “Allah sohbeti” ettikleri yerdir. Burası sohbet için özel olarak hazırlanmış bir yer değildir. Arifler nerede bulunur ve muhabbeti ilâhiye zuhur ederse orası aşk meyhanesi ve hakiki meyhanedir. Hakiki sohbetin zevkini, hakiki meyhaneden sormak yani meclisi irfanda bulunup sohbetlerinden âşina olmak ve zevklenmek demektir.

Eşvâkini uşşâkın                      peymaneye sorsunlar

 

Eşvâk; şevkin cemidir. Şevk ise istek ve arzulardır. Uşşak; Aşıkların cemidir. Peymâne; Şarap ile dolu olan kadehe derler. Şaraptan maksad; Muhabbeti ilâhiyedir. Kadehden murad; Salikin kalbidir. Beytin manası  şöyle olur ki Aşıkların arzu ve isteklerini peymaneye sorsunlar, yani muhabbeti ilâhiyeye âşina mürşidi kamilden sorsunlar demektir. Hazret ikinci beytinde buyurur:

 

Hak’kın ne imiş zevki?              Gönlün ne imiş şevki

Esrarı meyi aşkı                          Mestaneye sorsunlar

 

Hak’kın zevki gönlün şevki ve aşk şarabının esrarını mest olanlardan sor. Mestlik dahi iki kısımdır birincisi; Zahiri şaraptan bir kimse bir miktar içerse biraz aklı gider. Biraz daha içerse fazla aklı gider. Aşırı derecede içerse bütün aklı gider ve mest olur. İkinci mestlik de şu şeydir ki; Mürşidi kamil vasıtasıyla salike bir kadeh verilir. Yani tevhid makamlarından tevhidi efal tarif olunduğu zaman o salikin kendi işi ve alemin işi olmadığını ve işleyen Hak olduğunu anlar. Fakat bilişi, duyuşu, görüşü, dirliği, söyleyişi, murad etmesi, kuvvet ve  kudreti vardır. Mürşidi kamil vasıtasıyla ikinci bir kadeh verildiğinde yani tevhidi sıfat tarif edildiğinde o salikin bilişi, duyuşu, görüşü, söyleyişi, murad etmesi, kuvvet ve kudreti kalkar ve bu sıfatların Hak’kın olduğunu anlar amma yine bir bakiyesi vardır o da vücuddur. Mürşidi kamil üçüncü kadehi verdiğinde yani tevhidi zatı telkin ettiğinde, salikin vücudu da kalkar, bütün bütün mest olur. Kendinden ve alemden hiç haberi olmaz. Hak’kın zevkini gönlün şevkini ve aşk şarabının esrarını böyle mest olanlardan sor. Yani tevhidi zat saliki gibi mest olmanın yolu nasıl olduğunu bu yerden geçenlerden yani bir halden bir hale geçip ayılanlardan sorup öğrenmek gerekir. Bu gibi tevhidi zat salikinin halini açık edip ortaya koymak amacıyla aziz kuddisallahü sırra üçüncü beytiyle buyurur.

 

Terk eylemiş ağyari                 Kâküldür anın yâri

Zülfündeki esrarı                     ol şâneye sorsunlar.

 

Yukarıda beyan olunan tevhidi zat saliki bütün ağyari terk etmiştir. Cenabı Hak’tan ve ilahi vücuttan başka bir şey göremez. Kâküldür anın yâri demesinden maksad; Gönlün zahirde manası zülüftür. Zülüf ise siyahtır. Siyah dahi alemi gaybi hüviyyete işarettir. Tevhidi zat saliki alemi gaybi hüviyyettedir. Zülüf alemi gaybi hüviyyete işaret olunca zülüfün esrarını ol şâneye sorsunlar. Şane: Lügatte tarakdır. Tarak ise zülfün esrarını bilir. Çünkü zülüfle tarağın birbirine teması yani yapışması vardır. Taraktan murad: Mürşidi kâmildir. Nitekim tarak zülüfün ilişiklerini açar. Mürşidi kâmilde salikin kalbinde olan ilişiklerini açar. Sende ey salik! Müşküllerini, mürşidi kâmilden sor demektir. Bu mürşidi kâmilin, teşbih yoluyla vasıflarını belirterek,  hazret buyurur ki,

 

Ferzâne bil anı                           Dil oldu debistanı

Bu hikmeti Lokmanı                  Ferzâneye sorsunlar.

 

Ferzâne şudur ki hekimdir. Bereket ve rahmet bulmuş ve nefsani kayıtlardan geçmiş olandır ki mürşidi kâmildir. Dil; Gönüldür. Debistan ise: Okul ve dersane demektir. Hikmeti Lokmandan murad; Her şeyi yerli yerine koyandır. Beytin manası şöyle olur ki: Mürşidi kâmil merâtibi tevhidi gönül mektebinde okuyup her şeyi yerli yerine koyandır. Kendi dersinin mürşidi kâmilin nefesinde okunmasına dair cenabı Hak, kur’anı hükmünde işaret yoluyla buyurur; İsra-14, “İkra kitâbeke kefi bi nefsike el yevme aleyke haseben.” Bu ayeti kerimenin Türkçesi: “Ey insan! Sen kendi kitabını kendi nefsinde oku. Hesap gününde o kitap sana kifayet eder.” İnsandan murad: Hazreti fahri kâinat sallallahü aleyhi vessellemdir. Mürşidi kâmil dahi hazreti peygamberin tam varisi olduğundan bu ayeti kerimenin manası mürşidi kâmili de kapsar. Manayı işaret: Ey salik! Mürşidi kâmilin yardımıyla kalbinden mâsivayı bütün bütün ayıkla. Masivadan kalbinde hiç eser kalmasın. Çünkü kalbinden masiva çıkınca o kalpte Allah’tan başka bir şey kalmaz. Zira kalpte Allah olunca masivaya yer kalır mı? Elbette kalmaz. Bir kalpte hem masiva hem Allah bulunamaz. Böyle masiva bulunmayan bir kalp hakkında cenabı Hak hadisi kutsisinde buyurur: “Mâ veseagi erzi velâ semâi velâkin vesegani kalbü abdi minettegiyyil vera.” Bu hadisi kudsinin Türkçesi: “Beni yer ve gök sığmadı, ancak mü’min ve takva sahibi olan kulumun kalbi sığdı.” Mütteki; İttika eden yani Cenabı Allah’tan korkup yasaklamış olduğu şeylerden çekinendir. Vera ise; takva yani gerekli olmayan hususlardan sakınıp çekinenlerdir. Kalbinde cenabı Hak’tan başka bir şey bulunamaz. Bulanamadığı surette masivaya yer kalır mı? Elbette kalmaz. Kalmayınca her şeyi yerli yerinde Lokman hekim gibi kor. Ey salik!  Bu gibi kalbin hallerini, böyle bir rahmet deryasına gark olmuş ve nefsani kayıtlardan kurtulmuş olandan sor. Yani mürşidi kâmile teslim olmakla beraber her emrine sadık ol ve boyun eğ. Bu sebebdendir ki mürşidi kâmilin bazı hallerini benzetme ve misal  yoluyla, üstadımız kuddise sırra buyurur:

 

Ruhsare-i pür hâli                             akıl anlamaz ol hâli

Mecnundaki ahvâli                           divaneye sorsunlar.

 

Ruhsare; Yanak. Pür; Dolu. Hal; Benekler. Akıldan murad; Aklı meaş sahibidir. Mecnun; Deli, divane demektir.

        Beytin manası şöyle olur ki: Sevgilinin yanağında dolu olan benekleri aklı meaş sahibi anlayamaz. Bu beneklerin neye işaret olduğunu ve sevgilinin halini divaneden sor demektir. Manayı işaret: Mahbubtan murad; Mürşidi kâmildir. Yanağındaki benekler ise; Tevhidde olan ince ince meselelerdir. Bu tevhid meselesini aklı meaş sahibi anlayamaz. Mecnundaki ahvâli divaneye sorsunlar; Burada mecnundan maksad fenayı tam salikidir. Nitekim mecnun Leyla’ya aşık idi Leyla’dan başka bir şeyi zikir ve fikir etmez idi. Bu zikir ve fikir sebebiyle Leyla’yı hakiki mecnunun kendi vücudunda tecelli etti. Bu zaman da Leyla mecnunun karşısına çıkıp dedi ki, “Ey mecnun! İşte Leyla benim bana bak.” Mecnun cevaben dedi ki, “var git Leyla ki ben mevlayı buldum.” Yani bende hakikat Leyla tecelli etti ve Leyla’dan firar etti. Çünkü Leyla’nın cismi ve sureti Mecnun’a masiva olduğundan Mecnun masivadan kaçtı. Mecnun masivadan kaçtığı gibi aklı meaş sahibleri de tevhitten kaçarlar. Çünkü bunların kalpleri taş gibidir ve masiva ile meşguldür. Bu durumda olan kimseleri Cenabı vâcib el vücud hazretleri kötüleme makamında buyurur: Zümer-22, “Feveylün lil kâsiyeti kulubühüm min zikrillâhi ülâike fi dalâlin mübin.” Türkçesi: “Azabın şiddeti şu kimseleredir ki, kim Allah’ü tealâ’nın zikrini işittiğinde kalblerine kasvet gelir.” Kasvet ise gam ve tasaya tutulmaktır. Çünkü onlar zahirende dalalettedirler. Diğer ayeti kerimede de, Zümer-45 “Ve iza zükirallâhü vahdehu ismeezzeti kulubüllezine lâ yü’minüne bil ahreti ve iza zükirâllezine min dünihi izâhüm yestebş irun.” Türkçesi: “Nerede Allahü tealâ’nın vahdâniyeti ve muhabbeti zikir olunsa, ahirete imanları olmayanın kalbleri ürker.” Yani kalblerine sıkıntı gelir. Ve Allah’ü tealâ’nın gayrisi yani masivadan her ne zikir olunsa, kalblerinde olan o sıkıntı geçip ferahlanırlar. Başka bir  ayeti kerimede buyurulur: Araf-179, “Velegad zera’ne licehenneme kesiran minel cine vel insilehüm kulubün lâ yefgahüna bihâ velehüm aynün lâyübsirune bihâ velehüm âzânün lâ yesmeune bihâ ülâike kel enâme bel hüm edallü ülâike hümül gâfilün.” Türkçesi: “Biz, insanlardan birçok kimseleri cehennem için hâlk ettik. Anların kalpleri var ki onunla hayır ve hidayeti bilmezler. Yani Hak’kı idrak etmezler. Ve onların gözleri var ki onunla Allah’ü tealâ’nın yarattıklarına ibret gözüyle bakmazlar. Gördükleri taş ve ağaçtır, hakikat üzre göremezler. Ve onların kulakları var ki, onunla Kur’an sözünü ve hak kelamını işitmezler. Bu insan sözü, bu hayvan sesi diye işitirler. Fakat ses kimindir, çağıran kimdir bilmezler. Bunlar hayvan gibidir, belki hayvandan daha aşağıdır. Yani yolunu pek ziyade şaşırmış olanlardır. Hayvan kendisine zararlı ve faydalı olan şeyi bilmeye ilmi fıtriyesi vardır. Bunlar ise onu da kaybetmişlerdir. Çünkü bunlar kalplerini, gözlerini, kulaklarını ve bütün âza ve cevâhirini dünya geçimine hasr etmişlerdir. Gerçektir ki bunlar aklı meaş sahibleridir. Bunların arzuları sırf dünyaya aittir. Tevhidin ince ince meselelerini anlamaz ve tevhidde bulunan kimselere de derler ki bunlar boşuna zaman geçiriyorlar, nasıl idare olacaklarını düşünmezler de böyle boş ve veresiye olan şeylere kapılırlar diye alay ederler. Halbuki bunlar kalpleri taş gibi olan gafillerdir. Bu gafiller hakkında hazret buyurur:

 

Gafil ne bilir aşkın                         Ol nâri sefâ şevkin

Mahv ile fena zevkin                     pervâneye sorsunlar.

 

Yukarıda beyan olunan ve kalpleri taş gibi olan gafiller ne bilir ki, tevhitte aşk varmış. Tevhide dahil olanların arzu ve istekleri ise aşk ateşi ile yanmaktır. Mahv ile fena zevkin pervaneye sorsunlar denilmişti. Mertebe-i mahviyeti mahv olmayan bir kimse bilemez. Pervaneden murad; Ehli fenadır. Bu gibi halleri ehli fenadan öğren demektir. Çünkü bunlar ehli kalbdir. Ehli kalbi beyan için aziz kuddisallahü sırral âlâ buyurur :

 

Dil kâbe-i Hak oldu                  ezvâkıyla hep doldu

Hak’kıyla neler buldu               ol hâneye sorsunlar

 

Fena makamında olan salikin kalbi kabe-i Hak oldu. Çünkü fena saliki, gönlünde Hak’tan başka bir şey olmadığını anlayıp zevk etti. Zevk edince salikin kalbi daima zevkle doludur. Doludur amma o salikin kalbi Hak’tan ne gördüğünü böyle bir kalb sahibine sor demektir. Zira böyle kalb sahipleri ruh sahibidir. Bu sebepdendir ki, ruha dair hazret ne buyurur:

 

Bir nokta var insanda                  ol zübdedir ekvanda

Sırrı demi Hak canda                  cananeye sorsunlar.

 

Noktadan maksad;  ruhu insandır. Ruhu insan da kainatın özüdür. Yani ruhu Muhammed sallallahü aleyhi vessellemdir. Dem ise; Nefsü rahmandır. Cânanede; Sevgilidir. Beytin manası şöyle olur ki: İnsanda bir nokta vardır. O nokta kainatın özüdür ki, ruhu Muhammed sallallahü aleyhi vessellemdir. “Evvela mâ halekallahü ruhi” hadisi şerifi buna işarettir. Cenabı Hak Kur’anı keriminde buyurur: Hicr-29 “Ve nefahtü fihi min ruhi.” Yani “İnsana ben kendi ruhumdan üfledim” demektir. Ruhi Muhammedi sallallahü aleyhi vessellem salikin kalbinde  mevcuddur ki ilahi nefhadır. O nefha dahi mürşidi kâmilin tarifatıdır. Çünkü mürşidi kâmilin tarifatı nefesi rahmandır. Nefsi rahman olunca, ilahi nefha olur. Bunun için mürşidi kâmil salike iptidâ zikri daim ve şuhudu tarif eder. Zikri daim ve şuhuduna delil şudur ki, Cenabı Hak Kur’anı keriminde buyurur; Ali İmran-191 “Ellezine yezkürünâllahü kıyâmen kuuden ve cünübihim ve tefekkerüne fi hâlkis semâvati vel erzi rabbenâ mâ halekte hâzâ bâtilen subhâneke fekinâ azâbennar.”  Bu ayeti kerimenin Türkçesi: “Kâmil bir akıl ve iman ile vasıflanmış olan kimseler Allah’ü tealâ hazretlerini ayakta, otururken, yatarken, sağda ve solda daima zikir ederler. Bu zikir ile beraber göklerin ve yerin yaratılışında yüce yaratıcıyı kalben tefekkür ederler. Yani gökler ile yeri Cenabı Allah halk etti. Göklerde ve yerde olan mahlukatın hiçbirisi abes yani boşuna yaratılmadı. İlâhi sen abes ve bâtıl şey yaratmaklıktan münezzehsin. Bizi lütuf ve ihsanınla cehennem ateşinden koru.” Salik için zikir ile fikir iki kanatdır. Bu kanatlarla yüceliğe uruç ederler yani tevhid mertebelerine çıkarlar Ve bu yükselme sebebiyle canlarındaki nefesi rahman olan sırrı anlarlar. Bu nefesi rahman sırrını cananeye sorsunlar. Cânaneden maksat; Mürşidi Kâmildir ki zikri daimi ve şuhudu mürşidi kâmilden sorulması gerekir. Çünkü mürşidi kâmil nefesi rahman sahibidir. Böyle olunca nefesi rahman sahibi hakkında hazret ne buyurur:

 

Dil tahtı Süleyman’dır                       Kâşane-i cânandır

Canâni ne sultandır                            Kâşaneye sorsunlar.

 

Mürşidi kâmil nefesi rahman sahibi olunca onun gönlünde Süleyman mevcuttur. Süleyman’dan murad; Tasarrufdur. Nitekim hazreti Süleyman aleyhisselam kurt,  kuş, cin, insan ve rüzgâr vesairi şeylere tasarruf ederdi. Yani isterse bunlar üzerinde hüküm verirdi. Mürşidi kâmilde salikin kalbinde tasarruf edip, hükmeder ki nefesi rahmanla zikir ve fikri, salikin kalbine ilkâ eder. Kâşane, padişahlara mahsus olan müzeyyen bir binadır. Salikin kalbi de o binaya benzetilir. Çünkü salikin kalbi, zikir ve fikirle donatılmıştır. Zikirle bezenmiş kalpte salikin sevgilisi olan sultan durur. Sultandan murad; Cenabı Allah’tır. Kâşaneye sorsunlar; Yani o binada oturan sevgilinin halleri binaya sorulsun ki salikin kalbine danışılsın. Salikin kalbi her hakikatı bilir ve âşinadır. “İstefti kalbike” hadisi şerifi buna işarettir ki, hazreti peygamber sallallhü aleyhi vessellem Yemen ahalisini dine davet etmek için ashabı kiramdan ve aşere-i mübeşşereden Ebu Ubeyde ibnil hac hazretlerini gönderdi. Ebu Ubeyde radıyallahü anh dedi ki, “Ya resulallah ben oraya gittiğimde ne ile amel edeyim?” hazreti fahri kainat efendimiz sallallahü aleyhi vessellem “Kur’an ile amel et dedi” Ebu Ubeyde dedi ki, “Kur’an da olmayan bir meseleye rastlarsam ne yapayım?” Peygamberimiz sallallhü aleyhi vessellem “Kur’an da bu meseleye ait çözüm bulamazsan benim hadisim ile amel et.” Ebu ubeyde sual etti ki, “Ya hadis de çözüm olmuyorsa ne yapayım?” Bunun üzerine hazreti nebi muhterem sallallhü aleyhi vessellem buyurdu: “İstefti kalbike” yani Kur’an ve hadiste bulamadığın bir mesele için kalbinden fetvayı al. Yani kalbine müracaat et. Kalbin nasıl der ise öylece amel et. Buradan bizlere de hisse vardır. Tevhid yolunda bir meseleyi anlayamadığımız zaman kalbimize müracaat edelim. O meseleyi kalp halleder müşkülde bırakmaz demektir. Saf kalp hakkında yine hazret buyurur:

 

Ol düre-i beyzâyi                                    Esrârı süveydâyı

Goncine-i ahfâyı                                     Virâneye sorsunlar.

 

Düre-i Beyza: Beyaz inci. Esrar: Sırrın cemi. Süveydâ: Yürekte olan siyah nokta, kalpteki sevgi ve dane-i dil de denir. Ekseriya kalpten kinâye olarak kullanılır. Goncine: Hazine. Ahfa: Pek gizli. Virane: Harâbe olmuş, yani yıkılmış demektir. Dürre-i Beyza yani beyaz inciden maksad: Zikir ve fikir ile bezenmiş salikin kalbinde olan siyah nokta yani kalpte olan tevhid sırlarının çıkarılmasıdır. Goncine-i ahfada: Zikir ve fikirle süslenmiş olan kalpteki ilahi marifettir. Virane ise: Fenayı tam mertebesinde bulunan saliktir. Beytin manası şöyle olur ki: Zikir ve fikirle bezenen salikin kalbi yani meratibi fenayı zevk eden bu gibi kalbin hallerini onlar bilir. Fenayı tam da bulunmayanlar bilmez demektir. Çünkü ehli fenanın sohbeti hep meratibi fena iledir. Merâtibi fenada bulunan salikin muhabbeti nisbetsiz olduğundan çok tatlıdır. Hazret son olarak  buyurur:

 

 

Gör âb ile bu kilde                                 Goncine var ol ilde

Lütfi sedefi dilde                                   Dürdâneye sorsunlar.

 

Âb; Su. Kil; Toprak. Goncine; Hazine. İl; Memleket. Sedef; Bir nevi balık ki bu balıklar nisan ayında yağmur yağdığında ağızlarını açarlar. Yağan yağmur taneleri, bazı balığın ağzına bir ve bazı balığın ağzına da birkaç tane isabet edip girer. Girince bu balıklar ağızlarını kapayıp denizin dibine inerler. Orada otururlar ve hiç hareket etmezler. Orada yani bulundukları yerde hiç kımıldamazlar. Böyle yapmakla o yağmur tanesi balık karnında bir kıymetli cevher olur ki ona dürdâne derler. O dürdâne de balığın karnına isabet eden bir yağmur tanesinden hasıl olana derler ki bunun pahası takdir edilemez padişahlara layıktır. Manayı işareti: Su ile topraktan murad; Anâsırdır. Yani suret itibarı ile kâmil de bizim gibi anâsırdan meydana gelmiştir. Fakat o anasır bir memleketi insaniye olup o memleketi insaniyede hazine mevcuttur. Hazineden murad: Kâmilin tarifâtıdır. Sedef ise: Salikin kalbidir. Bundan dolayı, nisan ayında yağan yağmur tanesi balığın karnında korunmak suretiyle bir cevhere dönüşür. Çok kıymetli olan bu cevher padişahlara layıktır. Salikte, mürşidi kâmilin telkinini kalbinde muhafaza ederse o da böyle kıymetli bir cevhere sahip olur. Nisan ise bahar zamanıdır. Bahar zamanında çiçekler açar ve her tarafı bir güzellik kaplar. Salik de, mürşidin emrini tutup, muhafaza ederse o salikten de tevhid çiçekleri zahir olur. Tevhid çiçekleri demek; Salikin güzel ahlâkı ve ilahi marifetin zahir olması demektir. Bunlara sahip olan bir salik Allah ve insanlar katında makbul olur. Yağmur ise; İlahi yardımdır ki güzel ahlak sahibi olan salikten ilahi yardım hiç eksik olmaz. Eğer böyle kıymetli cevhere sahip olmak arzu edilirse sahibinden aransın ki o da mürşidi kâmildir. O’nu  bulup vereceği  tarifat dairesinde hareket etmekle elde edilir. İlla başka türlü olamaz demektir. Hidayet Allah’tandır. Allah bu yolda irşat etsin. Amin. Hamd alemlerin rabbi olan Allah’a aittir. 1348 senesinin şaban ayı pazartesi günü tamamlanmıştır…..

 

Sadeleştiren

Mehmet Naci GÜNEY

NUTKU ŞERİFİN SADELEŞMESİ

     Selanik’te yaşamış büyük Melami şeyh ve halifelerinden olan Ali Urfi Efendi Hazretleri 1305 hicri yılında vefat etmiş ve mevlihane kapısı yakınlarında Hak’kın rahmetine defn edilmiştir. Yazmış olduğu nutku şerifi Mayadağlı Melami ariflerinden İsmail Hakkı efendi tarafından şerh edilmiştir.

 

Babamda ben baba iken, babam doğurdu anamı

Anamda meme emerken, anam doğurdu babamı

Babam doğurdu anamı, anam büyüttü babamı

İkiside birlik idi, idlâk etmeden anamı

Böyle bir zerde-i mâder değilim sanmayın ebter

Babamla ahd ettim, oldum ki, doğurdu anamı

Babam bana veled dedi, her emrine muti kıldı

Anam mahremsin dedi, görmedim vechi anamı

Münkir buna deme lâ lâ, başına gelmemişdir zira

Bu sırdır hafiyül hifâ, bilen bilir o anamı

Babamı görürüm herbar böyle vermişdik ikrâr

Vechin göstermedi zira anınçün görmem anamı

Bu sözler bilmece değil, nefsil emirde hilâf değil

Urfi,deli şarhoş değil, söylerim baba anamı.

 

                                                             NUTKU ŞERİFİN SADELEŞMİŞ ŞERHİ

                                                                BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM

 

Babamda ben baba iken,babam doğurdu anamı

Anamda meme emerken,anam doğurdu babamı

 

Bu doğurmak unsur bedene ait alışılmış doğurma şeklinde anlaşılır ise, baba anayı, ana babayı doğurması mümkün olmadığı gibi bu beyitlerin manasını da zihinlere sığdırmak olası değildir. Fakat bu sözler, seyri sülük erbabının kesin olan mertebelerle zevk ve müşahede ile keşf ettiği ilâhi tecelliler olmakla beraber melâmi tayfasınca bilgi ve manası açıktır. Ben zatımda zat ile zat iken zatım izhar etti sıfatımı, sıfatım levhasında ilmi ledün dersi ile beslenirken, sıfatım gösterdi zatımı. Demek olur ki zatımda bizzat zat iken zatıma olan muhabbetim sayesinde, zatımın hükmü ile sıfatım zahir oldu. Çünkü bu sıfatla mevsuf olan Hak’tır. Sıfatların mevsufu Hak’tan başkası olmadığı halde bu sıfatı kendisine nispet etmek bilgisizliktir. Ancak nefsine arif olup nefsinde Hak’ka arif olan kâmilin kendi varlığından bir eser kalmadığında Hak onda ayniyeti ile zahir olur. Onun lisanından her kelamı söyleyen Hak olur. Hak zatında mutlakiyetiyle sıfat ve esmaya ihtiyacı yok iken yani sırf zat iken zatına olan sevgisi ve ilgisiyle, sıfat ve esma kesreti ile zahir olmayı istedi. Bende Hak’kın vücudunda yoklukta idim. Ademiyetimi arif olmadığım halde enel mevcuttur der iken Hak’kın zatına olan muhabbeti sıfatlarını açığa çıkardı. Zat: Baba, sıfat: Ana, bende evlat oldum. Babamın doğurduğu anamın babamdan ayrı olmadığı halde, babamın vücudundan bitirdiği hakikat meyvelerinden ve akıttığı irfaniyet çeşmelerinden beslenir iken benimde benliğim olmaksızın benden bana zahir olmakla ferdâniyyet(teklik) hâsıl oldu. Buraları da sülük ehline açıktır, gerçek bir  zevk ile açığa çıkar. İnsanların lisanında devran eden dedikoduya uygun açıklamaları ve tafsilâtı kabul etmediği için ârifi kâmil Ali Urfi efendi bu nutku söyledikten  sonra daha geniş olarak ve tekrar ederek;     

                                                                    

Babam doğurdu anamı, anam büyüttü babamı

İkiside birlik idi, idlâk etmeden anamı

 

        Beytini buyurmuşlardır. Yani zatım, sıfatımı açığa çıkardı demek olur. Baba değer verdiği mutlak zatının dahilinde ve haricindeki bağı gereği her yerde bulunmasından da mutlak olduğu halde kendi vücudundaki Vücut değeri olmayan kendi sıfatını esma kesreti ile zahir etmesinin tam anlayış ve zevki makam ve mertebe gören salike açıktır. Vehimlerde şekillenip halkın anlayışına perde olan ikilik nispeti, her bir ismin hükmüne göre hayal gücünde belirir. Şahısların olabilene verdiği değerin imkân ve derecesi, kendi istidat ve kabiliyetlerine göredir. Kâmiller bu esrarı öğrencilerine misallerle ve abartılı kelimelerle anlatır. Çünkü bir salik katında ikilik nispeti zengin katında fakir demek ise, Hakkın zenginliği yanında kulun fakirliğini ilan etmesi ile bu zenginliğe ortak olması imkânsızdır. Bundan dolayı, fakirin imkânı zenginliğe zıt değer olan ölümle gelen yokluktur. Bununla birlikte zengin ile fakirin farkı mukayyet ve mutlak itibarından ibarettir. Fakirin zenginde yokluğu halinde zenginin ehadiyyetinden,

                    

Böyle bir zâde-i mâder değilim sanmayın ebter

Babamla ahd ettim oldum ki,doğurdu anamı

 

        Beytini buyururlar. Kendinle beraber bütün mümkünâtın vâcibil vücuttaki geçerliliği lâ mevcud olan fakirlikten uzak olmadığı ve bu fakirlik, zenginliğe karşı gösterilen yokluktur. Arifi kâmilin boş olarak isimlendirdiği ruhsuz değerlerin ledünniyatının (iç anlamı, hikmeti)  bilinmesi için ana baba ile veledin yani zat, sıfat ile esmanın vahdetin kesret ile açığa çıkmasıyla âşıkların lisanında devran eden aşk kelimesinin, çirkeflik ve pislik içeren sözlerden ayrılmasını söylemiştir. Böyle bir zatın evladıyım ki ebedi olarak soyum kesilmez. Zâtımın bizzatı zat anında, sıfatımın esmâ ile zahir olmasını ben zâtım ile istedim dedikten sonra ana, baba, veled ve her bir şahsı gayrı görmemek için fertliğin tekliğinden,

 

Babam bana veled dedi, her emrine muti kıldı

Anam mahremsin dedi, görmedim vechi anamı

 

        Beytini buyururlar. Yani ferdaniyyet, ehadiyyet katında sıfatın sebebi olmadığı açık ise de bilinen dört anasıra nispet olunursa; su ile toprak baba, sıcaklık ile soğukluk ana olur. Toprak içinde su ve her su altında toprak mevcut olup bir çekirdeği toprak içine gömseler toprakta mevcut olan su ile gıdalanıp sıcaklık ve nemin terbiyesiyle cinsinin aynı bir ağaç meydana gelir. Bu durumda su ve toprak baba, ateş ve hava anası olur. Bu şekilde gelişme ve büyüme bir müddet devam eder sonunda su toprağa karışır. Bunun için o ağacın unsurundaki bileşimin asıl ve mümkün olanı bilinirse inkâr edenin inkârdaki cesareti tabiatı gereği olduğu ortaya çıkar, böyle akla hitâben,

 

Münkir buna deme lâ lâ, başına gelmemişdir zira

Bu sırdır hafiyül hifâ, bilen bilir o anamı

 

Buyurmuşlardır. Çünkü gizliden gizli olan bu esrar gayet belli ve âşikar olduğu halde her inkar edenin başına gelmiştir. Fakat münkirler lâ, arifler illâ deyip  bilen bilmiş bilmeyenler inkarda kalmışlardır. Bununla beraber münkirin inkârını hükümsüz bıraktıktan sonra sâlikin de şüphede kalmaması için,

 

Babamı görürüm herbar böyle vermişdik ikrâr

Vechin göstermedi zira anınçün görmem anamı

 

        Buyurmuşlardır. Daha önce geniş açıklaması yapıldığı üzere nefsine ârif olan kâmilin her defasında  zatından  gayri bir yüz görmediği ve sıfatını hariçte vücudu olmaksızın bir’ in varlığında yani anasını babası vücudunda vücutsuz şuhut ederek ve kendisi babası vücudunda yok olup babası onun ayni olarak zat, sıfat ve esmâ ile isimlenmesi üzerine; ana, baba ve evladın gerçek değerleri zevkinde açığa çıkar. Oluşan zevkler onların lisanında devran eder. Arifler bu zevklerin açığa çıkışını gıda edindikleri için ve zati zevklerin başkasına açılması ve ilan edilmesi de mümkün olmadığı için bu değerler özellikle ariflerin zevklerinde anlam kazanır. Gayriyetle zahir olan akıl ehli kişiler anlayış ve idraklarına sığdırmaları mümkün olmayan abartılı sözleri arifler yüksek anlayışlarıyla zevk ederler. Buna benzer mutlak kelamların ayrıntılı açıklamasını akıl ehillerinin bir şekilde kabul etmediği gibi her salikin şuhudunda açığa çıkan bütün manaları da içine alan onların zevkinde çeşitlenmiş bu manaları kabul etmedikleri için defalarca uyarılır. Neticede,

             

Bu sözler bilmece değil, nefsil emirde hilâf değil

Urfi, deli şarhoş değil, söylerim baba anamı.

 

        Buyurmuşlardır. Çünkü akıl ehli kişilerin düşüncesinde şekillendirdiği mabuda abid olması gerçeğe uygun olsa ortada ayrılık ve zıtlık olmazdı. Halkın dilinde olan uyuşmazlık gerçeğin yokluğa uygunluğu açısından zahir olmaktadır. Akıl ehli kişilerin görüşüne göre bunu bir kimse bilmece olarak söylemiş veya bir şarhoş ya da bir deli söylemiş diye bu şekildeki kibar kelam sözlerin hiçbir kitapta yeri ve yurdu yoktur gibi sözlerle ayıplaması doğaldır. Kaldı ki, hakikat ehilinin zevkinde hasıl olup gerçeğe uygun zatından zatına tenezzül ederek babası yüz seneden yüz elli, anası o yüzde bir elli doğmaz ve doğurmaz. Zatında aynı veled o elli zevk ve şuhuttan meydana gelip çocuk ana’da, ananın tekliğiyle birlikteliği zahir olur. En iyisini bilen Allah’tır….

 

 

 

Sadeleştiren

Mehmet Naci GÜNEY